Sosyal Medya

Köşe Yazıları

“Ülkemde sığınmacı istemiyorum” diyenler faşist midir?

yazar

Yayınlayan

on

Dünyanın artık neredeyse en önemli güncel sorunlarından biri göç ve sığınmacılar. İnsanlar, yaşadıkları ülkelerde güvenli bir şekilde yaşamaktan mahrum bırakılıyor. Her gün bir kadına taciz veya tecavüz ya da gençler arasında kavga haberi okuyoruz. Türkiye’nin en gözde semtlerinden biri olan Yeşilköy sahilinde geçtiğimiz günlerde bir etkinlik düzenlenmiş ve kalabalık olunca o gün sığınmacılar sahile gelmemiş. Türkler, “Uzun zamandan sonra sahilde biz Türkler eğlenebiliyoruz,” şeklinde paylaşımlar yapmışlar. Ne kadar acı, düşünebiliyor musunuz?

Ülkemde sığınmacı istemiyorum diyenler, sadece tiplerini veya saç şeklini beğenmedikleri için mi bu tarz isyanlarda bulunuyorlar sizce? Avrupa ülkelerinde de isyan eden halkın belirli korkuları ve kaygıları var. Bundan 10 yıl önce Avrupa’nın her ülkesinde kadınlar ve kızlar rahatça akşamları diledikleri yerde yalnız yürüyebiliyordu. Anneler kızları için endişelenmiyordu. Avrupa’nın birçok ülkesinde bahçeler vardır, güzel havalarda insanlar buralarda zaman geçirirdi. Ancak artık ne sahilde, ne göl kenarında, ne de yüzme havuzlarının bahçelerinde insanlar rahat değil.

Geçtiğimiz günlerde Kayseri’deki halkın ayaklanması provokasyon olabilir. Aralarında tahrik edenler de vardır. Ancak bu aslında Türkiye’nin nasıl bir ateşle oynadığını gösteren ve olabilecekleri işaret eden bir fragman.

Bir insan Keyfi ülkesini terkeder mi?

Göçmenler açısından da bakarsak: Bir insan, kendi ya da atalarının ömrünü geçirdiği bir ülkeyi keyfi olarak başka bir ülkeye gitmek için terk eder mi? Mecbur kalmadıkça gitmez. Düşünün, küçücük bir sırt çantanıza diplomanızı, hayatınızın o anından itibaren size lazım olabilecek en önemli belgeleri, bazı değerli eşyalarınızı alıp ülkenizi, atalarınızın yüzyıllarca yaşadığı toprakları terkedip, kucağınıza ya da sırtınıza bir ya da iki bebek veya çocuğunuzu alarak botlarla, dağları dereleri denizleri aşarak bilinmeyen bir yere sığınmak ve yaşam mücadelesi vermek zorunda kalacaksınız. Bunu ancak mecbur olan insanlar yapar. Ülkesinde saldırı, savaş, iç savaş gibi durumlar olanlar için kimsenin lafı yok.

Ancak bir de keyfi macera arayan, ekonomik koşullarını iyileştirmek için başka ülkelere gelen 20-25 yaşında çoğu gençler var. Yanlarında ne kadın ne çocuk. İşte bu gençler gittikleri her yerde kadınlara ve kızlara taciz, tecavüz ve her türlü sarkıntılığı yapıyor. Yerli halkta tecavüz ve taciz vakaları yok mu, elbette var. Ama istatistiklerde suç oranları ne yazık ki şu an her olayın başını çeken hep aynı ülke ve uyruklu kişiler.

Göçmenlere ve sığınmacılara kızmak belki gereksiz. Bunları yönetemeyen, halkla karşı karşıya getiren siyasilerin sorumluluğu. Ancak siyasilerin umursadığı yok. Halkın korkuyla yürüdüğü, geceleri kızının yolunu gözlediği annelerin yaşadıklarını o siyasiler ya da onların hanımları yaşamıyor. Kaos gibi, iyice gettolaşmış ve halkın ne oturmaya, ne dinlenmeye, ne de eğlenmeye gidemediği yerlere o siyasiler veya aileleri çocuklarıyla hiç uğramıyor. Helikopterle, uçakla üstünden geçiyorlar ancak. Ya da çakarlı araçlarla transit geçiyorlar.

