Sosyal Medya

Köşe Yazıları

Geçen Zamanın Anatomisi

yazar

Yayınlayan

on

Son zamanlarda sık sık aklıma düşen bir konu “zaman” . Ya ben farketmeden kendisiyle olan ilişkimiz değişti ya da nasıl olduysa zaman, birdenbire yaşamımızda var olma hızını artırma kararı aldı!

Zihnimde beliren “kontrolden çıkmışcasına koşan zaman” algısı kendini daha sık hatırlatmaya başladığından beri, bir yerlerde yanlış yapıp yapmadığımı düşünüyorum. Mesela günlere çok mu fazla şey sığdırmaya çalışıyorum? Hayatımı yavaşlatma konusunda hatırı sayılır bir yol katettiğimi düşünsem de frene biraz daha güçlü mü basmam gerekiyor? Diğer taraftan, görünen o ki benzer hislere sahip olan bir tek ben değilim. Kiminle konuşsam benzer serzeniş; “haftaların, ayların hızına yetişemiyorum!” Söz konusu kalan sürenin azalması olunca “adaam sen de” diyemiyor elbette insan. Bir sona yaklaşma hissi kaçınılmaz ve hızlı geçen zaman pek de dört gözle beklenmeyen yaşlılığı müjdeleyip duruyor!

Hız ve zaman üzerine yazılıp çizilene biraz göz atınca, odaklanma, fiziksel durum, ruh halimiz, yaşla birlikte azalan bilgiyi işleme hızı gibi farklı etmenlerin zaman algımızı değiştirdiğini gösteren araştırmalar insanın önüne yığılıyor. Ancak kanımca, tüm bu iyi niyetli bilgilerin ötesinde “zaman”la uzlaşmak adına tek bir önemli nokta var; onunla nasıl bir kişisel ilişki kurduğumuz.

Kimilerinin savunduğu gibi bu hayattaki amacımız geçen zamana yenilmemek mi olmalı? Peki ama bu, hayat boyu sürecek yorucu bir mücadele anlamına gelmez mi? Ya da biz zamanı unutursak o da bizim yakamızı bırakır ve herşey öylece istediğimiz anda donar mı?

Akreple yelkovanın gıpta edilesi bir görev sorumluluğu içinde birbirleriyle yarışırcasına gerçekleştirdikleri performanslarının değişmeyeceği aşikar. Bu hırslı ikiliyle bir olup onların peşinden koşmak yerine, geçen zamana kendimize özgü, anlamlı ve farkındalıklı bir bakış açısı getirebilmeye odaklanmalı.   

Julian Barnes’in bellek ve hatırlamayı irdelediği “Bir Son Duygusu romanında üç yakın arkadaş bir anlaşma yaparak kol saatlerini, yüzü bileklerinin içine dönük olacak şekilde takarlar.  Böylece zaman, onlar için farklı bir kimliğe bürünerek sadece üçüne ait özel bir ilişkinin bir parçası olur. Bu, üç yakın arkadaşın zamanı kişisel, hatta gizli bir şey gibi duyumsamalarını sağlar. Romanın ana karakteri Tony şöyle der “Ben şu kadarını biliyorum: bir nesnel zaman, aynı zamanda da öznel zaman olduğunu. Bileğinin iç tarafına, nabzın bulunduğu yere bitişik taktığın saatin zamanı. Gerçek zaman olan bu kişisel zaman, bellekle ilişkisi içinde ölçülür.” 

Fransız düşünür Henri Bergson, gerçek zamanın ölçülebilen, saat kadranının çevresine indirgenen zaman ile aynı şey olmadığını söyler. Ona göre mekanik zaman anlayışından farklı olarak, gerçek zaman bölünemeyen, iç deneyimlerimiz ve bilincimizde devamlı akıp giden bir süreklilik halidir. Bir diğer deyişle gerçek zaman yaşanan zamandır, bilinç halleridir, “süre”dir.

