Sosyal Medya

Köşe Yazıları

İyilik ve Kötülük Üstüne: Doğuştan İyi veya Kötü müyüz?

yazar

Yayınlayan

on

“Gazze’de ateşkesin yürürlüğe girmesiyle, on binlerce Filistinli, Gazze’nin kuzeyine geri dönmeye başladı.”

Başlığı okuyorum ve gözüm, yazının hemen altındaki fotoğrafa takılıyor. Yüzlerce insan konvoy halinde güneyden kuzeye, yıkılmış evlerine ulaşmak için yürüyorlar. Kalpleri, bir oda da olsa evlerini ve hayatlarını yeniden inşa edebilme umuduyla dolu. Bir iki kişinin elinde birer plastik sandalye var, çoğunun ise hayatta kendilerinden başka sahip oldukları hiç bir şey yok. Umuda doğru yürüyorlar.

İki yıl süren ve bitmek bilmeyen saldırılar boyunca başta masum çocuklar olmak üzere on binlerce insan hayatını kaybetti, yüz binlerce insan acılar çekti, evsiz kaldı.

Herkesin aynı “yaratan” tarafından “özgür” olarak var edildiği bu dünyada, insanın tıpkı kendisi gibi başka bir yaratılan tarafından zulüm görüp, bir kereliğine sunulmuş olan hayatının elinden alınması veya cehenneme çevrilmesi kadar büyük başka paradoks var mıdır bu hayatta, emin olamıyorum.  

İngiliz düşünür Thomas Hobbes’un insanın karanlık yönlerini ortaya atarak adını tarihe yazdırdığı “insan insanın kurdudur” sözüne güzelleme yapmayı kolaya kaçmak olarak görsem de, “insanın kötüsü”nün başka insanın kurdu olabileceği gerçeğini yadsıyamıyorum.

Peki ne demek “insanın kötüsü”? Kötülük herkesin içinde olan mı, yoksa bazılarının dünyaya gelirken beraberinde getirdiği bir özellik mi? 

Felsefenin kadim tartışması

Yeni ve dahiyane bir soru ortaya koymadığımın farkındayım. İnsanlığın en eski dönemlerinden beri zihinleri meşgul eden bu soru, savaşlar ve zulümler devam ettiği ve insan, yaşadığı dünyayı cehenneme çevirdiği sürece sorulmaya devam edecektir şüphesiz. Ancak bugün dünyamızda gittikçe artan kötülüklere şahit oldukça (ve her dönemde yaşayan herkesin bunu kendi dönemiyle ilgili böyle algıladığından emin olarak) bu soru üstüne her zamankinden daha fazla düşünüyor ve tarih boyunca insanlığın, kötülüğü tecrübe ettikçe ona nasıl bir anlam yüklediğini daha çok irdeliyorum.

Görünen o ki Batı bilim dünyası Doğu’ya kıyasla bu konuda hep daha kötümser olmuş. İnsan doğasının karanlık olduğuna inanılmış ve belki de Hobbes’un tanımladığı şu üç temel çekişme üzerine şekillendiği fikri benimsenmiş: rekabet, güvensizlik ve şan, şeref kazanma isteği.

İslam düşünürleri kötülüğü “ilahi inayet”, “hikmet” gibi kavramlarla açıklamaya çalışırken, Batı felsefesinde bu kavram “teodise” ile açıklanmış; yani mutlak iyi olan bir Tanrı tarafından yaratılan alemde kötülük, iyiliğin bilinmesine hizmet eder ve daha büyük iyiliklere neden olur.

Psikolojide iyilik ve kötülük

20. yüzyılın başlarında Bireysel Psikoloji’nin kurucusu Alfred Adler, insan doğasının iyiye eğilimli olduğunu ancak kişinin tüm yaşamının özellikle 0-6 yaş arası çocukluk döneminde çevresinde meydana gelen olaylar tarafından belirlendiğini iddia eder. İlgisiz bir çevrede büyüyen bir çocuk başkalarına savaş açmayı öğrenecektir. Adler’e göre, bir çocuğun dünyayı nasıl gördüğü, gelecekteki davranışlarının da haritası olur.

