Köşe Yazıları
Geçen Zamanın Anatomisi

Son zamanlarda sık sık aklıma düşen bir konu “zaman” . Ya ben farketmeden kendisiyle olan ilişkimiz değişti ya da nasıl olduysa zaman, birdenbire yaşamımızda var olma hızını artırma kararı aldı!

Zihnimde beliren “kontrolden çıkmışcasına koşan zaman” algısı kendini daha sık hatırlatmaya başladığından beri, bir yerlerde yanlış yapıp yapmadığımı düşünüyorum. Mesela günlere çok mu fazla şey sığdırmaya çalışıyorum? Hayatımı yavaşlatma konusunda hatırı sayılır bir yol katettiğimi düşünsem de frene biraz daha güçlü mü basmam gerekiyor? Diğer taraftan, görünen o ki benzer hislere sahip olan bir tek ben değilim. Kiminle konuşsam benzer serzeniş; “haftaların, ayların hızına yetişemiyorum!” Söz konusu kalan sürenin azalması olunca “adaam sen de” diyemiyor elbette insan. Bir sona yaklaşma hissi kaçınılmaz ve hızlı geçen zaman pek de dört gözle beklenmeyen yaşlılığı müjdeleyip duruyor!
Hız ve zaman üzerine yazılıp çizilene biraz göz atınca, odaklanma, fiziksel durum, ruh halimiz, yaşla birlikte azalan bilgiyi işleme hızı gibi farklı etmenlerin zaman algımızı değiştirdiğini gösteren araştırmalar insanın önüne yığılıyor. Ancak kanımca, tüm bu iyi niyetli bilgilerin ötesinde “zaman”la uzlaşmak adına tek bir önemli nokta var; onunla nasıl bir kişisel ilişki kurduğumuz.
Kimilerinin savunduğu gibi bu hayattaki amacımız geçen zamana yenilmemek mi olmalı? Peki ama bu, hayat boyu sürecek yorucu bir mücadele anlamına gelmez mi? Ya da biz zamanı unutursak o da bizim yakamızı bırakır ve herşey öylece istediğimiz anda donar mı?

Akreple yelkovanın gıpta edilesi bir görev sorumluluğu içinde birbirleriyle yarışırcasına gerçekleştirdikleri performanslarının değişmeyeceği aşikar. Bu hırslı ikiliyle bir olup onların peşinden koşmak yerine, geçen zamana kendimize özgü, anlamlı ve farkındalıklı bir bakış açısı getirebilmeye odaklanmalı.
Julian Barnes’in bellek ve hatırlamayı irdelediği “Bir Son Duygusu” romanında üç yakın arkadaş bir anlaşma yaparak kol saatlerini, yüzü bileklerinin içine dönük olacak şekilde takarlar. Böylece zaman, onlar için farklı bir kimliğe bürünerek sadece üçüne ait özel bir ilişkinin bir parçası olur. Bu, üç yakın arkadaşın zamanı kişisel, hatta gizli bir şey gibi duyumsamalarını sağlar. Romanın ana karakteri Tony şöyle der “Ben şu kadarını biliyorum: bir nesnel zaman, aynı zamanda da öznel zaman olduğunu. Bileğinin iç tarafına, nabzın bulunduğu yere bitişik taktığın saatin zamanı. Gerçek zaman olan bu kişisel zaman, bellekle ilişkisi içinde ölçülür.”
Fransız düşünür Henri Bergson, gerçek zamanın ölçülebilen, saat kadranının çevresine indirgenen zaman ile aynı şey olmadığını söyler. Ona göre mekanik zaman anlayışından farklı olarak, gerçek zaman bölünemeyen, iç deneyimlerimiz ve bilincimizde devamlı akıp giden bir süreklilik halidir. Bir diğer deyişle gerçek zaman yaşanan zamandır, bilinç halleridir, “süre”dir.
