Köşe Yazıları
Etrafımızdaki İnsanların Negatif Yönleriyle Başa Çıkmak

Bir Kişiye ‘Sen Dedikoducusun’ Demeli mi?
Hayatımızda bazı eş dost, arkadaş veya yakınlarımızın hepimizi rahatsız eden yönleri vardır. Kimi çok gereksiz konuşur, kimi çok patavatsızdır, kimi çok dedikodu yapar. Sırtını dönersin arkandan konuşmaya başlar. Kimi saygısız, kimi tek taraflı çıkar odaklıdır. Kimi çok salaş ve dağınıktır, kimisi ise bizim tam zıttımızdır. Kimi çok yönetmeyi veya kontrol etmeyi sever. Farkında olmadan sizi sürekli yönetir talimatlarıyla yön verir. Kimi hadsiz ve seviyesizdir. Kimi hem zamanımızı hem enerjimizi tüketir. Bizi çok yorar. Çoğu belki de bu negatif yönlerinin farkında değildirler.
Bunu direkt olarak söylemek mi lazım, peki neden söyleyemiyoruz yüzlerine? Açık iletişim mi iyidir, yoksa deyim yerindeyse ayıp olmasın, kırarım diye söylememek yerine bu kişilerin bu yönlerini dile getirmek mi lazım?
Ancak bu negatif yönlerini söylemedikçe ezilen, üzülen hatta hasta olup sinir olup günlerimiz, haftalarımız, zamanımız zehir oluyorsa, bu döngüyü sürekli yaşıyor mağdur olan hep biz oluyorsak? Ama söylersem onu kırarım diye imtina etmek mi, hangisi doğru? Sürekli bu olumsuzlukla da yaşamak zorunda kalmak kabullenmek mi?
Bu durumlarla karşılaşmamak neredeyse imkansızdır ve çoğumuz bu negatif etkiler altında kendimizi ezilmiş ve üzgün hissederiz. Ya akraba ya arkadaş çevremizde hayatımızın içinde mutlaka bir ya da birden fazla bu tür insanlar mutlaka vardır. Ancak, neden bu olumsuzlukları dile getirmekte çekingen davranırız?
Birçoğumuz, karşımızdaki kişiyi incitmek veya ilişkimizi zedelemekten korktuğumuz için sessiz kalırız. Ancak, bu sessizlik bizi ne kadar süreyle rahatsız edebilir? Olumsuzluklarla dolu bu arkadaşlığı, dostluğu, akrabalığı ya da bir ilişkiyi sürdürmek mi yoksa doğrudan konuşup ilişkimizi düzeltmek mi daha iyidir?
Kimi zaman, olumsuzlukları dile getirmemek için kendimize bir sürü bahane buluruz. “Şu an zaten kişisel sorunları var, zaten hasta bir de ben üstüne gitmeyeyim.” veya “Söylersem ortaklığımız arkadaşlığımız bozulur.” veya ”Akrabayız mecburen birbirimizi idare edeceğiz” gibi bahanelerle kendi duygularımızı ikinci plana atarız. Ancak, bu şekilde davranmak aslında ilişkilerimizi daha da karmaşık hale getirebilir. Diğer taraftan kesip atmak mı gerekir?
Herkesin iletişim tarzı farklıdır ve bazen bu tarzlar çatışabilir. Kimi insanlar bam bam konuşur, kimileri ise daha diplomatik bir yaklaşımı tercih eder. Kimi ömür boyu bu kısır döngüyle yaşamaya alışmış ya da kabullenmiştir. O kişileri öyle kabul eder.
Peki, sizce hangisi daha doğru? Sessiz kalarak bu olumsuzlukları tolere mi etmeliyiz yoksa açık bir şekilde dile getirerek ilişkimizi güçlendirmeli miyiz? Bu durumda tamamen dostluğun, arkadaşlığın ya da akrabalığın bitme riski de var tabi ki. Sizce bu konuda ne yapılmalı?
Genelde olan şu: Herkes birbirinin yüzüne karşı maske takıyor ve söylemiyor.
Sizlerin görüşlerini ve yorumlarını merak ediyorum!

