Köşe Yazıları
Kuzeyin Akdenizlileri: DUBLİNLİLER

Dublin’i nasıl bilirsiniz?
Soğuk? Karanlık? Renkli? Canlı? Yağmurlu? Güneşli? Guinness’li?!!!Sizin cevabınızı bilmiyorum ama benim için Dublin, yukarıda saydıklarımın hepsinden biraz demek.
Peki ya Dublinliler?
İki yıl yaşadığım, ve son 3 yıldır da düzenli olarak gelip bir süre kaldığım bu harika şehrin sakinlerine benim verdiğim bir isim var: “Kuzeyin Akdenizlileri”. Bazı şehirleri özel kılan o şehrin mimarisi veya kültüründen çok insanlarıdır. Benim için de Dublinliler, Dublin’den bir adım önde. Hatta Dublin’i Dublin yapan, şehrin sakinleri demek bence hiç de iddialı olmaz.
Şehrin merkezinde birkaç saat geçirmek Dublinlilerin enerjisini anlamak için yeterli. Birbirinden dinamik ve davetkar görünen kafelerde neşeli sohbete dalanlar, biraz güneş görünce kış bile olsa kendilerini yazlık kıyafetlerle sokağa atan sportif gençler, ellerinde kocaman kahve bardakları, boyunlarında şirket kartları ve kulaklıkları ile hızlı hızlı yürürken hararetle telefonda konuşan beyaz yakalılar… Son yıllarda Dublin, çok uluslu şirketlere sunduğu vergi avantajı nedeniyle özellikle uluslararası teknoloji firmalarının Avrupa başkentliğini yapıyor. Aklınıza gelebilecek, sosyal medyadan bildiğiniz hemen hemen tüm dijital firmaların Avrupa merkezi burada. Bu da tabi şehre kozmopolit bir kültür kazandırmış durumda.
Dublinliler tıpkı şehrin havası gibi değişkenler. Hem Akdenizliler gibi rahat ve kural tanımaz, hem sabırsızlar. Hem yavaş, hem hızlılar. Beş yıl önce bu şehirde işe başladığımda Dublinli patronum Conor bana “İrlandalıların hızına yetişebilecek misin?” diye sormuştu. İlaç endüstrisinde yıllardır hıza karşı yarışarak çalıştığım için bu soruya içimden gülüp geçmiştim ama gerçekten de iş hayatında konuşmalarından yürüyüşlerine kadar hızlılar Dublinliler. Belki de hızdan çok “sabırsızlık” onları daha iyi tanımlayan bir kelime. Gencinden yaşlısına trafik ışıklarında yeşili bekleyemeden yola atlayan bir ulus! Eşim Giovanni, bu Dublin özelliğini İsviçre gibi kuralları net belirlenmiş bir ülkede sürdürmeye çalışsa da, ben sabırla yeşil ışığı bekleyip İsviçre’de yaşamanın hakkını verenlerdenim.
Birkaç İrlandalı ile tanışmış olan hemen herkesin kullandığı tanıdık bir cümle vardır: “İngilizlerden çok farklılar!”. Amacım İngilizleri yermek değil elbette, ancak imparatorluk döneminden bugüne dek kendilerine has bir “cool” olma hali ile ün salmış bir millet olduklarını ve bu ünü de aslında sevdiklerini az çok hepimiz biliriz. İrlandalıların 750 yıl İngilizlerin yönetiminde kalıp kendi özlerini koruyabilmiş olmaları takdire değer. Belki de İngilizlerin sahip olduğu bu “cool”- haydi biraz daha açık olayım- “soğuk” imajına tepki olarak İrlandalıların geliştirdikleri müthiş bir espri yetenekleri var. Yıl boyunca yüzünü gösteren kasvetli havaya inat, gülmek için her zaman bir sebep yaratabilen insanlar İrlandalılar. Sohbeti o kadar çok seviyorlar ki sokakta adres sorunca hayatlarını anlatmaya başlıyorlar. Bunu mecazi olarak söylemiyorum, doğal bir şekilde öyleler. Bir gün bir Dublinliye adres sorduğumda başlayan neşeli sohbetimize, yoldan geçen üçüncü bir kişi de katılmıştı. Ben oradan ayrıldığımda onlar hararetle sohbet etmeye devam ediyorlardı!
Ana dilleri İngilizce, hem de dilini aksansız ve temiz konuşan bir Dublinliye rastladığınızda fark edebileceğiniz, “r” harfinin kulağa oldukça çekici gelen bir şekilde yuvarlandığı, melodik, Amerikalıların ve İngilizlerinkine taş çıkartan nefis bir İngilizce. Ancak daha havaalanından itibaren şehrin her noktasında İngilizcenin yanında hiç tanımadığınız ikinci bir dil görürseniz şaşırmayın; bu değişik dil okullarda da öğretilen İrlandaca (İrlanda Galcesi). İrlandalılar tarih boyunca dillerini ve kültürlerini koruma kavgası verdikleri için İrlandacayı kaybetmek istemiyorlar. İrlandaca aynı zamanda dünyanın en eski dillerinden biri. İrlanda edebiyatı diğer Avrupa ülkelerinde oldugu gibi Latince yazılmamış, dolayısıyla İrlandalılar Batı Avrupa’da halk dili kullanılarak yazılmış en eski edebiyata sahipler. Diğer taraftan, okullarda yabancı dil öğrenme haklarını İrlandacaya kullanmaktan da biraz şikayetçiler. Dün gece gürültülü “Irish Pub”lardan birinde sohbet ettiğimiz Dublinli arkadaşımız Ben, masada kendisinin dışında kimsenin anadilinin İngilizce olmamasına rağmen, herkesin bu dili akıcı konuştuğundan, ek olarak başka diller bildiklerinden, İrlandalıların ise İngilizce ile sınırlı kalıp okullarda öğretilen İrlandaca yüzünden de ek bir dil öğrenemediklerinden bahsetti. Bugün de, yediğim en lezzetli “Fish and Chips” eşliğinde uzun uzun sohbet ettiğimiz eski yan komşum Una aynı konu açıldığında, İrlandacanın ne kadar zengin bir dil olduğunu ve İngilizcenin onun yerine geçemediğini vurguladı. Una’nın verdiği basit örnek İrlandalılar için şüphesiz manidar; İrlandacada “viski” kelimesi , “uisce beatha” yani “hayat suyu” anlamına geliyor.