“Zamanın peşinden giden yazar” olarak anılan Ahmet Hamdi Tanpınar da unutulmaz eserlerinde Bergson’un felsefesine benzer bir zaman algısı yansıtır. Tanpınar, geçmiş-şimdi-gelecek gibi ayrımlara pek takılmaz çünkü geçmişi ve şimdiyi birbirine bağlayan zaman ona göre bölünemez bir bütündür. “Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında” dizelerine de yansır bu düşünce. Ona göre geçmişe özlem duymamalıyız çünkü zaten zamanın sürekliliğiyle geçmiş de yanıbaşımızdadır. Gelecek için ise de kaygılanmak yersizdir, zaman önümüze çeşitli olaylarla seçenekler sunar.
Kolay olmasa da yaşanan gerçek zamanı farkındalıkla algılamayı başardık diyelim, peki ya geçen zamanın hepimizin üzerinde bıraktığı fiziksel izlerin bize nasıl hissettirdiği? Hemen herkesin telaşla bu izlerden kurtulmaya çalışarak tek tip ve yaşsız görünmeyi hedeflediği günümüzde bu konu pek çok kişi tarafından çoktan önceliklendirilmiş görünüyor! Hani Ayten Alpman’ın o çok sevdiğim şarkısında söylediği gibi her yaşın ayrı bir güzelliği vardı? Şimdi herkes birbirine benziyor ve kim hayatının hangi döneminin güzelliğinde, çok bilinmeyenli bir denklem sorusu sanki. Oysa herbirimizi biricik yapan sadece kişiliğimiz değil aynı zamanda yüzümüze yansayan karakteristik özelliklerimizdir de.
Okul hayatım boyunca devre arkadaşlarımdan bir yaş küçük oldum. Çok zeki bir çocuk olduğum için okula erken başlattılar demek kulağa oldukça havalı gelebilirdi! Ancak benim durumumda çok net bir pratik sebep vardı; çalışan anne-baba çocuğuydum ve öğretmen olan annem evde beni bırakacak kimse bulamadığı için yaşım dolmadan kendi sınıfına başlatmıştı.
Okul yıllarında bu sınıfın küçüğü olma duygusu peşimi bırakmadı. O kocaman bir yıllık yaş farkının üstüne bir de ufak tefek bir çocuk olmak, bir an önce büyüme isteğinin yıllarca okul sıralarında bana eşlik etmesine neden oldu. Orta yaşa çoktan adım atmış olduğumuz bu yıllarda ise bu konu, devre arkadaşlarıma böbürlenerek yaptığım bir espriye dönüşmüş durumda; “Ben hala sizden bir yıl gencim!” Bir devreye ait olmak, bize kendimizi sadece birbirine her koşulda destek olan dayanışma içindeki bir grubun parçası hissettirmekle kalmaz (çok şanslıyım ki ben bu duyguyu lise arkadaşlarımla doyasıya yaşıyorum), aynı zamanda bir “ayna” görevi de görür. Zaman geçtikçe gözleri az gören, saçlarına aklar düşmeye başlayan sadece biz değil, aynı zamanda çocukluklarını bildiğimiz devre arkadaşlarımızdır. Sessizce kendimizi gruptaki diğerleri ile kıyaslar, onları referans alırız. Orada hala iyi giden şeyler -biraz bencilce sebeple de olsa-bize de moral verir. “Devre, kimliğin kalıcı bir parçasıdır” der Marc Auge “Yaşsız Zaman”da. İnsanın devresi her sene değişmediğinden zamandan bağımsız olarak tek bir referans noktası vardır; “Hangi dönemdensiniz?” Ne rahatlatıcı bir cümle!
