Sosyal Medya

Köşe Yazıları

GEÇMİŞE YOLCULUK…

yazar

Yayınlayan

on

Nüshoş’un Hikayesi…

Geçenlerde İsviçre’nin Sesi sayfasında bu köşede yazdığım ilk yazım, bu günlerdeki ruh halim yüzünden biraz üzüntülü oldu. Aslında bu kez eğlenceli bir yazı yazmak için oturdum bilgisayarın başına.

Ancak, farkında olmadan elim, eski yazılarıma gitti. (her şeyi sürekli yazan biriyim) Annemin fotoğraflarına henüz bakamıyorum, videolarını henüz izleyemiyorum. Ama nedense, bu yazıyı birden okumak geldi içimden.

Bugünkü aklımla okuyunca bir baktım ki, aslında her şey ile bağlantılı bir yolculuk hikayesi. Hem annemin gidişi, hem annemin göçmenliği, hem bizlerin göçmenliği… O yüzden bu kısa hikayemi paylaşabilir miyim ? diye Cemil beye sordum. Sağ olsun o da kabul etti.

Hikaye dediysem, hikaye değil.

Biz İsviçre’ye taşınmadan bir yıl önce (bu arada, o sıra, taşınma diye bir gündemimiz yoktu), annemin ve kaç kuşak atalarının memleketi olan Bulgaristan’a onu götürmek fikri, hep içimdeydi ama birden yoğunlaştı.  Doğup, 17 yaşına kadar yaşadığı yeri,  ona bir kez daha göstermek ve eşim ve çocuklarıma, annemin doğduğu toprakların hikayesini yerinde anlatmak istedim. Annemin tepkisini bilmiyordum, babamın sağlığında birkaç kez söylediğimde gitmek istememişti. Ama bu kez söylediğimde gözlerinin parladığını gördüm.

Eşim, kızım ve oğlum da bu fikre bayıldılar. Annemin kuzeni Belma abla, bize eşlik edebileceğini söyleyince de, harika, çok keyifli bir seyahat yaptık. Sofia, Filibe(Plovdiv) , Peştere (Peştera)…

Bu yolculuğumuzun hemen dönüşünde Peştera gezimizi, tüm gerçekliğiyle yazdığım gezi notlarımı sizlerle, onların anısına paylaşmak istiyorum. (Çünkü geçen bu yedi yıl içinde, Belma ablayı, eşini ve annemi kaybettik.)

Çayınızı yanınıza alıp, hüzünle değil, bir kavuşma hikayesi gibi, gülümseyerek okursanız, ruhları şad olur….

Bu arada her zaman böyle hüzünlü değilim inanın, hatta bazıları beni çok komik bile bulurJ ‘’

Bizim deyişimizle Peştere, Bulgarların deyişiyle Peştera’ya geldik.

Hepimiz heyecandan tir tir titriyoruz. Elim ayağım tutmuyor. Ben böyle isem, kim bilir annemin içinde  nasıl fırtınalar kopuyordur. Eşim arabayı kullanıyor, ama arabanın içinde o kadar çok bağırıp çağırıyoruz ki, nereye gideceğini şaşırıyor.

 Annem sürekli ay aynı, hiç değişmemiş, şuaraya gidelim, şurası bak Seyfi abimlerin evi, şurası dayımın evi, bak buradan işte gece ormana kaçıyorduk, deyip duruyor.

Sonunda ben; anne lütfen önce saat kulesine gidelim, diyerek son noktayı koyuyorum.

-A evet diyor annem.

– Kafamı kaldı, tabii önce oraya gidelim.  Zaten bizim ev saat kulesine bakıyor.

-Evet diyorum,  çocukluğumdan bugüne, onca hikaye, hep saat kulesinin etrafında geçti. Orman yolu, saat kulesi, sizin ev, hepsi aynı yerde…

Eşim şaşırıyor.  -Sen nerden biliyorsun.

-Ben bu hikayelerle büyüdüm. Hiç gelmedim ama sanırım arabadan insem her yeri, herkesin evini bulabilirim.

Kızım gülüyor; – O kadar da değildir herhalde.

 -Eh diyorum, nerdeyse…

Annemlerin evinin karşısında arabayı park ediyoruz. Türkiye plakalı bir araba gelip, birinin kapısının önüne park edince ister istemez, etrafın ilgisini çekiyor. Sokakta oynayan çocuklar bakıyor,  kimse bir şey sormuyor, biz de bir şey söylemiyoruz. Kimsenin konuşacak hali yok.

Saat kulesi biraz tepede,- anne sen oraya çıkamazsın- diyorum. Annem bana öyle bir bakıyor ki, ‘bilsem ki öleceğim, gene de oraya çıkacağım’ deyişini duyuyorum. Ama sanırım sesli söylemedi, bugün iletişimi konuşarak değil, kafamın içinde yapıyorum. Sanırım farklı bir boyuta geçtim ve bundan böyle telepatik iletişim kuracağım. Bu kısa arada onu düşünüyorum.

Annemin diz problemi vs, hepsi geçmiş, 1950 yılında 17 yaşındaki Nüshet olmuş, keklik gibi sekiyor. Sanırım gerçekten bir zaman sekmesi oldu. Biz şu an 1950 yılındayız. Annemin peşinden saat kulesine doğru koşuyorum ama yetişemiyorum. Sonunda çıktım, fotoğraf çekmeyi bile unutabilirim. İstanbul’a döndüğümüzde, en çok bundan pişman olacağım, biliyorum. Ama heyecanla yaşarken, fotoğraf çekmek, o anı kaçırmak gibi geliyor bana. Ama yine de Allahtan akıl ediyorum. Çünkü aramızda hiç kimse fotoğraf çekme meraklısı değil. Anı kaçırmayalım derdinde herkes. İş bana kalıyor.

Tepeden eve doğru bakıyoruz..

 Bütün hikayelerin üstünden geçiyoruz

-Kekeleyen arkadaşına, takma adı bu ağaçta mı takılmıştı diyorum, ‘’yuva yuvası’’. Birden kuş yuvasını görünce,  çocukcağız heyecanla – aa bak yuva yuvası- diyor. Ve adam büyüyüp gidiyor ve herkes adama hala yuva yuvası diyor, adını kimse hatırlamıyor bile.. Ne komik ve de bazıları için kötü. Galatasaray Lisesi’ndeki isim takma adeti, buradan mı gelmiş diyorum, Demir’e bakarak.

-Niye bana bakıyorsun, şükür ki benim takma adım yok diyor.