“Zamanın peşinden giden yazar” olarak anılan Ahmet Hamdi Tanpınar da unutulmaz eserlerinde Bergson’un felsefesine benzer bir zaman algısı yansıtır. Tanpınar, geçmiş-şimdi-gelecek gibi ayrımlara pek takılmaz çünkü geçmişi ve şimdiyi birbirine bağlayan zaman ona göre bölünemez bir bütündür. “Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında” dizelerine de yansır bu düşünce. Ona göre geçmişe özlem duymamalıyız çünkü zaten zamanın sürekliliğiyle geçmiş de yanıbaşımızdadır. Gelecek için ise de kaygılanmak yersizdir, zaman önümüze çeşitli olaylarla seçenekler sunar.

Kolay olmasa da yaşanan gerçek zamanı farkındalıkla algılamayı başardık diyelim, peki ya geçen zamanın hepimizin üzerinde bıraktığı fiziksel izlerin bize nasıl hissettirdiği? Hemen herkesin telaşla bu izlerden kurtulmaya çalışarak tek tip ve yaşsız görünmeyi hedeflediği günümüzde bu konu pek çok kişi tarafından çoktan önceliklendirilmiş görünüyor! Hani Ayten Alpman’ın o çok sevdiğim şarkısında söylediği gibi her yaşın ayrı bir güzelliği vardı? Şimdi herkes birbirine benziyor ve kim hayatının hangi döneminin güzelliğinde, çok bilinmeyenli bir denklem sorusu sanki. Oysa herbirimizi biricik yapan sadece kişiliğimiz değil aynı zamanda yüzümüze yansayan karakteristik özelliklerimizdir de.

Okul hayatım boyunca devre arkadaşlarımdan bir yaş küçük oldum. Çok zeki bir çocuk olduğum için okula erken başlattılar demek kulağa oldukça havalı gelebilirdi! Ancak benim durumumda çok net bir pratik sebep vardı; çalışan anne-baba çocuğuydum ve öğretmen olan annem evde beni bırakacak kimse bulamadığı için yaşım dolmadan kendi sınıfına başlatmıştı.

Okul yıllarında bu sınıfın küçüğü olma duygusu peşimi bırakmadı. O kocaman bir yıllık yaş farkının üstüne bir de ufak tefek bir çocuk olmak, bir an önce büyüme isteğinin yıllarca okul sıralarında bana eşlik etmesine neden oldu. Orta yaşa çoktan adım atmış olduğumuz bu yıllarda ise bu konu, devre arkadaşlarıma böbürlenerek yaptığım bir espriye dönüşmüş durumda; “Ben hala sizden bir yıl gencim!” Bir devreye ait olmak, bize kendimizi sadece birbirine her koşulda destek olan dayanışma içindeki bir grubun parçası hissettirmekle kalmaz (çok şanslıyım ki ben bu duyguyu lise arkadaşlarımla doyasıya yaşıyorum), aynı zamanda bir “ayna” görevi de görür. Zaman geçtikçe gözleri az gören, saçlarına aklar düşmeye başlayan sadece biz değil, aynı zamanda çocukluklarını bildiğimiz devre arkadaşlarımızdır. Sessizce kendimizi gruptaki diğerleri ile kıyaslar, onları referans alırız. Orada hala iyi giden şeyler -biraz bencilce sebeple de olsa-bize de moral verir. “Devre, kimliğin kalıcı bir parçasıdır” der Marc Auge “Yaşsız Zamanda. İnsanın devresi her sene değişmediğinden zamandan bağımsız olarak tek bir referans noktası vardır; “Hangi dönemdensiniz?” Ne rahatlatıcı bir cümle!