Yaş, ilerledikçe daha az telaffuz edilesi bir hal de alır. Bununla da kalmayıp kadınlara en sorulmaması gereken sorunun öznesi konumuna yerleşir! Geçen sene yayımlanan ilk kitabımın kapağına “Ve 50 yaş” yazıp yazmama ikilemi sırasında başta genç yeğenim olmak üzere pek çok kişiden eleştiri aldım; “Ne gerek var ki bu yaş konusunu bağırmaya?” Kitapla ilgili olarak katıldığım bir canlı radyo programında da genç sunucu “Yaşla ilgili sorununuz yok diye anlıyorum, doğru mu?” diye sormuştu. Olmalı mı ki? “Rakamı değil, bu hayatta geçirdiğim sürenin bana ne kattığını ve ne hissettirdiğini önemsiyorum” cevabı çok mu ütopik, ya da fazla mı iyimser gelmişti ki dinleyenlerin kulağına? Kitabın, kapağında yaşımı bağırarak basılmasına karar vermemin ardından okuduğum Simone de Beauvoir’un (gençlik yıllarımdan bana ilham olmuş isimlerden biridir) şu cümlesi ise hislerime tercüman oldu adeta: “Zamanı incelemek her şeyden önce kendini araştırmanın bir aracıdır. Yaşını belirtmenin tek amacı kendini araştırmak için bir işaret noktası belirlemektir.”

Geçen yıllarla birlikte insan ömrü uzadıkça sanki bizim telaşımız da artıyor. Hızlandırılmış yaşayarak yaşamı olduğundan daha kısa algılıyoruz. Bilimde gerçekleşen gelişmelerle birlikte son zamanlarda çok konuşulmaya başlanan bir konu olan “longevity” (dilimize çoktan İngilizce olarak yerleşmiş olan bu terim için bulabildiğim en açıklayıcı tanım “sağlıklı yaş alarak yaşanan uzun ömür” oldu), “zaman nasıl yavaşlatılır” sorusuna cevap ararken, yaşamın sağlıklı evresinin uzayacağı haberini göz kırpıyor bize. Hatta bilimsel öngörülere göre yaşlanma eşiğini atlayacağımız döneme o kadar yaklaştık ki, çok değil 6 yıl sonra 2030’un bu konuda bir dönüm noktası olacağının müjdesi paylaşılıyor. Güzel haber!
Madem bu dünyada sağlıklı geçirecek biraz daha fazla vaktimiz olacak, o zaman telaşa kapılmayıp, rakamlara da takılmadan, zamanı serbest bırakarak “yaşanan an”ın keyfini çıkarabiliriz. Telaş yapıp hızlandıkça aslında hiçbir konuya da yeterince odaklanamadan yaşıyoruz. Odaklanmadıklarımız ise hafızamızdan silinip gidiyor. Biz keyifli bir an yaşarken belleğimiz de o anları bir gün anılarımız olacak şekilde kaydeder. Bizi biz yapan ve hayatımıza anlam veren de bir yerde bilinçli bir farkındalıkla o anda tecrübe edilip sonradan hatırladığımız işte bu anılardır. Anılarımızı kalıcı kılmayı başardığımızda belki de“zaman”la olan ilişkimizde umutla beklediğimiz uzlaşma da gelecektir.

Köşe Yazıları
Bir Cümleyle Başlayan Yolculuk

Temmuz geldi
Hava, gri bulutlarını ardında bırakıp kavurucu sıcaklara teslim oldu. Yılın yarısını geride bırakmanın burukluğu var içimde. Bu dönem benim için sadece takvimde bir dönüm noktası değil; aynı zamanda bir iç muhasebe zamanı. İlk altı ayın Z raporunu çıkarıyorum😊: Neleri başardım, neleri hayata geçiremedim, okunacaklar ve yapılacaklar listemde kaç satırın yanına “tamamlandı” yazabildim?
Yeni altı aya planlar, projeler, uzun okuma listeleri eşlik ediyor.
Deniz, güneş ve kum üçgeninde yaşarken zihnimin hala üretken kalması, yeni fikirlerin sessizce aklımda dolanması beni mutlu ediyor. Defterlerimi karıştırdıkça şu cümle yankılanıyor içimde:
Zihnimde kira vermeden yaşayan bu fikirler için zaman ne de kısa; kırktan sonra nasıl da hızla akıyor zaman…
Günün sıcak ve nemli saatlerinde neredeyse pelteye dönen beynim, akşamın serinliğiyle yeniden can buluyor. Fonda Chopin’in Nocturne minör B.49’u çalıyor, kalemim kendi ritmiyle içindekileri sayfalara döküyor.
