Sosyal Medya

Köşe Yazıları

Yaşlılık Geliyorum Demeden…

yazar

Yayınlayan

on

Sevdiğim yazarlardan olan Ellen Berg’ in ‘’Zur Hölle Mit Seniorentellern!’’ kitabını okuduktan sonra bu yazıyı yazma fikri doğdu. Aslında Ellen Berg, oldukça esprili kitaplar yazar. Bu kitap da öyle idi ancak okuru oldukça düşündürecek bir konu ‘’yaşlılık’’ olduğu için beni çok etkiledi.

Kitabın kahramanı Lissy, 70 yaşında, hayatını oldukça aktif yaşayan trekking’ e giden, dans eden, bağımsızlığına düşkün bir kadın. Bir gece düşüp kalçasını kırınca, 3 kızı aniden onun hayatını temelden değiştirecek bir karar verirler. Hastanedeyken evini boşaltıp daha önceden onun için rezerve ettikleri huzurevine taşırlar. Lissy yürüyemediği ve bakıma muhtaç olduğu için istemese de gitmek zorunda kalır. Kitabın geri kalan kısmı oldukça esprili devam ediyor.

Kitabı bitirdikten sonra kendi kendime düşüncelere daldım. Ben yaşlılığımı nasıl geçirmek istiyordum? Birden Lissy gibi ani bir sürprizle karşılaşmak mı, önceden belirlenmiş bir yaşlılık mı daha uygun olurdu? Şaka bir yana ben de üç çocuk annesiyim ve bu tarz sürprizleri hiç sevmemJ Peki yaşlılık dönemimi nasıl geçireceğime kendim karar verebilir miyim? Ya aklım başımda olmazsa ne yaparım?

Zaman zaman sohbetler arasında şaka yollu, kimseye yük olmak istemediğimi huzurevine gidebileceğimi söylesem de acaba gerçekten isteyeceğim hayat bu mu? Bu konuda derin derin düşününce, bana çok da uygun olmayacağını görebiliyorum. Bağımsızlığına, özel yaşam alanına çok düşkün bir insanım. Kalabalıklar beni rahatsız ediyor kendimi iyi hissetmiyorum. Tabii artık daha özel yaşam alanı sunan daireler de oluyor huzurevi kapsamında. Ev temizliği, yemek, sağlık hizmeti alabiliyorsunuz ancak yine de kendi dört duvarınızda yaşayabiliyorsunuz.

Çocuklarımın evine gitmek ise şu anda gerçekten düşünmek istemediğim bir olasılık. Hem herkesin kendine göre bir yaşam tarzı var, hem de hayat şartları buna her zaman uygun olmayabiliyor.

Peki bu istekleri planlayıp, önceden çocuklarla konuşmak doğru olur mu? Bence çok da güzel olur. Böylece çocuklarımız ani bir kaza veya hastalık durumlarında ne yapacaklarını bilirler ve panik yaşamazlar. Tabii çocuk yazdığıma bakmayın, bu tarz planları konuşmak için çocuklarınızın da belirli bir yaşa gelmiş olması gerekirJ

Kafamda kendim için planladıklarımı genelleştirip madde madde yazdım. Belki benim gibi planlamayı sevenlere bir yardımı dokunabilir:

Önceden Düşünmek ve Karar Vermek:

Nasıl bir yaşlılık istiyorsunuz? Evde mi kalmak, bir bakım evine mi gitmek, yalnız mı yaşamak yoksa çocuklarınızla mı? Nelerden vazgeçebilir, nelerden vazgeçemezsiniz? Sağlık, bağımsızlık ve sosyal çevre gibi konuları netleştirmek önemli. Tabii bu seçimlerin maddi yönünü de önceden planlamak, o an geldiğinde sıkıntı yaşanmasını engeller.

Açık ve Erken İletişim:

Çocuklarınızla erken yaşta bu konuyu açık açık konuşmalısınız. Beklentilerinizi, korkularınızı ve tercihlerinizi anlatmalısınız. Böylece onlar da zamanı geldiğinde şaşırmazlar ve sizin ne istediğinizi bilirler. Hatta tüm seçimi onlara bırakmadığınız için mutlu bile olabilirler. Zira en zor karar, bir insanın hayatı hakkında alınan karardır.