– Aslında varmış da, çok tutmamış Allahtan. O da-neyse ki- diye onaylıyor-, gülerek

– A evet diyor annem . Hatırladın mı?

-Hatırlamaz olur muyum. Birisi bir şeyi yanlış söylemeye görsün, sizin kasabanın diline düşüyor ve o laf, o kişinin takma adı oluyor. Anneannem ve sen, o kadar çok kişinin takma ad hikayesini anlattınız ki bana..

Benim dinlediğim tüm masallar, annemin ve anneannemin Bulgaristan’daki yaşam hikayelerinden oluşuyor. Yazılı olmasa da sözlü tarih aktarımı var ailede diyorum, içimden gülerek.

-Meşhur ev burası mı . ?

-Evet, diyor annem.

– Meşhur ev burası. Anneannemin evi. Babam evlenince onların yanına taşınıyor. Birlikte yaşarken anneannemle babam burada bir ufak kırgınlık yaşamışlardı ve babam evi terk etmiş, üç gün amcamlarda kalmıştı, çok iyi hatırlıyorum .

 -Evet hep anlatırdı anneannem.

-Peki diyorum, ondan öncesine gidelim, anneannemin babası, yani dedenin anneannemi çağırıp; ‘kızım biliyorsun, seni iki kişi istiyor, sen hangisini istiyorsun’ diye sorduğu kapı ağzı burası mı?

-Evet diyor annem,  gülüyor . Evet burası.

 -1931 yılı için deden epey modernmiş. Kızına açıkça fikrini soruyor.

-Tabii diyor, dedem ben sevdiğimi alamadım, karımı sevdim, ama içimde uhde kaldı. O yüzden kendime söz verdim, kızım olursa, kimi severse ona vereceğim diye, diyor. Diğer isteyen çok zengin, babam ise, öksüz. Annesi babası ölmüş, ağabeyi ile birlikte yaşıyor. Ama çok yakışıklı, gözü pek, çalışkan, çok eğlenceli.

-Evet diyorum. Hatırlamaz mıyım Osman dedemi. Ut çalışını hatırlıyorum. Bana o zaman çok uzun gelen masada, benim ağzıma almayacağım sakatatlar pişirir, gömlekli ciğer yapardı.  Aklımda hep o masalar kalmış. Bize de muhteşem köfteler yapardı. Bir de şarap içerdi..
-Evet diyor annem.

-Çok eğlenceliydi babam, anneme göre, fazla eğlenceliydi. Hayatı çok ciddiye almazdı. Annem, babam öldükten sonra, sanki onun yerine, eğlenceli tarafa geçti. Babamın sağlığında daha ciddiydi.

-Ama yine de o zaman ‘’yediğim soğan olsun, sardığım Osman olsun’ demiş babasına, diyorum gülerek. İnsan bari sadece Osman der. Kafiye bile yapmış. İçinde komik bir taraf hep varmış.

-Evet diyor annem,  sevmişler birbirlerini.

-Ya diyorum fazla sevmişler, babası da çok sevmiş ki damadını, fazla serbest bırakmış ikisini, nişanlıyken… diyorum.

-Annem tamam o konulara girmeyelim şimdi diyerek susturuyor beni.

-Koşar adım inmeye başlıyor saat kulesinden aşağıya, bugün annemi tutabilmek imkansız.  Ben de peşinden ona yetişmeye çalışıyorum.

-İstikamet nereye Nüshoş diyorum. Genç kızken anneme  Nüshoş derdim. Büyüyüp, hayatı daha fazla ciddiyetle yaşamaya başladığım zaman Nüshoş demeyi bıraktım sanırım. Ama bazen keyifli olduğum zamanlarda, yine Nüshoş derim. Sanırım bugün hepimiz çok keyifliyiz.

Can korkusuyla, her şeyini arkada bırakıp, koşar adım terk ettiğin,  doğup büyüdüğün topraklara, bütün bir hayatı yaşayıp, tam 66 yıl sonra, nerdeyse hayatının son çeyreğinde dönmek tuhaf bir his olsa gerek.  Orada yaşadığın günleri hatırlamak, sanki yeniden yaşıyormuş gibi hissetmek, çok garip bir duygu olmalı. Sanırım bu konuda annemi hiçbir zaman anlayamayacağım.

 Benim memleketim – heh işte burası diyeceğim bir şehir yok. Her yer biraz, ama hiçbir yer tam değil. Annem özellikle mi böyle bir hayat yaşamama neden oldu, bilmiyorum. Belki sadece bir yere ait hissedersem ve oradan ayrılmak zorunda kalırsam çok büyük yıkım yaşayacağımı düşündü ve benim kendimi her yere çabucak ait hissedebilmemi sağlamaya çalıştı.

Nerden mi buraya geldim. Ben doğduğum Eskşehir’de, nerdeyse hiç yaşamadım. Hep farklı şehirlerde yaşadım.  Annemin de babamın da gidecekleri bir memleketleri olmadığı için, kendimi bir şehre tam ait hissedemedim. Bu yüzden birçok kez kötü hissettiğimi ve keşke bizimde bir memleketimiz olsaydı dediğimi hatırlıyorum. Ve kızımın aynı yerde doğup, aynı yerde okuyup, aynı yerde yaşaması ve kendisini oraya ait hissetmesi için çok uğraştım.

-İşte orman burası.  Bak dediğim gibi, tam ilk evimizin dibi, evimizle arasında iki metre bile mesafe yok. Sağda yolun tepesinde de saat kulesi. İşte bu yokuş var ya, orman yolu. Kışın hep buz tutardı ve buradan kayardım. Babam bana paten yapmıştı, patenlerle benden iyi kimse kayamazdı. Ah canım Ahmet’im, canım kardeşim ne yarışlar yapardık onunla burada. Ben kazanınca bozulurdu hep.

– Hadi buradan sizin Türkiye’ye gelmeden önce yeni yaptırdığınız evinize gidelim. Anneannem onun için  15 yıl ağladım derdi, bir göreyim şu evi.

-Evet annem çok ağladı o ev için.  Çünkü yeni bitmişti, tam içine taşındık, ondan sonra da Türkiye’ye taşınma işi çıktı. Annem aslında istemedi Türkiye’ye taşınmayı. Ama o Bulgar Doktor bana aşık olunca, babam çok korktu. Beni kaçırırlar, evlenirim,  sonra da bir gün onlar Türkiye’ye döner,  ben de burada kalırım diye. Zaten göç dalgası da vardı, baskılar da epey artmıştı. 2. Dünya savaşı, Rusların işgali, savaş zamanı yaşadığımız acılar, uzun geceler ormanda sabahlamalarımız, hepsi çok tazeydi. Zaman zaman Bulgar komşularımız da etraftan etkileniyorlar, bize korku dolu anlar yaşatıyorlardı.