İrlandalıları diğer Avrupa ülkelerinden öne çıkaran bir farkları daha var; dikkat çekici oranda köpekseverler. Sokakta sizi durdurup, coşkulu bir şekilde köpeğinizi sevip, dakikalarca köpekler üzerine sohbet edebilirler. Böyle anlarda adeta şehrin koşturmacasını dondurup, herşeyi unutup sadece o anda var olabiliyorlar. Ancak bu köpek sevgisine tam bir tezat oluşturacak şekilde Avrupa’nın restoranlara köpek kabul etmeyen belki de bir kaç şehrinden biri Dublin! Köpek dostu otelimizin restoranının neşeli şefi Patrick’e göre bu, geri kafalı İrlanda adetlerinden biri. “Restoranlara köpek kabul etmemek, eskiden evlerde mutfağa köpeği sokmama geleneğinden gelen bir geri kafalılıktan başka bir şey değil” diyen Patrick, köpeğimiz Grissino’ya kızarmış tavuk ikram eden Avrupa’daki tek restoran şefi olarak da gönlümüzü çaldı.
Nostaljik bir yürüyüş
Beş yıl sonra bu gelişimizde ilk defa evimizde değil de otelde kaldık Dublin’de. Kaldığımız otel, şehrin bohem bölgesi olarak bilinen Baggott Caddesi’nde. Bina aslında 1832’de kurulmuş bir hastaneymiş. Baggot Caddesi Dublin’in en güzel mimari yapılarına ev sahipliği yapıyor ve 1940’lardan 1970’lere kadar “Baggotonia” adı verilen, sanatçılar tarafından yaratılan bohem kültürü akımının da ev sahibi olan bölge olarak biliniyor. Bir görünüp, bir kaçan flörtçü Dublin güneşi dün öğleden sonra yüzünü gösterince kendimi hemen sokağa atıp renkli Baggott Caddesi boyunca yürüyorum. Kanaldan geçip şehrin yeşil kalbi ve gururu olan St. Stephens Green’e doğru yürürken, iyi giden ekonomiye ve düşük işsizlik oranlarına rağmen şehirde gittikçe çoğalan evsizleri görmek düşündürüyor. Solda kalan St. Stephens Green’i geçerken, sağımda tüm heybetiyle ve kırmızı kiremitleri ile havalı Shelbourne Spa Oteli beliriveriyor. İsviçre’deki iş arkadaşlarımın Dublin’e taşınırken bana bu meşhur otelden hediye ettikleri spa kuponunu Covid döneminde kullanamadan yaktığımı hatırlayıp hayıflanıyorum. Otelin şık siluetini arkamda bırakıp şehrin canlı alışveriş merkezi Grafton Caddesi’ne yöneliyorum. Güneş pırıltılı yüzünü göstermiş ve sanki bir duvarın arkasından bu anı beklermiş gibi müzisyenler, hemen müzik aletlerini çıkarıp hünerlerini sergilemeye başlamışlar. Kuzey gökyüzünün parlak mavisi, güneşli olan her gün olduğu gibi göz alıyor. Bulutlar, dokunsam değecekmişim gibi yakın görünüyor. Cadde kalabalık, dükkanlar adeta nefes alıp veriyor. Dublin’in, hüzünlendiği değil gülümsediği anlardan birini yakaladığım için mutluyum.
Hep uğradığım “Dubray” kitapçısının en üst katına çıkıp, incelemek için aldığım kitaplarla bir “flat white” siparişi veriyorum. Bu şehirde tanıştığım duble espresso içeren “flat white” Dublinliler arasında oldukça popüler. Kahveye düşkün Dublin’de veya İskandinavya gibi kuzey ülkelerinde kafelerin böyle popüler olmasına şaşmamak gerek diye düşünüyorum. Dumanı tüten sıcacık bir kahve soğuk ve kasvetli havaya karşı insanın sadece içini değil, hayata karşı bakışını da ısıtıp yumuşatıyor. Bir İtalyanla yapılan evlilikten dolayı kahve konusunda eşiği doğal bir şekilde yükselmiş ve İsviçre’deki çoğu kahvecide hayal kırıklığı yaşayan biri olarak, tarih boyunca aslında çaya düşkünlükleri ile bilinen Dublinlilerin kahveyi nasıl bu kadar lezzetli yapabildiklerini düşünüp yanıtını bulamıyorum.
Kahvemi ve kitap seçimimi bitirip elimdeki kitap kulesiyle kasaya yaklaştığımda görevli genç “Oldukça çok sayıda kitap seçmişsiniz gördüğüm kadarıyla” deyip gülümsüyor. Dublinlileri biraz da biz Türklere benzettiğimden şansımı denemeye karar verip, “Bu kadar çok kitap alanlara belki indirim yaparsınız diye düşünüyorum” diyerek, benzer bir gülümsemeyle cevap veriyorum. Güleryüzlü görevli “Neden olmasın, bir bakayım ne yapabiliriz” dedikten sonra, cömert bir indirim uyguluyor. Kendi kendime “İşte benim tanıdığım Dublin” diye düşünerek yüzümde aynı tebessüm, ellerim kitaplarla dolu şekilde çıkıyorum kitapçıdan.
