Sosyal Medya

Köşe Yazıları

Esra Yazdıç Demir ile İlham Dolu Bir Yolculuk

yazar

Yayınlayan

on

Çocuk Edebiyatında Dil Ağacından herkese merhaba

Yeni bir sayıda sizlerle birlikte nitelikli çocuk kitaplarını konuşuyor olmak heyecan verici. Özellikle resimli çocuk kitapları erken yaşlarda çocuklarımızın dil gelişimini destekler, kitap okuma sevgisine motive eder. Çocuklarımıza yüksek sesle kitap okuma anne-baba çocuk arasında yakınlık kurmakla kalmaz, kitap okumaya teşvik etmenin en basit ve en etkili yöntemidir. İşte tam da burada bu kıymetli eserlerin arkasındaki emeği dinlemek için geçen ay sizlere bir müjde vermiştim. Her ay burada yazar röportajlarımız olacak sözümü tuttum ve ilk konuğum, Eksi 18 Edebiyat Topluluğu’nda yolumun kesiştiği, değerli arkadaşım, gazeteci-yazar ve Doğa’nın biricik annesi sevgili Esra Yazdıç Demir. Hadi gelin hep birlikte ,  bir fikirden ödüle giden keyifli ve ilham dolu yolculuğunu Esra Yazdıç Demir’den dinleyelim.

“DÜŞTÜĞÜNDE KALMASINI BİLEN CESARETLİ VE NEZAKETLE DONANMIŞ ÇOCUKLARA İHTİYAÇ VAR”

Mizacındaki neşe, coşku ve merak romanlarına yansımış bir isim Esra YAZDIÇ DEMİR. Kendisi, edebiyat fakültesi kökenli bir gazeteci. 16 yıllık muhabirlik geçmişinin ardından kurumsal yaşama geçmiş ama yazmayı, özellikle çocuklar için hayaller kurmayı, hiç bırakmamış. Belki de bu yüzünden hikâyelerinin içinde sezdirmeden verilen bilgiler kitaplarında ne kadar çok araştırma yaptığının bir göstergesi. Çocuk edebiyatını seçme nedenini “Doğru yerde evet ve hayır diyebilen, hayata cesaretle sarılan, nezaketli, heyecanlı, yaşamdan keyif alan, zorluklardan yılmayan, düştüğünde kalkmasını bilen insanların temelinin çocukken atılması gerektiğini düşündüğüm için”olarak yanıtlayan yazar, Türkiye’de çocuk ve gençlik edebiyatının Oscar’ı olarak nitelenen Gülten Dayıoğlu Çocuk Romanı Ödülü’nün de sahibi. 

Arabanın Arka Koltuğunda Hep Bir Arkadaş Yarattım Kendime

Ödüllü kitabını konuşmadan önce bize biraz çocukluğundan bahseder misin? Senin hikâyen nerede başlıyor? 
Hikâyem yolda başlıyor. Öğretmen bir anne ve asker bir babanın çocuğu olarak Türkiye’nin yedi bölgesinin dördünde yaşadım. Çok sık tayin olduğumuz için başka şehirlere, okullara, insanlara uyumlanmak ya da yalnız geçen o ilk süreci oyun haline getirmek benim için keyifliydi. Çocuk düzen ve rutin sever, o yüzden kurulu düzene yeni gelen hem merak konusudur hem de rutin dışından hikâyeye girdiği için bilinmezdir. Belki biraz da endişe yaratır. O süreçte kitaplar benim yol arkadaşlarım oldu. Arabanın arka koltuğunda hep bir arkadaş yarattım kendime. Bu bazen bir roman karakteri bazen de benim hayal ettiğim biri oldu. Yazmak fikri de okumakla birlikte kendimle keyifli vakit geçirmek için bulduğum bir oyun oldu benim için. 

İyi Bir Hikâyeyi Kıskandığım Kadar Hiçbir Şeyi Kıskanmam

Peki, yazmaya nasıl karar verdin? Neden çocuk edebiyatı?

Yazmak okumakla eş benim için. Kitaplarımın içi notlarla doludur. Okuduklarımdan, izlediklerimden, dinmediklerimden tetiklenirim. Böylece zihnim gibi kalem de dolar ve onları boşaltmak için yazmam gerekir. İyi bir hikâyeyi kıskandığım kadar hiçbir şeyi kıskanmam. Kitaplarım “Helal olsun çok iyi cümle” notlarıyla dolu. Anlamazsam işaretler koyarım. Yeni bir fikre yol açtıysa notlarım renklenir. Çocuk edebiyatını seçme nedenimse; doğru yerde evet ve hayır diyebilen, hayata cesaretle sarılan, nezaketli, heyecanlı, yaşamdan keyif alan, zorluklardan yılmayan, düştüğünde kalkmasını bilen insanların temelinin çocukken atılması gerektiğini düşünmem.