Resmi Belgeler Hazırlamak:

Vasiyet, vekâletname (özellikle sağlık ve finansal konularda), bakım planı gibi belgeler düzenleyebilirsiniz. Bu belgeler, çocuklarınızın da elini kolaylaştırır. Belge olunca, uygulama şansı artar. Hatta arzu edilen cenaze bile önceden planlanabilir.

Onların da Fikirlerini Almak:

Çocuklarınızın hayat şartlarını da göz önünde bulundurmak önemli. Onlar da kendi hayatlarına göre bir denge kurmaya çalışacaklar. Empati kurarak ortak bir plan geliştirmek uzun vadede daha sağlıklı olur.

Alternatif Planlar Yapmak:

Hayat her zaman planlandığı gibi gitmeyebilir. Bunu kabul edip esnek birkaç alternatif plan oluşturmak lazım. Beklenmeyen durumlarda ne yapılacağı ailece konuşulup karara varılabilir.

Çocuklarla Nasıl Konuşmalı?

Doğru zamanı seçin

Konuşmak için sakin bir zaman ayarlayın. Bir bayram günü kalabalığında değil, mesela bir pazar kahvaltısından sonra ya da özel bir buluşmada. Herkesin rahat olduğu bir anda konuşmak hem konsantre olmayı, hem de fikir alışverişini kolaylaştırır.

Konuya sevgi ile, yumuşak bir giriş yapın

Direkt “Ben yaşlanınca ne olacak?” demek yerine şöyle bir giriş yapabilirsiniz:

“Ben sizinle gelecekteki hayatımla ilgili birkaç düşüncemi paylaşmak istiyorum. Bunu şimdiden konuşursak, herkesin içi rahat eder diye düşünüyorum.”

İstekleri açıkça ifade edin

Net ama yumuşak bir dille:

“Yaşlandığımda mümkün olduğunca kendi evimde yaşamak isterim.”

veya

“Eğer sağlığım kötüleşirse, profesyonel bir bakım evinde olmaktan rahatsızlık duymam.”

Önceliklerinizi anlatın

Size en önemli gelen şeyleri vurgulayın:

  • Bağımsızlık mı önemli?
  • Aile ile birlikte olmak mı?
  • Sağlık ve güvenlik mi?

Örnek:

“Benim için bağımsızlık önemli. Ancak güvende hissetmediğim bir durumda yardım istemekten çekinmem.”

Düşüncelere saygı duyun

Sadece kendi isteklerinizi belirtmekle kalmayın, onların da fikirlerini alın:

“Siz de bu konuda kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Bana destek olabileceğiniz bir planı birlikte oluşturmak isterim.”

Bu şekilde yapılacak konuşmalar hem çocuklarınızı bir şeye zorlamadığınızı, hem de kararlarınıza onları da ortak ettiğinizi hissettirir.

İsterseniz ilerleyen zamanda bir sağlık vekâletnamesi, bakım isteklerini içeren bir yazı veya vasiyet gibi şeyleri resmi hale getirebilirsiniziz.

Konuşmada bunu da yumuşak bir dille söyleyebilirsiniz:

“Belki ileride bazı belgeleri de hazırlayabiliriz ki işler kolaylaşsın.”

Teşekkür ve güven

Konuşmayı şöyle bitirmek güzel olur:

“Bunu sizinle konuşabildiğim için çok mutluyum. Sizi zor durumda bırakmak istemem. Sadece birbirimize güvenebileceğimizi bilmek bana yetiyor.”

Aile bireyleri ve çocuklarımız bu konuda karmaşık hisler içinde olabilir; ki bu da çok normaldir. Hiç bir çocuk ebeveyninin ölüm veya yaşlılık zamanını düşünmek istemez. Ama yaşlılık ve ölüm de hayat kadar gerçek şeyler ve bu hayatı nasıl planlıyorsak, bu dönemleri de planlamamız kadar doğal bir şey olamaz.

Peki yaşlılığı planladık ama bu iki ayağımızın üzerinde durabildiğimiz, günlük yaşamımızı olabildiğince sürdürebildiğimiz durumlar için geçerli. Peki ya halk arasında bunama olarak tabir edilen bir durumda olursak? Artık kendimizi ve çevremizi tanıyamayacak hale gelirsek? Bu durumda da yaşamak ister miyiz?

Çok sevdiğim, hayatı severek yaşayan, neşeli bir komşumuz 90 yaşlarının üzerinde Alzheimer oldu. