Sosyal Medya

Köşe Yazıları

Kuzeyin Akdenizlileri: DUBLİNLİLER

yazar

Yayınlayan

on

Dublin’i nasıl bilirsiniz?

Soğuk? Karanlık? Renkli? Canlı? Yağmurlu? Güneşli? Guinness’li?!!!Sizin cevabınızı bilmiyorum ama benim için Dublin, yukarıda saydıklarımın hepsinden biraz demek.

Peki ya Dublinliler?

İki yıl yaşadığım, ve son 3 yıldır da düzenli olarak gelip bir süre kaldığım bu harika şehrin sakinlerine benim verdiğim bir isim var: “Kuzeyin Akdenizlileri”. Bazı şehirleri özel kılan o şehrin mimarisi veya kültüründen çok insanlarıdır. Benim için de Dublinliler, Dublin’den bir adım önde. Hatta Dublin’i Dublin yapan, şehrin sakinleri demek bence hiç de iddialı olmaz.

Şehrin merkezinde birkaç saat geçirmek Dublinlilerin enerjisini anlamak için yeterli.  Birbirinden dinamik ve davetkar görünen kafelerde neşeli sohbete dalanlar, biraz güneş görünce kış bile olsa kendilerini yazlık kıyafetlerle sokağa atan sportif gençler, ellerinde kocaman kahve bardakları, boyunlarında şirket kartları ve kulaklıkları ile hızlı hızlı yürürken hararetle telefonda konuşan beyaz yakalılar… Son yıllarda Dublin, çok uluslu şirketlere sunduğu vergi avantajı nedeniyle özellikle uluslararası teknoloji firmalarının Avrupa başkentliğini yapıyor. Aklınıza gelebilecek, sosyal medyadan bildiğiniz hemen hemen tüm dijital firmaların Avrupa merkezi burada. Bu da tabi şehre kozmopolit bir kültür kazandırmış durumda.

Dublinliler tıpkı şehrin havası gibi değişkenler. Hem Akdenizliler gibi rahat ve kural tanımaz, hem sabırsızlar. Hem yavaş, hem hızlılar. Beş yıl önce bu şehirde işe başladığımda Dublinli patronum Conor bana “İrlandalıların hızına yetişebilecek misin?” diye sormuştu. İlaç endüstrisinde yıllardır hıza karşı yarışarak çalıştığım için bu soruya içimden gülüp geçmiştim ama gerçekten de iş hayatında konuşmalarından yürüyüşlerine kadar hızlılar Dublinliler. Belki de hızdan çok “sabırsızlık” onları daha iyi tanımlayan bir kelime. Gencinden yaşlısına trafik ışıklarında yeşili bekleyemeden yola atlayan bir ulus! Eşim Giovanni, bu Dublin özelliğini İsviçre gibi kuralları net belirlenmiş bir ülkede sürdürmeye çalışsa da, ben sabırla yeşil ışığı bekleyip İsviçre’de yaşamanın hakkını verenlerdenim.

Birkaç İrlandalı ile tanışmış olan hemen herkesin kullandığı tanıdık bir cümle vardır: “İngilizlerden çok farklılar!”. Amacım İngilizleri yermek değil elbette, ancak imparatorluk döneminden bugüne dek kendilerine has bir “cool” olma hali ile ün salmış bir millet olduklarını ve bu ünü de aslında sevdiklerini az çok hepimiz biliriz. İrlandalıların 750 yıl İngilizlerin yönetiminde kalıp kendi özlerini koruyabilmiş olmaları takdire değer. Belki de İngilizlerin sahip olduğu bu “cool”- haydi biraz daha açık olayım- “soğuk” imajına tepki olarak İrlandalıların geliştirdikleri müthiş bir espri yetenekleri var. Yıl boyunca yüzünü gösteren kasvetli havaya inat, gülmek için her zaman bir sebep yaratabilen insanlar İrlandalılar. Sohbeti o kadar çok seviyorlar ki sokakta adres sorunca hayatlarını anlatmaya başlıyorlar. Bunu mecazi olarak söylemiyorum, doğal bir şekilde öyleler. Bir gün bir Dublinliye adres sorduğumda başlayan neşeli sohbetimize, yoldan geçen üçüncü bir kişi de katılmıştı. Ben oradan ayrıldığımda onlar hararetle sohbet etmeye devam ediyorlardı!