Kendime Sözümü Tuttum 

İlk romanınla “2021 Gülten Dayıoğlu Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Roman Ödülü’nün sahibi oldun. Bu başarının arkasındaki çalışma sürecinden biraz bahsedebilir misin? Yarışmaya katılmaya nasıl karar verdin?

Azme, cesarete, inada ve meraka çok inanıyorum. Deniz Toprak’ın hikâyesi kendimle yaptığım bir mücadeleydi aslında. Edebiyatta yazılmamış hiçbir konu yoktur deriz. Doğrudur. Konu aynıdır ama anlatımlar farklılaşır. Burnumun Renkleri’nde koku körü, anosmi hastası bir çocuğun cesaretle yaşama tutunma hikâyesini görürsünüz. Kitap şöyle başlıyor, 

“Ben bir ‘BURNUN’ oğluyum. Babam bir parfümör. Dünyada bu işi yapan yedi yüz, Türkiye’de ise dört kişiden biri. Ben ise bu kıymetli burnunu koku körlüğü ile doğan oğlu Deniz Toprak Miskoklar.”

Aile kırılması ile Burnuyok’tan Miskoklar’a geçiş, bir oyunun çocuğun hayatını nasıl kurtarabileceği, arkadaşlar arasında nezaketin ne kadar kıymetli olduğu, akran zorbalığı, yaşamahevesle tutunma, …

Hikâyeme çok güvendim ve eşim dışında yarışmaya katılma sürecini kimseyle paylaşmadım. Olmazsa kendime verdiğim sözü tutmuş ve hikâyemi zamanında tamamlamış olacaktım; olursa ayrıca dünyalar benim olacaktı. Hem sözümü tuttum hem dünyalar benim oldu.

O tarihten sonra artık ödüllü bir yazarsın. Var mı ödülle ilgili ya da sonrasında anlatmak istediğin tatlı bir anın?

Gülten Dayıoğlu, Türkiye’ye çocuk edebiyatını armağan eden ilk isimlerden. Ağırlığı ve önemi tartışma götürmez. Onun adını taşıyan ödüle sahip olmak sonraki kitaplar için daha büyük özen ve hassasiyet gerektiriyor. Ödüller her 23 Nisan’da açıklanıyor. O sabah Gülten Hanım’ın güzel sesi ile telefonda karşılaşmak inanılmazdı. Sanıyorum 12 saat kadar ağlayıp, kendimi tebrik ettim. Şimdi de bu sorumluluğu en iyi şekilde taşımak için emek veriyorum.

Cesaretiniz Var Mı Yardıma İhtiyacı Olan Birini Tutup Kaldırmaya

İlk soruyu yanıtlarken öğretmen bir anne, asker bir babanın çocuğu olarak çokça tayin olduğundan bahsettin. İkinci romanın Memur Çocuk, senin hikâyen mi?

Ana karakter benim gibi memur çocuğu, benzer yönlerimiz var ama hikâye kurgu. Memur Çocuk’ta birbirlerinin yaşamlarına imza atacaklarından habersiz tayinci bir çocuk Aslı, vitiligo bir kız Celile ve ismiyle savaş içinde olan Barış ile buluşuyoruz. Hikâyelerde cesaret ve nezaket kavramlarına özellikle önem veriyorum. O yüzden Memur Çocuk için okullara gittiğimde de çocuklara hep şu soruyu soruyorum: Cesaretiniz var mı yardıma ihtiyacı olan birini tutup kaldırmaya? Çünkü zordur yalnız, dışlanan birinin yanında durmak ve savunmak. Kolaya kaçmamaya var mısınız? Hadi konuşalım diyorum ve neler anlatıyorlar neler. Çocuklarla olmak çok öğretici. Filtresiz hallerine bayılıyorum.


Her Hikâyenin Bir Müziği Var

Peki, yazarken var mı ritüellerin?

Bir konu belirlediysem, o konuda yazılmış her şeyi okumaya, çekilmiş her şeyi izlemeye çalışırım. Her hikâyenin bende bir müziği var. Kendi kafamda sahne sahne filmlerini çekiyorum. Bazen farklı mekânlarda yazsam da eğer zaman ve mekan müsait ise aynı masaya aynı açıyla oturmayı tercih ederim. Ancak gün içinde başka bir alanda mesai yaptığım için daha çok geceleri en sevdiğim işi yapmaya zaman ayırabiliyorum. O yüzden masam, manzaram ve liseden bu yana yanımdan ayırmadığım kalemim hep benimle.


Beni Uykusuz Bırakan Şeyi Yazıyorum

Yazma yeteneği olan bu yolun başındaki çıraklar için neler söylemek istersin?
Bir çırak olarak bu soruya yanıt vereyim. Beni ne heyecanlandırıyor, güldürüyor, araştırmak için uykusuz bırakıyor ise onu ele alıyorum. Yayın piyasası şu sıra hangi konuyla ilgileniyor diye bakmıyorum. Çünkü benim keyif alarak yazmadığım bir iş okurda da karşılık bulmayacaktır. İnanılmaz çocuklarla karşılaşıyorum, mesajlaşıyorum. Hayata bakışlarını, meraklarını, var olma çabalarını anlatırken onları izlemek ve dinlemek büyük deneyim. Öğretmen yazarlar bu açıdan çok şanslı. Çocuklar dinlenmek ve ciddiye alınmak istiyor. O yüzden hangi yaş grubuna yazıyorsanız o grubun gelişimsel, zihinsel özelliklerini de analiz etmek önemli. 