Köşe Yazıları
Aklımızı Kaçırmazsak İyidir


Bugün yazar Franzobel’ in Die Presse gazetesindeki bir söyleşisini okudum. Dünyadaki olağanüstü durumlardan ve Avrupa’ nın bir savaşa sürüklendiğinden bahsediyordu. Dün Elon Musk’ ın Twitter/X platformunda Mars’ta kurmayı düşündüğü yeni distopik dünyanın bir görselini gördüm. Tek bir ağaç yok, doğanın D’ si yok karamsar bir dünya hayali. Bunlar her gün gördüğümüz haberlerden sadece iki örnek.
Gün geçmiyor ki, dünyanın sonu, savaşlar, açlık, felaketlerle ilgili bir haber görmeyelim. İnternete girmeyeyim diyorum artık onsuz da olmuyor. Tv’ de günlük haberleri izlemezsem sanki hayattan bir şeyleri kaçıracağım gibi geliyor. Ama bu felaket tellalığı da hayatımızdan ve ruhumuzdan çalıyor. Okudukça, izledikçe eriyoruz ve yokolma psikolojisine giriyoruz.
Felaket Haberlerine Rağmen Hayatı Sürdürebilmek
Dünya yıkılıyor haberlerinin yanında biz de normal ölümlüler olarak banal günlük hayatımızı sürdürmeye çalışıyoruz. Çocuğumun okul gezisi, veli toplantısı, yapılacak alışverişler, doktora ilaç yazdır gibi insani yükümlülüklerimizle uğraşıyoruz. Kalan birazcık boş zamanımızda da bizi biraz başka dünyalara götürecek iyi bir kitap veya film izlemeye, biraz doğada aktif kalmaya, sevdiklerimizle zaman geçirmeye çalışıyoruz.
Dünyanın ipleri bir avuç güçlü ama akıl sağlığından şüphe duyduğum insanın elinde ve istedikleri gibi oynatıyorlar gibi geliyor. Biz ne değiştirebiliriz? Hiç. Her ne kadar doğayı korumaya, iyi insanlar olmaya çalışsak da bu bir avuç insan istediğini yapmıyor mu sonuçta? Savaş çıksın diyorlar çıkıyor, bir yerlere el koymak istiyorlar oluyor. Güçlerini balyoz gibi insanların kafasına vurup duruyorlar.
Ben artık orta yaşı geçtim ne kadar ömrüm kaldı bilmiyorum ama gelecek nesiller için çok kaygılıyım. Çocuklarımızı nasıl bir gelecek bekliyor bilmiyorum. Dünyadaki hayatlarını mutlu geçirsinler istiyorum ve asla geleneksel anneler gibi evlenin, çocuk yapın demiyorum. Nasıl bir dünyaya çocuk getireceklerini bilemediğim için en azından kendi hayatlarını güzel yaşasınlar diye düşünüyorum.
Belki bunlar eskiden de vardı ama belki ilerleyen yaşımız, belki daha fazla sosyal medyayla haşır neşir olduğumuz için şimdi daha açık bir şekilde görebiliyoruz bir şeylerin yolunda gitmediğini.
Ben ve pek çok arkadaşım akıl sağlığımızı korumak adına spiritüelliğe yöneldik. Meditasyonlar, olumlamalarla harap olan sinirlerimizi yatıştırıp biraz moral bulmaya çalışıyoruz. Yoksa her gün yeniden ayağa kalkıp hayatı sürdürecek gücü bulamayacağız. Siz ne dersiniz tüm bu dünyada olanlara? Aklımızı kaçırmazsak iyidir.
Köşe Yazıları
Hayatın Acımasızlığına Sessiz Bir Başkaldırı “Vejetaryen”

“Her şey bana yabancı geliyor. Sanki bir şeylerin arka tarafına geçmişim gibi. Kulbu olmayan bir kapının ardındaymışım gibi.”