-Evet dedim, hatırlıyorum. Bir gece, Ayten teyzemin arkadaşı sayesinde öğrenmişsiniz, o gece gelip size baskın yapacaklarını.

-Ayten’in arkadaşı, evde gizli konuşmaları duymuş.  Okulda gelip Ayten’e, bu gece gelip sizi kesecek babamlar demiş. Ayten’de okuldan döndüğünde ağlayarak, İvan’ın babası ile arkadaşları akşam gelip hepimizi keseceklermiş dedi. Biz de bütün geceyi tüm mahalle ormanın en diplerinde saklanarak geçirmiştik. Acaip bir korku ve çok tuhaf bir his. Kendi evinde, kendi toprağındasın ama seni istemiyorlar. Çok ağır bir duygu. Hrant Dink vurulduğunda, o yüzden herkesten çok üzüldüm. Kendi evinde, kendi toprağında, muhtemelen öldürenden çok daha buralı, ama onu birileri kendi toprağında istemiyor. Bu nasıl bir çelişkidir, nasıl bir histir, yaşamayan bilemez.’

Anneannemin evi, işte bütün çocukluğumda her bir metre karesini anlattığı, her bir santimetrekaresini bildiğim ev. Annemle koşuyoruz, annem heyecanla;  -Burası teyzemlerin taraf, bak komşu kapı. Burada zaten bütün evler, gördüğün gibi arkadan birbirine geçişlidir, bütün evlerin arka kapılarından birbirine geçer, en sonunda da ormana çıkarsın. Böyle inşa edilmiş.

-Yani bu korku uzun yıllar varmış diyorum.

-Sanırım diyor annem. O zaman biz daha çok hepimiz, birbirimizle komşuyuz, akrabayız diye öyle olduğunu düşünürdüm. Ya da hiç bir şey düşünmezdik. Ama kaçış zamanlarında çok işlevsel olduğunu bilirdik. Ormana kaçışımız hep aynı olurdu. Hemen haber uçurulur ve gece çöker çökmez, tabanca, tüfek, kazma, kürek ne varsa yüklenilirdi., Kadınlar ekmek, peksimet, biraz su ve kalın battaniyeleri alır, nerdeyse bir ruh sessizliğinde gizlice ormana kaçılırdı.

 Şuanda annemin ruhunun içindeyim yine geçiş yaşadım,  bana eskiden anlattığı gibi değil anlatışı, sadece anlatıyor, şu anki aşırı mutluluğu, geçmişte yaşadığı acıları tedavi ediyor . Sanki o  acıların üzerine bir merhem sürüldü ve hepsi geçti.

-Bak anneannem için bu yeri yapmıştı babam.

-Oooo kaptan köşkü gibi diyorum.

-Ya evet diyor, babam bir daha anneannemlerin evinde yaşamak istemeyip kendi evini yapınca, anneannem de bizim yanımıza taşınmıştı, babam ona yaptı orayı.

-Çok hoşmuş.

-Bu arada Bahçede  çok büyük değilmiş diyorum.

Annem gülüyor.- Evet aklımda farklı yer etmiş.

-Ah diyorum, burası, bahçedeki merdivenin başı…

 Burnumun direği sızlıyor. Bu söz ne kadar doğru bir cümle. İnsanın burnunun direği var ve sızlaması çok acayip bir his. Hayatta birkaç kez oldu. İşte şimdi yine oldu.

Annemin gözleri dalıyor. -Anladın değil mi neresi olduğunu…

-Evet diyorum. Seyfi amcanın kızı Gülnehar ablanın bulup, bize seneler sonra getirdiği fotoğrafın çekildiği yer.

 Fotoğraf gözümün önünde. Tuhaf işte , yine aynı şey oldu…  o güne gittim, hepsinin seslerini duyabiliyorum, koşuşturmalarını her şeyi…,

Fotoğrafın çekildiği andayım, teyzemlerin gülüşmelerini  duyuyorum,. Zamanda yolculuk mümkünmüş, kanıtlandı benim için. O fotoğrafta ben yokum, fotoğraf şu an  İstanbul’da, Şu an 2016 yılındayız Fotoğraf 1950 yılında çekildi. Ama ben ordayım şuan…

-Hadi gel oğlum Ahmet diyor Tıflı nine,

-Biriniz geliyor, öbürünüz gidiyor. . Nüshet, Fiyat, Ayten hadi gelin kızanlarım ..

Herkes koşturuyor, Seyfi amca sesleniyor, sesini duyuyorum.

– Hatice hala hadi gel, bak herkes geldi.

Anneannem içerden bağırıyor

–  Geldim Seyfi geldim, dur saçıma  bir file takayım.

Dedemin sesini duyuyorum,

 -Hanım, hanım gel, sen her halinle güzelsin.

Anneannemin iç sesi karışıyor araya,  ‘evime doyamayacağım, bu adam kafasına koydu. Kafasına bir şey koyduğunda da yapar. Bırakıp gideceğiz, doyamadan gideceğiz, bu fotoğraf  hatıra kalacak evimden, tek hatıra.’

Hissediyor her şeyi, ruhu her şeyi biliyor.

-Hadi herkes tamam mı diyor Seyfi amca, çekiyorum…

Birden Demir sesleniyor.

–  Hayat, evlerin bu kadar dibine gelip, duvarlardan sarkıp, içeri bakıyorsunuz, ayıp olacak, eğer içerde birileri varsa.  Kapıyı çalsaydık.  

Evin etrafında ne kadar zaman geçirdik hatırlamıyorum. Arka taraftaki elma ağacının, erik ağacının bile aynı kalması, inanılır gibi değil. Bana Yunanistan’dan doğduğu topraklara, İstanbul’a gelip, bırakın evini, ağacını bulmasını, koskoca bir semti bile bulamayan İstanbullu Rumları hatırlatıyor. Onları düşününce ne kadar şanslıyız diyorum içimden.