Kullanılmayan Kelimelerin Ölmesinden Korkarım

“Çocuk Edebiyatında Dil Ağacı” köşemizin ismi. Çocukların dil gelişimi ile ilgili neler aktarmak istersin bize?

Çok güzel ve anlamlı bir isim. Çocuk edebiyatında dil konusu konuşulurken sadelik kavramına vurgu yapılır. Doğrudur. Sadelik önemli ama önemli olduğu kadar da tehlikeli. Çünkü sadelik basitlik anlamına gelmemeli. Ben kelimelerin yaşatılmasını çok önemsiyorum. Hele yabancı sözcükkullanımının bu kadar arttığı günümüzde öz Türkçe kelimeler baş tacımız olmalı. Center yerine merkez, cv yerine öz geçmiş, link yerine bağlantı kelimelerini kullanmak bizi dünya insanı olmaktan uzaklaştırmaz. Mütevazı, kâfi, gibi nefis kelimelerin kullanımını çok kıymetli buluyorum. Kullanılmayan kelimelerin ölmesinden korkarım. Dil gelişimi de farklı kelimeleri görüp tanıyarak ama en çok kendi ana diline hakim büyüyerek doğru gelişir görüşündeyim.

Son olarak yeni projelerinden bahsedebilir miyiz? Bize vermek istediğin müjdeli haberlerin var mı?

Biz yazar olarak metin yazarız, onu kitaplaştıran editörlerdir. O yüzden şöyle söyleyeyim, iki metin için olumlu dönüş aldım. Mutluyum. Biri bu kez resimli bir kitap, diğeri bizi derinden etkileyen bir doğa olayı ile bir hikâye. Heyecanla bekliyorum.

1982 yılında Aydın’da doğdu. Gazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. 2003’te Cumhuriyet Gazetesi’ndeeğitim muhabiri olarak çalışmaya başladı ve 2018 yılında Habertürk Gazetesi parlamento muhabirliği görevinin ardından kurumsal yaşamda iletişim yöneticiliği yapmayısürdürüyor. Doğa adında bir kızı olan yazar, 2021 Gülten Dayıoğlu Vakfı Roman Ödülü sahibi. Elalem Hapsinde Cinsiyet Eşitliği başlığında eğitimler veren Esra Yazdıç Demir, hikâyelerinde cesaret teması üzerinde duruyor. 

Burnumun Renkleri – Altın Kitaplar

Memur Çocuk – Altın Kitaplar

Büyüteç Dedektifleri – Fenomen Çocuk / Ay Çocuk

Zehra Serisi – Fenomen Çocuk / Ay Çocuk

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

HAYATIMIZI TAMAMEN KENDİMİZİN ŞEKİLLENDİRDİĞİNİN SORUMLULUĞUNU ALMAK NASIL OLUR?

yazar

Yayınlayan

on

Bugünlerde sıkça duyduğumuz cümlelerden biri bu:

“Hayatımızı, nerdeyse tamamen,  kendi düşüncelerimizle BİZ yaratıyoruz. “ 

Tabii, dini inançlarınıza göre, allah, tanrı, yaratan ne derseniz onun size verdiği ölüm, doğum zamanlarının içinde kalan süre, bu kastedilen. 

Bu süreyi nasıl geçireceğiniz sizin ellerinizde. Yani bizim elimizde.

Tabii kuantum fizik, yeni dünya  gerçekliği gibi konulara uzaktan yakından ilginiz varsa…

Ama yine de, inanmak o kadar da kolay değil.

Bu durumu, hayatının harika gittiğini düşünen ve kendini çok mutlu, keyifli, nerdeyse tam bir tatmin duygusunda  hissedenlerin kabul etmesi çok kolay. Egoyu da acaip besleyen bir şey. Yarı tanrı gibi nerdeyse, her şeyi ben yarattım. Kalan bir miktar yapamadıklarını da yaratıcının sana verdiği şans-şansızlık  olarak gör, süper.

Peki aynı kabulleniş, aynı tatmin duygusu; hayatının berbat olduğunu, hiç bir şeyin iyi gitmediğini düşündüğün zaman da mümkün mü? 

Bu hayatı, düşünce ve duygularımla ben yarattım ve öğrenmem gereken dersler için, hepsini ben frekansımla kendime çektim, organize ettim, farkında olarak, ya da olmayarak,  demek mümkün mü? 

Bana göre bu soru beyin açıcı, biraz da beyin yakıcı:( 

Acaip bir iç savaş. Bunu kabul edebilmek, insanda inanılmaz bir ufuk açabilir. 

Gerçi ufuk açılınca, hemen tüm hayatını değiştirebilir misin?

 Emin değilim.

 O içerdeki güçlü bilinçaltı, bazen, melek, bazen şeytan dediğimizi ehlileştirmek o kadar kolay mı? 

Eİnstein boşuna dememiş, “Atom çekirdeğini kırmaktan daha zor, önyargıları, inançları kırmak” 

İşte o inançlar, o düşünceler ve onlardan doğan duygular bizim hayatımızı şekillendiriyor 

Tabii ufak bir ayrıntı, o düşünce, inanç, duygu sonucunda ortaya çıkacak olan hareketler çok önemli. 

Son zamanlarda kuantum fizik açısından baktığımızda her şey mümkün, düşünceni değiştir, nasıl hayat istiyorsan hemen olsun, mantığıyla konuyu değerlendirip, beklentiye girenleri de şaşkınlık ve büyük bir merakla izliyorum.

Dünyanın kendisi bile sürekli bir devinim, hareket halindeyken, hiç bir şey yapmadan düşüncemi değiştirdim, şimdi oturup bekliyorumu,  hiç anlayamıyorum. 

Çünkü benim kök inancım, hayat hareket üzerine kurulu, hep hareket edeceksin, durursan, paslanırsın, çürürsün. 

O yüzden güzel hayallere, inançlara sahip olacak ve ama sonra kalkıp, ilk iş yatağını toplayacaksın. 

Bir Zen ustası, ona aydınlanmak için gelen öğrencisine, “yemeğini yedin mi ?” diye sormuş, yedim deyince “o zaman git bulaşıkları yıka” demiş. Bu  bana hep çok ilham verici gelir 

Hz Muhammet de, “iki günü aynı olan bizden değildir” demiş ( bazı yerlerde “iki günü eşit olan zarardadır” diye geçiyor) 

Hz.İsa’da  “Dileyin, verilecektir, arayın bulacaksınız, kapıyı çalın açılacaktır” demiş. 

Her dinde, her felsefede hem hayal etmek, dilemek, hem de bunun için çaba göstermek var. 

Ozaman her gün yeni bir gün ve bunun farkındalığıyla, içimizde bizi aşağı çeken, iki günümüzün aynı olmasına neden olan düşünceleri bulup değiştirelim. Ve tabii, yatağımızı toplayıp, bulaşıkları yıkayalım;) Bu metafor, ama fena fikir de değil..

Sonra da elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışalım. 

Bol hareketli harika bir gün ve haftalar diliyorum.

Not:  Yazdıklarım; çocukluktan beri  hayatı anlama ve anlamlandırma merakımla, okuyup, araştırıp,  biriktirdiklerimle yolda olma çabası… 

Gerçek nedir,  ne değildir? Kimbilir…

#HayatımızıBizYaratıyoruz #DüşünceGücü #KuantumFizik #İnançlar #Düşünceler #Değişim #KendiniGeliştirme #HayalEtVeYap #Farkındalık #İçselBarış #gültendülgenyazıcı

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Kuzeyin Akdenizlileri: DUBLİNLİLER

yazar

Yayınlayan

on

Dublin’i nasıl bilirsiniz?

Soğuk? Karanlık? Renkli? Canlı? Yağmurlu? Güneşli? Guinness’li?!!!Sizin cevabınızı bilmiyorum ama benim için Dublin, yukarıda saydıklarımın hepsinden biraz demek.

Peki ya Dublinliler?

İki yıl yaşadığım, ve son 3 yıldır da düzenli olarak gelip bir süre kaldığım bu harika şehrin sakinlerine benim verdiğim bir isim var: “Kuzeyin Akdenizlileri”. Bazı şehirleri özel kılan o şehrin mimarisi veya kültüründen çok insanlarıdır. Benim için de Dublinliler, Dublin’den bir adım önde. Hatta Dublin’i Dublin yapan, şehrin sakinleri demek bence hiç de iddialı olmaz.

Şehrin merkezinde birkaç saat geçirmek Dublinlilerin enerjisini anlamak için yeterli.  Birbirinden dinamik ve davetkar görünen kafelerde neşeli sohbete dalanlar, biraz güneş görünce kış bile olsa kendilerini yazlık kıyafetlerle sokağa atan sportif gençler, ellerinde kocaman kahve bardakları, boyunlarında şirket kartları ve kulaklıkları ile hızlı hızlı yürürken hararetle telefonda konuşan beyaz yakalılar… Son yıllarda Dublin, çok uluslu şirketlere sunduğu vergi avantajı nedeniyle özellikle uluslararası teknoloji firmalarının Avrupa başkentliğini yapıyor. Aklınıza gelebilecek, sosyal medyadan bildiğiniz hemen hemen tüm dijital firmaların Avrupa merkezi burada. Bu da tabi şehre kozmopolit bir kültür kazandırmış durumda.