Durum böyleyse, mevcut kişilik özelliklerimizin çok büyük bir kısmını kontrolümüz dışındaki zamanlarda ediniyoruz; bu düşünce korkutucu değil mi?

Freud ise kontrolü bu kadar çocukluğumuza bırakmamış. O, insanı temelden iyi ya da temelden kötü olarak görmüyor, eşit ölçüde kuvvetli iki karşıt güç tarafından yönlendirilmekte olduğunu düşünüyordu. Her şeyin zıddıyla var olduğunu savunan benzer dualist görüş, dinsel ve felsefi dizgelerin çoğunda dile getirilmiş; tıpkı yaşam ve ölüm, aşk ve savaş, gece ve gündüz ve ak ve kara gibi.

Freud’a göre insanın içinde yaşam ile ölüm, yaratma ile yıkma, sevgi ile nefret arasında hiç bitmeyen bir savaş vardır. Kötülük de, bu savaşta ölüm dürtüsünün ya da saldırgan içgüdünün öne çıkmasıdır aslında. Ancak psikanalizin kurucusuna göre bu kötülük, insanın “hastalığı” değil, onun varoluşunun doğa yasası. İyilik ve kötülük birbirinden ayrılamaz; insan, her ikisinin dengesinde yaşar.

Dostoyevski romanlarında iyilik ve kötülük

İnsanın içindeki bu savaşı edebiyatta en ustaca yansıtan isim bence Dostoyevski’dir. Onun yarattığı karakterler hiçbir zaman tek boyutlu değildir; ruhun bölünmüşlüğü, iyilikle kötülük arasındaki içsel çatışma romanlarında temel motiftir. Adeta Freud’un psikanalitik kuramını edebi biçimde ondan çok önce sezip eserlerinde uygulamıştır.

Beni çok etkileyen Dostoyevski romanlarından olan “Yeraltından Notlar”da örneğin, hikayenin anlatıcısı olan “yeraltı adamı”, tam da insanın akıl, ahlak ve toplum tarafından dizginlenemeyen karanlık doğasını simgeler. Dostoyevski’ye göre insan, sadece iyi olma arzusuyla değil, aynı zamanda yıkma, reddetme ve acı verme isteğiyle de tanımlanır. Kendisi bile kendi nedenlerini bilmez, çelişkilerle yaşar. Yeraltı adamı romanda şöyle der: “Bazen hiçbir neden yokken kötü davranırım çünkü içimde bir şey beni buna iter.”

Freud ise bu içsel karanlığı psikolojik terimlerle açıklar. Ona göre insanın ruhsal yapısı, bastırılmış dürtülerin —özellikle saldırganlık ve cinselliğin— çatışmasıyla biçimlenir. Kötülük, bilinçdışından yükselen bu bastırılmış dürtülerin patlamasıdır.

Aslında Dostoyevski’nin yeraltı adamı bilinçli bir başkaldırıyla kötülüğü seçerken, Freud’un insanı çoğu zaman bu karanlığı farkında olmadan yaşar. Her ikisi de insanı bütünüyle akılcı ya da iyilikle tanımlamayı reddeder; insanın derinlerinde hem yaratıcı hem de yıkıcı bir güç yattığını vurgularlar.

Sonuçta ikisi de aynı hakikati farklı şekilde dile getirir: insan, karanlığıyla birlikte insandır.

Bunları irdelerken bir yandan da edebiyatı bu yüzden sevdiğimi düşünüyorum. Teorik bilgiden alamayacağımız veya tam olarak yorumlayamayacağımız bir bilgiyi edebiyat, bir hikayede, insan ruhunun en karmaşık yanlarıyla gözler önüne serebiliyor. Soyut kavramlar edebiyatta somutlaşıp adeta ete kemiğe bürünüyor. 

O halde insan tam olarak neye göre iyi veya kötü olur?

Hangimiz bebeklere baktığımızda masumiyetten başka bir şey görebiliriz ki? Her bebek, bize tıpkı sabahın ilk ışığı gibi masum görünürken, o ışığın içinde belki de fırtınaya dönüşme potansiyeli olan bir gölgeyi de barındırabileceği aklımıza bile gelmez.