Yazmak, benim için hala küçük bir mucize. Harflerden örülü kelimelerin bir akarsu gibi satırlara dökülmesi…
Elimde son okuduğum kitap R.F. Kuang’ın çarpıcı kitabı Sarı Yüz var. Aldığım notları derliyorum. İçinde geçen bir cümle ise günlerdir zihnimin bir köşesinde dönüp duruyor:
“Yazmak gerçek sihre en yakın şey. Hiçlikten bir şey yaratmak, başka diyarlara kapılar açmak demek. Gerçek dünya canınızı fazla acıttığında, kendi dünyanızı şekillendirme gücü verir insana. Yazmayı bırakırsam ölürüm.”
Ben de çocukluğumdan beri hep okudum. Ve zamanla, yazmaya da başladım.
İsviçre’ye taşındığımda, her şeyden önce kitaplara tutundum. Beni başka dünyalara götüren o tanıdık sığınağa.
Nilay Örnek’in bir podcastinde, en sevdiği yazarlar arasında Agota Kristof’un adını duyduğumda, dikkat kesildim. İsmi ilk anda Agatha Christie ile karıştırılıyor olsa da anlatılanlar başka bir hikayeye açılıyordu.
Ve böylece karşıma çıktı Okumaz Yazmaz.
Kristof da bir göç hikayesinin kahramanı. Macaristan’dan İsviçre’ye, yirmi bir yaşında, bebeği ve eşiyle mülteci olarak geliyor. Lozan’da bir saat fabrikasında çalışarak geçen yıllar. Yeni bir dil: Fransızca.
Asla tam anlamıyla sahiplenemediği ama sonunda o dilde unutulmaz eserler verdiği bir yaşam.
Onun satırları, göçün ve yabancılaşmanın kalpte açtığı yarayı sessizce tarif ediyor:
“Ülkemi terk etmeseydim nasıl bir hayatım olurdu? Daha zor, daha yoksul sanırım, ama daha az yalnız, daha az parçalanmış, mutlu belki de.”
Bu cümle günlerce kulağımda yankılanıyor. Dilini bilmediğin bir ülkede, geçmişinle bağ kurmanın ve geleceğe tutunmanın tek yolu bazen bir kelimeye çıkıyor: Yazmak.
Kristof’un “Ayrılığın acısına dayanabilmek için tek bir çözüm kalacak bana: Yazmak.” cümlesi, benim için bir çıkış kapısına dönüşüyor. Beni ayağa kaldırıyor ve yazma isteğimi daha da büyütüyor.
O yüzden bugün, burada bu yazıyı kaleme alırken, bu yolculukta elimden tutanlardan biri olan Agota Kristof’u anmak istedim.
Onu daha yakından tanımak isteyenlere, kısa ama derinlikli bir otobiyografik anlatı olan Okumaz Yazmaz’ı öneririm. Ardından ise dünya edebiyatında hala ses getiren “Büyük Defter – Kanıt – Üçüncü Yalan” üçlemesine geçebilirsiniz.
Bu satırlar, belki birilerine ilham olur.
Belki de yalnız olmadığını hatırlatır birine…
Agota Kristof’tan Tekinsiz Bir Bellek Üçlemesi: Büyük Defter – Kanıt – Üçüncü Yalan
Agota Kristof’un bu çarpıcı üçlemesi, savaşın yıktığı bir coğrafyada, isimsiz bir ülkede, isimsiz bir zamanda geçiyor. Bu belirsizlik, metnin temel ruhuna da sirayet ediyor. Gerçeklik duygusu daha en baştan parçalanıyor. Her şey bir masal gibi başlıyor, ama masallardaki “iyi”ler çoktan yitip gitmiş.
