Köşe Yazıları
Hayat çiçeği
Unutmayın; su vermeyi unuttuğunuz bir çiçek kadar çabuk kurur içinizdeki hayat!
der bir makalesinde kıymetli Gökhan Özcan.
Bu cümle bana bir uyarıdan çok, ruhumuzun bize gönderdiği bir mektup gibi hissettirir.
Sanki hayatımızın farkına varmadan sulamayı unutmuşuz da her an kuruyup gidecekmiş gibi bir duygu…
Ne zaman ki rutinlerin rehavetine kapılıp “yarın yaparım, sonra hallederim” cümlelerini sıkça dile getiririz, işte o zaman içimizdeki o narin bahçenin yaşam enerjisini, motivasyonumuzu kaybetmeye başlarız.
Çiçek bakımı yapanlar beni çok iyi anlayacaktır; her çiçeğin sulama şekli farklıdır.
Bazısı her gün su ister, bazısı iki günde bir, bazıları haftada bir.
Bazı çiçekler güneşi sever, bazıları ise nereye koyarsanız koyun kendi yerini sever.
Hatta sohbet edilen çiçeklerin yapraklarının daha gür olduğu, çiçek açmayanların bile açmaya başladığı söylenir.
Ruhumuz da tıpkı çiçekler gibidir…
Aynı özeni ister.
Ruhumuzu unutup sürekli mükemmelin peşinde koşmak, kendimizi acımasızca eleştirmek, toprağın kurumasına sebep olur.
“Öz-şefkat” ruhumuzu besleyen en önemli unsurdur.
Modern hayatın bize sunduğu yoğun tempo içinde kaybolmak, zihnimizin sürekli meşgul olması, sosyal bağlarımızın zayıflaması ve hobilerimizin olmayışı…
Tüm bunlar, nefes almamızı — yani fotosentez yapmamızı — engeller.
Su verilmeyen çiçek zamanla kurur, yaprakları sararır ya hani…
İnsan da ruhunu beslemediğinde içten içe solmaya başlar; neşesini, umudunu, huzurunu kaybeder.
Sonrası; tükenmişlik sendromu, her şeyi erteleme alışkanlığı, insan ilişkilerinde zayıflık ve daha pek çok ruhsal sıkıntı…
Böyle hissetmeye başladığımız an, aslında farkındalık evresine girdiğimiz andır.
Neye ihtiyacımız olduğunu anlamak için biraz durup kendimizi dinlememiz gerekir.
Belki de artık “hayır” deme zamanımız gelmiştir, kim bilir…
İnsanlara sınır koymak, çiçeği fazla güneş ışığından korumak gibidir.
Keyif aldığımız şeylere odaklanmak (deniz kıyısında yürüyüş, kitap okumak, bisiklete binmek, doğa yürüyüşleri vs.) çiçeğe verdiğimiz ekstra mineraller gibidir.
Unutmamak gerekir ki, ruhumuzdaki çiçekleri ne kadar canlı tutarsak, hayatımız da o kadar bereketli olur.
Başkalarına gösterdiğimiz özeni, kendimize de göstermemiz gerekir. 🌸





Köşe Yazıları
Bir Haremağasının Hatıraları:Gölgedeki Hayatlar
Geçtiğimiz günlerde, adını son bir yıldır çok sık duyduğum Suat Derviş’in Bir Haremağasının Hatıraları adlı romanını Storytel’den dinledim.
Açık söylemek gerekirse, sesli kitaplarla aram hiçbir zaman pek iyi olmamıştır. Ben hala sayfa çevirme sesini, kalemle altını çizme hissini sevenlerdenim. Ama yurtdışında yaşarken her istediğin kitabı elinin altında bulmak kolay değil. Bu yüzden Storytel bir tür kurtarıcıya dönüştü. Son bir ayda iki kitabı bu şekilde bitirince, itiraf etmeliyim ki aramızda küçük bir barış imzalandı.
Yürüyüşte, yolda ya da yemek yaparken kulağımda bir kitabın sesiyle dolaşmak, özellikle artık okumaktan gözlerimin yorgun düştüğü anlarda iyi geldi. Kelimelerin sesi, sayfaların sessizliğini aratmadı diyebilirim.