Sonuçta her insan, hepimiz, doğduğumuz anda ne şeytan, ne de meleğiz. Hepimiz, hem iyi, hem de kötü olma potansiyelini içimizde taşıyoruz. Kimi zaman küçük bir iyilik, bir gülümseme, bir dost eli içimizdeki ışığı canlandırırken, bazen bir haksızlık, bir travma ya da uzun bir yalnızlık o ışığı söndürebiliyor. Aslında galiba insanın nasıl biri olduğunu belirleyen de, sahip olduğu potansiyel değil; İslam’da da “cüzi irade” olarak tanımlanan şekilde, o potansiyelle ne yapmayı seçtiği ve tecrübe ettiği olaylara nasıl tepki verdiği gerçeği oluyor.

Seçim deyince yine aklıma hemen edebiyattan bir başka örnek, bu kez Türk edebiyatının en sevdiğim isimlerinden Sabahattin Ali’nin “İçimizdeki Şeytan” adlı romanı ve romanın kafası karışık karakteri Ömer geliyor.  

Romanda Ömer, amaçsızlığı, korkaklığı yüzünden çektiği maddi ve manevi sıkıntıların sonunda kötü olmayı seçer. Sabahattin Ali bize kötülüğü tam da özgür irade ile seçilen bir kavram olarak yansıtır. Hikaye boyunca eylemsiz Ömer’den, üzerinde düşünerek, plan yaparak kötü olmayı seçen Ömer’e bir evrilme söz konusudur. İçinde bir şeytanın var olduğuna inanan Ömer, kötü seçimlerinin sorumluluğunu üstlenmez ve suçu içindeki şeytana atar. Sürekli şikayet ederek,  “…Fakat içimde öyle bir şeytan var ki.. bana her zaman istediğimden büsbütün başka şeyler yaptırıyor. Onun elinden kurtulmaya çalışmak boş… Yalnız ben değil, hepimiz onun elinde bir oyuncağız” der.

Ömer’in sürekli suçladığı içindeki şeytan aslında her insanda, hepimizde var olan karanlık tarafın ta kendisi değil mi?  

Belki de insanın gelişmişliği, bu iki gücü fark etmesindeki derinlikte yatar: kötülüğü tanıyıp, farkedip, iyiliği seçebilme gücüdür onu gerçekten insan yapan. Sanırım bunca kötülüğün olduğu bu dünyayı daha yaşanılır kılan şey de işte tam bu “seçim” lerin varlığı.

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Saray’da Tekamül

yazar

Yayınlayan

on

İstanbul Boğazı… İki yakayı, iki denizi ve sayısız medeniyeti kucaklarken; sularının her bir damlasında aşkların, ayrılıkların ve tarihin sesini taşıyan İstanbul’un bitmeyen ezgisi.

İstanbul Boğazı, kalabalık bir şehirde insanın kendini en yalnız ve aynı zamanda en bağlı hissettiği yerdir. Bir martının çığlığında özlemi, bir balıkçının oltasında sabrı ve dalgaların ritminde hayatın akışını bulursunuz.

Boğazın eşsiz manzarasını bir hastane odasından izleyen bir yakınımı ziyarete geldim: Mustafa Reşit Paşa’nın sahil sarayı, şimdiki adıyla Baltalimanı Kemik Hastalıkları Hastanesi. Bir zamanlar saray erkanının adımladığı bu zeminlerde, iyileşmeyi bekleyen nice ruhun sessiz mücadelesine tanıklık ediyorum şimdi. İhtişamın ve acının ne kadar yan yana durabildiğini anlıyorum.

Odanın yüksek tavanlarına, ihtişamlı mimarisine bakarken serum askılarının soğuk metali ile göz göze geliyorum ve insanın acizliği karşısındaki sessiz teslimiyetini hissediyorum.