Dublinliler tıpkı şehrin havası gibi değişkenler. Hem Akdenizliler gibi rahat ve kural tanımaz, hem sabırsızlar. Hem yavaş, hem hızlılar. Beş yıl önce bu şehirde işe başladığımda Dublinli patronum Conor bana “İrlandalıların hızına yetişebilecek misin?” diye sormuştu. İlaç endüstrisinde yıllardır hıza karşı yarışarak çalıştığım için bu soruya içimden gülüp geçmiştim ama gerçekten de iş hayatında konuşmalarından yürüyüşlerine kadar hızlılar Dublinliler. Belki de hızdan çok “sabırsızlık” onları daha iyi tanımlayan bir kelime. Gencinden yaşlısına trafik ışıklarında yeşili bekleyemeden yola atlayan bir ulus! Eşim Giovanni, bu Dublin özelliğini İsviçre gibi kuralları net belirlenmiş bir ülkede sürdürmeye çalışsa da, ben sabırla yeşil ışığı bekleyip İsviçre’de yaşamanın hakkını verenlerdenim.

Birkaç İrlandalı ile tanışmış olan hemen herkesin kullandığı tanıdık bir cümle vardır: “İngilizlerden çok farklılar!”. Amacım İngilizleri yermek değil elbette, ancak imparatorluk döneminden bugüne dek kendilerine has bir “cool” olma hali ile ün salmış bir millet olduklarını ve bu ünü de aslında sevdiklerini az çok hepimiz biliriz. İrlandalıların 750 yıl İngilizlerin yönetiminde kalıp kendi özlerini koruyabilmiş olmaları takdire değer. Belki de İngilizlerin sahip olduğu bu “cool”- haydi biraz daha açık olayım- “soğuk” imajına tepki olarak İrlandalıların geliştirdikleri müthiş bir espri yetenekleri var. Yıl boyunca yüzünü gösteren kasvetli havaya inat, gülmek için her zaman bir sebep yaratabilen insanlar İrlandalılar. Sohbeti o kadar çok seviyorlar ki sokakta adres sorunca hayatlarını anlatmaya başlıyorlar. Bunu mecazi olarak söylemiyorum, doğal bir şekilde öyleler. Bir gün bir Dublinliye adres sorduğumda başlayan neşeli sohbetimize, yoldan geçen üçüncü bir kişi de katılmıştı. Ben oradan ayrıldığımda onlar hararetle sohbet etmeye devam ediyorlardı!

Ana dilleri İngilizce, hem de dilini aksansız ve temiz konuşan bir Dublinliye rastladığınızda fark edebileceğiniz, “r” harfinin kulağa oldukça çekici gelen bir şekilde yuvarlandığı, melodik, Amerikalıların ve İngilizlerinkine taş çıkartan nefis bir İngilizce. Ancak daha havaalanından itibaren şehrin her noktasında İngilizcenin yanında hiç tanımadığınız ikinci bir dil görürseniz şaşırmayın; bu değişik dil okullarda da öğretilen İrlandaca (İrlanda Galcesi). İrlandalılar tarih boyunca dillerini ve kültürlerini koruma kavgası verdikleri için İrlandacayı kaybetmek istemiyorlar. İrlandaca aynı zamanda dünyanın en eski dillerinden biri. İrlanda edebiyatı diğer Avrupa ülkelerinde oldugu gibi Latince yazılmamış, dolayısıyla İrlandalılar Batı Avrupa’da halk dili kullanılarak yazılmış en eski edebiyata sahipler. Diğer taraftan, okullarda yabancı dil öğrenme haklarını İrlandacaya kullanmaktan da biraz şikayetçiler. Dün gece gürültülü “Irish Pub”lardan birinde sohbet ettiğimiz Dublinli arkadaşımız Ben, masada kendisinin dışında kimsenin anadilinin İngilizce olmamasına rağmen, herkesin bu dili akıcı konuştuğundan, ek olarak başka diller bildiklerinden, İrlandalıların ise İngilizce ile sınırlı kalıp okullarda öğretilen İrlandaca yüzünden de ek bir dil öğrenemediklerinden bahsetti. Bugün de, yediğim en lezzetli “Fish and Chips” eşliğinde uzun uzun sohbet ettiğimiz eski yan komşum Una aynı konu açıldığında, İrlandacanın ne kadar zengin bir dil olduğunu ve İngilizcenin onun yerine geçemediğini vurguladı. Una’nın verdiği basit örnek İrlandalılar için şüphesiz manidar; İrlandacada “viski” kelimesi , “uisce beatha” yani “hayat suyu” anlamına geliyor.