Storytel deneyimimi bir kenara bırakıp Suat Derviş’e dönersem…
Doğrusu, Derviş uzun süre benim radarımda olmayan bir yazardı. Ta ki geçtiğimiz aylarda Nazım Hikmet gecesi için içerik hazırlarken karşıma çıkana kadar. Nazım’ın büyük ama karşılıksız aşkı olarak anılan, dönemin edebiyat çevrelerinde hem kalemiyle hem duruşuyla konuşulan o güçlü kadın…
Sonra Göçmen Kitapseverler grubumuzda yine onun adı dönmeye başladı. Bir Haremağasının Hatıraları elden ele, linkten linke dolaşırken artık bu tanışmayı erteleyemezdim. Ve sonunda, Osmanlı hareminde geçen o kapalı dünyanın içine, Storytel’in sesiyle bir dalış yaptım.
Osmanlı Sarayının Karanlık Aynası
Roman, II. Abdülhamit döneminin son yıllarında Yıldız Sarayı’nda geçiyor ve hikayeyi Hayrettin adında bir haremağasının gözünden anlatıyor. Derviş yalnızca sarayın iç dünyasını, entrikalarını, hiyerarşisini değil; hadım edilip köleleştirilen bir erkeğin ruhundaki derin yarayı da ustalıkla resmediyor.
Kitabı dinlerken sık sık kendimi Hayrettin’in değil, o dönemde sarayda yaşayan tüm haremağalarının hikayesini düşünürken buldum. Çocuk yaşta vatanlarından koparılan, bilmedikleri bir dilin, bir kültürün içine atılan bu insanların acısı. Kuma gömülürken, etleri dağlanırken duydukları çığlık… Bir daha asla kendi kaderlerinin sahibi olamayışları…
Suat Derviş, bu karanlığı yalnızca anlatmakla kalmıyor, onu hissettiriyor. Onun kaleminde tarih, arşiv belgelerinin kuru diliyle değil; kan ve vicdanla yazılmış bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor.
Romanın son bölümü ise Bir Saraylının Hatıraları başlığıyla, bu kez bir cariyenin gözünden anlatılıyor. Aynı duvarlar, başka bir sessizliğin, başka bir tutsaklığın içinden yankılanıyor.
O an anlıyorsunuz ki, ister kadın ister erkek olsun, sarayda yaşamak demek iktidara yakın olmak değil; onun gölgesinde yanmayı kabullenmek demek. Suat Derviş bu gerçeği öyle bir zarafetle anlatıyor ki, kitabı bitirdiğinizde geriye yalnızca tarih değil, o tarihin içindeki insan kalıyor; yaralı, suskun ama bütünüyle gerçek.
Romanın Kaderi: Bir Sessizlik Suikastı
Bu romanın yazılış hikayesi ise en az romanın kendisi kadar sarsıcı. Suat Derviş, Bir Haremağasının Hatıraları’nı Almanya’da yazar. O dönemde yazılarıyla geçimini sağlayan Derviş’in hayatı, kanser teşhisi konan babası ve ailesinin yanına gelmesiyle altüst olur. Ailenin tüm yükü onun sırtında. Bir gün Alman Tempo gazetesine bir yazı götürür ve orada bir çevirmen dostu ile, Pitigrilli’nin bütün eserlerinin çevirmeni olan Doktor Manfred Georg ile karşılaşır. Georg ondan Osmanlı sarayında geçen bir roman yazmasını ister. Kahraman bir haremağası olacaktır. Derviş teklifi hemen kabul eder ve kardeşinin yardımıyla, uykusuz geceler boyunca yazdığı romanı on beş günde tamamlar. Eser Almancaya çevrilir, Roman büyük bir reklam kampanyası ile duyurulur. Berlin sokakları Suat Derviş’in adını taşır, Tempo gazetesinde tefrika halinde yayımlanan bu roman, yirminci tefrikanın yayınlanmasının ardından Avrupa’daki çeşitli gazete ve dergilerin ilgi alanına girer. Yayım haklarını alabilmek için Avrupa’daki gazeteler sıraya girerler. Ama Türkiye’ye döndüğünde aynı başarıyı bulamaz. 1933’te Son Posta gazetesinde tefrika edilen roman, görmezden gelinir. Sanki görünmez bir el, adını sessizliğe gömmeye kararlıdır. Bu “sükut suikastı”, Derviş’in hayatında ilk ama son olmayacaktır.