Türkiye’de bir gerçek var ki, ne yazık ki sığınmacılar AB’ye karşı para alabilmek için bir koz olarak tutuluyor. Halkın ne yaşadığı, sığınmacıların ülkeye girdikten sonra ne yaşadığı kimsenin umrunda değil. Ne bir entegrasyon, ne eğitim planı ne de program var. Milyonlarca insan gelmiş, girmiş, hepsi bir şehire yerleşmiş hatta bir şehir oluşmuş. Kimsenin umrunda değil. Bayramlarda evlerine gidiyorlar, sonra gelip yeniden yerleştikleri yere. Arada bir Avrupa’ya ‘salarız bak ha’ gözdağı veriliyor sonra herkes işine dönüyor. Bugün il il sorun, hangi ilde kaç sığınmacı var diye, bir istatistik bile yoktur.

Halka bir de söylenen yalanlar var. Oysa bir tanı koyup, “bizim sığınmacı sorunumuz var” denilmeli. Bu da denilmiyor. İsyan eden halka inat, “gerekirse yine alırız, gerekirse milyonlarca insanı yine ülkemize alırızü bu kadar milyar harcadık bu kadar milyar daha harcarız” deniliyor.

Bir de kukla halk var. Oy verdikleri siyasiler sığınmacıları savunduğu sürece, onlar da aynı papağan gibi sosyal medyada bu siyasilerin savunuculuğunu yapıyor. Sığınmacılardan rahatsız olsalar bile yukarıdaki abileri ne söylerse onu tekrar ediyorlar. Ne zaman yukarıdakiler ağız değiştirirse, bunlar da anında ağız değiştiriyor. Hayatları boyunca kendi fikirleri olmamış kişiler. Trollerden bahsetmiyorum bile. Bunlar maaşlarını aldığı sürece ‘ülkede sığınmacı sorunu yok’ diyorlar.

Bu Misafirlik Çok Uzadı

Türkiye’nin birçok şehri artık eski Türkiye gibi değil. Sokaklarda dolaşırken Türkleri görmek zorlaştı. Bu durum, yazıyı okuyan herkesin kolaylıkla sayabileceği onlarca şehirde geçerlidir.

Ülkemde sığınmacı istemiyorum diyenler artık “bu misafirlik uzun sürdü” demek istiyor. Evime aldığım misafir aylarca kalacak, sonra ben ve çocuklarım evimizde huzursuz yaşayacağız, sonra sesimizi çıkarınca dayak yiyeceğiz. Bir şey dersek faşist olacağız, öyle mi? Geçin bunları.

Ülkeye 10-15 milyon sığınmacı gelmiş, ancak siyasiler “Efendim, 3 milyon yok, hepsi 5 milyon” diyerek halkı kandırıyor. Bazen göstermelik yanına birkaç kameraman alıyorlar, ‘bakın gönderdik, gönderiyoruz’ algısı vermek için. Şu an durum ap açık ülkenin demografik yapısını bozmak. Neyin projesiyse adını öyle koyabiliriz. Bir yerler bombalanıyor, o ülkenin içi boşaltılıyor, sonra insanlar başka bir ülkeye yönlendiriliyor. Avrupa için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Aynı tehlike Avrupa için de geçerli. Artık kadınlar ve kızlar yalnız dolaşamıyor. Türkiye’de sahillere gidemiyorlar. Ama alttan alıyorlar. Seslerini çıkarmıyorlar, ortam gerilmesin diye.