Ana dilleri İngilizce, hem de dilini aksansız ve temiz konuşan bir Dublinliye rastladığınızda fark edebileceğiniz, “r” harfinin kulağa oldukça çekici gelen bir şekilde yuvarlandığı, melodik, Amerikalıların ve İngilizlerinkine taş çıkartan nefis bir İngilizce. Ancak daha havaalanından itibaren şehrin her noktasında İngilizcenin yanında hiç tanımadığınız ikinci bir dil görürseniz şaşırmayın; bu değişik dil okullarda da öğretilen İrlandaca (İrlanda Galcesi). İrlandalılar tarih boyunca dillerini ve kültürlerini koruma kavgası verdikleri için İrlandacayı kaybetmek istemiyorlar. İrlandaca aynı zamanda dünyanın en eski dillerinden biri. İrlanda edebiyatı diğer Avrupa ülkelerinde oldugu gibi Latince yazılmamış, dolayısıyla İrlandalılar Batı Avrupa’da halk dili kullanılarak yazılmış en eski edebiyata sahipler. Diğer taraftan, okullarda yabancı dil öğrenme haklarını İrlandacaya kullanmaktan da biraz şikayetçiler. Dün gece gürültülü “Irish Pub”lardan birinde sohbet ettiğimiz Dublinli arkadaşımız Ben, masada kendisinin dışında kimsenin anadilinin İngilizce olmamasına rağmen, herkesin bu dili akıcı konuştuğundan, ek olarak başka diller bildiklerinden, İrlandalıların ise İngilizce ile sınırlı kalıp okullarda öğretilen İrlandaca yüzünden de ek bir dil öğrenemediklerinden bahsetti. Bugün de, yediğim en lezzetli “Fish and Chips” eşliğinde uzun uzun sohbet ettiğimiz eski yan komşum Una aynı konu açıldığında, İrlandacanın ne kadar zengin bir dil olduğunu ve İngilizcenin onun yerine geçemediğini vurguladı. Una’nın verdiği basit örnek İrlandalılar için şüphesiz manidar; İrlandacada “viski” kelimesi , “uisce beatha” yani “hayat suyu” anlamına geliyor.

İrlandalıları diğer Avrupa ülkelerinden öne çıkaran bir farkları daha var; dikkat çekici oranda köpekseverler. Sokakta sizi durdurup, coşkulu bir şekilde köpeğinizi sevip, dakikalarca köpekler üzerine sohbet edebilirler. Böyle anlarda adeta şehrin koşturmacasını dondurup, herşeyi unutup sadece o anda var olabiliyorlar. Ancak bu köpek sevgisine tam bir tezat oluşturacak şekilde Avrupa’nın restoranlara köpek kabul etmeyen belki de bir kaç şehrinden biri Dublin! Köpek dostu otelimizin restoranının neşeli şefi Patrick’e göre bu, geri kafalı İrlanda adetlerinden biri. “Restoranlara köpek kabul etmemek, eskiden evlerde mutfağa köpeği sokmama geleneğinden gelen bir geri kafalılıktan başka bir şey değil” diyen Patrick, köpeğimiz Grissino’ya kızarmış tavuk ikram eden Avrupa’daki tek restoran şefi olarak da gönlümüzü çaldı.