Hikayenin merkezinde, savaş nedeniyle anneleri tarafından kırsaldaki büyükannelerine bırakılan iki küçük ikiz erkek çocuk yer alıyor. Açlık, yokluk, ölüm, istismar… Hayatın en sert halleriyle çok erken tanışıyorlar. Bu dünyada hayatta kalmanın yolu, duyguları törpülemekten, sistemli bir dayanıklılık geliştirmekten geçiyor. Ve tam bu noktada, kitap adeta bir sorgulamaya dönüşüyor: Ahlaki sınırlar, kişisel hakikatler, kimlik ve hayatta kalma dürtüsü arasındaki o ince çizgi sürekli test ediliyor.
Birinci bölüm Büyük Defter, ikizlerin acımasız ama sistematik gözlemleriyle örülüyor. Duygudan arındırılmış bir anlatımla yazılmış bölüm, okuru duygu değil, gerçekle sarsıyor.
İkinci kitap Kanıt, bir ayrılığın ardından geride kalanın hikayesine geçiş yapıyor. Ama artık her şey puslu. Gerçekten kim ayrıldı? Geride kim kaldı?
Sanki artık bir kişinin zihninin içindeyiz. Gerçekle hayal, geçmişle şimdi birbirine karışıyor. Anlatıcı değişiyor, hatta anlatılanın anlatıcıya ait olup olmadığından bile emin olamıyoruz.
Üçüncü kitap Üçüncü Yalan ise her şeyi yerle bir ediyor. Öğrendiklerimiz, sandıklarımız, inandıklarımız paramparça. Kime inanmalı? Anlatılanlar mı kurgu, yoksa biz mi gerçekliği yanlış hatırlıyoruz? Sayfalar ilerledikçe, anlatılanların hangi düzlemde geçtiğine dair güvenimiz sarsılıyor. İnsanlar var ama hayalet gibi; yaşanmışlıklar anlatılıyor ama rüyadaymış gibi.
Savaşın, sürgünün, yoksulluğun, ötekileştirmenin ve yalnızlığın insan ruhunda açtığı derin yaralar, Kristof’un soğukkanlı, neredeyse cerrahi anlatımıyla satırlara işliyor.
Kitabı okudukça, okuduğumuzun bir roman mı, bir zihinsel çöküşün güncesi mi, yoksa yazının varoluşsal gücüyle örülmüş çok katmanlı bir metin mi olduğundan emin olamıyoruz.
Köşe Yazıları
Sevgi Her Şeyi İyileştirir mi?

Hayatın farkındalık kısmını çok seviyorum. Çünkü ne zaman ve nerede sizi aydınlatacağı belli olmuyor. Fırsat buldukça film izlemeyi seven biri olarak, geçtiğimiz günlerde izlediğim bir filmde geçen şu soru zihnimi meşgul etti:
“Sevgi her şeyi iyileştirir mi?”
Bu soru bende bir beyin fırtınasına yol açtı. Gerçekten, sevgi her şeyi iyileştirebilir mi?
Tarih boyunca bu düşünce sanatın, edebiyatın ve felsefenin birçok alanında sorgulandı. Elbette, fiziksel hastalıklar, savaşlar, ciddi psikolojik rahatsızlıklar ve ekonomik sıkıntılar sadece sevgiyle çözülebilecek meseleler değildir.
Kanser hastası bir birey ne kadar çok sevilirse sevilsin, tıbbi desteğe ihtiyaç duyar. Savaşların sona ermesi ya da ekonomik zorlukların aşılması ise ortaklaşa çabaları ve somut çözümleri gerektirir.
Yani, sevgi sihirli bir değnek değildir.
Ama…
Sevginin hayatımızdaki yerini de yok sayamayız.
Çünkü sevgi, bir tedavi yöntemi değil belki ama tedavi sürecinin en güçlü destekleyicisidir.
Yapılan bilimsel araştırmalar da bunu destekliyor:
Sevgi dolu bir ortamda bulunmak;
- stres seviyesini azaltıyor,
- bağışıklık sistemini güçlendiriyor,
- kalp krizi riskini düşürüyor,
- uyku kalitesini artırıyor,
- ve Oksitosin, Dopamin, Serotonin, Endorfin gibi mutluluk hormonlarının seviyesini yükseltiyor.