James Joyce’a ilham veren Sandymount
Dublin merkezi cazip olsa da, beş yıl önce oturmak için seçtiğimiz bölge, Dublin’in “Sandymount” adlı perifer mahallesi oldu. Görür görmez kalbimizi çalan ve daha önce varlığını bile bilmediğimiz bu küçük semtin Dublin’de aslında oldukça ünlü olduğunu ise ancak taşındıktan sonra öğrendik. Komşuculuk kültürünü özenle sürdüren semt sakinleri bizi taşındığımız ilk günden itibaren oldukça sıcak karşıladılar. Burada yaşarken Dublinlilerin (en azından bizim semtimizdeki tüm komşularımızın) sosyal ilişkilere ve isimleri akılda tutabilmeye özel bir önem verdiklerini farkettik. Birkaç ay içinde mahallenin yetişkinlerinden çocuklarına kadar herkes bizim, İngilizce veya İrlandacaya oldukça uzak olan isimlerimizi ezberlemişti bile. Yan komşumuzun mutfağının duvarında, üzerinde sokaktaki tüm evlerin numarasının ve evlerde yaşayan tüm aile fertlerinin isimlerinin yazılı olduğu listeyi görünce buna ne kadar önem verdiklerini anlamıştım.
Orada geçen süre boyunca uçsuz bucaksız Sandymount sahilinde uzun yürüyüşlere çıktığımızda büyüleyici med-cezir manzaraları, nefes kesici gün batımları ve kırmızı tuğlalı bakımlı evlerin birbirleri ile yarışan yeşillikteki bahçeleri ile şımartıldığımızı hissettik. Ama semtin bana en büyük sürprizi “edebiyatta Dublin” denildiğinde ilk akla gelen İrlandalı yazar olan James Joyce’un, bir süre burada yaşadığını ve okunması en zor romanlardan biri olarak ün salmış meşhur romanı “Ulysses”te buradan bahsettiğini öğrenmek oldu. “Dublinliler” kitabını severek okuduğum Joyce’un Ulysses’i okuma listemde önlerde hala sırasını bekliyor ama mutlaka sevgili arkadaşım yazar Fuat Sevimay’ın çevirisi ile okunmak üzere! Bir süre İsviçre’de de yaşayan ve Zürih’de ölen Dublin sevdalısı James Joyce, kitaplarında neden Dublin diye sorulduğunda şöyle der: “Ben her zaman Dublin hakkında yazarım çünkü eğer Dublin’in kalbine inebilirsem, dünyanın bütün şehirlerinin kalbine inebilirim.”
Yazımı, Dublin ve Dublinlileri çok özel bulduğunu her fırsatta paylaşan arkadaşım Nesteren’in Dublin yorumu ile bitirmek istiyorum: “Dublin’i romanlardan çıkma ve buğulu hayal ederim hep, her ne kadar güneşli günlerine tanık olduysam da. Tasvire değer, tasvirlerin sonsuzluğuna atfedilmiş bir şehir. İrlandalılara benzemeyen ama onların olan ve onları bütünleyip betimleyen bir şehir.”
#İrlanda #Dublin #KöşeYazısı #MeltemGosuKstropoli #Gezi #Ülke #Kuzey
Köşe Yazıları
EMPATI YA DA DUYGUDAŞLIK

İNSANLIK İÇİN ROMANTIK BİR BEKLENTİ Mİ?
Daha yeni bir yıl başlamışken, umut dolu olabilmek için çaba sarfederken, yaşanan o korkunç yangından sonra pozitif kalabilmek, hayata hemen kaldığımız yerden devam edebilmek kolay mı? Ya da hiç yas, acı yokmuş gibi davranmak normal mi?
Tamam hayat devam ediyor, hatta canlarını kaybeden yakınları için bile hayat devam ediyor. Ancak acıyı, kederi, üzüntüyü görmezden gelip, hayat devam ediyor, pozitif olaylara odaklanalım demek o kadar da normal mi?
Bazıları için kolaysa bile bunu göze sokmaya gerek var mı? Hep söylüyorum, yargılamak çok kötü bir şey, kimseyi yargılamak istemem. Sıkça da söylediğim gibi, kimi, neyi yargılasam farklı şekillerde de olsa yargıladığımı yaşarım zaten. Belki herkes yaşamaz, ya da fark etmez ama ben fark ederim, yaşarım, kaçamam. O yüzden tekrar söylüyorum, hayatına hiçbir şey olmamış gibi devam edebilenleri yargılamıyorum elbette.
Ancak hemen aynı yaşlarda onca çocuk ölmüş, dağda kayakta, sen de dağda ve kayak tatilindesin, demek ki, yapıyorsun sen de o tatili, o zaman empati yapman daha kolay değil mi? Gerçi böyle bir acı için aynı şeyleri yaşamak veya yaşayabilir olmak da gerekmiyor. Hayatında hiç gitmediğimiz, yerlerdeki çocuklar ölüyor, onlar için de aynı acıları yaşayıp hissedebiliyoruz.