İrlandalıları diğer Avrupa ülkelerinden öne çıkaran bir farkları daha var; dikkat çekici oranda köpekseverler. Sokakta sizi durdurup, coşkulu bir şekilde köpeğinizi sevip, dakikalarca köpekler üzerine sohbet edebilirler. Böyle anlarda adeta şehrin koşturmacasını dondurup, herşeyi unutup sadece o anda var olabiliyorlar. Ancak bu köpek sevgisine tam bir tezat oluşturacak şekilde Avrupa’nın restoranlara köpek kabul etmeyen belki de bir kaç şehrinden biri Dublin! Köpek dostu otelimizin restoranının neşeli şefi Patrick’e göre bu, geri kafalı İrlanda adetlerinden biri. “Restoranlara köpek kabul etmemek, eskiden evlerde mutfağa köpeği sokmama geleneğinden gelen bir geri kafalılıktan başka bir şey değil” diyen Patrick, köpeğimiz Grissino’ya kızarmış tavuk ikram eden Avrupa’daki tek restoran şefi olarak da gönlümüzü çaldı.

Nostaljik bir yürüyüş

Beş yıl sonra bu gelişimizde ilk defa evimizde değil de otelde kaldık Dublin’de. Kaldığımız otel, şehrin bohem bölgesi olarak bilinen Baggott Caddesi’nde. Bina aslında 1832’de kurulmuş bir hastaneymiş. Baggot Caddesi Dublin’in en güzel mimari yapılarına ev sahipliği yapıyor ve 1940’lardan 1970’lere kadar “Baggotonia” adı verilen, sanatçılar tarafından yaratılan bohem kültürü akımının da ev sahibi olan bölge olarak biliniyor. Bir görünüp, bir kaçan flörtçü Dublin güneşi dün öğleden sonra yüzünü gösterince kendimi hemen sokağa atıp renkli Baggott Caddesi boyunca yürüyorum. Kanaldan geçip şehrin yeşil kalbi ve gururu olan St. Stephens Green’e doğru yürürken, iyi giden ekonomiye ve düşük işsizlik oranlarına rağmen şehirde gittikçe çoğalan evsizleri görmek düşündürüyor. Solda kalan St. Stephens Green’i geçerken, sağımda tüm heybetiyle ve kırmızı kiremitleri ile havalı Shelbourne Spa Oteli beliriveriyor. İsviçre’deki iş arkadaşlarımın Dublin’e taşınırken bana bu meşhur otelden hediye ettikleri spa kuponunu Covid döneminde kullanamadan yaktığımı hatırlayıp hayıflanıyorum. Otelin şık siluetini arkamda bırakıp şehrin canlı alışveriş merkezi Grafton Caddesi’ne yöneliyorum. Güneş pırıltılı yüzünü göstermiş ve sanki bir duvarın arkasından bu anı beklermiş gibi müzisyenler, hemen müzik aletlerini çıkarıp hünerlerini sergilemeye başlamışlar. Kuzey gökyüzünün parlak mavisi, güneşli olan her gün olduğu gibi göz alıyor. Bulutlar, dokunsam değecekmişim gibi yakın görünüyor. Cadde kalabalık, dükkanlar adeta nefes alıp veriyor. Dublin’in, hüzünlendiği değil gülümsediği anlardan birini yakaladığım için mutluyum.

Hep uğradığım “Dubray” kitapçısının en üst katına çıkıp, incelemek için aldığım kitaplarla bir “flat white” siparişi veriyorum. Bu şehirde tanıştığım duble espresso içeren “flat white” Dublinliler arasında oldukça popüler. Kahveye düşkün Dublin’de veya İskandinavya gibi kuzey ülkelerinde kafelerin böyle popüler olmasına şaşmamak gerek diye düşünüyorum. Dumanı tüten sıcacık bir kahve soğuk ve kasvetli havaya karşı insanın sadece içini değil, hayata karşı bakışını da ısıtıp yumuşatıyor. Bir İtalyanla yapılan evlilikten dolayı kahve konusunda eşiği doğal bir şekilde yükselmiş ve İsviçre’deki çoğu kahvecide hayal kırıklığı yaşayan biri olarak, tarih boyunca aslında çaya düşkünlükleri ile bilinen Dublinlilerin kahveyi nasıl bu kadar lezzetli yapabildiklerini düşünüp yanıtını bulamıyorum. 

Kahvemi ve kitap seçimimi bitirip elimdeki kitap kulesiyle kasaya yaklaştığımda görevli genç “Oldukça çok sayıda kitap seçmişsiniz gördüğüm kadarıyla” deyip gülümsüyor. Dublinlileri biraz da biz Türklere benzettiğimden şansımı denemeye karar verip, “Bu kadar çok kitap alanlara belki indirim yaparsınız diye düşünüyorum diyerek, benzer bir gülümsemeyle cevap veriyorum. Güleryüzlü görevli “Neden olmasın, bir bakayım ne yapabiliriz” dedikten sonra, cömert bir indirim uyguluyor. Kendi kendime “İşte benim tanıdığım Dublin” diye düşünerek yüzümde aynı tebessüm, ellerim kitaplarla dolu şekilde çıkıyorum kitapçıdan. 