Yaş, ilerledikçe daha az telaffuz edilesi bir hal de alır. Bununla da kalmayıp kadınlara en sorulmaması gereken sorunun öznesi konumuna yerleşir! Geçen sene yayımlanan ilk kitabımın kapağına “Ve 50 yaş” yazıp yazmama ikilemi sırasında başta genç yeğenim olmak üzere pek çok kişiden eleştiri aldım; “Ne gerek var ki bu yaş konusunu bağırmaya?” Kitapla ilgili olarak katıldığım bir canlı radyo programında da genç sunucu “Yaşla ilgili sorununuz yok diye anlıyorum, doğru mu? diye sormuştu. Olmalı mı ki? “Rakamı değil, bu hayatta geçirdiğim sürenin bana ne kattığını ve ne hissettirdiğini önemsiyorum” cevabı çok mu ütopik, ya da fazla mı iyimser gelmişti ki dinleyenlerin kulağına? Kitabın, kapağında yaşımı bağırarak basılmasına karar vermemin ardından okuduğum Simone de Beauvoir’un (gençlik yıllarımdan bana ilham olmuş isimlerden biridir) şu cümlesi ise hislerime tercüman oldu adeta: “Zamanı incelemek her şeyden önce kendini araştırmanın bir aracıdır. Yaşını belirtmenin tek amacı kendini araştırmak için bir işaret noktası belirlemektir.”

Geçen yıllarla birlikte insan ömrü uzadıkça sanki bizim telaşımız da artıyor. Hızlandırılmış yaşayarak yaşamı olduğundan daha kısa algılıyoruz. Bilimde gerçekleşen gelişmelerle birlikte son zamanlarda çok konuşulmaya başlanan bir konu olan “longevity” (dilimize çoktan İngilizce olarak yerleşmiş olan bu terim için bulabildiğim en açıklayıcı tanım “sağlıklı yaş alarak yaşanan uzun ömür” oldu), “zaman nasıl yavaşlatılır” sorusuna cevap ararken, yaşamın sağlıklı evresinin uzayacağı haberini göz kırpıyor bize. Hatta bilimsel öngörülere göre yaşlanma eşiğini atlayacağımız döneme o kadar yaklaştık ki, çok değil 6 yıl sonra 2030’un bu konuda bir dönüm noktası olacağının müjdesi paylaşılıyor. Güzel haber!

Madem bu dünyada sağlıklı geçirecek biraz daha fazla vaktimiz olacak, o zaman telaşa kapılmayıp, rakamlara da takılmadan, zamanı serbest bırakarak “yaşanan an”ın keyfini çıkarabiliriz. Telaş yapıp hızlandıkça aslında hiçbir konuya da yeterince odaklanamadan yaşıyoruz. Odaklanmadıklarımız ise hafızamızdan silinip gidiyor. Biz keyifli bir an yaşarken belleğimiz de o anları bir gün anılarımız olacak şekilde kaydeder. Bizi biz yapan ve hayatımıza anlam veren de bir yerde bilinçli bir farkındalıkla o anda tecrübe edilip sonradan hatırladığımız işte bu anılardır. Anılarımızı kalıcı kılmayı başardığımızda belki de“zaman”la olan ilişkimizde umutla beklediğimiz uzlaşma da gelecektir.

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

MELTEM RÜZGARI GİBİ İNSANLAR; RUHUMUZA ESEN HUZUR

yazar

Yayınlayan

on

📌 Köşe Yazısı – Saliha Zeynep Alcan
⏱️ Okuma süresi: 2 dakika

Meltem rüzgarını bilirsiniz… Yaz sıcağında birden esen o hafif, tatlı esinti. Ne kavurur ne ürpertir. Sadece sarar, serinletir, ferahlatır. İşte bazı insanlar da tam böyledir. Yanlarında bulunduğunuzda sanki ruhunuza bir meltem dokunur. Derin bir nefes alırsınız, hayat yavaşlar, kalbiniz hafifler.

Bu insanlar çok kalabalık değildir ama bir kez rastladınız mı, ruhunuz onları tanır. Sözleriyle değil, varlıklarıyla konuşurlar. Gözlerinde fırtına sonrası sakinlik, duruşlarında güven veren bir liman vardır. Yanlarında kaygılar çözülür, dertler susar.