Hastayken sevildiğimizi hissettiğimizde belki fiziksel acımız geçmez ama umutlu hissederiz. Sevdiğimiz birini kaybettiğimizde, karanlığımız bize gösterilen şefkatle hafifler.
Yalnız olmadığımızı bilmek, bu yükü tek başımıza taşımadığımızı hissetmek…
İşte bu, yavaş da olsa bir iyileşmedir.
Sevgi, bizi birbirimize bağlayan en güçlü bağdır.
Ama burada küçük bir detayı da unutmamak gerekir:
İnsan önce kendini sevmeli.
Hatalarımızla, eksiklerimizle, yaralarımızla…
Kendimizi olduğumuz gibi kabul ettiğimizde dönüşüm başlar.
Çünkü içten bir sevgiyle kendini kabul eden insan, başkasını da daha derin ve şefkatli sevebilir.
Özetle:
Sevmek bir seçimdir.
Paylaştıkça çoğalır.
Ruhsal ve fiziksel dayanıklılığın temelidir.
Karanlıkları aydınlığa çıkaran yegâne güçtür.
Sevgi olmadan geçen bir hayat, eksik bir hayattır.

Köşe Yazıları
VENEDİK MİMARLIK BİENALİ ZİYARETE AÇILDI

19.uncu Venedik Mimarlık Bienali Başladı… 23 Kasım 2025’e kadar ziyaret edilebilir…
Luzern’den DEON Mimarlık da, 25. Kuruluş Yıldönümünü Venedik Mimarlık Bienal’i kapsamında bir sergi ile kutluyor…
Deon Mimarlık Sergisi 25 Yılın anısına yayınlanan, DEON Mimarlık kitabının lansmanını da içeriyor…
Venedik’in büyülü atmosferinde ünlü Rialto Köprüsü’nün hemen yanındaki muhteşem Palazzo Bembo’da yeralan sergi, Venedik Bienali süresince,
23 Kasım 2025’e kadar ziyarete açık olacak.
300.000 ziyaretçisiyle dünyanın en büyük mimarlık sergisi olarak kabul edilen Venedik Mimarlık Bienali, bu yıl; ‘’zeka’’ kavramını genişleterek, mimarlığı, disiplinler arası bir laboratuvara dönüştürmeyi, iklim krizine somut ve yaratıcı çözümler aramayı hedefliyor.
DEON Mimarlık; Venedik Mimarlık Bienali kapsamında yer aldığı bu sergi ile hem 25. kuruluş yıldönümünü kutluyor, hem de sergiyi ve 25. Yılını dev bir kitap ile kalıcı hale getiriyor. 528 sayfa ve 3.3 kg ağırlığındaki DEON kitabı, kuruluşundan bu yana gerçekleştirdikleri projelerden seçtikleri 19 projeyi içeriyor.
Projelerin; mücevher parçaları, ışıltılı taşlar, değerli kumaşlar gibi, özgün çizimleri ya da kabaca veya aceleyle çizilmiş taslakları, ya da taslaklar üzerine düşülmüş notları, bu günü bekleyip, muhteşem kitapta yerini almış.
Kitabın tasarımı ve projenin gerçekleştirilmesi heykeltraş, fotoğrafçı ve serbest sanatçı Hansjürg Buchmeier tarafından gerçekleştirildi. Buchmeier, uzun yıllardır DEON Mimarlık’a sanat danışmanı olarak destek veriyor.
Deon Kitabı, sadece içindeki projeler ve özgün sunumları florasan fuşya rengi kapağı ile girdiği kütüphanelerde ve satışa sunulan kitapçılarda ilgi çekeceğe benziyor.
Bienal kapsamında açılan sergide konuşan Deon Mimarlık kurucusu ve başkanı Luca Deon yaptığı konuşmada, 25 yıl boyunca Deon Mimarlık olarak mimarlık anlayışlarının, estetik standartları ve fonksiyonelliği, insan odaklı ve sürdürülebilir çevre anlayışıyla sürdürdüklerinin altını çizdi. Ayrıca ziyaretçilere, 25 yıllık mimarlık yolculuklarını ve geleceğe bakışlarını özetledi…
Profesör Luca Deon, İsviçre- Luzern’de doğdu.