Odadaki bembeyaz örtülü yataklarda yatan hastaların acılarını hissetmemek mümkün değil. Bir zamanlar belki ziyaret odası, belki çalışma odası iken şimdi hastalara şifa dağıtmaya çalışan bir oda. Altın Varak oymalı sehpaların yerine üzerinde ilaçların bulunduğu etajerlerin olduğu bu oda hayatın önceliklerini en net ifade eden yer 

Odanın tüm pencerelerinde Boğaz manzarası hâkim. Gözlerim, Boğaz’dan ağır ağır geçen bir yük gemisine takılıyor. O gemi, burada yatan hastaların geçirdiği ameliyatın ağırlığını taşıyor sanki. Yavaşça ilerliyor ama kararlı; tıpkı buradaki hastaların iyileşme süreci gibi.

Bu tarihi saray, acı bir tefekkürle beraber farklı bir huzur hissettiriyor.

​Boğaz ne paşa diyor ne saray; akıp gidiyor. Bu hastanede insan akışa teslim olmayı öğreniyor. Yavaşlamalar, hızlanmalar, duraksamalar, fırtınalar, belki geri dönüşler… Fakat nihayetinde hep ileriye doğru bir akış var.

Burada olmak bana, hayatın en değerli mirasının ne ihtişamlı bir saray, ne de büyük bir unvan olmadığını gösteriyor. En büyük miras, sağlıklı bir nefes, atılan sağlam bir adım ve sevdiklerimize duyulan bağlılık olduğunu bir kez daha hatırlatıyor .

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Kokunun Peşinde: Bellekte Açılan Kapılar

yazar

Yayınlayan

on

O güçlü duyguyla yıllardır zaman zaman yüzyüze gelirim. Bazen bir yemek kokusu beni çocukluğumun mutfaklardan kızartma kokusu yayılan tembel yaz öğleden sonralarına ve ailece oturduğumuz iştah açıcı sofralara götürürken, bazen de eski bir kitap kokusu ilkokulumuzdaki harita ve kitap odasının loş, küflü ve tozlu ortamına beni sessizce bırakıverir. Hani şu filmlerde karakterlerin aniden geçmişe gitmesi ve sahnelerin hızlıca değişivermesi gibi, burnumdan süzülen bir koku molekülü, adeta zamana meydan okuyarak beni, o film kahramanları gibi hayatımın herhangi bir anına taşımayı başarır. Bu büyülü hissin “Proust Madlen Fenomeni” şeklinde bir de ismi olduğunu ve bu ismin, 20. yüzyılın en önemli edebi yapıtlarından kabul edilen Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” adlı eserinde Proust’un çaya batırılmış madlen kurabiyesinin tadıyla çocukluğunun anılarını yeniden yaşadığı sahneden geldiğini de bu duyguyu tatmaya başladıktan çok sonraları öğrendim.

Koku alma duyusu, tüm duyularımızın içinde hafızayla en güçlü bağlantıya sahip olan. Aslında Proust’un “madlen”i sadece duygusal ve bilinçdışı hafızanın edebiyattaki en güçlü örneklerinden değil, aynı zamanda belleğin insan yaşamındaki rolünü yansıtması açısından da önemli. 

Kokunun Bellekteki İzleri

Bellek konusu oldum olası ilgimi çekmiştir. Edebiyatta da bellek ile ilgili romanlar en sevdiklerimin içinde oldu hep. Kimbilir, belki de koku duyusunun bu kadar ilgimi çekmesi de bu yüzdendir. Bellekle ilişkisi açısından bakınca kokunun, onu diğer duyulardan farklı kılan çok önemli bir özelliği var. Koku molekülleri “duygusal beyin” diye de bilinen limbik sistem üzerinden işlenir. Yani koku molekülleri, burun yoluyla alınır ve direk beynin limbik sistemi olarak bilinen duygusal merkezine iletilir. Peki bu ne anlama gelir? Limbik sistem, sadece kokunun değil bütün belleğimizin ve duygu durumlarımızın da işlendiği bölge. “E, peki diğer duyular oraya gitmiyor mu?” dediğinizi duyar gibiyim. Evet tüm duyularımız aslında oraya gidiyor sonunda ama koku duyumuzun farkı,  hiçbir bilişsel süzgeçten geçmeden, direk olarak limbik sisteme yönlenmesi. Bu doğrudan bağlantı da kokunun hafızayı tetiklemesini benzersiz kılıyor. Bu kimyasal duyuya gelen uyarılar herhangi bir rasyonel filtreden geçmeden direk limbik sistemin içine gidince aniden kendimizi bir zaman yolculuğunun içinde bulabiliyoruz. İşin içine başka bir rasyonel filtre girmeyince de koku molekülleri ile diğer duyularımızın bizi çıkarabileceği zaman yolculuğuna kıyasla çok daha eskilere gidebiliyoruz; 2,5-3 yaşlarımıza kadar ışınlanmamız mümkün. Mucize gibi değil mi?