Dünyanın bir sürü yerinde her gün onlarca masum çocuk ölüyor, biliyorum. ‘’Yas tutmaya kalksak zaten hiç yaşamamamız gerek’’ denildiğini duyar gibiyim, o da doğru. Ancak çok kolay empati yapabileceğimiz yerde bile empati kuramayınca, dünyanın başka bir yerindeki bir şeyle nasıl empati kurabiliriz.? Oysa sadece bu münferit acılarda dünyanın diğer başka bir tarafı etkilenmiyor. Ekonomik, politik, çevre sorunları vs. her açıdan dünyanın her tarafı birbirini etkiliyor zaten…
Ancak aynı ülkenin çocuklarıyken, orada benzer yaşlarda çocuklar ölmüşken, dağda kayak fotoğraflarımızı instagramda veya farklı platformlarda birkaç gün paylaşmasak bir şey kaybeder miyiz? Ölen o canlar için bunu yapmak ve geride kalan aileler için ufak bir acınızı paylaşıyoruz anlamına gelen, bu paylaşımları yapmamak çok mu zor?
Gerçi ben instagram kullanan biri olmadığım için belki anlayamıyorum. (instagramım var, ama yılda bir iki kez bir şey koyuyorum)
Ben yangın haberini, İngiltere’deki bir arkadaşımdan öğrendim. Daha sonra herhangi bir platformda ne haberleri okudum, ne de izledim, yüreğim dayanmadı. Ona rağmen, dağıldım, sonra aynı günlerde paylaşılan kayak videoları, kayak tatil fotoğrafları görünce bu soru kafama takıldı..
Son yıllarda empati, empatik olmak çokça duyulan bir söz. Fransızca kökenli, Türkçesi ‘’duygudaşlık’.. Yani diğer insanlarla aynı duyguları hissedebilmek, kendini onun yerine koyabilmek..
Bana çok insani ve çok sıradan bir şey gibi gelir hep… Ancak her geçen gün empatik olmak, karşıdakinin yerine kendini koyabilmek, insanlık için ütopik, romantik bir beklenti olmuş gibi…
Belki bütün karmaşanın sebebi de budur. Kimse kimsenin yerine kendini koyamıyor…. Ya da bazıları hiç koyamıyor.. Bilemedim…
Gülten Yazici Dülger
Köşe Yazıları
İLHAM VEREN HİKAYELER: Gül Şefika Balaban Brandenberger

Bu köşede zaman zaman üretkenlikleri, hayata bakışları ve yarattıkları eserler ile ilham veren kişilerle yaptığım röportajları paylaşacağım.
İlk konuğum İsviçre’de yaşayan Sanatçı Gül Şefika Balaban Brandenberger.
Şefika aslında Hacettepe Üniversitesi mezunu bir Ekonomist. Türkiye’de yıllarca farklı kurumlarda Ekonomist olarak çalıştıktan sonra en son 11 yıl boyunca görev aldığı Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nden ayrılıp, İsviçreli eşi ile evlenerek 2010 yılında İsviçre’ye yerleşmiş. Ankara’da iş hayatına devam ederken önce resim sanatı, ardından müzik terapisi, tasavvuf ve sema ile tanışan sanatçı, İsviçre’de Thalwil’de Institut APK-Ausbildung Prozessorientierung, Kunsttherapie & Komplementär -Therapie-APK Enstitüsü Süreç Odaklı Sanat Terapi ve Tamamlayıcı Terapi Merkezi’nde 3 yıl boyunca tekrar öğrenciliğe dönmüş. Geçen yıl ise Renklerle İç Yolculuğumuz-Ebru Sanatı Terapisi isimli kitabı Palme Yayınevi tarafından yayınlandı.
Gelin hikayesinin bundan sonraki kısmını kendisinden dinleyelim..
Sevgili Şefika, hoşgeldin. Ekonomistlikten sanatçılığa uzanan bu ilginç yolculuk nasıl gelişti, biraz anlatır mısın.
Ekonomist oldum ancak gençken sanatçı olmayı ve İstanbul’da Mimar Sinan Üniversitesi’nde okumayı çok istedim. Biz Kayserili bir aileyiz. Babam hep şöyle derdi “Ankara’da okuyabilirsin ama ya İstanbul nasıl olacak?”
İyi bir eğitim aldım, TED Kayseri Koleji’nin ardından Hacettepe Üniversitesi İ.İ.B.F. İktisat bölümünden mezun oldum. Aynı üniversitede yüksek lisans eğitimimi yaptım. Tez yazarken iş hayatına atıldım ve değişik kurumlarda severek çalıştım.
O sürede önce resim hocam Serap Demirağ, sonra Müzik Terapisti ve Sufi Rahmi Oruç Güvenç ile tanıştım. İkisi de hayatıma sanat bazlı inanılmaz engin alanlar açtı. Biri ile tasavvuf, diğeri ile resim ve quantum fiziği dünyasına girmiş oldum. Yüksek matematik okuduğum için matematikle aram hep iyi oldu. Matematik bakış açımı resim hocam Serap Demirağ analiz etti. Boş tuvale bakarken o tuvali yerleştirebilme yetimi görür, başlarda güler ve “Cahil cesareti” derdi. Daha sonra ise “İşte buradaki matematik, görüyorsun” şeklinde yorumlamaya başladı.
Ebru sanatı ile tanışma
Ebruyla tanışman nasıl oldu peki?
Yıllarca çok yoğun bir iş ortamında çalıştım. Yine zamana karşı yarıştığım bir günde sevdiğim bir arkadaşımın “Kastamonu Günleri var, ebru sanatçısı geliyor” demesi üzerine yazılacak onca rapora rağmen öğle tatili arasında koşup gittim. Kastamonu’ya hayranım, her şeyleri özel bence. Ama o gün orada beni büyüleyen bambaşka bir şey oldu.
Neydi o? Biraz anlatır mısın?