Empatiyle yaklaşırlar. Hayatın yüklerini taşımakta zorlandığınızda, tek bir bakışları bile yeter güç toplamak için. Pozitif enerjileri bulaşıcıdır, umudu hatırlatırlar. Rutin dışına çıkmaları, hayata kattıkları renk, sizin de içinizdeki keşfetme arzusunu uyandırır.

Ve o denk geliş bir de deniz kokusuyla birleşti mi… O zaman ruhunuz özgürleşir. Ufuk çizgisine baktığınızda yalnızca denizi değil, hayalleri de görmeye başlarsınız. Bu insanlar rüzgar gibi gelip geçmez. Deniz kokusu gibi yer ederler. Hatıralarda kalır, kalpte yaşarlar. Tıpkı bir yaz rüyası gibi.

Hayatı daha yaşanabilir kılan şeyler aslında çok basit:
Yağmur sonrası toprak kokusu…
Taze ekmek…
Eski kitapların sararmış sayfaları…
Ve bir çiçeğin ilk açtığı an…

Ve işte bu insanlar, bütün bu güzelliklerin ruh bulmuş halidir.
Onlar sayesinde yeniden hatırlarız:
“Gerçek zenginlik, etrafımızda huzur veren şeyleri fark edebilmektir.”


🖋️ Saliha Zeynep Alcan
📱 @isvicreninsesi


Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Bir Cümleyle Başlayan Yolculuk

yazar

Yayınlayan

on

Temmuz geldi

Hava, gri bulutlarını ardında bırakıp kavurucu sıcaklara teslim oldu. Yılın yarısını geride bırakmanın burukluğu var içimde. Bu dönem benim için sadece takvimde bir dönüm noktası değil; aynı zamanda bir iç muhasebe zamanı. İlk altı ayın Z raporunu çıkarıyorum😊: Neleri başardım, neleri hayata geçiremedim, okunacaklar ve yapılacaklar listemde kaç satırın yanına “tamamlandı” yazabildim?

Yeni altı aya planlar, projeler, uzun okuma listeleri eşlik ediyor.
Deniz, güneş ve kum üçgeninde yaşarken zihnimin hala üretken kalması, yeni fikirlerin sessizce aklımda dolanması beni mutlu ediyor. Defterlerimi karıştırdıkça şu cümle yankılanıyor içimde:
Zihnimde kira vermeden yaşayan bu fikirler için zaman ne de kısa; kırktan sonra nasıl da hızla akıyor zaman…

Günün sıcak ve nemli saatlerinde neredeyse pelteye dönen beynim, akşamın serinliğiyle yeniden can buluyor. Fonda Chopin’in Nocturne minör B.49’u çalıyor, kalemim kendi ritmiyle içindekileri sayfalara döküyor.

Yazmak, benim için hala küçük bir mucize. Harflerden örülü kelimelerin bir akarsu gibi satırlara dökülmesi…

Elimde son okuduğum kitap R.F. Kuang’ın çarpıcı kitabı Sarı Yüz var. Aldığım notları derliyorum. İçinde geçen bir cümle ise günlerdir zihnimin bir köşesinde dönüp duruyor:
“Yazmak gerçek sihre en yakın şey. Hiçlikten bir şey yaratmak, başka diyarlara kapılar açmak demek. Gerçek dünya canınızı fazla acıttığında, kendi dünyanızı şekillendirme gücü verir insana. Yazmayı bırakırsam ölürüm.”

Ben de çocukluğumdan beri hep okudum. Ve zamanla, yazmaya da başladım.
İsviçre’ye taşındığımda, her şeyden önce kitaplara tutundum. Beni başka dünyalara götüren o tanıdık sığınağa.

Nilay Örnek’in bir podcastinde, en sevdiği yazarlar arasında Agota Kristof’un adını duyduğumda, dikkat kesildim. İsmi ilk anda Agatha Christie ile karıştırılıyor olsa da anlatılanlar başka bir hikayeye açılıyordu.
Ve böylece karşıma çıktı Okumaz Yazmaz.