Aç, evi yurdu yıkılmış kocası savaşta ölmüş kadın, yetim çocuk, kimsesiz ve yaşlı bu insanlara kimsenin söyleyecek sözü yok. Ama iş öyle çığrından çıktı ki, artık kontrolden çıktı. Bu şekilde giderse Kayseri’deki fragmanın daha büyüğü başka şehirlerde de yaşanabilir.

”Sen göçmensin sığınmacıları niye eleştiriyorsun? ‘

Bir de şöyle bir kafa var: “Sen göçmensin, sen niye sığınmacılara karşı çıkıyorsun?” Bu nasıl bir düşünce? Cahilce zihniyete laf anlatmaktan insan o kadar yoruluyor ki. Ben göçmen kökenliyim diye diğer göçmen kökenlilerin her yaptığı saygısızlığı hoş görmeli, susmalı mıyım? Ben Türküm diye Türklerin işlediği her türlü suça göz mü yummalıyım? Kürdüm diye Kürt kökenlilerin topluma verdiği her türlü zararı dile getirmemeli miyim? Müslümanım diye Müslümanların Müslümana yakışmayan türdeki olaylara karşı sessiz mi kalmalıyım? İsviçreliyim diye İsviçrelilerin her türlü aşırılığını mı hoş görmeliyim? Yabancıyım diye yabancıları kollamalı mıyım? Peki bunların yaptıklarının ilk zararını kim çekiyor, ilk hedef kim oluyor? Bir Müslüman olumsuz bir olaya karıştığında bütün Müslümanlar hedef oluyor. Türk pasaportlu birinin yaptığı bir olay manşet olunca tüm Türkler genelleme yapılıyor. Yabancı biri manşet olunca yine aynı şey yaşanıyor. Bu nasıl bir mantık? Eğer elma ile armudu ayırt edemiyorsan bu yazıyı okuma, sana da laf anlatacağız diye bizi uğraştırma. Türkiye’de de Avrupa’da da yabancı olduğu ülkede misafirliğini bilmeli. Ev sahibi de ev sahibine yakışanı yapmalı.

Demokratik haklar çerçevesinde tepki koymak, sokak protestoları dahil insanların memnuniyetsizliğini dile getirmesi çok doğal. Ancak hangi ülkede olursa olsun, bir konuda halk bir kitleye ceza vermeye kalkışmamalı. Kayseri’de yaşanan son olaylarda olduğu gibi, her önüne geleni yakıp yıkmamalı. Şiddet ve saldırı asla meşrulaştırılmamalı, gerekçesi ne olursa olsun. Devletin ve yetkililerin yapacağını halk yapmamalı.

Belki bu haber de ilgini çekebilir: “KÖŞE YAZILARI: ‘Korkuyoruz” link

#KadınHakları #GüvenlikEndişesi #ÖzgürYaşam #KadınlarKorkuyor #SığınmacıSorunu #ToplumsalGüvenlik #KadınGüvenliği #İnsancaYaşamak #AvrupaKültürü #KadınCinayetleri #TecavüzHaberleri #avusturya #isviçre #almanya #avrupa #asyl #sığınmacılar

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Bir Cümleyle Başlayan Yolculuk

yazar

Yayınlayan

on

Temmuz geldi

Hava, gri bulutlarını ardında bırakıp kavurucu sıcaklara teslim oldu. Yılın yarısını geride bırakmanın burukluğu var içimde. Bu dönem benim için sadece takvimde bir dönüm noktası değil; aynı zamanda bir iç muhasebe zamanı. İlk altı ayın Z raporunu çıkarıyorum😊: Neleri başardım, neleri hayata geçiremedim, okunacaklar ve yapılacaklar listemde kaç satırın yanına “tamamlandı” yazabildim?