Nostaljik bir yürüyüş

Beş yıl sonra bu gelişimizde ilk defa evimizde değil de otelde kaldık Dublin’de. Kaldığımız otel, şehrin bohem bölgesi olarak bilinen Baggott Caddesi’nde. Bina aslında 1832’de kurulmuş bir hastaneymiş. Baggot Caddesi Dublin’in en güzel mimari yapılarına ev sahipliği yapıyor ve 1940’lardan 1970’lere kadar “Baggotonia” adı verilen, sanatçılar tarafından yaratılan bohem kültürü akımının da ev sahibi olan bölge olarak biliniyor. Bir görünüp, bir kaçan flörtçü Dublin güneşi dün öğleden sonra yüzünü gösterince kendimi hemen sokağa atıp renkli Baggott Caddesi boyunca yürüyorum. Kanaldan geçip şehrin yeşil kalbi ve gururu olan St. Stephens Green’e doğru yürürken, iyi giden ekonomiye ve düşük işsizlik oranlarına rağmen şehirde gittikçe çoğalan evsizleri görmek düşündürüyor. Solda kalan St. Stephens Green’i geçerken, sağımda tüm heybetiyle ve kırmızı kiremitleri ile havalı Shelbourne Spa Oteli beliriveriyor. İsviçre’deki iş arkadaşlarımın Dublin’e taşınırken bana bu meşhur otelden hediye ettikleri spa kuponunu Covid döneminde kullanamadan yaktığımı hatırlayıp hayıflanıyorum. Otelin şık siluetini arkamda bırakıp şehrin canlı alışveriş merkezi Grafton Caddesi’ne yöneliyorum. Güneş pırıltılı yüzünü göstermiş ve sanki bir duvarın arkasından bu anı beklermiş gibi müzisyenler, hemen müzik aletlerini çıkarıp hünerlerini sergilemeye başlamışlar. Kuzey gökyüzünün parlak mavisi, güneşli olan her gün olduğu gibi göz alıyor. Bulutlar, dokunsam değecekmişim gibi yakın görünüyor. Cadde kalabalık, dükkanlar adeta nefes alıp veriyor. Dublin’in, hüzünlendiği değil gülümsediği anlardan birini yakaladığım için mutluyum.

Hep uğradığım “Dubray” kitapçısının en üst katına çıkıp, incelemek için aldığım kitaplarla bir “flat white” siparişi veriyorum. Bu şehirde tanıştığım duble espresso içeren “flat white” Dublinliler arasında oldukça popüler. Kahveye düşkün Dublin’de veya İskandinavya gibi kuzey ülkelerinde kafelerin böyle popüler olmasına şaşmamak gerek diye düşünüyorum. Dumanı tüten sıcacık bir kahve soğuk ve kasvetli havaya karşı insanın sadece içini değil, hayata karşı bakışını da ısıtıp yumuşatıyor. Bir İtalyanla yapılan evlilikten dolayı kahve konusunda eşiği doğal bir şekilde yükselmiş ve İsviçre’deki çoğu kahvecide hayal kırıklığı yaşayan biri olarak, tarih boyunca aslında çaya düşkünlükleri ile bilinen Dublinlilerin kahveyi nasıl bu kadar lezzetli yapabildiklerini düşünüp yanıtını bulamıyorum. 

Kahvemi ve kitap seçimimi bitirip elimdeki kitap kulesiyle kasaya yaklaştığımda görevli genç “Oldukça çok sayıda kitap seçmişsiniz gördüğüm kadarıyla” deyip gülümsüyor. Dublinlileri biraz da biz Türklere benzettiğimden şansımı denemeye karar verip, “Bu kadar çok kitap alanlara belki indirim yaparsınız diye düşünüyorum diyerek, benzer bir gülümsemeyle cevap veriyorum. Güleryüzlü görevli “Neden olmasın, bir bakayım ne yapabiliriz” dedikten sonra, cömert bir indirim uyguluyor. Kendi kendime “İşte benim tanıdığım Dublin” diye düşünerek yüzümde aynı tebessüm, ellerim kitaplarla dolu şekilde çıkıyorum kitapçıdan. 