Her şeyi, orada doğup, yaşamış annem değil, anlatılan hikayelerden ben bile bulabilirim. Nasıl bunu başarmışlar diyorum içimden. Tabii Bulgaristan küçük,  ekonomisi gelişmemiş o yüzden denilir hemen. Ama tabii ki Paris’e, Londra’ya veya herhangi bir Avrupa şehrine bakınca yine de utanmamız şart. İkinci dünya savaşında bombardımana uğramış şehirler bile,  bizden iyi korunabilmişken, bizim tarihimizi ve doğamızı katletmemiz inanılır gibi değil diye düşünüp, içim sıkışıyor biran. Ama şuan hiçbir şey canımı sıkmamalı, konumuz başka.

Annem Demir’e sesleniyor

. – Demircim gel sana benim okuduğum Rüştiye’yi göstereyim

 Uzun yıllardır, öğrenci olmadığı için kapalı olduğunu öğreniyoruz. Hikayeler ne kadar benzer. İstanbul’da öğrencisizlikten kapanan Ermeni okullarını, Rum okullarını düşünüyorum. İçim burkuluyor. Hikayeler hep aynı, isimler, yerler farklı olsa da. En acı olan da, acılardan hiç ders almamak diye düşünüyorum. Ne acı, bana yurt dışında birisi sormuştu Yunanca biliyor musun diye? Çok şaşırmıştım yoo dedim. Şaşırdığımı görünce, İstanbul’da çok Yunanlı vardır, biraz biliyorsundur diye düşündüm demişti. O gün ve sonraki günler çok düşündüm. Ne acıdır ki, İngilizce, Fransızca, Almanca biliriz. Hatta İspanyolca ve İtalyanca bir sürü kelime biliriz de, bir tek kelime Ermenice, Kürtçe, Rumca bilmeyiz. Uzun zaman bunun için çok utandım. Merhaba, teşekkür ederim, nasılsın bunları bile bilmem. Bir arada yaşayan insanların birbirinin dilini öğrenmesi, yemeğini, adetini, kültürünü öğrenmesi ne zamanki zenginlik olarak algılanacak, işte  o zaman,  ülke olarak, dünya olarak hepimiz boyut atlayacağız herhalde. Birbirimizden korkmayı, nefreti değil, birbirimizi sevmeyi ve birlikte güçlü olmayı öğreneceğiz.

Annem Rüştiye anılarına başladı, ne çok dinlemiştim bu anılar. Şimdi hepsi daha bir anlam kazandı. Her şeyi böyle aynı kalmış görünce, kendi kendime gülüyorum . Annem ne kadar güzel anlatmış, kafamda nasıl canlandırdıysam, her şeyin aynı kaldığını düşünüyorum, sanki daha önceki hallerini bilirmişim gibi. Ama annem de aynı her şey, zaman durmuş gibi diyor. Belki de durmuştur. Kim bilir.

-Buradan dere kenarına, çarşıya gidelim diyorum. Tıflı ninenin anneanneme, derdin olursa kimseye anlatamadığın, gel bu dere kenarına, dereye anlat, bütün derdini alır, götürür kuş gibi hafiflersin dediği yere gidelim.

-Evet, diyor annem.

– Meydana gidelim. Dere de orada zaten. O gürül gürül akan dere, uzun zaman rüyalarıma girerdi. Bayılırdım dere kenarına ve o meydanda oturup dereyi seyretmeye.

Meydana geldiğimizde bende şaşırıyorum, ne kadar güzel bir meydan burası. Çarşı içi, dükkanlar, çok sevimli. Mağazada satılanlara bakınca,  biraz zaman gerçekten durmuş gibi hissettiğimi anlamış annem.

-Kusura bakma da burayı, İstanbul ile kıyaslama . Burası küçük bir kasaba.  Küçük bir kasabaya göre değerlendir diyor. Ama yine anlamadım, yüksek sesle mi söyledi, yoksa ben iç sesini mi duydum.

– Öykü gel bakalım martenitsa var mı, hatıra alalım. Ve tabii çibritsa da, diye sesleniyorum kızıma….

Çocukluğumda Bulgaristan’dan gelen akrabalar getirir, bazen de birileriyle yollarlardı. -Annemin yakasına takıp, baharda  dere boyunda  kızlı erkekli, arkadaşlarıyla yürüdüğü yollardan bizde geçelim, yakamızda martenitsalarla diyorum gülerek.

Annem ilk kez değişen bir şey gördü. Derenin suyu azalmış,  

-Bizim zamanımızda çağlayan gibiydi, şimdi, minik dere olmuş dedi.

-Doğrusun, benim anılarımda da hep çağlayan şeklindeydi dedim gülerek.

Gerçekten şaşırtıcı, bu kadar yeşil bir yer uzun zamandır görmedim. Her yer orman, her yer ağaç ve yeşillik. Ona rağmen derenin suyu azaldıysa, vay bizim halimize dedim içimden. Yani ormanını koruyan ülkeleri bile kuraklık vuruyorsa, bizim halimiz nice olur, ülke olarak.  Bugün buna bile üzülemeyeceğim. Bugün üzülmek, endişelenmek yok. Bugün çok özel bir gün. Coşku ve mutluluk var.

Belma ablanın tuhaf ayak sürmesine  rağmen, annemin kararlı ısrarı ile tren garına doğru yürüyoruz.

Annemin arkasından sessizce yürürken, birden korkunç çığlıklar duymaya başlıyorum, sanki boğulacakmış gibi hissediyorum. Nefesim kesiliyor. Ilık güneşli bir bahar günüyken, birden acayip boğucu bir hava çöküyor etrafımıza.

Korkunç…

Bir sürü insan kalabalığı, iğne atsan yere düşmez bu kalabalıkta. Acaip bir uğultu var, bir taraftan yoğun iç çekiçleri duyuyorum, diğer taraftan yürek parçalanması, hepsini duyuyorum, hissediyorum, yaşıyorum. Korkunç uğultu devam ediyor, büyük, yoğun  bir sızı var, burun direğinin sızlaması neymiş, bu yürek sızısının yanında…Taa içimde derinlerde duyuyorum, anlat derseniz, anlatamam, yaşıyorum, hatta ben tamamen o sızı oldum şuanda..

Korkunç, nasıl oldu bu?, ne yapacağım, bundan sonra böyle mi yaşayacağım?. Zamanda geri mi gittim yine . Ne oldu bana,? Annem bunları mı yaşadı.. Ne kadar korkunç bir manzara.

 Bu manzarayı sadece ben mi görüyorum?, Öykü ile Can da görüyor mu?