Sadece 1,5 saatim vardı ve direkt ebru sanatçısının yanına gittim. Sırada bekliyoruz. Rafet Hoca küçücük bir köşeye bir metrekare masasının üstüne teknesini koymuş, boyalarını dizmiş, önlüğüyle çok mütevazi görünüyordu. Herkese tek tek gösterdi. Orada ebruyu ilk kez denediğimde kağıdı çektiğim zamanki hissimi hiç unutmadım; suya baktım, su bomboş ancak kafam da bomboş. “İnanılmaz” dedim kendi kendime, “bu nasıl bir şey böyle”! Öyle bir rahatlık duygusu ki, adeta o anda bir mucize oluyor ve bir kapı açılıyor, hiç bilmediğimiz bir dünyadan bir alem gösteriliyor. Tam bir transformasyon. Tabi iş mi kalır! O açılan kapının peşine gittim ve bana verdiği mucize bir ebru kağıdıydı. Elimde kağıtla sırıtıyordum. Aynı gün eve giderken hemen çerçevelettim ve evin girişine astım.
Sanatın dönüştürücülüğü
Ne mutlu sana, dönüştürücü bir an olmuş. Peki bu ebruya has bir şey mi, yoksa bunu sanatın başka dallarında da yakalayabiliyor musun?
Çok güzel bir soru. Sanırım benim o anki ihtiyacım o kafa yoğunluğumun boşalmasi idi ve ebru bunun için çok uygun bir sanattı. Mükemmel bir sanat. Şu anda benim ebruyu bu kadar derinlemesine incelememe sebep olan transformasyon da o duygu ve onun arkasındaki sır.
Bu sana has, senin hissettiğin bir şey mi, yoksa ebrunun amacı bu mu?
Ebru sanatının içinde, var olan her şeyi birleştirici bir güç var. Biz her şeyle bir bütünüz ya. Hani bir şeyi merak edersin, sonra bir bakarsın ki hiç açmadığın televizyonu açıyorsun ve o anda haberlerde senin merak ettiğin o bilgi var. Veya birdenbire bir kitap alırsın, bir sayfasını açarsın. Önüne o aradığın bilgi gelir. Her şey bize hizmet için zaten var etrafımızda, biz yeter ki doğru soruları sormayı bilelim ya da kendimizin ihtiyacı olan cevapların farkına varalım. Zaten cevaplar hep veriliyor, ama ebru sanatının çok özgün olduğunu düşünüyorum, kendi içinde kainatta olan birçok elementi taşıyor. Rahmetli Oruç Güvenç’ten 19 yıl boyunca müzik terapisi, hareket terapisi, baksı dansları gibi eğitimler aldık. Ankara’da ayda bir onun gönüllü organizatörlüğünü de yapıyordum. Bu eski geleneksel entrümanların, bazı hareketlerin insana ne kadar şifa verdiğinin farkındaydım. Ancak ebrunun verdiği şifayı ilk kez orada kendimde tecrübe ettim. Yani o kadar yoğun bir dönemde olmadan normal sıradan bir iş günü olsa belki ebruya da hemen gitmezdim, Kastamonu ekmeğimi alır, biraz bakınır, ebruyu da öylesine yapar dönerdim. Ancak öyle yoğun bir günde, başımın çok ağrıdığı bir anda ebru sanatını deneyimleyince bomboş oldum, ağrı falan yok oldu.
Biraz da 2024’te yayımlanan Ebru Sanatı Terapisi isimli kitabından bahsedelim. APK Enstitüsü’nde öğrendiklerini ebru sanatına da uyguladın diye anlıyorum. Örneğin kitabında da bahsettiğin 9 aşama; bunları APK’da mı öğrendin yoksa zaten uygulanan bir yöntem mi?
APK Enstitüsü kurucuları süreç odaklı terapiyi ortaya çıkarıp eğitimlerini bunun üstüne oturtmuşlar. Bir kişiye resim yaptırdığın zaman bu soruları soruyorsun, hepsini aralıklı olarak veya sıralı olarak sorabilirsin. Bazı cevapları sanat terapisi sırasında kendin de gözlemleyebilirsin. Tabi sanat terapisinde sadece 9 aşama üzerine eğitim almadık, onlarca değişik terapi yöntemi öğrendik. Bu sadece APK’nın bazında ortaya koyduğu süreç odaklı terapinin 9 aşaması.
O zaman ebruya uygulamak senin fikrindi, ama çok da güzel bütünleşmiş.
Evet ilk defa gerçekten bir sanat terapi okulunun bazına konmuş prosesi ebru sanatına uyarlayan benim. Bunu ben öğrencilerime de uyguluyorum elbette. Ebru kursu vermeye başladığımdan beri gittiğim yerlerden, Brezilya’dan, Kayseri’den, oradan buradan, hep farklı toprak toplardım. Toprağı ezerek pigment haline getirmek çok zor bir iş, artık fabrikalarda yapılıyor tabi ama eski üstatların böyle ezdiğini biliyorum. Toprağı ezerken aklıma şu geldi; taşı ezerken dahi çok dikkatli ve insana layık davranmamız lazım. İnsan-ı Kamil yolcusu olmak zor bir şey. O sebeple sonsuzluk (∞) sembolünü bu sanata çok uygun bulup uygulamaya başladım.
Tasavvuf yolculuğu
Nedir tam olarak İnsan-ı Kamil olmak?
İnsan-ı Kamil tasavvufta tam anlamıyla insan olmak için yolda olmak anlamında kullanılır. Varlığında yok olabilmiş insana derlermiş. Benim için İnsan-ı Kamil’e örnek verebileceğim insanlar kim diye sorarsan başta Atatürk derim. Atatürk kendi potansiyelini kullanmış nadir insanlardan biridir. İnsan-ı Kamil olmak, kendisinde ortaya çıkması gereken her potansiyelin insana faydalı olacak, hayatını, frekansını değiştirecek, ya da hizmet etmesini sağlayacak şekilde ortaya çıkması demektir. Hepimizde potansiyeller var. Yanlış hatırlamıyorsam Kevser Yeşiltaş demisti galiba, onun bazı dijital seminerlerine de katıldım; herkeste ortaya çıkması gereken en önemli 3 yetenek varmış.