 James Joyce’a ilham veren Sandymount

Dublin merkezi cazip olsa da, beş yıl önce oturmak için seçtiğimiz bölge, Dublin’in “Sandymount” adlı perifer mahallesi oldu. Görür görmez kalbimizi çalan ve daha önce varlığını bile bilmediğimiz bu küçük semtin Dublin’de aslında oldukça ünlü olduğunu ise ancak taşındıktan sonra öğrendik. Komşuculuk kültürünü özenle sürdüren semt sakinleri bizi taşındığımız ilk günden itibaren oldukça sıcak karşıladılar. Burada yaşarken Dublinlilerin (en azından bizim semtimizdeki tüm komşularımızın) sosyal ilişkilere ve isimleri akılda tutabilmeye özel bir önem verdiklerini farkettik. Birkaç ay içinde mahallenin yetişkinlerinden çocuklarına kadar herkes bizim, İngilizce veya İrlandacaya oldukça uzak olan isimlerimizi ezberlemişti bile. Yan komşumuzun mutfağının duvarında, üzerinde sokaktaki tüm evlerin numarasının ve evlerde yaşayan tüm aile fertlerinin isimlerinin yazılı olduğu listeyi görünce buna ne kadar önem verdiklerini anlamıştım.

Orada geçen süre boyunca uçsuz bucaksız Sandymount sahilinde uzun yürüyüşlere çıktığımızda büyüleyici med-cezir manzaraları, nefes kesici gün batımları ve kırmızı tuğlalı bakımlı evlerin birbirleri ile yarışan yeşillikteki bahçeleri ile şımartıldığımızı hissettik. Ama semtin bana en büyük sürprizi “edebiyatta Dublin” denildiğinde ilk akla gelen İrlandalı yazar olan James Joyce’un, bir süre burada yaşadığını ve okunması en zor romanlardan biri olarak ün salmış meşhur romanı “Ulysses”te buradan bahsettiğini öğrenmek oldu. “Dublinliler” kitabını severek okuduğum Joyce’un Ulysses’i okuma listemde önlerde hala sırasını bekliyor ama mutlaka sevgili arkadaşım yazar Fuat Sevimay’ın çevirisi ile okunmak üzere! Bir süre İsviçre’de de yaşayan ve Zürih’de ölen Dublin sevdalısı James Joyce, kitaplarında neden Dublin diye sorulduğunda şöyle der: “Ben her zaman Dublin hakkında yazarım çünkü eğer Dublin’in kalbine inebilirsem, dünyanın bütün şehirlerinin kalbine inebilirim.”

Yazımı, Dublin ve Dublinlileri çok özel bulduğunu her fırsatta paylaşan arkadaşım Nesteren’in Dublin yorumu ile bitirmek istiyorum: “Dublin’i romanlardan çıkma ve buğulu hayal ederim hep, her ne kadar güneşli günlerine tanık olduysam da. Tasvire değer, tasvirlerin sonsuzluğuna atfedilmiş bir şehir. İrlandalılara benzemeyen ama onların olan ve onları bütünleyip betimleyen bir şehir.”

#İrlanda #Dublin #KöşeYazısı #MeltemGosuKstropoli #Gezi #Ülke #Kuzey

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

‘’ÖĞRENİLMİŞ CEHALET, KUTSALDIR’’ 

yazar

Yayınlayan

on

Nicolas von Cusanus

 ‘’Öğrenilmiş cehalet, kutsaldır’’  sözü,  ünlü Alman düşünür (gerçi popülerlik açısından baktığımızda Türkiye’de Nietzche kadar ünlü değil)  felsefeci, hukukçu, matematikçi, din adamı, astronomi, mantık, bir çok alanda  çağının çok ilerisinde bir insanın;  Nicolas Cusanus’un lafı.

Nerden çıktı şimdi Cusanus ve lafı demeyin. Bu lafın, İstanbul ile de enteresan bir bağlantısı var..