Yeni altı aya planlar, projeler, uzun okuma listeleri eşlik ediyor.
Deniz, güneş ve kum üçgeninde yaşarken zihnimin hala üretken kalması, yeni fikirlerin sessizce aklımda dolanması beni mutlu ediyor. Defterlerimi karıştırdıkça şu cümle yankılanıyor içimde:
Zihnimde kira vermeden yaşayan bu fikirler için zaman ne de kısa; kırktan sonra nasıl da hızla akıyor zaman…

Günün sıcak ve nemli saatlerinde neredeyse pelteye dönen beynim, akşamın serinliğiyle yeniden can buluyor. Fonda Chopin’in Nocturne minör B.49’u çalıyor, kalemim kendi ritmiyle içindekileri sayfalara döküyor.

Yazmak, benim için hala küçük bir mucize. Harflerden örülü kelimelerin bir akarsu gibi satırlara dökülmesi…

Elimde son okuduğum kitap R.F. Kuang’ın çarpıcı kitabı Sarı Yüz var. Aldığım notları derliyorum. İçinde geçen bir cümle ise günlerdir zihnimin bir köşesinde dönüp duruyor:
“Yazmak gerçek sihre en yakın şey. Hiçlikten bir şey yaratmak, başka diyarlara kapılar açmak demek. Gerçek dünya canınızı fazla acıttığında, kendi dünyanızı şekillendirme gücü verir insana. Yazmayı bırakırsam ölürüm.”

Ben de çocukluğumdan beri hep okudum. Ve zamanla, yazmaya da başladım.
İsviçre’ye taşındığımda, her şeyden önce kitaplara tutundum. Beni başka dünyalara götüren o tanıdık sığınağa.

Nilay Örnek’in bir podcastinde, en sevdiği yazarlar arasında Agota Kristof’un adını duyduğumda, dikkat kesildim. İsmi ilk anda Agatha Christie ile karıştırılıyor olsa da anlatılanlar başka bir hikayeye açılıyordu.
Ve böylece karşıma çıktı Okumaz Yazmaz.

Kristof da bir göç hikayesinin kahramanı. Macaristan’dan İsviçre’ye, yirmi bir yaşında, bebeği ve eşiyle mülteci olarak geliyor. Lozan’da bir saat fabrikasında çalışarak geçen yıllar. Yeni bir dil: Fransızca.
Asla tam anlamıyla sahiplenemediği ama sonunda o dilde unutulmaz eserler verdiği bir yaşam.

Onun satırları, göçün ve yabancılaşmanın kalpte açtığı yarayı sessizce tarif ediyor:
“Ülkemi terk etmeseydim nasıl bir hayatım olurdu? Daha zor, daha yoksul sanırım, ama daha az yalnız, daha az parçalanmış, mutlu belki de.”

Bu cümle günlerce kulağımda yankılanıyor. Dilini bilmediğin bir ülkede, geçmişinle bağ kurmanın ve geleceğe tutunmanın tek yolu bazen bir kelimeye çıkıyor: Yazmak.


Kristof’un “Ayrılığın acısına dayanabilmek için tek bir çözüm kalacak bana: Yazmak.” cümlesi, benim için bir çıkış kapısına dönüşüyor. Beni ayağa kaldırıyor ve yazma isteğimi daha da büyütüyor.

O yüzden bugün, burada bu yazıyı kaleme alırken, bu yolculukta elimden tutanlardan biri olan Agota Kristof’u anmak istedim.

Onu daha yakından tanımak isteyenlere, kısa ama derinlikli bir otobiyografik anlatı olan Okumaz Yazmaz’ı öneririm. Ardından ise dünya edebiyatında hala ses getiren “Büyük Defter – Kanıt – Üçüncü Yalan” üçlemesine geçebilirsiniz.

Bu satırlar, belki birilerine ilham olur.
Belki de yalnız olmadığını hatırlatır birine…

Agota Kristof’tan Tekinsiz Bir Bellek Üçlemesi: Büyük Defter – Kanıt – Üçüncü Yalan

Agota Kristof’un bu çarpıcı üçlemesi, savaşın yıktığı bir coğrafyada, isimsiz bir ülkede, isimsiz bir zamanda geçiyor. Bu belirsizlik, metnin temel ruhuna da sirayet ediyor. Gerçeklik duygusu daha en baştan parçalanıyor. Her şey bir masal gibi başlıyor, ama masallardaki “iyi”ler çoktan yitip gitmiş.