 James Joyce’a ilham veren Sandymount

Dublin merkezi cazip olsa da, beş yıl önce oturmak için seçtiğimiz bölge, Dublin’in “Sandymount” adlı perifer mahallesi oldu. Görür görmez kalbimizi çalan ve daha önce varlığını bile bilmediğimiz bu küçük semtin Dublin’de aslında oldukça ünlü olduğunu ise ancak taşındıktan sonra öğrendik. Komşuculuk kültürünü özenle sürdüren semt sakinleri bizi taşındığımız ilk günden itibaren oldukça sıcak karşıladılar. Burada yaşarken Dublinlilerin (en azından bizim semtimizdeki tüm komşularımızın) sosyal ilişkilere ve isimleri akılda tutabilmeye özel bir önem verdiklerini farkettik. Birkaç ay içinde mahallenin yetişkinlerinden çocuklarına kadar herkes bizim, İngilizce veya İrlandacaya oldukça uzak olan isimlerimizi ezberlemişti bile. Yan komşumuzun mutfağının duvarında, üzerinde sokaktaki tüm evlerin numarasının ve evlerde yaşayan tüm aile fertlerinin isimlerinin yazılı olduğu listeyi görünce buna ne kadar önem verdiklerini anlamıştım.

Orada geçen süre boyunca uçsuz bucaksız Sandymount sahilinde uzun yürüyüşlere çıktığımızda büyüleyici med-cezir manzaraları, nefes kesici gün batımları ve kırmızı tuğlalı bakımlı evlerin birbirleri ile yarışan yeşillikteki bahçeleri ile şımartıldığımızı hissettik. Ama semtin bana en büyük sürprizi “edebiyatta Dublin” denildiğinde ilk akla gelen İrlandalı yazar olan James Joyce’un, bir süre burada yaşadığını ve okunması en zor romanlardan biri olarak ün salmış meşhur romanı “Ulysses”te buradan bahsettiğini öğrenmek oldu. “Dublinliler” kitabını severek okuduğum Joyce’un Ulysses’i okuma listemde önlerde hala sırasını bekliyor ama mutlaka sevgili arkadaşım yazar Fuat Sevimay’ın çevirisi ile okunmak üzere! Bir süre İsviçre’de de yaşayan ve Zürih’de ölen Dublin sevdalısı James Joyce, kitaplarında neden Dublin diye sorulduğunda şöyle der: “Ben her zaman Dublin hakkında yazarım çünkü eğer Dublin’in kalbine inebilirsem, dünyanın bütün şehirlerinin kalbine inebilirim.”

Yazımı, Dublin ve Dublinlileri çok özel bulduğunu her fırsatta paylaşan arkadaşım Nesteren’in Dublin yorumu ile bitirmek istiyorum: “Dublin’i romanlardan çıkma ve buğulu hayal ederim hep, her ne kadar güneşli günlerine tanık olduysam da. Tasvire değer, tasvirlerin sonsuzluğuna atfedilmiş bir şehir. İrlandalılara benzemeyen ama onların olan ve onları bütünleyip betimleyen bir şehir.”

#İrlanda #Dublin #KöşeYazısı #MeltemGosuKstropoli #Gezi #Ülke #Kuzey

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Sosyal Medya ve Toplumun Değer Yargıları: Yüzeysellik mi, Derinlik mi?

yazar

Yayınlayan

on

Köşe Yazısı : Cemil Baysal

Toplumdaki duyarsızlık ve sosyal medyanın çarpık değer yargıları, günümüzün en büyük paradokslarından biri haline geldi. Takipçi sayıları, beğeni sayıları ya da paylaşımlar, gerçekten değerli olanı ölçmekte yetersiz kalıyor. Bir haber kanalı düşünün; milyonlarca takipçisi var ancak yaptığı paylaşımlar, sadece birkaç bin beğeni alıyor. Aynı platformda ise, sırf dekolte giymiş ya da basit bir hareketle dikkat çeken bir kişi, milyonlarca beğeni ve takipçiye ulaşıyor. Bu durum, sadece sosyal medyanın yüzeyselliğini değil, aynı zamanda toplumun neye değer verdiği konusunda da ciddi bir sorunu gözler önüne seriyor.

Artık Türkiye’deki birçok dizide başrol oyuncuları, Instagram’daki takipçi sayılarına göre seçiliyor. Kişilik ve karakter, o eskidendi.

Bir örnek vermek gerekirse, sosyal medyada milyonlarca takipçisi olan bir kadını izliyorum. Yaptığı tek şey, sokakta dans etmek. Ya da bir başka kişi var; sürekli aynı açıdan, aynı ifadeyle pozlar veriyor, konuşmuyor, sadece saçlarını sallıyor. Hiçbir farklılık yok, hiçbir derinlik yok. Yine milyonlarca takipçi ve beğeni topluyor. Peki, bu noktada düşünmemiz gereken soru şu: Bu kadar emeğin, bilginin, araştırmanın karşısında dururken neden bu kadar yüzeysel ve anlamsız içeriklere bu denli ilgi gösteriliyor?