Bu Alman düşünür, yaşadığı dönemde (1401-1464) İstanbul’a gelmiş. Ve geride bıraktığı notlarından ve kitaplarından öğrenildiği kadarıyla, bu lafı ve bunun üzerine kurduğu neredeyse koca felsefe ve eseri yazmaya, İstanbul dönüşü, yolda aklına gelen bu cümle ile başlamış. Eseri: De Docta Ignorantia (Öğrenilmiş Cehalet Hakkında)

Bunu ilk okuduğumda ilgimi çekmişti. Ama tabii, İsviçre’ye taşınmadan önceki Gülten ile buradaki Gülten’in öncelikleri ve zamanı kullanması arasında ciddi fark olduğundan, bir yerlerde hafızamda tasnif edilmiş, kalmıştı. Geçenlerde kitapları karıştırırken gözüme çarptı.

Cusanus; insanın eğitim alıp öğrenmekle,  sadece belli açılardan bakarak, gerçekliğin bir kısmını görebileceğini ve mutlak yani gerçek bilgiye,  asla sahip olamayacağını söylüyor. 

Eğitim alıp, kendini geliştiren insanın, öncelikle ne kadar cahil olduğunu ve bu cehaletini bu ömründe bitirmenin mümkün olmadığını kabul etmesinin, takdir edilmesi gerektiğini ileri sürüyor. 

Bunu tekrar hatırlamak bana çok iyi geldi.

Birincisi;  her şeyi bilmeye çalışmak gibi bir derdin ortadan kalkıyor😊 Ne yaparsan yap, zaten bunu başaramayacaksın. Bir rahatlıyorsun.

 İkincisi; bunun zıttı … Zorlayıcı tarafı da bu. Sürekli kendini eğitmeye çalışacaksın, cehaletinin hiç bitmeyeceğini bilerek.

Bu, ne kadar zorlayıcı olsa da,  insan olarak, bizim yapabileceğimiz bir şey.

Öleceğimizi bilerek, yaşıyoruz.

Demek ki, cehaletimizin bitmeyeceğini bilerek de, kendimizi eğitmeye devam edebiliriz.

Gelelim diğer bir konuya ki, bence bu, beni bu yazıya iten sebep. Bizim topraklardan dönerken Cusonus’un aklına geldiğine göre, o topraklarda ya çok bilmiş, ukala insanlar vardı  ya da çok engin bilgisine ragmen, cahil olduğunun farkında olan insanlar 😊 Her halukarda da üzerinde düşünmeye değer..

Bu konuda lafları olan, doğu felsefesinde de bir çok kişi var. Ben şu anda, bu taraftan o tarafa bakmaya çalıştığım için, batılı düşünürler üzerinden anlamlandırmaya çalışıyorum.

 Neyi anlamlandırmaya çalışıyorsun diyorsanız eğer; her şeyi.  Yaşamı, Türkiye’yi, Avrupa’yı, Amerika’yı, dünyayı ya da sadece kendi yaşamımı…Ama tabii ki ahkam kesmeye çalışmayacağım. Kendi yazdıklarımla ters düşmek istemem😊 Sokrates’in de dediği gibi; ‘’Bildiğim tek şey, hiç bir şey bilmediğimdir.’’

Ama şunu söyleyebilirim, akıl vermek değil de aklıma geleni paylaşmak diyeyim.

Öğrendiğimiz bilgiye ya da inanca sıkı sıkı sarılıp, o doğrultuda yol almak yerine, yeni fikirlere açık olabiliriz.

Gittiğimiz yolun doğru yol olmadığını, farklı bir yola girmemiz gerektiğini görebiliriz.

Zaten dünyada fiziken de, hep aynı yönde gidersen, başladığın yere ulaşıyorsan…

O zaman niye hep aynı yönde gidesin…

Kim başladığı noktaya dönmek ister ki?

Ben istemem…

Siz ister miydiniz?