Kristof da bir göç hikayesinin kahramanı. Macaristan’dan İsviçre’ye, yirmi bir yaşında, bebeği ve eşiyle mülteci olarak geliyor. Lozan’da bir saat fabrikasında çalışarak geçen yıllar. Yeni bir dil: Fransızca.
Asla tam anlamıyla sahiplenemediği ama sonunda o dilde unutulmaz eserler verdiği bir yaşam.

Onun satırları, göçün ve yabancılaşmanın kalpte açtığı yarayı sessizce tarif ediyor:
“Ülkemi terk etmeseydim nasıl bir hayatım olurdu? Daha zor, daha yoksul sanırım, ama daha az yalnız, daha az parçalanmış, mutlu belki de.”

Bu cümle günlerce kulağımda yankılanıyor. Dilini bilmediğin bir ülkede, geçmişinle bağ kurmanın ve geleceğe tutunmanın tek yolu bazen bir kelimeye çıkıyor: Yazmak.


Kristof’un “Ayrılığın acısına dayanabilmek için tek bir çözüm kalacak bana: Yazmak.” cümlesi, benim için bir çıkış kapısına dönüşüyor. Beni ayağa kaldırıyor ve yazma isteğimi daha da büyütüyor.

O yüzden bugün, burada bu yazıyı kaleme alırken, bu yolculukta elimden tutanlardan biri olan Agota Kristof’u anmak istedim.

Onu daha yakından tanımak isteyenlere, kısa ama derinlikli bir otobiyografik anlatı olan Okumaz Yazmaz’ı öneririm. Ardından ise dünya edebiyatında hala ses getiren “Büyük Defter – Kanıt – Üçüncü Yalan” üçlemesine geçebilirsiniz.

Bu satırlar, belki birilerine ilham olur.
Belki de yalnız olmadığını hatırlatır birine…

Agota Kristof’tan Tekinsiz Bir Bellek Üçlemesi: Büyük Defter – Kanıt – Üçüncü Yalan

Agota Kristof’un bu çarpıcı üçlemesi, savaşın yıktığı bir coğrafyada, isimsiz bir ülkede, isimsiz bir zamanda geçiyor. Bu belirsizlik, metnin temel ruhuna da sirayet ediyor. Gerçeklik duygusu daha en baştan parçalanıyor. Her şey bir masal gibi başlıyor, ama masallardaki “iyi”ler çoktan yitip gitmiş.

Hikayenin merkezinde, savaş nedeniyle anneleri tarafından kırsaldaki büyükannelerine bırakılan iki küçük ikiz erkek çocuk yer alıyor. Açlık, yokluk, ölüm, istismar… Hayatın en sert halleriyle çok erken tanışıyorlar. Bu dünyada hayatta kalmanın yolu, duyguları törpülemekten, sistemli bir dayanıklılık geliştirmekten geçiyor. Ve tam bu noktada, kitap adeta bir sorgulamaya dönüşüyor: Ahlaki sınırlar, kişisel hakikatler, kimlik ve hayatta kalma dürtüsü arasındaki o ince çizgi sürekli test ediliyor.

Birinci bölüm Büyük Defter, ikizlerin acımasız ama sistematik gözlemleriyle örülüyor. Duygudan arındırılmış bir anlatımla yazılmış bölüm, okuru duygu değil, gerçekle sarsıyor.

İkinci kitap Kanıt, bir ayrılığın ardından geride kalanın hikayesine geçiş yapıyor. Ama artık her şey puslu. Gerçekten kim ayrıldı? Geride kim kaldı?
Sanki artık bir kişinin zihninin içindeyiz. Gerçekle hayal, geçmişle şimdi birbirine karışıyor. Anlatıcı değişiyor, hatta anlatılanın anlatıcıya ait olup olmadığından bile emin olamıyoruz.