Peştera’da tren istasyonundayız. Annem, ben, kızım ve oğlum. Bir de mihmandarımız sevgili Belma abla. Annemin kuzeni. O getirdi buraya bizi. Onun burada yazlık evi var. Hiç bağı kopmadığı için, Bulgarcayı ana dili olarak çok akıcı kullanıyor. Her yeri biliyor, herkesi tanıyor. Onunla geldik Bulgaristan’a. Peştera’ya.

Yol boyu hep konuşmuştuk, İstanbul’dan buraya arabayla geldiğimiz için, bolca vaktimiz vardı. Hepsini konuştuk. Annemlerin evinin hala aynı durduğunu biliyoruz. Rüştiye’ye , dereboyuna-meydana gideceğiz. Saat kulesine çıkacağız. Annemin halasının kızı hala Peştere’de yaşıyor. Ama Alzheimer olmuş maalesef, neredeyse son günleri diyorlar. Gelini bakıyor, gidip onu göreceğiz.

Her şeyi konuşmuştuk. Ama tren istasyonu, hiç yoktu planda. Yolda da hiç adı geçmedi. Sadece Peştera’ya gelince, bir iki kez, laf arasında annem Belma ablaya, tren garına gitmek istiyorum dedi. Belma abla da, sanki pek taraftar değilmiş gibi, önce duymamış gibi yaptı. Annem ısrarcı olunca da,  kapalı oralar, bir şey de yok zaten, gidip ne yapacaksın Nüshet ablacım dedi.

Ama annem gayet, kararlı ve net bir şekilde, şimdi tren garına gidiyoruz diyerek yürümeye başlayınca, hepimiz onu takip ettik. Sadece eşim yok yanımızda, o arabayı almaya gitti.  Annem dönüşte, yorulunca binmesi için.

Ama tren istasyonuna gelişimizin bu kadar dramatik olacağını, bana yine, zamanda yolculuk yaptıracağını hiç düşünmemiştim.

Tren istasyonundan ayrılış, veda sahnesini, ne annem,  ne de anneannem bana anlatmamıştı. Onların  anlatılarında, tren yarı yoldayken, bulundukları kompartımandan, trenin ikiye ayrılması ile eşyalarının ve içine sakladıkları  altınların, öbür vagonda kalması ve  onların beş parasız, sadece üzerlerindeki giysilerle, Türkiye’ye dramatik giriş yapmaları vardı . Hiç tren istasyonundan dramatik bir ayrılış yoktu.. Bu da nerden çıktı şimdi…

Çarşı, dere kenarı, çocukluğumdan beri, anneannemin, annemin, Tıflı ninenin hikayelerinin geçtiği meydan, orman, şehir gözümde aynen hayal ettiğim gibi.

1950 Yılında donmuş kalmış. 1950 yılı için hayli gelişmiş, 2016 yılı için bir hayli eski moda. Ama hiç çirkin değil.

 Çok ilginç. Annem;- buradan Bursa’ya gittiğimizde, hele İnegöl’e gittiğimizde nasıl korkunç gelmişti dedi ilk kez. Ama anayurdumuza geldik diye çok mutluyduk tabii. Fakat burada alıştığımız hiç bir şey yoktu. Ben burada Rüştiye’de okumuştum.  Kızlı erkekli arkadaşlarımızla, çarşı içinde akşam üstleri yürüyüşe çıkar, dolaşır, sohbet ederdik. İnegöl’e geldiğimizde bırak arkadaşlarla dışarıya çıkmayı, ferecesiz çıkmak bile başlı başına dertti. Çarşıya, gezmeye genç kızların yalnız başına gitmesi gibi bir konu, kimsenin aklına dahi gelmezdi. Böyle bir istek de yoktu, şikayet de, ihtiyaç da. Oysa ben bambaşka bir şekilde yaşamıştım, farklı şeylerden zevk alıyordum. Ama vatan toprağımıza gelmiştik. Son yıllarda, hangi gece gelip, bizi kesecekler korkusu olmadan yaşayacaktık. İnanılmaz güzel gelmişti. Ne bıraktıklarımızı, ne kaybettiklerimizi, ne elimizde hiçbir şeysiz ortada kalakalmamızı, hiçbir şeyi sorgulamamıştık.

Hep bunları duymuştum. Garda trene binme, ayrılış sahnesinin bu kadar trajik olduğunu, hiç kimse, hiçbir zaman anlatmadı.

Sadece dere kenarında annemin, birkaç kez şimdi tren garına gidelim deyip, Belma ablanın da ayak sürmesinden hafif işkillenmiştim.

Daha sonra tren garına yürürken de, annem sürekli konuştu. Ki, bu hiç iyiye işaret değildir. Annem, tıpkı benim ondan kopyaladığım gibi, stresli ve heyecanlı olduğu zamanlarda çok konuşur. Konuşmaya başladı. Ancak ne ben onu duyuyordum, ne de o ne konuştuğunun farkında. Derinlerden ara sıra Belma ablanın sesi geliyor, ama onun da ne dediğini anlamıyordum. Etraftan korkunç bir uğultu geliyor. Herkes ağlıyor, hıçkırıklar, sessiz bağırışlar, uzun kucaklaşmalardaki iç çekiş sesleri, bunların hepsini duyuyorum, ne oluyor, ciddi bir gürültü var. Belma abla orası tamamen boş, kullanılmıyor, ne yapacaksın gidip de demişti. Peki bu gürültü neyin nesi. 

Birden tren garının binasının önüne geldik, bağırışlar, ağlamalar, hıçkırıklar, dayanılacak gibi değil. Başım çatlayacak gibi katlanamıyorum. Çıldıracağım, dayanılmaz buna diyorum.

O an durup çevreme, tekrar bakıyorum, hiç kimse yok, her yer bomboş.

Birden o etraftaki o hüzünlü bomboşlukla beraber, hıçkırıklarla ağlamaya başlıyorum. O ana kadar hiç ağlamamış olan ve bu konuda hiç ama hiç konuşmamış olan annem – ki ilk kez böyle ağladığını görüyorum- avazı çıktığı kadar bağırıyor, bağırıyor, ağlıyor, bize bakan oğlum ve kızım da birden bire avazları çıktıkları kadar ağlamaya başlıyorlar.

Belma abla sessizce gelip, anneme sarılıyor, birbirlerine sarılmışlar, annem hala avaz avaz ağlayıp bağırıyor. Oğlum kızım hepimiz avaz avaz bağırıp ağlıyoruz. Arabayı park edip, gelen eşim ne olduğunu anlamamış, bize öylece bakıyor, soru sormaması gerektiğinin farkında.