Toplumsal körlüğü görmek için uzağa bakmaya gerek yok. Sabah sokağa çıktığınızda, otobüs durağına, otobüs içinde otururken etrafınıza, trende oturanlara, durakta bekleyenlere bir şöyle göz gezdirin. Elinde telefon olmayan, kulağında kulaklık olmayan kaç kişi göreceksiniz? İnsanlar, bir şeylere bakmak ya da düşünmek yerine, sanal dünyanın içinde kaybolmuş durumda. Gerçek hayatta yaşananların yanı sıra, sosyal medya kültürü de bu körlüğü derinleştiriyor.

Elbette, milyon takipçi toplayan ve farklı fikirler üretip öğreten kişileri de takdir ediyorum. Bu tür bir içerik oluşturmak, yaratıcı düşünce ve yetenek gerektiriyor. Ancak anlatılmak istenen burada başka. Üretim şekilleri ve içerikleri, bir ölçüde dikkat çekici olsa da, toplumsal bir değer olarak kabul edilen bilgilendirme ve derinlik sunan içeriklerin gerisinde kalıyor.

Öte yandan, bizim gibi, İsviçreninsesi gibi, ücretsiz olarak bilgi sunan, haber hazırlamak için saatlerce ön araştırma yapan, sağlık ya da başka alanlarda topluma değer katan kişilere baktığımızda ise tam tersi bir tabloyla karşılaşıyoruz. Bu insanlar her gün hazırlanıyor, emek veriyor; kimi yüz yogası, kimi sağlıklı beslenme, kimi bilinçaltı sorunları, geçmişten geleceğe taşıdığımız kayıtları ve kalıpları temizlemek için insanlara yardımcı olmaya çalışıyor, canlı yayınlar yapıyor ve toplumun bilinçlenmesi için çaba sarf ediyor. Ancak bu emeklerin karşılığı neredeyse yok denecek kadar az. İnsanlar, bu tarz içerikleri okuyor, faydalanıyor fakat bir beğeni ya da yorumla destek olmaya bile yanaşmıyor. Oysa ki bu beğeni, belki içerik üreticisine moral olacak, belki daha fazlası için cesaret verecek. Ama bu noktada cimri davranılıyor. Sorun, içerikte değil. Üretilen bilgi ve içerik, politik bir tartışma değil; aksine insanlara fayda sağlamak için var. Ama iş beğeni vermeye geldiğinde insanlar, cömert davranmaktan kaçınıyor.

Şimdi bir genç kuşağı düşünün. Bilgi araştırıp insanları bilgilendirme yolunu seçip böyle bir hesabı büyütmek için mi uğraşır, yoksa kısa yoldan bir milyon takipçi kazanabileceği örnek hesaplar gibi aynısını mı yapmayı tercih eder? Bu noktada gençlerin tercihi, sadece bireysel başarıları değil, toplumun genel değer yargılarını da yansıtıyor. Kısa yoldan elde edilebilecek başarılar, derin bir bilgi birikimi ve emekle oluşturulan içeriklerin önüne geçiyor. Ben 16 yaşında olsam, insanlara bilgi vermek için emek harcamak yerine, kısa yoldan milyon takipçi toplayıp para kazanabileceğim yolu seçerdim. Bugün çok gencin yaptığı gibi.

Sorun nerede diye soracak olursak, belki de toplumsal bir körlükle karşı karşıyayız. Görünen o ki, değerli olanı fark etmek yerine, geçici olanın peşine takılmayı tercih ediyoruz. Bilgi, emek, düşünce derinliği yerine, görsel hazların ve geçici dikkat dağıtıcıların daha değerli olduğu bir ortam yaratıldı. Böyle bir dünyada gerçek değeri bulmak, ne yazık ki giderek zorlaşıyor.

Peki, bu sorun nasıl aşılır? Belki de daha fazla farkındalık yaratmak gerekiyor. İnsanların, sadece yüzeysel olanı değil, arka planda harcanan emeği de takdir etmeyi öğrenmesi gerekiyor. Toplum olarak, sosyal medya kültürünü eleştirip sorgulamalı ve değerli olanı destekleme yoluna gitmeliyiz. Beğeni veya takipçi sayısı gerçek bir ölçüt değil; asıl ölçüt, üretilen içeriğin insanlar üzerinde bıraktığı kalıcı etkidir.

Bu nedenle, toplum olarak, yüzeyselliğe karşı derinliği ve anlamı, geçici olanın yerine kalıcı olanı değerli kılmalıyız. Emek veren, bilgi paylaşan, topluma fayda sağlamaya çalışan bireyleri desteklemeliyiz. Belki de en büyük değişim, bu duyarlılığı göstermekle başlayacak.

#cemilbaysal #gazeteci #yazar #haber #köşeyazısı #gazeteler #SosyalMedya #ToplumsalKörlük #Yüzeysellik #DeğerYargıları #BilgiPaylaşımı #Duyarsızlık #Farkındalık #EmeğeSaygı #İçerikÜretimi #GençlikTercihleri #KalıcıEtki #SosyalMedyaKültürü #ToplumdaDeğerler #SosyalSorumluluk

Haberin Devamını Oku
Reklam

Trendler