Albert Einstein’in eğitim görüp, sonrasında da konuk Profesör olarak çalışmasıyla dünyaya adını duyurmuş, ETH Zürih (Eidgenössiche Technische Hochschule) Mimarlık Fakültesi’ni bitirdi.
Universiteyi bitirdikten sonra, EPF Lozan (Ecole Politecnique Federal Lausanne)’da üç yıl boyunca Asistan olarak çalıştı.
Daha sonra Yverdon-les- Bains Arteplage deki Expo.02’de mimari konseptten sorumlu olarak görev aldı. (İsviçre Ulusal Sergisi olarak tanımlayabileceğimiz sergi; ‘’Ben ve Evren’’ teması ile tasarlanmış ve İsviçre’nin hem geçici mimarisi ile hem kamusal mekanlar yaratarak, İsviçre’nin modern mimari hafızasında unutulmaz bir iz bıraktı)
Daha sonra uzun yıllar, İsviçre’nin en eski Mimarlık Galerilerinden biri olan Architekturgalerie Luzern’in direktörlüğünü üstlendi. Eski tarihi mekanlarda ve geçici mekanlarda sergiler düzenleyerek, mimarlık kültürünü yaymayı amaçlayan bu platformda, çok sayıda önemli projeler gerçekleştirdi.
Hochshule Luzern’de 2003 yılından bugüne Tasarım ve Yapı Profesörü olarak, Görsel Tasarım konusunda dersler veriyor.
Ayrıca Mısır Universitesi’nde (MIU Misr International University) de konuk Profesor olarak dersler vermiştir.
Katsushika Hokusai’ye ve Japon kültürüne olan ilgisi onun bir süreliğine Japonya’ya gidip orada ilhamla dolacak zamanlar geçirmesine neden oldu.
Orada kaldığı süre içinde ünlü Japon mimar Riken Yamamoto ( Riken Yamomato, 2024 yılında Mimarlığın Oskarı sayılan Pritzer Prize Ödülünü kazandı) ile yakın bir şekilde çalıştı. Bazı mimari yarışmalara katıldı. Japonların depremlere karşı geliştirdikleri yapı modelleri ve estetiği onu derinden etkiledi. Japonların doğaya karşı değil, Hokusai’nin dalgaları gibi bilhassa onu kucaklayan tarzları ona İsviçre’de türünün ilk örneği ahşap gökdelen yapma fikrini verdi.
Luca Deon, ailesiyle birlikte İstanbul ve Türkiye’nin farklı bölgelerini de ziyaret edip, tarihinden, çok katmanlı ve çok faklı kültürleri barındıran mirasından çok etkilendiğini de sıklıkla dile getirmektedir.
Luca Deon, 1999 yılında kurmuş olduğu DEON AG Mimarlık Şirketinde (www.deonag.ch) İsviçre ve dünyanın farklı yerlerinde özgün projeler üretmeye devam etmektedir.





-
E-Dergi1 yıl önce
İsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
Ekonomi1 yıl önce
İsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
İsviçre1 yıl önce
Dünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Yaşam1 yıl önce
Kıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
Gündem8 ay önce
ERDOĞAN KARŞITI PAYLAŞIMLARI SIĞINMA BAŞVURUSUNDA HAKLI GEREKÇE OLARAK GÖRÜLMEDİ
-
Dünya8 ay önce
META’NIN COVİD-19 AŞILARIYLA İLGİLİ YANILTICI BİLGİ KARARI: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLIYOR MU?
-
Gündem7 ay önce
TELEGRAM’DA ŞOK EDEN GRUPLAR: TECAVÜZ AĞLARI VE K.O. DAMLALARI
-
Gündem8 ay önce
TÜRKİYE’DEN GELEN SIĞINMA BAŞVURULARINA GETİRİLEN SERT UYGULAMALARA TEPKİ