Yılmadan, yirmi yıl sonra romanını bir kez daha yayımlar. 1953’te bu kez Hürses gazetesinde, Saray Kadınları üst başlığıyla yeniden tefrika edilir. Fakat artık kendi adını bile kullanamaz. “Tehlikeli yazar” damgası nedeniyle yalnızca “S.B.” imzasını atar.
Bir Haremağasının Hatıraları kitap olarak ancak 2021’de, İthaki Yayınları tarafından yeniden basıldığında, yazarının ölümünden neredeyse yarım yüzyıl sonra, hak ettiği ilgiyi görebilmiştir.
Edebiyatın Gölgesinde Kalan Bir İsim: Suat Derviş
1901’de İstanbul’da doğan Suat Derviş, Türk edebiyatının en güçlü kadın kalemlerinden biridir. Asıl adı Hatice Saadet’tir. Henüz yedi yaşında roman yazacak kadar erken yaşta edebiyata ilgi duymuş, 1917’de Heybeliada’da tanıştığı Nazım Hikmet’in büyük ama karşılıksız aşkına konu olmuştur. Nazım’ın “Gölgesi” adlı şiiri ona yazılmıştır.
Berlin’de eğitim aldığı yıllarda gazetecilik ve yazarlık yeteneğini geliştirir. 1930’larda Türkiye’ye döndüğünde Babıali’nin ilk kadın muhabirlerinden biri olur. 1941’de Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner’le evlenir; politik duruşu nedeniyle defalarca tutuklanır, yazdıkları sansürlenir. Yine de kaleminden vazgeçmez. Romanlar, hikâyeler, çeviriler, çocuk kitaplarıyla üretmeye devam eder.
23 Temmuz 1972’de hayata veda ettiğinde ardında yalnızca güçlü bir edebiyat mirası değil; cesaret, özgürlük ve direnişle örülmüş bir yaşam bırakmıştır.
İsviçre
İnsanın Bütünlüğüne Duyulan Saygı
Dahiliyenin Sessiz Sanatı
Misafir Yazar Tuğba Polat – Klinik Albula (Praxis Albula, Zürich)
Klinik kapısından içeri giren her hastanın yüzünde farklı bir hikâye yazar. Kimi yorgun, kimi endişeli, kimi umutla doludur. Ancak hepsinin ortak bir beklentisi vardır: anlaşılmak.
İşte hekimlik, tam da bu beklentinin başladığı yerde başlar.
Bizim işimiz yalnızca bir laboratuvar sonucuna bakıp teşhis koymak değildir. Bazen bir bakış, bazen bir cümle, bazen de sessizlik çok şey anlatır. Hastalığı anlamak için önce insanı anlamak gerekir — yaşam biçimini, stresini, beslenmesini, uykusunu, hatta kalbinde taşıdığı yükleri… Çünkü iç hastalıkları dediğimiz şey, aslında vücudun sessiz çığlıklarını duymayı gerektirir.
Albula Klinik’te biz bu sessiz çığlıkları duymaya çalışıyoruz. Koruyucu hekimliği ön plana alıyor, hastalık daha ortaya çıkmadan bedeni dinlemeyi hedefliyoruz. Rutin kontrollerden tiroid ve diyabet takibine, hipertansiyon ve metabolik rahatsızlıklara kadar uzanan geniş bir yelpazede, her hastaya kendi bedeninin rehberliğini öğretmeye çalışıyoruz.