Orada ne kadar kaldık, ne kadar ağladık, hatırlamıyorum.

Etraf bomboş, bizim ağlamalarımızla benim kafamdaki sesler hepsi çok güzel bir ahenkle birleşti. Sanki birbirinin içine geçmiş ve daha önce kırık olan dişli gelip, yerine oturmuş ve yeniden yağlanıp bakımı yapılmış gibi, ahenkle dönüyor dişliler. Sanki bir el tutmuş döndürüyor …. Neyin dişlisi bilmiyorum, ama bir dişli dönüyor.

Öylece kaldık orada.

 Sonra birden annem sustu, hiç bir şey demeden arkasını dönüp, tren istasyonundan çıktı. Yüzünü gözünü silen bizlerde onu takip ettik.

Birden tüm sesler kesildi, etraf inanılmaz sessiz. Sessizliği ben bozdum.

-Belma abla, şu meydanda börek, çay var demiştin değil mi? Gidip börek yiyip, çay içelim mi?

-A tabii Gültencim, her şey var orda. isterseniz, ızgara falan da yapıyorlar, bira, şarap da var. Bulgar ev yapımı şaraplar.

Kendimi bazen çok dünyalı hissetmemin nedenlerinden biridir, her durumda, en üzüntülü, hasta, depresif vs. her türlü anımda, İngiliz yanım varmış gibi; would you like some cup of tea? diyesim gelir. Bir bardak çay, her derde devadır benim için. Ve şu an hepimizi çay iyileştirir, buna eminim.

Süper dedi eşim de, hadi o çay bahçesine gidelim. Hiç bir şey olmamış, orada avaz avaz ağlayan, kafasının içinde 5 Eylül 1950 gününü yeniden yaşayan ben değilmişim gibi, bir an bütün gücüm geri geldi, o kalabalık kafamdan sessizce gitti.

Çay bahçesine oturup, glütenmiş, kiloymuş vs hiç düşünmeden muhteşem börekleri, yanında çayla birlikte, bir güzel mideye indirdik. Hiç kimse konuşmadı.

Sessizce çay içip, böreklerimizi yedikten sonra, derin bir iç çekerek eşime döndüm ;  -Şimdi ev yapımı bir kadeh Bulgar şarabı içebiliriz…Ne dersin?

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

LOZAN ANTLAŞMASI 101 YAŞINDA

yazar

Yayınlayan

on

By

Gürsel Demirok’un Yeni Kemer Gazetesi’ndeki yazısı      

Türkiye Cumhuriyeti’nin doğum senedi niteliğini taşıyan Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasından (24 Temmuz1923) bu yana 101 yıl geçti. Ülkemizin tapu senedi Lozan’ın mimarı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, İsmet İnönü’yü ve milli mücadele kahramanlarımızı saygı ve minnetle anıyoruz.

Lozan Barış Antlaşması’nın 80. yıl dönümünü (24 Temmuz 2003) kutladığımız yıllarda Lozan’a 220 km. uzaklıktaki Zürih’te Başkonsolostum. 80. yıl vesilesiyle Başkonsolosluğumuz Atatürk salonunda, antlaşmanın anlam ve önemine ilişkin bir panel düzenlemiştik. Ayrıca Bern Büyükelçimiz Metin Örnekol ve İsviçre’deki Türk Toplumu temsilcileriyle birlikte Lozan’a giderek,Lozan Antlaşmasının müzakere edildiği Ouchy Şatosu ve Antlaşmanın eklerinin imzalandığı Beau-Rivage Palace’ı ziyaret etmiştik. Antlaşma müzakerelerine katılan heyetlere ilişkin hatıra albümünü incemiştik. En önemli müzakerelerinin cereyan ettiği Ouchy Şatosu’nun Şövalyeler “Salle des Chevallers” salonunda bir resepsiyon düzenlemiştik.

Aradan yıllar geçti. Her yıl dönümünde o ziyaretimizi özlemle anarım. Anlaşmanın imzalanmasından 80 yıl sonra o mekanda olmak bizlere büyük haz vermişti.Heyecanlandırmıştı. Büyükelçimiz Örnekol’un resepsiyonda yaptığı konuşmada belirttiği gibi, Dışişleri Bakanı İsmet İnönü başkanlığında Lozan Konferansı’na katılan Türk Heyeti mensupları, o mekanın “Şövalyeler Salonu” adına yakışır bir şekilde dönemin en güçlü ülkelerinin heyetlerine karşı çetin bir diplomatik ve hukuki mücadele vermişlerdi.

TBMM heyeti üyeleri ile İngiltere,Fransa, İtalya,Japonya,Yunanistan,Romanya,Bulgaristan,Portekiz,Belçika Yugoslavya temsilcilerinin katıldığı Lozan Barış Konferansı sonunda 24 Temmuz 1923’te imzalanan Antlaşma bir diplomasi zaferidir. Atatürk’ün önderliğinde halkımızın Milli Mücadele’de kazandığı zaferin ardından, zor koşullarda, çetin müzakereler sonucu üzerinde uzlaşma sağlanan bir belgedir.

Antlaşma, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığının, bağımsızlığının ve sınırlarının uluslararası alanda resmen ve hukuken tanınmasını sağlayan belgedir. Bağımsız ve egemen Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş senedi, Cumhuriyetin doğum senedi niteliğindedir. Bu antlaşma ile Türkiye’nin sınırları ve Boğazlar üzerinde egemenliği dünya tarafından tanındı, Kapitülasyonlar ve azınlıklarla ilgili sorunlar çözüldü. Lozan bir eşitlik belgesidir. Lozan, I. Dünya Savaşı’nı sona erdiren antlaşmalar içinde tek onurlu belgedir. Bu da kurulmakta olan yeni Türkiye’nin başarısıdır.

Ayrıca Lozan mazlum devletlere örnek olmuştur, bağımsızlık mücadelesi ateşini körüklemiştir. Lozan, bir ekonomik bağımsızlık belgesidir ve ekonomiyi millileştirmenin ilk adımıdır. Kapitülasyonların kaldırılması ve Dûyun-u Umumiye borçlarının ödenmesinin bir plana bağlanarak, 1954 yılında bitecek biçimde devlet tarafından ödenmesi planını oluşturmuştur. Ve tabii ki Lozan bir siyasal bağımsızlık belgesidir.