Bütün insanlarla iletişimi kesip, bir bitki gibi sessiz yaşamayı hayal ettiniz mi hiç? Dünyaya yabancı, insanlara uzak, yalnızca bir pencere kenarından hayatı izleyen bir gölge gibi…
Han Kang’ın Vejetaryen adlı romanı tam da bu duygunun içinde filizlenen, derin bir yabancılaşma hikâyesi. Kendi bedenine ve topluma karşı sessiz bir isyanın, insan olmanın ağırlığından sıyrılma arzusuyla yazılmış muazzam bir kurmaca.
2016’da Man Booker Ödülü’nü kazanan ve yazara uluslararası bir ün kazandıran roman, yalnızca bir kadının vejetaryen olmaya karar vermesiyle başlayan bir hikâye değil; toplumun, patriyarkal sistemin, bedenin ve kimliğin sınırlarını zorlayan, rahatsız edici, sarsıcı ve düşündürücü bir başkaldırı anlatısı.
Han Kang, 2024 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan ilk Güney Koreli yazar ve aynı zamanda bu ödülü alan ilk Asyalı kadın oldu. Vejetaryen ise onun küresel çapta tanınmasını sağlayan en önemli eserlerinden biri. Kitap, bir gece gördüğü rüyanın etkisiyle aniden et yemeyi bırakan Yeong-hye’nin hikâyesini anlatıyor. Ancak bu basit bir beslenme tercihi değil; bedenini ve zihnini bütünüyle dönüştürme arzusunun başlangıcı. Gittikçe içine kapanan, konuşmayı, hatta yemeyi bile reddeden Yeong-hye, insan olmaktan çıkıp bir bitkiye dönüşme isteğiyle çevresini sarsarken, roman da okuyucusunu derin bir sorgulamanın içine çekiyor.
Vejetaryen, Moğol Lekesi ve Alev Ağacı olmak üzere 3 bölümden oluşan roman, her bölümünde Yeong-hye’yi farklı bir anlatıcının gözünden resmediyor: Önce kocası, sonra eniştesi, en sonunda da ablası. Kocası için Yeong-hye sıradan, dikkat çekmeyen, varlığı ve yokluğu belli olmayan bir eş. Ancak vejetaryen olmasıyla birlikte, onun gözünde tahammül edilemez biri haline geliyor. Kendi kararlarını vermesi, yemek yemeyi reddetmesi, en önemlisi de toplumsal kalıpların dışına çıkması, kadını ailesinin ve toplumun gözünde bir tehdit haline getiriyor.
Yeong-hye, yalnızca hayvansal gıdaları tüketmeyi reddetmekle kalmıyor, aynı zamanda insan dünyasından kopuyor. Bir bitki gibi yaşamaya çalışıyor, kök salmak istiyor. “Ben artık hayvan değilim abla… Yemek falan yemesem de olur. Yaşayabilirim. Sadece güneş ışığı yeterli,” diyor. Ancak toplum, özellikle de erkek egemen düzen, bu dönüşümü bir tehdit olarak görüyor. Babası onu zorla et yemeye zorlarken, kocası ve ailesi onun “delirdiğini” düşünüyor. Kadının bedeni üzerindeki kontrol, sadece fiziksel değil, psikolojik bir baskıya da dönüşüyor.

“Çevrenin kıskançlık ve karalamalarını hoparlörden çıkan cızırtılı sesler gibi yanında taşıyarak yoluna devam etmişti”
Romanın ilerleyen bölümlerinde Yeong-hye’nin dünyayla olan bağları tamamen koparken, onu akıl hastanesinde, kendini açlığa mahkûm etmiş, varoluşunun son noktasına gelmiş halde görüyoruz. En çarpıcı sahnelerden biri ise ablasının hastaneye yaptığı ziyaret sırasında yaşanıyor: Yeong-hye’yi baş aşağı dururken görüyor. Yeong-hye göre bu, tamamen doğal bir duruş. Çünkü başı toprağın altında bir kök, kolları ise toprağı saran dallar. Rahmi ise açmakta olan bir çiçek…
Peki, Yeong-hye gerçekten “deli” mi? Yoksa toplumun kadınlara dayattığı rolleri reddettiği için, patriyarkanın kurallarına uymadığı için “akıl hastası” ilan edilen bir kadın mı? Han Kang, roman boyunca bizi bu sorularla baş başa bırakıyor. Kadın bedeninin denetim altında tutulduğu, erkeklerin dünyasında kadının kendine ait bir varoluş inşa etmeye çalıştığında nasıl dışlandığını gözler önüne seriyor. “Bu roman, insan şiddetiyle ve bu şiddetin reddinin mümkün olmayışıyla ilgili,” diyor Han Kang röportajında. Gerçekten de Vejetaryen, insan doğasının en karanlık yanlarını, bastırılmış arzuları, şiddetin hem fiziksel hem psikolojik boyutlarını gözler önüne seren bir hikâye.
Okurken, Yeong-hye’nin yaşadıklarını hissetmemek, onun yalnızlığına ortak olmamak imkânsız. Derinizde kabuk bağlamış yaraları koparıp, tekrar kanatan Vejetaryen, insanın varoluşuna, doğayla ve toplumla kurduğu ilişkiye dair unutulmaz bir anlatı.
İsviçre
İSVİÇRE’NİN SESİ VE +41 HABER’DE YENİ BİR KÖŞE: ÖZDEN ALİYAGİÇ UYAR’LA EDEBİYATIN İZİNDE