Harika iki hafta diliyorum…

Not:  Bu arada beyin yakmak istemedim, sadece beyin çalıştırmaya çalışmak diyeyim😊

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

KAÇ KEZ YANILDIĞINDA “ENAYİ” OLUR İNSAN?

yazar

Yayınlayan

on

İnsan hayatı boyunca bir değil, birçok kez yanılabilir. Hepimiz hayatta düşe kalka öğreniyoruz; bazen çok büyük hatalar yapıyoruz, bazen de küçük yanılgılar içinde sürükleniyoruz. Ama asıl soru şu: Kaç kez yanılmak bizi “enayi” yapar? Nerede aklımızı devreye sokmalı ve kararlarımızı tekrar gözden geçirmeliyiz?

Bir kere yapılan hata, belki bir anlık gaflet veya yenilik arzusudur; insanın merakını yenememesi, heyecanı veya umutlarını test etme isteğidir. İkinci defasında yapılan aynı hata ise belki yine duyguların baskın geldiği anlık bir zayıflıktır. Fakat aynı olay üçüncü defa tekrarlanıyorsa, burada bir durup düşünmek gerekir: Başkaları mı suçlu, yoksa sorun bende mi?

Toplumda bize dayatılan “herkes yapıyor” anlayışı çoğu zaman içgüdülerimizi ve aklımızı bastırır. Etrafımızda bu kadar çok örneği görünce, kendimizi sorgulamadan, çevremizdekileri doğruluk pusulamız olarak alırız. Fakat “herkes yapıyor” diye yapılan her şey doğru mu? Bizi “enayi” durumuna düşüren şey, başkalarının aklını rehber almak, sorgulamadan uyum sağlamaktır.

Geçenlerde sevilen sanatçı Pınar Altuğ, pandemi döneminde herkesin aşılanmaya koştuğu günlere atıfta bulunarak şöyle demişti: “Vallahi doktor değilim. Hepimiz aşılandık, iyi mi ettik kötü mü ettik bilmiyoruz.” O dönem etrafımdaki yüzlerce insanın tezleri veya rehberleri hep şuydu: “Herkes yapıyor. Yanlış olsa milyonlarca insan aşılanır mı? Her ülke yapıyor. Yanlış olsa bu kadar ülke halkını zehirler mi?” Ya da şunu duydum binlerce kişiden: “Yüzlerce gazete aynı şeyi yazıyor.”

Vah vah vah… Eğer gerçekten bir olayı aynı anda pek çok gazetede görmek rehberimiz olacaksa, işte tam da beynimizi ve aklımızı kullanmamız gereken nokta burada başlıyor. Amerika, Irak’ta “kimyasal silah var” gerekçesiyle harekete geçtiğinde, binlerce gazete bunu haber yapmıştı. Peki ya sonra ne oldu? Yıllar sonra, kimyasal silah bulunmadığı açıklandı. Binlerce gazete aynı anda bu haberi neden yaptı? Kitlesel bir algıyı oluşturmak, insanların belirli bir şeye sorgusuz sualsiz inanmasını sağlamak için… Binlerce gazete yazdı diye bir şeyin doğru olduğunu varsaymak, bizi kör bir güvenin pençesine atıyor.

Peki, ne zaman aklımızı kullanmalıyız? En başta, “Ben bu yolda tek başıma yürüyor olsam, bu kararı yine de verir miydim?” diye sormalıyız kendimize. Eğer cevabımız tereddütlü ise, durmak, düşünmek ve gerçekten neye ihtiyaç duyduğumuzu görmek bize yol gösterir. En büyük hatamız, bu soruyu yeterince sormamak. Çoğu zaman içimizde “yanlış yapıyorsun” diyen bir ses vardır; fakat onu susturmak, daha kolay, daha risksiz gelir.

Kısacası, ne kadar çok insan yapıyor, ne kadar çok haber yazıyor olursa olsun, önemli olan bizim bu kalabalığa dahil olmadan önce kendi aklımızı ne kadar kullandığımız. İnsan aklı, yanılabilir ama her yanılsamada “akıl” denen o değerli yetimizi biraz daha büyütürsek, bir gün belki de “enayi” damgası yemekten kurtulabiliriz.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

KENDİNİ ARAMA, ARARKEN BULMA YA DA HEP YOLDA OLMA…

yazar

Yayınlayan

on

Çok komik bir şey, yeni fark ettim. Gün içinde hep kafamda yazıyorum. Sonra onu satırlara dökmediğim için unutuyorum. Yani aslında kafamda haftada beş yazı yazıyorum😊 Ancak bunların kağıda dökülmesi iki haftada bir oluyor. Yani arada birçok yazı kaynıyor.