Antlaşma 23 Ağustos 1923’te TBMM tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. Ardından 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi. 101 yıldır ayakta olan Antlaşma, imzalandığı dönemin koşullarında yapılabilecek gerçekçi ve kalıcı uluslararası bir belge niteliğinde. Antlaşmayı, o zamanın koşullarına göre inceleyerek, özenle savunmak, korumak ve kollamak gerekiyor.

Ülkemizin tapu senedi Lozan Antlaşması’nın 101. Yılını gururla kutluyoruz.

Yenikemer #gürseldemirok #zürih #isviçre #Lozanantlaşması #101YılLozan #Türkiye #Haber #Haberler #Sondakika

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Açgözlülük ve Liyakatsızlık Turizmi Nasıl Yıktı?

yazar

Yayınlayan

on

Turizm sektörü, uzun yıllardır emek ve özveriyle örülen bir başarı öyküsünün tam ortasında büyük bir çöküş yaşıyor. Açgözlülüğün ve liyakatsızlığın etkileri, adeta derin bir yaraya dönüşmüş durumda. Bu yazıyı iki ya da üç yıl sonra okuduğunuzda, her şeyin daha iyi farkına varacaksınız. Ancak şu an, 20-30 yıllık emeğin gözlerimizin önünde yok olmaya başladığını, hatta bu bitişin tam ortasında olduğumuzu görüyoruz.

Şu anda, Turizm Bakanı’nın sektörden geldiği bir dönemde bulunuyoruz. Dünya küçüldü ve sosyal medyanın sağladığı şeffaflık sayesinde Antalya’daki nar suyu fiyatlarından Taksim’deki taksi ücretlerine kadar, her şey anında gözler önüne seriliyor. Bir turistten iki nar suyu için 1200 TL isteyen esnaf ya da 2 kilometrelik yol için 1000 TL alan taksici, bu sektörün gerçek değerinden ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Böyle bir anlayış, turizmi sadece paraya odaklı bir sektör haline getirdi. Oysa önce ülkemiz kazansın mantığı olsa, o esnaf turiste bedava nar suyu ikram eder. Turist ülkemizden memnun ayrılsın anlayışı olsa, taksici önce turisti memnun etmeyi düşünür, bir kişiden birkaç avro kazıklama derdine düşmez.

Eskiden, misafirperverliğin temelinde, turistlerin kalpten tavsiyelerde bulunmasını sağlayacak bir yaklaşım yatıyordu. Turistler, güler yüzle karşılandıklarında ve kaliteli hizmet aldıklarında, Türkiye’nin güzelliklerini dostlarına anlatıyor ve ülkeye olan ilgiyi artırıyordu. Ancak bu yıl itibarıyla, sosyal medya sayesinde, Antalya, Bodrum ve Çeşme gibi destinasyonlardaki yüksek fiyatlar ve kötü hizmet haberleri tüm dünyaya hızla yayılmakta.

Yıllar önce Türkiye’nin turizmdeki başarısı, sadece otobüs ve tramvaylarda gösterilen milyonlarca dolar harcanan reklamlardan değil, her bir turizm acentesinin ve gurbetçinin özverisinden kaynaklanıyordu. Bir gurbetçi, işyerindeki arkadaşlarına Türkiye’yi tanıtır, bir apartman sakini pişirdiği yemeği komşularına getirirdi. Bu küçük ama etkili davranışlar, Türkiye’yi cazip bir turizm destinasyonu haline getirdi. Her turist, Türkiye’nin misafirperverliğini çevresindeki insanlara anlatıyordu. Bir Türk, “Haydi gelin, bu yaz köyümüze gidip size yöremizi tanıtayım,” dediğinde, tanıdığı Alman’ı ya da İsviçreli’yi en güzel şekilde ağırlardı. Bu emeklerle bugünlere gelindi. Ama bir kaç soytarının ahlaksızlığı ve sorumsuzluğu yüzünden, bir anda her şey bitiyor.

Yüksek maliyetlerden kaçınan oteller de ucuz, kalitesiz sektöre yandan giriş yapmış kişileri işe alıyor. Hatta Almanya’dan sınır dışı edilmiş ya da Türkiye’ye kesin dönüş yapmış bazı kişiler, Almanca bildikleri için rehberlik bile yapıyor.

Fakat açgözlülük ve doyumsuzluk yüzünden durum değişti. Esnafın ve otelcilerin “Zaten geliyorlar, ne yaparsak yapalım para kazanırız” anlayışı, turizm sektörünü geri götürdü. Artık bu tutum, turistleri başka ülkelere yönlendirdi. Örneğin, Yunanistan’da 20 çeşit meze için 20 avro ödenirken, Türkiye’de benzer bir hizmet için astronomik rakamlar talep ediliyor. Eskiden Türk misafirperverliğini öne çıkararak turist çekmeyi başarmıştık; şimdi ise taksiciler ve oteller, turistleri nasıl kazıklayacaklarını düşünüyor. Bu nedenle gurbetçiler de artık Türkiye’de bir haftalık tatile 5-10 bin avro harcamıyor. Çoğunu da küstürdüler.

Kısa vadede, gurbetçiler ve turistler eski alışkanlıklarına dönmeyecek. Artan fiyatlar ve kalitesiz hizmet, Türkiye’nin turizm imajına büyük zarar verdi. Eskiden gurur duyduğumuz ucuzluk ve kalite anlayışını, artık sadece bir hatıra olarak hatırlıyoruz. Ülkemizin emek vererek kazandığı bu değerler, birkaç kişinin ahlaksızlığı yüzünden yok oluyor.

Ne yazık ki, turizm sektörü bu noktaya geldi ve milyarlarca dolarlık yatırımlar, hak ettiği kalitede turistleri ağırlayamıyor. Bu durumu değiştirmek, hepimizin sorumluluğunda. Aksi takdirde, turizmdeki bu çöküşün önüne geçmek çok zor olacak.

#TurizmdeÇöküş #Açgözlülük #Liyakatsızlık #Misafirperverlik #TurizmKrizi #TürkiyeTurizmi #TuristMemnuniyeti #TurizmAhlakı #TurizmSektörü #TurizmGeleceği #TurizmSorunları #TurizmBakanlığı #SosyalMedya #TurizmYatırımları #TurizmRehberliği #isviçre #almanya #tatil #kesfet #tatilkeyfi

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Korkuyoruz!!!

yazar

Yayınlayan

on

Bu yazıyı yazıp yazmamakta oldukça kararsız kaldım. Zira çok bıçak sırtı ve yanlış anlaşılmaya açık bir konu. Benim ve çevremde tanıdığım kadınların sığınmacı erkeklerle ilgili yaşadığımız endişelerden bahsetmek istiyorum. Yazacaklarımın ne siyasetle bir ilgisi var, ne de ırkçılıkla. Bu noktayı baştan belirtmek isterim. Sadece endişeliyiz, insani haklarımızın ve özgürlüğümüzün kısıtlandığını düşünüyoruz ve can güvenliğimizin tehdit aldında olduğuna inanıyoruz.

Bundan birkaç yıl önce ilk sığınmacılar gelmeye başladığında, genç erkeklerin çokluğu bizi şaşırtmış ve endişelendirmişti. Küçük bir Avusturya kasabasında yaşıyorum. Evimizin yakınlarında bir integrasyon kursu ve bir sosyal merkez var. O yüzden sık sık gelenleri gözlemleyebiliyorduk. Az nüfusu olan kasabalarda da yeni gelmiş sığınmacıların yerleştirilmesi oldukça tartışma konusu olmuştu. Yaşamın içinden şahit olduğumuz bazı örnekler vermek istiyorum. Ancak şu veya bu ülke diye ayıramıyorum, zira Suriye, Afganistan ve başka ülkelerden gelenler var. Hangi ülkeden geldikleri çok da önemli değil, önemli olan Avrupa yaşamına ve kültürüne tamamen zıt bir kültürden gelmeleri.
Süpermarkette yaşanan bir olay, genç bir sığınmacı erkek kadınların olduğu kasadaki sıraya girmek istemiyor ve kadınların arkasında beklemeyi reddediyor. Kasiyer kadın onu uyarınca da öfkelenip tüm aldıklarını yere atıp çıkıyor. Sütler içecekler yerlere saçılıyor. Buna benzer market olaylarını çevremizden de duyduk.
Avusturya’ da ormanlık alanlar, parklar, şehrin kenarından geçen akarsuların yanına yapılan yürüyüş yolları boldur. Yaklaşık yirmi yıldır burada yaşıyorum tek başıma ormanda hiç korkmadan yıllardan beri yürüyüşümü yapıyorum. Ancak bir anda karşıma 10-15 sığınmacı çıkınca açıkçası ürküyorum. Garip bakışlar, aralarında konuşup gülüşmeler insanı huzursuz ediyor. Ne dediklerini anlamasam da bana bakarak konuşunca kendimi bir garip hissediyorum. Aynı huzursuzluğu yakın arkadaşım da yaşıyor. O da benim gibi çoğu zaman tek başına yürüyüşe çıkıyor. Ancak uzun zamandır, özellikle havanın erken karardığı kış aylarında şehir içinde yürümeyi tercih ediyor.
Geçenlerde kızım alışveriş merkezinde gezen iki arkadaşını rahatsız ettiklerinden bahsetti. Geçen yaz da havuzda duş almakta olan 10-12 yaşlarında bir kızın etrafını sarıp taciz ettiklerini farkedip müdahale etmiştim. Aslında insan müdahale etmeye de korkuyor çünkü nasıl tepki vereceklerini kestirmek zor. Havuzlarda da aynı durum. Gruplar halinde her yere gidiyorlar ve özellikle küçük kızlara tacizkar bir şekilde bakıyorlar.
Kadınlara tecavüz ve cinayet haberleri duyduğumuz günler gitgide sıklaşmaya başladı. Oysa burada yaşadığım yıllar boyunca yılda belki bir ya da iki haber duyardık. Bu yıl sadece Viyana’ da 10 civarında tecavüz ve cinayet olayı okudum. Dikkatimden kaçan haberler de olmuş olabilir. En son okuduğum Viyana’ da hayat kadını olarak çalışan 3 kadının Afgan bir genç tarafından bıçakla öldürülmesi idi. Kadınların çalıştıkları evi farkediyor ve büyük mutfak bıçaklarından alıp gidip kadınları vahşice öldürüyor. Mahkemede inancına ters olduğu için yaptığını söylüyor.
Avusturya’ ya ilk geldiğim zaman sokaklarda günün her saati rahatça gezebildiğim ve istediğimi rahatsız edilmeden giyebildiğim için çok mutlu olmuştum. Yıllarca da bu özgür ortamın tadını çıkardım. Ne yazık ki artık hem kendim, hem de çocuklarım için korkarak yaşıyorum. Kızımı tek başına bir yere göndermeye korkar oldum. Oğullarım da gece gittikleri bir yerde bir şiddet olayı ile karşılaşırlar diye korkuyorum. Geçenlerde Almanya’ da kızkardeşinin mezuniyet töreninden dönerken öldürülen gencin haberi beni günlerce etkiledi.
Hem tamamen Avrupa’ ya zıt bir mantaliteleri olan, hem de oldukça agresif bu genç erkeklerle yaşamak zorunda mıyız? Onların ülkelerinde savaş var diye kabul ettik, ülkelerimiz barınma, eğitim ve iş sağladı. Peki bizim güvenliğimizi kim sağlayacak? Bu insanlara topluma uyum sağlamaları için herhangi bir eğitim veriliyor mu bilmiyorum. Ama kadını yok sayan, kolayca öldürebilen, tecavüz edebilen, hatta başı kapalı olmayan kadına bunların yapılmasını normal sayan bu düşünce tarzı değişebilir mi?
Biz kadınlar korkuyoruz. Yeniden özgürce, korkmadan, insanca yaşamak istiyoruz. Zaten toplumda kadınlar iş yaşamında olsun, aile içinde olsun bir sürü zorlukla baş etmek zorunda kalıyor. Bir de can güvenliğimiz için endişe duymadan yaşama hakkımız elimizden alınsın istemiyoruz. Bunu istemek çok mu fazla? Bunu istediğimiz için ırkçı mıyız?
Başka kadınların da bu konu hakkında ne düşündüğünü çok merak ediyorum. Sizlerin de çevrenizde duyduğunuz veya yaşadığınız olaylar var mı? Yorumlarda anlatırsanız çok sevinirim.

Belki bu haber de ilgini çekebilir: “KÖŞE YAZILARI: ‘Ülkemde sığınmacı istemiyorum’ diyenler faşist midir?” link

#KadınHakları #GüvenlikEndişesi #ÖzgürYaşam #KadınlarKorkuyor #SığınmacıSorunu #ToplumsalGüvenlik #KadınGüvenliği #İnsancaYaşamak #AvrupaKültürü #KadınCinayetleri #TecavüzHaberleri #avusturya #isviçre #almanya #avrupa #asyl #sığınmacılar

Haberin Devamını Oku

Trendler