Aslına bakarsak koku-bellek ilişkisi daha da eski, henüz biz bu dünyaya gelmeden önce başlıyor. “Kokular” kitabının yazarı ve koku uzmanı Vedat Ozan’a göre hepimizin koku bellek bankasının ilk girdisi aslında ortak; doğmadan koku almaya başlıyor ve içinden çıktığımız gövdeyi kokusundan tanıyarak doğuyoruz. Çok güvende hissettigimiz ana rahminden, bol uyaranlı, pek de tekin görünmeyen dünyaya gelince, bizi geçmişte olduğumuz yere bağlayacak güçlü bir halata ihtiyacımız oluyor. İşte koku duyusu da bir nevi o halatın yerine geçiyor Ozan’a göre. Yeni doğmuş çocuğun anne kucağına verilir verilmez sakinleşmesi de aslında bunun kanıtı değil mi?

Hayatımızdaki Görünmez İz

Hepimizin hayatında vardır kokularla özdeşleştirdiğimiz olumlu olumsuz duygu ve anılarımız. Bir bakıma kokularla kendi hikayelerimizi oluşturuyoruz da diyebiliriz. Örneğin ben ne zaman yanmış odun kokusu duysam zaman yolculuğunda 4-5 yaşıma giderim. Zaman benim için bükülür, kendimi Karadeniz’de anneannemin ve dedemin evinde bulurum. Yanık odun kokusu serin deniz kokusu ile karışır, kendimi denizden çıkmış, sahili annemin büyüdüğü eve bağlayan yılankavi arnavut kaldırımlı sokakta neşe içinde yürürken bulurum. Yolun detaylarını hatırlarım; kaldırımın dokusunu, sağlı sollu yeşillikleri, en görkemli ağacın olduğu noktayı, komşuların evlerini bile kafamdaki resimde yerli yerine oturtabilirim. O yaşlarda bana bitmek bilmeyen gelen o yol, şimdi görsem kısalığıyla kimbilir nasıl şaşırtırdı beni.

Koku, basit bir duyusal deneyim olmaktan çok daha fazlası; anlık da olsa geçmişi bize yeniden yaşatabilmenin yanısıra bugünkü kimliklerimizi oluşturma sürecinde de güçlü bir araç aslında. Böyle ifade etmek abartılı gibi mi geliyor kulağa? Bir de şu açıdan bakalım; kişisel geçmiş hikayemizle ilişkilendirerek duyduğumuz tüm kokulara olumlu veya olumsuz etiketler verebiliyoruz. O kokuyla ilk nerede, nasıl karşılaştığımız, yanımızda kimin olduğu, ne hissettiğimiz gibi her türlü detay, geçmiş anılarımızla ilişkilendirdiğimiz hislerimizi, bu hisler de duygu durmumuzu belirliyor. İlginç olan bir diğer nokta da kokuya ilişkin verili bilgiyle doğmamış olmamız. Hangi kokuya nasıl bir tepki vereceğimiz tamamen subjektif ve kişiye özel. Bende bahsettiğim duyguları tetikleyen yanmış odun kokusu, başka birinde tamamen olumsuz duygular uyandırmış olabilir örneğin. Her koku yepyeni bir sayfa ve üzerini yaşanmışlıklarla, onlarla ilişkilendirdiklerimizle biz dolduruyoruz. Adeta kokularla hikayeler yazıyoruz. Bu düşünce bana çok etkileyici geliyor.  

Üstelik koku sadece bellek ile ilgili değil; bize aynı zamanda benliğin de sürekliliğini hatırlatan bir duyu. Biz büyüdüğümüzü, yaşlandığımızı veya değiştiğimizi düşünürken, ansızın beklenmedik bir koku, yıllar önceki halimizi bugünkü “biz”le buluşturuverir. Adeta zamanın doğrusal olmadığını, insanın birçok “şimdi”den oluştuğunu hatırlatır bize.

Hafızanın ve Edebiyatın Görünmez Dili

Bu kadar sıradışı özellikleri olan bu duyumuz elbette edebiyatın da odağında olmuş zaman zaman. Portekizli şair ve yazar Pessoa, “Koku alma yeteneğinin tuhaf bir görme duyusu” olduğunu söyler. Bir koku molekülüyle gözümüzün önünde tüm netliğiyle beliriveren, belleğin tozlanmış raflarından inip adeta canlanan anıları düşününce pek de yanıltıcı bir tanım değil bence de.

Pessoa’dan bahsedince aklıma edebiyatta usta yazarların kokuyu eserlerinde nasıl da yalnızca bir betimleme unsuru olarak değil, hatırlamanın ve unutmanın sembolü olarak da kullandıkları geliyor.

Bellek meselesi üzerine Türkiye’de ilk kafa yoran romancılardan olan Ahmet Hamdi Tanpınar, bana göre Türk edebiyatının en iyi romanlarından biri olan “Huzur”da, 2. Dünya Savaşı öncesinin tekinsiz atmosferinde yeni bir hayata geçiş için gerekli olan kimliğin geçmişten alınması gerektiğini aktarır. Bir taraftan da modernleşme sancıları icindeki bir topluluğun unuttuklarını, belki de  unutulmaya çalışılanları yansıtır. Kolektif ve kültürel bellek, roman boyunca bize kendini gösterir.  Ana karakterler Nuran ve Mümtaz’ın İstanbul’un köşklerinden birini dolaşırkenki ruh hallerine de, bu düşünceler eşlik eder. İçinde bulundukları mekan, bir “yer” olmaktan çıkar ve Tanpınar’ın kaleminde, “kendi kokumuz”  ve “biz” ifadelerine dönüşür: “Her şeyde garip bir mazi kokusu vardı. Bu, tarih içinde kendi kokumuzdu, ne kadar bizdik.”

Roman boyunca bir yandan da başlı başına bir karakter olarak karşımıza çıkan İstanbul, Kandilli’den Fatih’e kadar birçok semtinin kendine has özellikleri ile bize sürekli göz kırpar. Okur Mümtaz ve Nuran’la birlikte İstanbul yolculuğuna çıkarken, şehrin kokusu adeta canlanır, satırlardan dışarı çıkar. İstanbul’un semtleri, iskeleleri ve köşkleri, renk, ses ve koku çağrışımlarıyla adeta duyusal, canlı bir alana dönüşürler.

Yazarların ustalığı bazen öyle bir noktaya varıyor ki, okur hiç gitmediği bir şehrin bile tüm kokularını ve renklerini sanki hep oradaymışçasına tüm canlılığıyla belleğinde canlandırabiliyor. Lawrence Durrel’in “İskenderiye Dörtlüsü” bana göre bunu en iyi şekilde yansıtabilen romanlardan. İskenderiye, tıpkı Tanpınar’ın İstanbul’u gibi, 4 ciltlik seri boyunca asla bir “şehir”olarak kalmıyor, adeta romanın en güçlü karakteri haline geliyor. Sesleri, kokuları, renkleri, karmaşası, görkemi, kirli dar sokakları, limanı, kahveleri ve farklı uluslardan insanları ile elle tutulur bir varlığa dönüşüyor. Bütün okuma boyunca bana eşlik eden baharatımsı koku şimdi bu satırları yazarken bile benimle.

Şehir Kokusu

Edebiyatta koku deyince seçebileceğim o kadar örnek varken bana şehrin kokusunu hissettirebilen örneklere yoğunlaştığımı farkediyorum. Şüphesiz “şehir kokusu” kavramına duyduğum ilgiden kaynaklanıyor bu. Farketmesek de hemen hepimizin belleğinde şehirlerin kokularının saklı olduğuna inananlardanım.  Her şehir kendi iklimini, insanını, tarihini ve kendine özgü dokusunu bize bir şekilde hissettirir. O yüzden de hepimizin algısında her şehrin bir sesi, dokusu ve elbette bir kokusu vardır. Bir şehrin özellikle kokusu onun ruhudur. Ve herkes için bu ruhun yansıması farklıdır.

Yazarların şehirleri de onların penceresinden, satirlardan yansır okura.

Mesela Orhan Pamuk’un İstanbul’u puslu, gri, siyah-beyaz fotoğraflarla bütünleşmiş bir şehirdir ve ahşap evleriyle adeta hüzün kokar.

Sait Faik Abasıyanık, Burgazada’nın ada çamlarında ve tuzlu havasında insan ve özgürlük kokusunu arar. Onun Burgazadası’nın kokusu, hayatın kendisinin kokusudur

İhsan Oktay Anar’ın İstanbul’u hem tarih, hem masal kokar. Tütsülü, rutubetli ve esrarengizdir.

Benim de 2 yıl yaşadığım Dublin, James Joyce için kirli, canlı, soluk alıp veren bir beden gibidir adeta.  Bira, yağmur ve liman kokuludur.

Kokular, bir şehrin görünmeyen hafızasını oluşturur. Belki de eserlerinde şehir kokusunun peşine düşen yazarların da gerçekte aradıkları kendi kaybolan hatıralarıdır.

Sonuçta kokular, hatıralar aracılığıyla bizi kendimize ulaştırır. Bir şehri özlerken, şehrin kendisinin yanısıra, o şehrin kokusuna sinmiş kendi hatıralarımız değil midir asıl özlediğimiz?

Haberin Devamını Oku

İsviçre

Sosyal Medyada Yurtdışı Yaşamı Abartan Paylaşımlar Tartışma Yaratıyor

yazar

Yayınlayan

on

Son yıllarda Türkiye’den İsviçre, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerine taşınan bazı sosyal medya içerik üreticilerinin paylaşımları sıkça gündeme geliyor. Özellikle kısa sürede takipçi kazanmak isteyen hesapların, yaşadıkları ülkelerin ekonomik koşullarını eksik, abartılı ya da bağlamından kopuk bir şekilde anlatmaları ise tartışmaları beraberinde getiriyor.

Ben bile 40 yılı aşkın süredir İsviçre’de yaşayan biri olarak bazı videoları izlediğimde “Acaba ben başka bir ülkede mi yaşıyorum?” diye düşünmeden edemiyorum.

Elbette yaşadığı ülkeyi doğru, dengeli ve faydalı şekilde tanıtan insanlar da var. Ancak bir de her fırsatta doğruluğu şüpheli söylemlerle kitleleri yanıltan, hiçbir araştırmaya dayanmayan içerikler üreten bir kesim bulunuyor. Aynı durum, Türkiye’ye tatile giden ve mikrofon uzatılan kişilerde de görülüyor: Ya göklere çıkaran ifadeler ya da yerin dibine sokan yorumlar…
Orta yolu söyleyenler nedense ya yayınlanmıyor ya da izlenmiyor.

“Bir günlük maaşla iPhone alıyorum” söylemleri ne kadar gerçekçi?

Son dönemlerde “Bir günlük maaşla iPhone alıyorum”, “Oğlum bir aylık çıraklık maaşıyla Mercedes aldı” gibi ifadeler sık sık gündeme geliyor. Tamamen uydurma değiller; fakat bağlamdan koparılmış durumda.

Asıl soru şu:
İstersen iPhone’u bir günde al, peki geri kalan 29 gün ne olacak? Ay sonunda elinde ne kalıyor?
Bu kısmı kimse anlatmıyor.