Hikayenin merkezinde, savaş nedeniyle anneleri tarafından kırsaldaki büyükannelerine bırakılan iki küçük ikiz erkek çocuk yer alıyor. Açlık, yokluk, ölüm, istismar… Hayatın en sert halleriyle çok erken tanışıyorlar. Bu dünyada hayatta kalmanın yolu, duyguları törpülemekten, sistemli bir dayanıklılık geliştirmekten geçiyor. Ve tam bu noktada, kitap adeta bir sorgulamaya dönüşüyor: Ahlaki sınırlar, kişisel hakikatler, kimlik ve hayatta kalma dürtüsü arasındaki o ince çizgi sürekli test ediliyor.

Birinci bölüm Büyük Defter, ikizlerin acımasız ama sistematik gözlemleriyle örülüyor. Duygudan arındırılmış bir anlatımla yazılmış bölüm, okuru duygu değil, gerçekle sarsıyor.

İkinci kitap Kanıt, bir ayrılığın ardından geride kalanın hikayesine geçiş yapıyor. Ama artık her şey puslu. Gerçekten kim ayrıldı? Geride kim kaldı?
Sanki artık bir kişinin zihninin içindeyiz. Gerçekle hayal, geçmişle şimdi birbirine karışıyor. Anlatıcı değişiyor, hatta anlatılanın anlatıcıya ait olup olmadığından bile emin olamıyoruz.

Üçüncü kitap Üçüncü Yalan ise her şeyi yerle bir ediyor. Öğrendiklerimiz, sandıklarımız, inandıklarımız paramparça. Kime inanmalı? Anlatılanlar mı kurgu, yoksa biz mi gerçekliği yanlış hatırlıyoruz? Sayfalar ilerledikçe, anlatılanların hangi düzlemde geçtiğine dair güvenimiz sarsılıyor. İnsanlar var ama hayalet gibi; yaşanmışlıklar anlatılıyor ama rüyadaymış gibi.


Savaşın, sürgünün, yoksulluğun, ötekileştirmenin ve yalnızlığın insan ruhunda açtığı derin yaralar, Kristof’un soğukkanlı, neredeyse cerrahi anlatımıyla satırlara işliyor.

Kitabı okudukça, okuduğumuzun bir roman mı, bir zihinsel çöküşün güncesi mi, yoksa yazının varoluşsal gücüyle örülmüş çok katmanlı bir metin mi olduğundan emin olamıyoruz.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Sevgi Her Şeyi İyileştirir mi?

yazar

Yayınlayan

on

Hayatın farkındalık kısmını çok seviyorum. Çünkü ne zaman ve nerede sizi aydınlatacağı belli olmuyor. Fırsat buldukça film izlemeyi seven biri olarak, geçtiğimiz günlerde izlediğim bir filmde geçen şu soru zihnimi meşgul etti:
“Sevgi her şeyi iyileştirir mi?”

Bu soru bende bir beyin fırtınasına yol açtı. Gerçekten, sevgi her şeyi iyileştirebilir mi?

Tarih boyunca bu düşünce sanatın, edebiyatın ve felsefenin birçok alanında sorgulandı. Elbette, fiziksel hastalıklar, savaşlar, ciddi psikolojik rahatsızlıklar ve ekonomik sıkıntılar sadece sevgiyle çözülebilecek meseleler değildir.
Kanser hastası bir birey ne kadar çok sevilirse sevilsin, tıbbi desteğe ihtiyaç duyar. Savaşların sona ermesi ya da ekonomik zorlukların aşılması ise ortaklaşa çabaları ve somut çözümleri gerektirir.

