Sosyal Medya

Köşe Yazıları

Geçen Zamanın Anatomisi

yazar

Yayınlayan

on

Son zamanlarda sık sık aklıma düşen bir konu “zaman” . Ya ben farketmeden kendisiyle olan ilişkimiz değişti ya da nasıl olduysa zaman, birdenbire yaşamımızda var olma hızını artırma kararı aldı!

Zihnimde beliren “kontrolden çıkmışcasına koşan zaman” algısı kendini daha sık hatırlatmaya başladığından beri, bir yerlerde yanlış yapıp yapmadığımı düşünüyorum. Mesela günlere çok mu fazla şey sığdırmaya çalışıyorum? Hayatımı yavaşlatma konusunda hatırı sayılır bir yol katettiğimi düşünsem de frene biraz daha güçlü mü basmam gerekiyor? Diğer taraftan, görünen o ki benzer hislere sahip olan bir tek ben değilim. Kiminle konuşsam benzer serzeniş; “haftaların, ayların hızına yetişemiyorum!” Söz konusu kalan sürenin azalması olunca “adaam sen de” diyemiyor elbette insan. Bir sona yaklaşma hissi kaçınılmaz ve hızlı geçen zaman pek de dört gözle beklenmeyen yaşlılığı müjdeleyip duruyor!

Hız ve zaman üzerine yazılıp çizilene biraz göz atınca, odaklanma, fiziksel durum, ruh halimiz, yaşla birlikte azalan bilgiyi işleme hızı gibi farklı etmenlerin zaman algımızı değiştirdiğini gösteren araştırmalar insanın önüne yığılıyor. Ancak kanımca, tüm bu iyi niyetli bilgilerin ötesinde “zaman”la uzlaşmak adına tek bir önemli nokta var; onunla nasıl bir kişisel ilişki kurduğumuz.

Kimilerinin savunduğu gibi bu hayattaki amacımız geçen zamana yenilmemek mi olmalı? Peki ama bu, hayat boyu sürecek yorucu bir mücadele anlamına gelmez mi? Ya da biz zamanı unutursak o da bizim yakamızı bırakır ve herşey öylece istediğimiz anda donar mı?

Akreple yelkovanın gıpta edilesi bir görev sorumluluğu içinde birbirleriyle yarışırcasına gerçekleştirdikleri performanslarının değişmeyeceği aşikar. Bu hırslı ikiliyle bir olup onların peşinden koşmak yerine, geçen zamana kendimize özgü, anlamlı ve farkındalıklı bir bakış açısı getirebilmeye odaklanmalı.   

Julian Barnes’in bellek ve hatırlamayı irdelediği “Bir Son Duygusu romanında üç yakın arkadaş bir anlaşma yaparak kol saatlerini, yüzü bileklerinin içine dönük olacak şekilde takarlar.  Böylece zaman, onlar için farklı bir kimliğe bürünerek sadece üçüne ait özel bir ilişkinin bir parçası olur. Bu, üç yakın arkadaşın zamanı kişisel, hatta gizli bir şey gibi duyumsamalarını sağlar. Romanın ana karakteri Tony şöyle der “Ben şu kadarını biliyorum: bir nesnel zaman, aynı zamanda da öznel zaman olduğunu. Bileğinin iç tarafına, nabzın bulunduğu yere bitişik taktığın saatin zamanı. Gerçek zaman olan bu kişisel zaman, bellekle ilişkisi içinde ölçülür.” 

Fransız düşünür Henri Bergson, gerçek zamanın ölçülebilen, saat kadranının çevresine indirgenen zaman ile aynı şey olmadığını söyler. Ona göre mekanik zaman anlayışından farklı olarak, gerçek zaman bölünemeyen, iç deneyimlerimiz ve bilincimizde devamlı akıp giden bir süreklilik halidir. Bir diğer deyişle gerçek zaman yaşanan zamandır, bilinç halleridir, “süre”dir.

“Zamanın peşinden giden yazar” olarak anılan Ahmet Hamdi Tanpınar da unutulmaz eserlerinde Bergson’un felsefesine benzer bir zaman algısı yansıtır. Tanpınar, geçmiş-şimdi-gelecek gibi ayrımlara pek takılmaz çünkü geçmişi ve şimdiyi birbirine bağlayan zaman ona göre bölünemez bir bütündür. “Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında” dizelerine de yansır bu düşünce. Ona göre geçmişe özlem duymamalıyız çünkü zaten zamanın sürekliliğiyle geçmiş de yanıbaşımızdadır. Gelecek için ise de kaygılanmak yersizdir, zaman önümüze çeşitli olaylarla seçenekler sunar.

Kolay olmasa da yaşanan gerçek zamanı farkındalıkla algılamayı başardık diyelim, peki ya geçen zamanın hepimizin üzerinde bıraktığı fiziksel izlerin bize nasıl hissettirdiği? Hemen herkesin telaşla bu izlerden kurtulmaya çalışarak tek tip ve yaşsız görünmeyi hedeflediği günümüzde bu konu pek çok kişi tarafından çoktan önceliklendirilmiş görünüyor! Hani Ayten Alpman’ın o çok sevdiğim şarkısında söylediği gibi her yaşın ayrı bir güzelliği vardı? Şimdi herkes birbirine benziyor ve kim hayatının hangi döneminin güzelliğinde, çok bilinmeyenli bir denklem sorusu sanki. Oysa herbirimizi biricik yapan sadece kişiliğimiz değil aynı zamanda yüzümüze yansayan karakteristik özelliklerimizdir de.

Okul hayatım boyunca devre arkadaşlarımdan bir yaş küçük oldum. Çok zeki bir çocuk olduğum için okula erken başlattılar demek kulağa oldukça havalı gelebilirdi! Ancak benim durumumda çok net bir pratik sebep vardı; çalışan anne-baba çocuğuydum ve öğretmen olan annem evde beni bırakacak kimse bulamadığı için yaşım dolmadan kendi sınıfına başlatmıştı.

Okul yıllarında bu sınıfın küçüğü olma duygusu peşimi bırakmadı. O kocaman bir yıllık yaş farkının üstüne bir de ufak tefek bir çocuk olmak, bir an önce büyüme isteğinin yıllarca okul sıralarında bana eşlik etmesine neden oldu. Orta yaşa çoktan adım atmış olduğumuz bu yıllarda ise bu konu, devre arkadaşlarıma böbürlenerek yaptığım bir espriye dönüşmüş durumda; “Ben hala sizden bir yıl gencim!” Bir devreye ait olmak, bize kendimizi sadece birbirine her koşulda destek olan dayanışma içindeki bir grubun parçası hissettirmekle kalmaz (çok şanslıyım ki ben bu duyguyu lise arkadaşlarımla doyasıya yaşıyorum), aynı zamanda bir “ayna” görevi de görür. Zaman geçtikçe gözleri az gören, saçlarına aklar düşmeye başlayan sadece biz değil, aynı zamanda çocukluklarını bildiğimiz devre arkadaşlarımızdır. Sessizce kendimizi gruptaki diğerleri ile kıyaslar, onları referans alırız. Orada hala iyi giden şeyler -biraz bencilce sebeple de olsa-bize de moral verir. “Devre, kimliğin kalıcı bir parçasıdır” der Marc Auge “Yaşsız Zamanda. İnsanın devresi her sene değişmediğinden zamandan bağımsız olarak tek bir referans noktası vardır; “Hangi dönemdensiniz?” Ne rahatlatıcı bir cümle!

Yaş, ilerledikçe daha az telaffuz edilesi bir hal de alır. Bununla da kalmayıp kadınlara en sorulmaması gereken sorunun öznesi konumuna yerleşir! Geçen sene yayımlanan ilk kitabımın kapağına “Ve 50 yaş” yazıp yazmama ikilemi sırasında başta genç yeğenim olmak üzere pek çok kişiden eleştiri aldım; “Ne gerek var ki bu yaş konusunu bağırmaya?” Kitapla ilgili olarak katıldığım bir canlı radyo programında da genç sunucu “Yaşla ilgili sorununuz yok diye anlıyorum, doğru mu? diye sormuştu. Olmalı mı ki? “Rakamı değil, bu hayatta geçirdiğim sürenin bana ne kattığını ve ne hissettirdiğini önemsiyorum” cevabı çok mu ütopik, ya da fazla mı iyimser gelmişti ki dinleyenlerin kulağına? Kitabın, kapağında yaşımı bağırarak basılmasına karar vermemin ardından okuduğum Simone de Beauvoir’un (gençlik yıllarımdan bana ilham olmuş isimlerden biridir) şu cümlesi ise hislerime tercüman oldu adeta: “Zamanı incelemek her şeyden önce kendini araştırmanın bir aracıdır. Yaşını belirtmenin tek amacı kendini araştırmak için bir işaret noktası belirlemektir.”

Geçen yıllarla birlikte insan ömrü uzadıkça sanki bizim telaşımız da artıyor. Hızlandırılmış yaşayarak yaşamı olduğundan daha kısa algılıyoruz. Bilimde gerçekleşen gelişmelerle birlikte son zamanlarda çok konuşulmaya başlanan bir konu olan “longevity” (dilimize çoktan İngilizce olarak yerleşmiş olan bu terim için bulabildiğim en açıklayıcı tanım “sağlıklı yaş alarak yaşanan uzun ömür” oldu), “zaman nasıl yavaşlatılır” sorusuna cevap ararken, yaşamın sağlıklı evresinin uzayacağı haberini göz kırpıyor bize. Hatta bilimsel öngörülere göre yaşlanma eşiğini atlayacağımız döneme o kadar yaklaştık ki, çok değil 6 yıl sonra 2030’un bu konuda bir dönüm noktası olacağının müjdesi paylaşılıyor. Güzel haber!

Madem bu dünyada sağlıklı geçirecek biraz daha fazla vaktimiz olacak, o zaman telaşa kapılmayıp, rakamlara da takılmadan, zamanı serbest bırakarak “yaşanan an”ın keyfini çıkarabiliriz. Telaş yapıp hızlandıkça aslında hiçbir konuya da yeterince odaklanamadan yaşıyoruz. Odaklanmadıklarımız ise hafızamızdan silinip gidiyor. Biz keyifli bir an yaşarken belleğimiz de o anları bir gün anılarımız olacak şekilde kaydeder. Bizi biz yapan ve hayatımıza anlam veren de bir yerde bilinçli bir farkındalıkla o anda tecrübe edilip sonradan hatırladığımız işte bu anılardır. Anılarımızı kalıcı kılmayı başardığımızda belki de“zaman”la olan ilişkimizde umutla beklediğimiz uzlaşma da gelecektir.

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

EN POPÜLER MODA AKIMLARI

yazar

Yayınlayan

on

31.05.2025

MODA AKIMLARININ YARATTIĞI EN POPÜLER TARZLAR

Moda kavramı; tarihler boyunca insanların giyinme ihtiyacının ötesine çıkarak; yaşam koşullarına, dönemsel olaylara, endüstriyel ve ekonomik gelişimlerine, doğa ve doğa üstü koşullara ve onları etkileyen her doneden etkilenerek farklı giyimlerin ve giyim tarzlarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Günümüze geldiğimizde ise popüler kültürün, hızlı tüketimin, güncel yaşamsal olayların, siyasi, ekonomi ve coğrafi koşulların, teknolojinin gelişmesiyle birlikte, en çok etkileyen faktörlerden olan dijital-sanal dünyanın ve tabiki sosyal medyanın etkisiyle hızla değişkenlik gösteren “moda” kavramının güncel değişkenliğe indirgendiği bir dönemi yaşamaktayız. Buna göre de hızla değişen trendlere, hızla değişen tarzlar eklenmeye devam ediyor.

Z kuşağının Y kuşağının hatta bütün kuşakların giyim tarzlarının iç içe girdiğini de söylemeliyiz.

Siz moda akıllarından hangisini benimsiyorsunuz? Yada farkından olmadan hangi moda akımı sizin tarzınız olmuş? Şimdi anlatmaya başlayalım…

SESSİZ LÜKS (QUIET LUXURY)

Son iki yıldır özellikle en öne çıkan trendlerden biri olan “Sessiz Lüks”; sadelikten gelen şıklığın, zarafetin, asil görünmenin tonlarının olduğu ve asla kocaman bir lüks markanın logosuna ihtiyaç duyulmayan, zengin görünmenin aslında tamda bu minimalist ve çabasız şıklıktan geçmesinin tanımıdır.

Dünya moda markalarının tasarımcıları tarafından lüks moda markalarının defilelerinde “Sessiz Lüks” vurgusu tasarımlara yansırken artık sokak stilinin vazgeçilmez bir tarzı haline geldi.

OLD MONEY tarz AKIMI

Old Money; köklerden gelen zenginliği temsil eden, elit , soylu bir yaşam tarzını yansıtmayı amaçlayan, genellikle uzun süreli zengin ailelerle ilişkilendirilen bir giyim ve yaşam tarzıdır. Bu tarzın hedefi gösterişten uzak kaliteli yaşam tarzını yansıtan parçalardan oluşan kombinler yaratmayı , sade, şık ve zarafeti vurgulamaktadır.

Renk paletinde beyaz, nötr tonlar, bejler, ten tonları, kahveler, lacivert, gri renkler ve pastel tonlar kullanılır. Kombinlerde asla canlı ve parlak renkler kullanılmaz.

KORE K-POP TARZI

Kore tarzı; son yıllarda popüler olan Kore müzik grubu K-POP ve Kore dizilerinden ilham alarak ortaya çıkmış bir tarzdır. Bu tarz minimal etkiler taşıdığı gibi rahat görünümü yansıtan şık parçalardan oluşur. Bol pantolonlar, oversize üstler, yırtık kot pantolon, sweatshirtler, gömlekler, tişörtler ve kombinlerde üst üste giyerek yaratılan bir tarz olarak benimsenmiştir.

RETRO TARZ

Retro tarz; yakın geçmişte moda olan akımların tekrar popüler trendler arasına ggirmesidır. Örneğin 60’li, 70’li yıllarda giyilen bol paça pantolon, platform ayakkabı, puantiyeli elbiseler gibi parçaların günümüzde tekrar moda olarak giyilmesidir. Retro ve Vintage giyim sıkca karıştırılabilir. Retro, yakın bir geçmişte oluşmuş moda akımlarının tekrar ortaya çıkmasıdır. Vintage ise bir dönemden günümüze kalmış kıyafet ve aksesuarların oluşturduğu bir giyim tarzıdır.

PIN-UP TARZI

 1940 ve 1950’lerdeki dergi kapak kızlarından ilham alan onların giyim tarzını benimseyen bir moda akımıdır. Döneme damgasını vuran Hollywood yıldızı Marilyn Monroe’nun tarzı tam olarak bu akımı yansıtmaktadır. Günümüzde Pin-Up tarzı olarak geçen bu stile sahip olmak istiyorsanız , vücut hatlarını ön plana çıkaran elbiseler, bluzlar, diz altında biten etekler, elbiseler, Maryjane ayakkabılar ve tabiki dönemi yansıtan saç ve makyajla sizde pin up kadını olabilirsiniz..

BOHEM TARZI

Bohem tarzı; rahat, bol, dökümlü, salaş kıyafetlerden oluşan, etnik desenlerle zenginleştirilmiş elbiseler, bluzlar, pantolonlar, deri sandalet ve aksesuarlarla kombinlenen bir tarzdır.

Özgür ruhlu bir imajı temsil eden Bohem tarz:aynı zamanda sanatsal etkilerde taşır. Özellikle rahatlığın ön plana çıkardığı için bahar ve yaz aylarının vazgeçilmez stilleri arasında yer alır. Uçuş uçuş etnik desenli elbiseler, tahta renkli boncuklu kolyeler, bereler, saç bantlarıyla kombinlenerek giyilir.

GOTİK TARZ

Gotik ögeleri barındıran, karanlık, esrarengiz, dramatik bir görünümü yansıtan bir moda akımıdır. Siyah giyinmek en temel özelliğidir. Tüller, deri, kadifelerden yapılmış deri ceketler, etekler, uzun marjinal kesimli elbiseler bu tarzı yansıtan en önemli parçalardır. Kalın tabanlı bot tarzları, piercingler, file çoraplar, gösterişli takılar, deri şapkalar gibi aksesuarlar gotik giyimin en önemli tamamlayıcılarıdır.

En az aksesuarlar kadar koyu renkli makyajlarda soluk ten imajı da bu akımın en belirgin özelliğidir.

YAZAN VE HAZIRLAYAN : AYŞENUR DEMİRKAN

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Firuzan

yazar

Yayınlayan

on

Araftaki Kadınlar

  Fatih Gezer ismini ilk kez, üyesi olduğum Göçmen Kitapseverler Kulübü aracılığı ile duydum. Bu kulüp, dünyanın dört bir yanına savrulmuş biz göçmen kuşları; dilin, hikayenin ve edebiyatın sıcaklığıyla birbirine bağlayan bir topluluk. Her ay bir yazar ya da çevirmeni konuk ettiğimiz bu kolektif alanda, yalnızca kitapları değil; yaşamlarımızı da paylaşıyor, ortak soruların peşinden birlikte yürüyoruz. Telegram grubumuzda Fatih Gezer’in adı sıklıkla geçmeye başlayınca,içime bir merak düştü. İlk Türkiye ziyaretimde kitaplarını edinmek üzere notumu aldım.

  Başlangıçta 2021 Vedat Türkali İlk Roman Ödülü’nü de alan Ölüler Kıraathanesi’ni okumayı planlamıştım; fakat İstanbul’da geçirdiğim süre boyunca kitaba ulaşamamam sebebiyle o günlerde raflarda yeni yerini alan Firuzan ile Zürih’e döndüm. Kitabı elime aldığım an, sadece bir roman değil; katman katman açılan bir anlatı, bir ağıt, bir direniş metniyle karşı karşıya olduğumu anladım.

 Dünyanın neresinde olursak olalım, kadına yönelik şiddet hala tüm çirkinliğiyle hayatlarımızın içinde. 21. yüzyılda bu acıyı konuşuyor olmak tarifsiz bir utancı da beraberinde getiriyor. Belki de bu yüzden, kadınların sesini duyurabilen her anlatı, benim için çok özel. Firuzan da, yalnızca kadınların yaşadığı acıları anlatmakla kalmıyor; bunu şiirsel, incelikli ve çok katmanlı bir dille yaparak okurunu hem sarsıyor hem de büyülüyor.

 Bu güçlü anlatıya geçmeden önce, yazarın kendisine de yakından bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Fatih Gezer, yalnızca bir yazar değil; müzik, yayıncılık ve gazeteciliği bir arada yürüten çok yönlü bir anlatıcı. Grup Hertelden ve Ötekiler Müzik Topluluğu’nda solist ve gitarist olarak yer alan Gezer, İstanbul Aydın Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü birincilikle tamamlıyor.  2016 yılında “Anlarlar mı?” adlı söz ve müziği kendisine ait olan beş şarkıdan oluşan albümü çıkaran Gezer, hâlen Düşün adlı derginin genel yayın yönetmenliğini sürdürüyor ve bir gazetede düzenli köşe yazıları kaleme alıyor. Ölüler Kıraathanesi, Suni Tebessüm ve Ruhunu Satanlar Derneği adlı eserlerinin ardından 2025 yılında yayımlanan Firuzan, onun edebi çizgisinde önemli bir eşik.

Dört Nesil, Bir Kader

Firuzan son zamanlarda okuduğum en sarsıcı kadın anlatılarından biri. Kadınların hikâyesi anlatılmadıkça dünya tam anlamıyla dönmeyecek gibi hissediyorum. Dünya döndükçe de değişmeyen kadın hikâyeleriyle yeniden yüzleşeceğimizi ucu paslı bir bıçak ile kalbimizi delerek hatırlatıyor Firuzan. Kuşaklar değişse de kadına reva görülen yazgı değişmiyor.

“Gülmeyi unutanlardan kahkaha ummak boşunadır.”     cümlesi ile aralanıyor hikaye.

 Roman, erken yaşta yaşamla bağını koparan bir kadının, Firuzan’ın kendi ipini çekerek hayata veda etmesi ile başlıyor. Acısına sebep olan  bütün erkekleri, hayattan alacaklı günlerini tekmeler gibi ittiriyor ayağının altındaki tabureyi. Öldükten sonra da huzurla göğe yükselemiyor ve arafta kalıyor. Geçmişin izini sorgularken, orada kendi soyundan kadınlarla karşılaşıyor. Okuru, büyük ninesi Umay’dan kendi annesine kadar uzun bir yolculuğa çıkarıyor.

 1658 yılında büyük büyük nine Umay’la başlayan hikaye, dört kuşak kadının sesiyle çoğalıyor. Bu kadınların her biri, kendi döneminin karanlık yüzüyle hesaplaşırken, yaşadıkları felaketlerin kişisel olduğu kadar toplumsal olduğunu da gösteriyor. Umay ile başlayan kadim bir lanet, nesilden nesile devredilirken, her kadın bir sonrakine daha güçlü bir ses bırakmaya çalışıyor. Umay Nine, Rojda, Hacı Meryem Anne (Maria), Firuzan, Nigâr… Hikâyenin tamamında erkek eliyle açılan yaraları olan bu kadınların, seslerini duyurmayı başarıp başaramadıkları ise romanın temel sorularından biri olarak karşımıza çıkıyor.

 Zaman zaman Firuzan’ın öte dünyadan yükselen sesiyle, zaman zaman da Umay’ın, Dapir’in geçmişin sislerinden gelen fısıltılarıyla şekillenen bu anlatı, erkekler tarafından yazılmış resmi tarihe karşı kadınların sözünü öne çıkaran bir direniş metnine dönüşüyor.

 Firuzan, toplumsal belleği, kuşaklar arası kadın deneyimini ve geçmişle hesaplaşma temasını odağına alan; diliyle, kurgusuyla ve biçimiyle edebi bir bütünlük sunan çarpıcı bir roman.Firuzan ayrıca işitsel de bir deneyim.  Kitabın içine yerleştirilmiş QR kodlar aracılığıyla dinlenebilen özgün besteler, anlatıya eşlik ediyor. Böylece metin, okurun yalnızca zihnine değil, duyularına da sesleniyor. Her şarkı, romanın duygusal haritasında yeni bir bölge açıyor; karakterlerin sesi notalarla daha da derinleşiyor.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

GEÇMİŞİN İZİNDE, RENKLERİN İÇİNDE: FENER VE BALAT

yazar

Yayınlayan

on

Ne zaman giderseniz gidin, bir anda takvim yapraklarının değiştiğine şahitlik edeceksiniz. Ruhunuz geçmişin izlerinde bir gezintiye çıkacak.

Fener, adını eskiden burada bulunan deniz fenerinden alır. Türkiye’de resmi adı “Fener Rum Patrikhanesi”, dünyada bilinen adıyla “Constantinopolis Ekümenik Patrikhanesi”, Ortodoks dünyasının ruhani liderliğini üstlenen bu kurum, semtin en etkileyici yapılarındandır. Ana ibadethanesi olan Aya Yorgi (Aziz George) Kilisesi’nde bulunan ikonastis (ikona duvarı) üzerinde marangozların 40 yıl çalıştığı rivayet edilir. Kilisede, Hz. İsa’nın kırbaçlandığı sütun ile birlikte üç Azize’nin bedenleri gümüş ve bakır tabutlarda muhafaza edilmektedir. Ayrıca birçok Meryem Ana ikonasına da ev sahipliği yapar. Dışarıdan mütevazı görünen bu yapı, içinde sadelik ve görkemi bir arada barındırır. Ziyaret saatleri: 08.00 – 16.00.

Aynı duyguyu hissettiren ve yine bu bölgede bulunan Demir Kilise (Sveti Stefan)‘den bahsetmeden geçemem. Bir mühendislik harikası olarak anılan bu kilise, 19. yüzyılda Bulgarların Fener Rum Patrikhanesi’nden ayrılarak kendi kilise ve okullarına sahip olmak istemesi üzerine, Stefan Bogoridi’nin bağışladığı arsa üzerine ahşap bir yapı olarak kurulur. 1849’da ibadete açılan kilise, onun anısına Sveti Stefan (Aziz Stefan) olarak anılır. 1890’daki büyük yangında tamamen yok olduktan sonra, daha kalıcı ve gösterişli bir yapı inşa edilmek istenir. Tümüyle demirden inşa edilen bu yeni kilise, Viyana’daki Waagner Firması tarafından prefabrik olarak üretilir. Yaklaşık 500 ton ağırlığındaki parçalar Tuna Nehri ve Boğazlar üzerinden İstanbul’a getirilir ve 1898’de yeniden ibadete açılır. 2018’de restorasyonu tamamlanan kilise, haftanın her günü 09.00 – 17.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir. Küçük bir not: İçeride fotoğraf çekmek yasaktır.

Balat ise bir rivayete göre Rumca “saray” anlamına gelen “Palation” kelimesinden türetilmiştir. Blaherna Sarayı’na yakınlığı sebebiyle bu ismi aldığı söylenir. Bizans döneminden günümüze kadar birçok medeniyete ev sahipliği yapmış olan bu mahalle, hâlâ bu medeniyetlerin izlerini taşır.

Haliç’in kıyılarında uzanan Fener ve Balat, adeta yaşayan birer hafıza gibidir. Farklı inanç ve kültürlerin uyum içinde yaşadığı bu mahalleler, sahip oldukları değerli yapılarla bir açık hava müzesi görünümündedir. Daracık Arnavut kaldırımlı sokakları, cumbalı evleri, sinagogları, camileri ve kiliseleriyle büyüleyici bir tarih sunar. UNESCO Dünya Mirası kapsamında yenilenen renkli evleri, rengarenk merdivenleri, otantik kafeleri, duvar yazıları ve antikacılarıyla özellikle fotoğraf severler için eşsiz kareler sunar.

İstanbul’un kadim ruhunu taşıyan bu semtler, geçmişin kültürüyle bugünün hareketliliğini harmanlayan çok özel bir yerdir.

Bu bölgede ziyaret edilebilecek bazı önemli yapılar:

  • Kanlı Kilise (Moğolların Meryemi Kilisesi)
  • Fener Rum Erkek Lisesi (Kırmızı Mektep)
  • Balat Çarşısı (Çıfıt Çarşısı)
  • Gül Camii
  • Atik Mustafa Paşa Camii
  • Balat Oyuncak Müzesi

Haberin Devamını Oku

Trendler