Ayrıca gelirleri Türk lirasına çevirip “Biz burada çok rahatız” demek de, Türkiye’ye gidip kameraya “Avrupa bitti, ekonomi çöktü, Türkiye daha iyi” demek de aynı derecede yanıltıcıdır. İki taraf da uçlarda geziyor. Normal, dengeli konuşanlar ise nedense yayınlanmıyor; özellikle Türkiye’de mikrofon uzatılanların çoğu yalnızca negatif konuşanlardan seçiliyor.

Bu nedenle, lafı uzatmadan Avrupa’daki yaşamı biraz rakamlarla konuşmanın zamanı geldi.
Çünkü bir gelirin gerçek değeri, harcandığı ülkedeki maliyetlerle ölçülür.

Amacım ne Avrupa’yı överek parlatmak, ne de Türkiye’yi yerip küçümsemek. Her ülkenin eksi ve artıları vardır; ancak yazımın konusu bu değil. Benim derdim karşılaştırma yapmak değil, insanların doğru bilgilenmesini sağlamak.

İsviçre’de 2 Çocuklu Bir Ailenin Giderleri: Gerçek Tablo

İsviçre ve Almanya’da uzun yıllardır yaşayan herkes bilir: Bu ülkelerde orta sınıfın gelir-gider dengesi dışarıdan göründüğü kadar geniş bir refah alanı sunmaz.
Üstelik son yıllarda maaşlar yıllık 20–30 frank gibi sembolik artışlar görürken; sağlık sigortası ve kiralara her yıl en az 50 frank zam geliyor.

Şimdi gelin, İsviçre’de 2 çocuklu, tek maaşla geçinen bir aileyi ele alalım ve ay sonunda ne kaldığına birlikte bakalım.

Varsayılan maaş:
• Brüt: 6.000 CHF
• Net: 5.500 CHF

(Bu maaş İsviçre için iyi sayılır ama yaygın değildir. Pek çok göçmen kökenli çalışan bundan daha düşük maaş alır.)

Aylık Giderler (Ortalamalar):
• Kira (4,5 odalı daire): 2.150 CHF
(Kanton, konum ve daireye göre 1.500–2.500 arası değişir.)
• Sağlık sigortası (4 kişi): 1.400 CHF
(Kantona göre 1.200–1.800 arası.)
• Telefon + internet: 100 CHF
• Araba ve trafik masrafları: 200 CHF
• Vergi: 400 CHF
• Tatil bütçesi: 400 CHF
• Beklenmeyen masraflar: 200 CHF
• Market – temel gıda (Migros, Coop vb.): 1.500 CHF
(Bu hesap mümkün olan en düşük seviyede.)

Toplam gider: 6.350 CHF

Net gelir: 5.500 CHF

Ay Sonunda Kalan: –850 CHF (Eksi)

Yani bırakın birikimi, bu aile her ay 850 frank açık veriyor.
Üstelik bu tablo “iyi maaş” kategorisinde kabul edilen bir gelir üzerinden yapıldı.

Hem de hesaba dahil olmayan onlarca masraf var:
• Restoranda bir akşam yemeği yok,
• Kışın gerekli olan dört lastiğin (1.000 CHF) maliyeti yok,
• Aracın çıkabilecek ani arızaları yok,
• Sigorta şirketinin karşılamadığı sağlık giderlerinin kişiye düşen payı yok,
• Çocukların hobileri, spor, müzik, oyuncak ve diğer ihtiyaçları yok.

Amaç, İsviçre ekonomisinin kötü olduğunu söylemek değil;
sosyal medyada anlatılan pembe tablonun gerçeğin sadece küçük ve seçilmiş bir parçası olduğunu göstermek.

Elbette bazı aileler bu açığı ikinci bir maaşla, yan işlerle, daha düşük kira veya daha uygun sigorta seçenekleriyle kapatabiliyor. Çözümler her zaman var.

Fakat şu da bir gerçek:
Sosyal medyada anlatılan “rahatlık”, “uçtum kaçtım”, “şu kadar günde şunu aldım” masallarının gerçek hayatta karşılığı yok.

Gerçek hayat hâlâ matematik biliyor.
Gelir – gider = sonuç.
Ve sonuç, telefon kamerasına anlatılandan çok daha sade, çok daha gerçek.

Haberin Devamını Oku
Reklam

Trendler