Üçüncü kitap Üçüncü Yalan ise her şeyi yerle bir ediyor. Öğrendiklerimiz, sandıklarımız, inandıklarımız paramparça. Kime inanmalı? Anlatılanlar mı kurgu, yoksa biz mi gerçekliği yanlış hatırlıyoruz? Sayfalar ilerledikçe, anlatılanların hangi düzlemde geçtiğine dair güvenimiz sarsılıyor. İnsanlar var ama hayalet gibi; yaşanmışlıklar anlatılıyor ama rüyadaymış gibi.


Savaşın, sürgünün, yoksulluğun, ötekileştirmenin ve yalnızlığın insan ruhunda açtığı derin yaralar, Kristof’un soğukkanlı, neredeyse cerrahi anlatımıyla satırlara işliyor.

Kitabı okudukça, okuduğumuzun bir roman mı, bir zihinsel çöküşün güncesi mi, yoksa yazının varoluşsal gücüyle örülmüş çok katmanlı bir metin mi olduğundan emin olamıyoruz.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Sevgi Her Şeyi İyileştirir mi?

yazar

Yayınlayan

on

Hayatın farkındalık kısmını çok seviyorum. Çünkü ne zaman ve nerede sizi aydınlatacağı belli olmuyor. Fırsat buldukça film izlemeyi seven biri olarak, geçtiğimiz günlerde izlediğim bir filmde geçen şu soru zihnimi meşgul etti:
“Sevgi her şeyi iyileştirir mi?”

Bu soru bende bir beyin fırtınasına yol açtı. Gerçekten, sevgi her şeyi iyileştirebilir mi?

Tarih boyunca bu düşünce sanatın, edebiyatın ve felsefenin birçok alanında sorgulandı. Elbette, fiziksel hastalıklar, savaşlar, ciddi psikolojik rahatsızlıklar ve ekonomik sıkıntılar sadece sevgiyle çözülebilecek meseleler değildir.
Kanser hastası bir birey ne kadar çok sevilirse sevilsin, tıbbi desteğe ihtiyaç duyar. Savaşların sona ermesi ya da ekonomik zorlukların aşılması ise ortaklaşa çabaları ve somut çözümleri gerektirir.

Yani, sevgi sihirli bir değnek değildir.
Ama…
Sevginin hayatımızdaki yerini de yok sayamayız.
Çünkü sevgi, bir tedavi yöntemi değil belki ama tedavi sürecinin en güçlü destekleyicisidir.

Yapılan bilimsel araştırmalar da bunu destekliyor:
Sevgi dolu bir ortamda bulunmak;

  • stres seviyesini azaltıyor,
  • bağışıklık sistemini güçlendiriyor,
  • kalp krizi riskini düşürüyor,
  • uyku kalitesini artırıyor,
  • ve Oksitosin, Dopamin, Serotonin, Endorfin gibi mutluluk hormonlarının seviyesini yükseltiyor.

Hastayken sevildiğimizi hissettiğimizde belki fiziksel acımız geçmez ama umutlu hissederiz. Sevdiğimiz birini kaybettiğimizde, karanlığımız bize gösterilen şefkatle hafifler.
Yalnız olmadığımızı bilmek, bu yükü tek başımıza taşımadığımızı hissetmek…
İşte bu, yavaş da olsa bir iyileşmedir.

Sevgi, bizi birbirimize bağlayan en güçlü bağdır.
Ama burada küçük bir detayı da unutmamak gerekir:
İnsan önce kendini sevmeli.

Hatalarımızla, eksiklerimizle, yaralarımızla…
Kendimizi olduğumuz gibi kabul ettiğimizde dönüşüm başlar.
Çünkü içten bir sevgiyle kendini kabul eden insan, başkasını da daha derin ve şefkatli sevebilir.

Özetle:

Sevmek bir seçimdir.
Paylaştıkça çoğalır.
Ruhsal ve fiziksel dayanıklılığın temelidir.
Karanlıkları aydınlığa çıkaran yegâne güçtür.

Sevgi olmadan geçen bir hayat, eksik bir hayattır.

Haberin Devamını Oku
Reklam

Trendler