Sen kendininkileri buldun mu?
Şöyle bir düşününce resim yapmayı birinci sıraya alabilirim, ikincisi tasavvuf ve semazen olma yolunda yaptığım çalışmalar ki – orada kendimi bulduğum bir alan var. Üçüncüsünü de yazı yazmak diye düşünüyorum. Senin köşe yazılarına yorum yazarken bile “yazıyorum” çünkü çok önemsiyorum. Senin düşünce gücünden o anda aldığım bilgi ve senin bana yarattığın o atmosfer ile, bende aktif olmaya hazır olan şey arasında bir bağlantı kuruluyor, benden çıkması gerekenler de yazıya dökülüyor, bir akış başlıyor.
Tasavvuf ve Ebru ilişkisi
Peki tasavvuf ve ebru ilişkisini de sormak isterim. Kitabında bu konuda güzel ifadeler var. Bununla ilgili olarak burada paylaşmak istediğin şeyler var mı?
Ebru sanatında aslında insan bedeninde olan bir çok element var. Tasavvufa bakarsak, insanın yüksek değerlerine layık olma yolundaki yolculuğudur. Sema yapmak için yerle de cok güçlü bağlantıda olman lazım. Ayaklarının da zemine güçlü basması gerekiyor. Bedensel yorgunluklara takılmamayı öğrenmek veya hatırlamak mı desem, şartlanmalardan kurtulmak gerekiyor. Biliyor musun maraton koşucularına öğretilen bir bilgi varmış; yorgunluktan bittim dediğin an, o zamana kadar katettiğin yol kadar daha potansiyelin olduğunu anlaman istenirmiş. Tasavvuf da insana bu yönünü göstermeye çalışır, yani aslında ne kadar güçlü olduğunu. Biz cocukluğumuzdan beri her şeyi kafamızda limitlerle öğreniyor, öyle biliyoruz. “Uyku saatin geldi, yemek saatin geçiyor” şeklinde şartlandırıyoruz kendimizi. Bunların üzerine çıktığımız zaman potansiyelimizi de görme şansımız oluyor.
Kitabımda da yazmaya çalıştığım aslında ebru sanatında toprak pigmentinin suyun üstünde durma aşamasına gelebilmesi, oradan sanatçının kendi istediği özgün şekilleri verebilmesi, onu kağıdın üstüne alabilmesi…tüm bu süreç ebrunun sırlarından. Sonsuza kadar o enerjiyi orada tutabilecek hale geliyorsun. Suyun üstüne gelmiş bir pigment farklı proseslerden geçmiş oluyor. Hani “hiç bilenle bilmeyen bir olur mu” deriz ya, işte onun gibi. Hiç çalışılmış bir toprakla çalışılmamış toprak aynı olur mu? İlk haline bak toprak, ikincisine bak kağıdın üstünde bir sekil! Ebrunun üstüne gelmiş olan desenler, renk renk pigmentlerin bir arada olması, tüm o süreçte ulaşılan bir sonuç var insana mutluluk veren. Hatta ilk ebru çalışmamı bitirince salona koymuştum. Daha sonra enerjisini hissettiğimde şaşırmıştım. Her geçtiğimde “Burada ne var” diyordum. Çağrı gibi bir şey hissediyordum. Bir baktım ki ebru çalışmam var o geçtiğim yerde. Aslında duyarlılık hepimizde var, beş duyumuzun üstüne geçtiğimizde sezgilerimiz devreye giriyor. Son zamanlarda sıkça duyduğumuz üçüncü boyut denilen, bu hayatın en alttaki katmanında olan bilinçaltımız konusu ortaya çıkıyor. Yani biz bilinçaltımızı aydınlatıp sezgilerimizi geliştirebildiğimizde, insan olmak yolunda da ilerliyoruz aslında. Duyularımızı kullanırken güzel görüp, güzel söz söyleyip, doğru işitip, her duyguya ihtiyacı olan ne ise mümkün olan en layık olanı verebildiğimizde ve yargılamaktan vazgeçebildiğimizde zaten bu boyuttan geçmeye hazırlanıyoruz.
Sezgilerini nasıl geliştirebilir insan?
Bunun bir yolu meditasyon. Ayrıca tabiatta yürümek, kendinle kalabilmen, çiçekler-bitkilerle, hayvanlarla ilgilenmek. Örneğin senin tatlı bir köpeğin var, düşünsene onu hissedebiliyorsun, onun söylemek istediklerini işitebiliyorsun, işte bu bir sezgi. Son zamanlarda zaten bütün hayvanlar dillendi. İnanılmaz boyuta erişti. Sadece insanlar gelişmiyor ki, bütün canlılar birlikte gelişiyoruz.
Bütünün parçası olduğumuzu hatırlamak belki asıl önemli olan, öyle değil mi?