En sık bize gelen şikâyetler genellikle yorgunluk, halsizlik veya mide-bağırsak sorunları oluyor. Ancak aslında biz “hastalarla” değil, sağlığını korumak isteyen insanlarla çalışmayı hedefliyoruz. Çünkü koruyucu tıp, hastalıkla savaşmaktan çok daha kıymetlidir.
Her görüşmede yalnızca ilaç değil, yaşam tarzı önerileri de sunuyoruz. Çünkü biliyoruz ki en güçlü tedavi, insanın kendine gösterdiği özenle başlar. Uyku düzeni, hareket, doğru beslenme ve stres yönetimi — bunlar bir reçeteye yazılmaz belki ama şifanın temel taşlarını oluşturur.
Benim için dahiliye sadece bir branş değil; insanın bütünlüğüne duyulan saygının tıp dilindeki karşılığıdır.
Bazen bir doktorun yapabileceği en büyük iyilik, dinlemektir. Çünkü her hastanın içinde, duyulmayı bekleyen bir hikâye vardır.
İsviçre
Fıstıklı Çikolata Anısı
Fıstıklı Çikolata Anısı Geçtiğimiz günlerde market kasasında sıra beklerken, bir ömürlük ders niteliğinde bir an yaşadım ve sizlerle de paylaşmak isterim.
Kasada sıra beklerken önümde bir çift vardı; yaşları 70’in üzerinde, o kadar tatlı ve naiflerdi ki! Aldıkları ürünler çok fazla olduğu için, elinde az ürün olanlara ısrarla sıralarını vermek istediler. Kimse bu teklifi kabul etmedi; ya yaşlarına duyulan saygıdan ya da bu zarif düşüncenin bize bıraktığı etkiden. Teyzemiz, “Bizim yüzümüzden çok bekleyeceksiniz,” diyerek üzüntüsünü ifade ederken, bir taraftan da kasadan geçen ürünleri pazar arabasına yerleştiriyordu.
Ve son ürün de kasadan geçerken amca, kasanın önünde duran çikolatalara doğru hamle yaptı. Fıstıklı olandan alıp eşine doğru döndü ve sordu: “Sen seversin, alayım mı sana?” Eşi de “Al ama kendine de al, beraber yeriz,” diye cevapladı.
O sırada kasadan geçen bir fıstıklı çikolatadan ziyade; bir ömür birbirlerine duydukları sevgi, saygı ve birbirlerine verdikleri değerdi.
Bu durum, küçük bir alışverişten ziyade; bize unuttuğumuz değerleri hatırlatan bir ders niteliğindeydi. İyi insan olmak, birini mutlu etmek yahut değerli hissetmesini sağlamak bu kadar kolaydı. İşin püf noktası, sadece kendini değil, başkalarını da düşünerek hayata devam etmekti.
Bizim şimdilerde kaybettiğimiz duygulardı bunlar. Sürekli “merkez ben olmalıyım” öğretilerinden o kadar uzaklardı ki. Dilerim kaybettiklerimizi tekrar kazanabiliriz…
O anın tadı damaklarımda kalsın diye, bir fıstıklı çikolata da ben ısmarladım kendime. Fıstıklı çikolatanın tadı damaklarımda, heybemde ise hayat boyu taşıyacağım naiflik, sevgi ve karşılıklı saygı ile ayrıldım marketten.

-
Gündem11 ay önceTELEGRAM’DA ŞOK EDEN GRUPLAR: TECAVÜZ AĞLARI VE K.O. DAMLALARI
-
Ekonomi2 yıl önceİsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
E-Dergi2 yıl önceİsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
İsviçre2 yıl önceDünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Yaşam2 yıl önceKıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
Gündem12 ay önceERDOĞAN KARŞITI PAYLAŞIMLARI SIĞINMA BAŞVURUSUNDA HAKLI GEREKÇE OLARAK GÖRÜLMEDİ
-
Dünya12 ay önceMETA’NIN COVİD-19 AŞILARIYLA İLGİLİ YANILTICI BİLGİ KARARI: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLIYOR MU?
-
Gündem12 ay önceTÜRKİYE’DEN GELEN SIĞINMA BAŞVURULARINA GETİRİLEN SERT UYGULAMALARA TEPKİ