Yani, sevgi sihirli bir değnek değildir.
Ama…
Sevginin hayatımızdaki yerini de yok sayamayız.
Çünkü sevgi, bir tedavi yöntemi değil belki ama tedavi sürecinin en güçlü destekleyicisidir.

Yapılan bilimsel araştırmalar da bunu destekliyor:
Sevgi dolu bir ortamda bulunmak;

  • stres seviyesini azaltıyor,
  • bağışıklık sistemini güçlendiriyor,
  • kalp krizi riskini düşürüyor,
  • uyku kalitesini artırıyor,
  • ve Oksitosin, Dopamin, Serotonin, Endorfin gibi mutluluk hormonlarının seviyesini yükseltiyor.

Hastayken sevildiğimizi hissettiğimizde belki fiziksel acımız geçmez ama umutlu hissederiz. Sevdiğimiz birini kaybettiğimizde, karanlığımız bize gösterilen şefkatle hafifler.
Yalnız olmadığımızı bilmek, bu yükü tek başımıza taşımadığımızı hissetmek…
İşte bu, yavaş da olsa bir iyileşmedir.

Sevgi, bizi birbirimize bağlayan en güçlü bağdır.
Ama burada küçük bir detayı da unutmamak gerekir:
İnsan önce kendini sevmeli.

Hatalarımızla, eksiklerimizle, yaralarımızla…
Kendimizi olduğumuz gibi kabul ettiğimizde dönüşüm başlar.
Çünkü içten bir sevgiyle kendini kabul eden insan, başkasını da daha derin ve şefkatli sevebilir.

Özetle:

Sevmek bir seçimdir.
Paylaştıkça çoğalır.
Ruhsal ve fiziksel dayanıklılığın temelidir.
Karanlıkları aydınlığa çıkaran yegâne güçtür.

Sevgi olmadan geçen bir hayat, eksik bir hayattır.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

VENEDİK MİMARLIK BİENALİ ZİYARETE AÇILDI

yazar

Yayınlayan

on

19.uncu Venedik  Mimarlık Bienali   Başladı… 23 Kasım 2025’e kadar ziyaret edilebilir…

Luzern’den DEON Mimarlık da, 25. Kuruluş Yıldönümünü Venedik Mimarlık  Bienal’i kapsamında bir sergi ile kutluyor…

Deon Mimarlık Sergisi  25 Yılın anısına yayınlanan, DEON Mimarlık kitabının lansmanını da içeriyor…                                                  

Venedik’in büyülü atmosferinde ünlü Rialto Köprüsü’nün hemen yanındaki muhteşem Palazzo Bembo’da yeralan sergi, Venedik Bienali süresince,

23 Kasım 2025’e kadar ziyarete açık olacak.

 300.000 ziyaretçisiyle dünyanın en büyük mimarlık sergisi olarak kabul edilen Venedik Mimarlık Bienali, bu yıl; ‘’zeka’’ kavramını genişleterek, mimarlığı, disiplinler arası bir laboratuvara dönüştürmeyi, iklim  krizine somut ve yaratıcı çözümler aramayı hedefliyor.

DEON Mimarlık;  Venedik Mimarlık Bienali kapsamında yer aldığı bu sergi ile hem 25. kuruluş yıldönümünü kutluyor, hem de  sergiyi ve 25. Yılını dev bir kitap ile kalıcı hale getiriyor.  528 sayfa ve 3.3 kg ağırlığındaki DEON kitabı, kuruluşundan bu yana gerçekleştirdikleri projelerden seçtikleri 19 projeyi içeriyor.

Projelerin; mücevher parçaları, ışıltılı taşlar, değerli kumaşlar gibi, özgün çizimleri ya da kabaca veya aceleyle çizilmiş taslakları, ya da taslaklar üzerine düşülmüş notları, bu günü bekleyip,  muhteşem kitapta yerini almış.

Kitabın tasarımı ve projenin gerçekleştirilmesi heykeltraş, fotoğrafçı ve serbest sanatçı Hansjürg Buchmeier tarafından gerçekleştirildi. Buchmeier, uzun yıllardır DEON Mimarlık’a sanat danışmanı olarak destek veriyor.