Aynen öyle. Hiçbirimiz birbirimizden ayrı değiliz. Sadece frekanslarımızın birbirine daha yakın olduğu atmosferlerde olduğumuzda daha kendimiz oluyoruz. Daha rahat olup kendimizi tanıtma ihtiyacı duymuyoruz. Yargılanmak hiçbirimizin layık oldugu bir şey değil. Yargı zaten kaba zan demektir, yani bilip araştırmadan hüküm vermek, hemen bir karara varmak anlamında. Her insanın kendi içinde bir yolculuğu var. O yolculukta ihtiyacımız olan şeyler de hayatımızda ona göre farklı biçimlerde yer alıyor. Karşılaştığımız bir çok bilgili ve duyarlı insan ile kendimizi tanımak, sevgi boyutunu idrak edebilmek, hayatımıza farkındalık katan değerleri alabilmek en güzeli. Değer vermek, zaman ayırmak. Es geçmemek… Tabii bu arada kendi özgün alanımızı korumak ve sağlıklı seçimler yapabilmek hayat kalitemizi etkiliyor haliyle.
Kitap hakkında
Kitabın o kadar çok şeyi içinde barındırıyor ki, aslında sen çok güzel anlattın. Tasavvuftan tut, ebru sanatına, felsefeden, sanat terapisine ve insanın farkındalığına çok zengin bir içeriğe sahip. Ayrıca insan olma yolunda sadece terapide kullandığın 9 aşama ile değil, son bölümdeki “işlem analizi” süreci ile de insanın kendini gözlemlemesi ve kendisi için önemli olanı tercih edebilmesi adına önemli bilgiler paylaşıyorsun. Peki sence kimler senin kitabını okusun?
Çok teşekkür ederim Meltem. Öncelikle çocukluğumuzda şartlandırıldığımız, ebeveynler için olmak zorunda bırakıldığımız rollerden arınmamız ve kişilik ve karakterimize uygun olanı anlamamız için bu son bölüm çok önemli… Dediğin gibi kitabın adı sanki sadece ebru sanatıyla sınırlanmış gibi görünse de, içeriğine bakan herkes insan yolculuğunda kendinin az da olsa farkına varabilmesi için ortaya çıkarılmış, detaylandırılarak birçok bakış açısı ile değerlendirilmiş pek çok süreç, somut örnekler ve yollar görüyor. Bunların çoğu kendi deneyimim ile yazıldı. Yani sadece okunmuş bir bilgelik değil, bizzat üzerinde durduğum zaman verilmiş, çaba gösterilmiş, deneyimlenmiş konular. Kitabın arka kapağında da belirttiğim gibi, kitapta yer alan terapik bilgiler kendisiyle keyifli yol almak isterken yaratıcı çözümler arayan herkesi ilgilendirebilir. Tabi bu cümlenin altında derin Jungvari felsefi bir görüş var ama sadece o değil. Tasavvuf erbabları da özellikle 12. ve 13. yy. dan itibaren insanlara kendilerini çözmek istiyorlarsa arayışta olmalarını, sorgulamalar yapmalarını ve yaratıcı bir çok işle aktif olmalarını önermişler. Yani nasıl yaratıcı bir seyler üretebilirim, kendimi nasıl çözebilirim demek isteyen herkes kitaptan bir şeyler bulabilir.
Peki bu yaratıcı çözüm illa ebru olmak zorunda mı? Bu kitabı okuyan biri ebruya başlamasa bile yaratıcı bir konuyla ilgilenip kendini daha iyi çözümleyebilir mi?
Çok güzel vurgu yaptın. Tabii, kesinlikle. Herkes kendine iyi gelen ne varsa ona göre fikirler üretebilir, yapmaktan zevk aldığı şeyleri başka bir perspektif ile yapmayı deneyimleyebilir. Fransız ressam Henri Matisse bunun en güzel örneğidir. Hastalanıp resim yapamaz hale gelmiş. Yatalak olduğunda kağıtları kesip yapıştırarak resimlerine öyle devam etmiş. Şimdi kolaj dediğimizde Henri Matisse bir numara. Ebru sanatı burada terapi süreçlerine uygunluğu ve birçok kadim değeri barındırması açısından çok güzel bir araç oldu.

Kitabın “Ebru Sanatı Terapisi”ni okumak isteyenler nereden temin edebilirler?
İsviçre’de yaşayanlar Amazon’dan sipariş edebilirler.
Peki son olarak; Şefika’nın ruhunu neler besler, neler okur, neler izler?
Kendi ruhsal gelişimime katkıda bulunan ve zihnimi açan her türlü bilim kurgu ve fantastik film seviyorum. Hatta eski sufileri de çok “New Age” bulurum. O dönemlerde öyle şeyler söylemişler ki bugün Hollywood filmlerini bile etkileyecek düzeyde. Örneğin ABD’de İbni Sina Enstitüsü kurmuşlar. İlgilenen bazı arkadaşlarımla biz de bu konularla ilgili aramızda bir grup kurduk. Önce Rahmetli R. Oruç Güvenç’in Hz. Mevlana kitabını okuduk. Şimdi Ş. Suhreverdi’nin Nur Heykelleri isimli kitabını okuyoruz; onların farkındalıklı halini algılayabilmek için hayaller kuruyor, fikirler öne sürüyoruz…
Kitaplarını sevdiğim yazarların içinde klasiklerden Çernişevksi, Dostyoyevksi, Ömer Seyfettin, Sebahattin Ali gibi çok önceleri okumuş olduklarım var. Üçüncü Göz, İkinci Beden gibi fantastik romanları da ilgiyle okudum. Türk yazarlarımızı seviyorum: Buket Uzuner, Deniz Erten, Azra Kohen, Zülfü Livaneli, Elif Şafak, Murat Menteş, Erhan Kolbaşı severek okuduklarım arasında olanlar. Son zamanlarda Edebiyat Kitap Klubümüz’den Burcu Özer Katmer’in Kendine Ait kitabından, göç etmiş Türklerin ve çocuklarının parçalanmış hayatlarıya ilgili çok şeyin farkına varmaya başladım. Ve Meltem Soğuk Stropoli; senin kitabını ilgiyle okudum: Yeşil Mavi Hayat!.. Farkındalık kazandıran, düşündüren ve seçimlerimizi hatırlatan, insan için ve insana ait çok özel kitaplardan…
Biraz da hikaye ile bilgelik karışık olursa ilginç buluyorum. Örneğin Elif Şafak’ın Aşk romanı tasavvuf açısından da edebiyatımız için iyi bir örnek oldu, dünyada pek çok kişinin zihnini açtı. Tabii bir de neredeyse 15-20 yıldır ara sıra açıp okuduğum Filibeli A. Hilmi’nin kitabı Amak-ı Hayal’i hala severek okurum.