Neyse, kafamda yazdıklarım değil, şuan bilgisayar başına oturduğumda aklıma gelenler, dökülecek satırlara.. Kısa bir bilgilendirme oldu.. Merak eden olursa diye.. (Bu arada kendi kendime de söz verdim. Kafamda yazı yazmaya başlayınca, hemen yazıya geçireceğim. Bakalım başarabilecek miyim? )

Başlıktan yola çıktığınızda anlayacağınız gibi, bu kendine yolculuk yazılarından…

Son yıllarda herkes kendi içlerine doğru bir yolculukta, arayışta…

Kimisi buluyor, kimisi bulamıyor.

Ben kendi adıma sanki bu hayat, hep yolda olma hali gibi. Hiç bitmeyen bir içe yolculuk…

Bir buluyorsun, bir kayboluyorsun, tam oldum diye hafif bir sevinç hissederken, hiç de olmadığını görebiliyorsun.,

Çocukluktan beri spiritüel (o zamanlar böyle denmezdi gerçi) konulara merakım vardı. Ama etrafta bu konuları konuşacağım, bu kadar çok insan yoktu.

Kendi kendime okur, araştırır, düşünürdüm. Düşüncelerimin farkında olarak, olumlusuyla değiştirmeye çalışma ve gece yatarken isteklerini düşünerek uyuma gibi, kendimce ritüellerim vardı. Tabii ki kimselerle paylaşmazdım. Sadece kızım bunlara şahitti. Çocuk haliyle, anlayamadığı benim ritüellerimden, meditasyon diyebileceğim odaklanma hallerimden,  belki biraz rahatsız olurdu, belki alıştığı için doğal görürdü.  Ne yapıyorsun diye bana sorduğunda, anneanne, dede, sen, ben, hepimiz çok sağlıklı olalım diye dua ediyorum derdim. Ayrıca dileklerimi de söylüyorum derdim. O da benimle oturur, içinden kendi duasını ederdi. ,

 Sonra aradan yıllar geçti. Oğlum olduğunda, ona gece yatarken dua etme ritüelimi öğretemedim. Çünkü kendim de bırakmıştım. Şimdi düşünüyorum da, 90’lı yıllardan sonra Türkiye’de maneviyattan bir kopuş oldu sanki. Ya da kendi adıma konuşayım, büyük laflar etmeyeyim. İstanbul’da yaşarken, 90’lı yıllardan 2016’ya kadar geçen  sürede maneviyattan ciddi bir kopuş yaşadım, yaşadık. Çevremdeki hemen herkes için de bunu söyleyebilirim.

Biz 2017’de İsviçre’ye taşındıktan sonra, ben tekrar en eski hallerime dönüp, kendimle iletişim kurma haline geçtim. Spritüel dediğimiz konunun özü de bu değil mi zaten…

Tüm dünyada bu günlerde, herkes bir içsel yolculuk ve kendini tanıma derdinde. Bence bu çok güzel ve insana umut veriyor. Geçtiğimiz aylarda konuk olduğu bir programda Hollywod Yıldızı Jennifer Lawrens’ın bir sözü çok hoşuma gitti. Bir iki gün önce bir yazıda aynı sözünü tekrar gördüm. Ne güzel ifade etmiş;

‘’ İnsan kendini tanımadığında nereye koyacağını da bilemiyor’’

Kendimizi tanıyıp, koyacağımız yerleri iyi seçebilmeyi  diliyorum…Kolaylıkla, en güzeli olsun..

Gülten Yazıcı Dülger

Haberin Devamını Oku
Reklam

Trendler