Deon Kitabı, sadece içindeki projeler ve özgün sunumları florasan fuşya rengi kapağı ile  girdiği kütüphanelerde ve satışa sunulan kitapçılarda ilgi çekeceğe benziyor.

Bienal kapsamında açılan sergide konuşan Deon Mimarlık kurucusu ve başkanı Luca Deon yaptığı konuşmada, 25 yıl boyunca Deon Mimarlık olarak mimarlık anlayışlarının, estetik standartları ve fonksiyonelliği, insan odaklı ve sürdürülebilir çevre anlayışıyla sürdürdüklerinin altını çizdi. Ayrıca ziyaretçilere, 25 yıllık mimarlık yolculuklarını ve geleceğe bakışlarını özetledi…

Profesör Luca Deon, İsviçre- Luzern’de doğdu.

Albert Einstein’in  eğitim görüp, sonrasında da konuk Profesör olarak çalışmasıyla dünyaya adını duyurmuş, ETH  Zürih (Eidgenössiche Technische Hochschule) Mimarlık Fakültesi’ni bitirdi.

Universiteyi bitirdikten sonra, EPF Lozan (Ecole Politecnique  Federal Lausanne)’da üç yıl boyunca Asistan olarak çalıştı.

Daha sonra  Yverdon-les- Bains Arteplage deki Expo.02’de mimari konseptten sorumlu olarak görev aldı.  (İsviçre Ulusal Sergisi olarak tanımlayabileceğimiz sergi; ‘’Ben ve Evren’’ teması ile tasarlanmış ve İsviçre’nin hem geçici mimarisi ile hem kamusal mekanlar yaratarak, İsviçre’nin modern mimari hafızasında unutulmaz bir iz bıraktı)

Daha sonra uzun yıllar, İsviçre’nin en eski Mimarlık Galerilerinden biri olan Architekturgalerie Luzern’in  direktörlüğünü üstlendi. Eski tarihi mekanlarda ve geçici mekanlarda sergiler düzenleyerek, mimarlık kültürünü yaymayı amaçlayan bu platformda, çok sayıda önemli projeler gerçekleştirdi.

Hochshule Luzern’de  2003 yılından bugüne Tasarım ve Yapı Profesörü olarak, Görsel Tasarım konusunda dersler veriyor.

Ayrıca Mısır Universitesi’nde (MIU Misr International University) de konuk Profesor olarak dersler vermiştir.

Katsushika Hokusai’ye ve Japon kültürüne olan ilgisi onun bir süreliğine Japonya’ya gidip orada ilhamla dolacak zamanlar geçirmesine neden oldu.

Orada kaldığı süre içinde ünlü Japon mimar Riken Yamamoto ( Riken Yamomato, 2024 yılında Mimarlığın Oskarı sayılan Pritzer Prize Ödülünü kazandı) ile yakın bir şekilde çalıştı.  Bazı mimari yarışmalara katıldı. Japonların depremlere karşı geliştirdikleri yapı modelleri ve estetiği onu derinden etkiledi. Japonların doğaya karşı değil, Hokusai’nin dalgaları gibi bilhassa onu kucaklayan tarzları ona İsviçre’de türünün ilk örneği ahşap gökdelen yapma fikrini verdi.

Luca Deon, ailesiyle birlikte İstanbul ve Türkiye’nin farklı bölgelerini de ziyaret edip,  tarihinden, çok katmanlı ve çok faklı kültürleri barındıran mirasından çok etkilendiğini de sıklıkla dile getirmektedir.

Luca Deon, 1999 yılında kurmuş olduğu DEON AG Mimarlık Şirketinde (www.deonag.ch) İsviçre ve dünyanın farklı yerlerinde özgün projeler üretmeye devam etmektedir.

Haberin Devamını Oku

Trendler