Bu güzel sohbet için çok teşekkürler Şefika. İkinci kitabınla buluşmayı merakla bekliyoruz.
Davetin, ilgin ve özellikle ilham aldığını belirttiğin için ben çok teşekkür ederim Meltemciğim.


Avrupa
ÇOCUK SAHİBİ OLMAYAN KADINLARA ÖDÜL VERİLMESİ GEREKTİĞİNİ SAVUNUYORUM

Verena E. Brunschweiger Köşe Yazısı
Almanya, 09.01.2025
Çok Fazla İnsan, İyi Yaşamı Tehdit Ediyor
Alman yazar Verena Brunschweiger, çocuk sahibi olmayan kadınlara ödül verilmesini öneriyor.
Brunschweiger, İsviçre Nau’deki köşe yazılarında düşük doğum oranlarının bir endişe kaynağı değil, bir sevinç kaynağı olması gerektiğini vurguluyor.
“Doğum oranlarının düşük olmasını kutlayın!” (Celebrate low birth rates) sloganı, Portekiz ve Hollanda’da sokaklarda görülebilirken, Almanca konuşulan dünyada pek anlaşılabilir bir olgu olarak karşılanmıyor.
Azalan Nüfus Bir Şanstır
İngiliz ekonomist ve üniversite öğretim üyesi Adair Turner, sayımızın azalmasının bir nimet olduğunu yazdı. Otomasyonun artması ve makinelerin insanlar yerine iş yapması, bu düşüncenin ana dayanağını oluşturuyor.
Brunschweiger, düşük doğum oranlarının pek çok konuda olumlu etkiler yaratacağına dikkat çekiyor ve bu olgunun Almanca konuşulan ülkelerdeki katı savunmalarla karşılaştığını belirtiyor.
“Gerçek sürdürülebilirlikten” bahsedebilmek için nüfus artışını durdurmanın gerekliliğine dikkat çekiyor.
Nüfus Artışı Krizleri Şiddetlendiriyor
Avustralya’da yer alan “Commission for the Human Future”, nüfus artışının, 21. yüzyılın büyük krizlerini daha da şiddetlendirdiğini vurguluyor: kaynak kıtlığı, türlerin yok oluşu, habitat kaybı, çevre kirliliği, iklim değişikliği, savaşlar ve hastalıklar.
Brunschweiger, dünya çapında kaynakların tükenmesiyle birlikte, batı toplumlarının daha az kaynak harcaması gerektiğini savunuyor. Ayrıca, iklim değişikliği nedeniyle Batı’nın daha az kaynak tüketmesi gerektiğini, çünkü küresel Güney’deki ülkelerin zaten çok az kaynak tükettiklerini belirtiyor.
Çocuklar ve Emeklilik Sistemi
Çocukların emeklilik sistemi için gerekli olduğu fikrinin bir yanıltmaca olduğunu söyleyen Brunschweiger, pek çok sağcı görüşlünün bu görüşü savunduğunu belirtiyor. Ancak, sadece çocukların sayısını artırmak, ilerleyen yıllarda çevresel felaketi engellemeyecek.
Sürdürülebilir Bir Gelecek İçin Çocuk Sahibi Olmayan Kadınlara Ödül
Brunschweiger, 2019’da ortaya attığı ve “Club of Rome” tarafından 1970’lerde önerilen bir fikirle, her çocuk sahibi olmayan kadına 50 yaş günlerinde ödül verilmesini talep ediyor. Bu ödül, Dünya’nın korunmasına katkı sağlayan bir eylem olarak görülecek ve üreme sorumluluğu taşıyan kadınlar ödüllendirilecek.
Sonuç: Düşünmek ve Tartışmak
Yazar, toplumun yaşlanan nüfusu ve sürdürülebilir yaşam için bu gibi ödüllerin gerekliliği üzerinde duruyor. Ancak, yaşlanan bir toplumun yalnızca olumsuz bir şekilde algılanmasının, toplumda yaşa dayalı ayrımcılığı körüklediğine dikkat çekiyor.
Brunschweiger’ın düşünceleri, herkes için farklı tepkiler yaratabilir.
-
E-Dergi12 ay önce
İsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
Ekonomi11 ay önce
İsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
Yaşam10 ay önce
Kıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
İsviçre11 ay önce
Dünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Gündem3 ay önce
ERDOĞAN KARŞITI PAYLAŞIMLARI SIĞINMA BAŞVURUSUNDA HAKLI GEREKÇE OLARAK GÖRÜLMEDİ
-
Dünya3 ay önce
META’NIN COVİD-19 AŞILARIYLA İLGİLİ YANILTICI BİLGİ KARARI: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLIYOR MU?
-
Gündem3 ay önce
TÜRKİYE’DEN GELEN SIĞINMA BAŞVURULARINA GETİRİLEN SERT UYGULAMALARA TEPKİ
-
Kültür Sanat1 yıl önce
Ferdi Tayfur’un Mücadele Dolu Hikayesi: Şeker Hastalığı ve Organ Nakli