İsviçreninsesi ve +41Haber ailesine hoş geldin, Özden Aliyagiç Uyar!
Edebiyat tutkusuyla öne çıkan Özden Aliyagiç Uyar, artık İsviçre’nin Sesi ve + 41 Haber okurları için kitapların peşine düşüyor. Edebiyatın İzinde köşesinde, özenle seçtiği eserleri değerlendirerek edebiyat dünyasının kapılarını sizler için aralıyor. Okuduğu kitapların özet ve tanıtımlarının yanı sıra, sizleri satır aralarında gizlenen anlamları keşfetmeye, kelimelerin izinde yeni yolculuklara çıkmaya davet ediyor.
Edebiyatın büyüleyici dünyasına adım atarken, güncel haberler, özel röportajlar ve farklı bakış açılarıyla derinlikli içerikler de bu köşede sizleri bekliyor.
Özden Aliyagiç Uyar Kimdir?
Gazetecilik alanında lisans eğitimi aldıktan sonra Pazarlama Yönetimi yüksek lisansını tamamlayan Özden Aliyagiç Uyar, kariyerine Alman Vogel Burda Dergi Grubu’nda başladı. Yayıncılık sektöründe edindiği deneyimin ardından, 2007 yılında Tayvan merkezli Zyxel Networks’ün Türkiye ofisine katılarak pazarlama alanında önemli görevler üstlendi. Daha sonra Ortadoğu, Benelux ve Nordics bölgelerinde marka yönetimi ve pazarlama operasyonlarını yönetti.
2023 yılında İsviçre’nin Zürih kentine taşınan Özden Uyar, edebiyata olan ilgisini kişisel Instagram sayfası @ozdenevar üzerinden kitap değerlendirmeleri yaparak okurlarla buluşturuyor. Okuma ve yazma alışkanlıklarını geliştirmeye büyük önem veren Uyar, edebiyat, kültür ve sanat alanlarında çeşitli eğitimler almakta ve Almanca öğrenimine devam etmektedir.
Evli ve bir çocuk annesi olan Özden Uyar, ruh ve beden sağlığını desteklemek adına uzun doğa yürüyüşleri yapmakta ve pilatesle ilgilenmektedir.

-
E-Dergi12 ay önce
İsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
Ekonomi11 ay önce
İsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
Yaşam10 ay önce
Kıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
İsviçre12 ay önce
Dünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Gündem3 ay önce
ERDOĞAN KARŞITI PAYLAŞIMLARI SIĞINMA BAŞVURUSUNDA HAKLI GEREKÇE OLARAK GÖRÜLMEDİ
-
Dünya3 ay önce
META’NIN COVİD-19 AŞILARIYLA İLGİLİ YANILTICI BİLGİ KARARI: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLIYOR MU?
-
Gündem3 ay önce
TÜRKİYE’DEN GELEN SIĞINMA BAŞVURULARINA GETİRİLEN SERT UYGULAMALARA TEPKİ
-
Kültür Sanat1 yıl önce
Ferdi Tayfur’un Mücadele Dolu Hikayesi: Şeker Hastalığı ve Organ Nakli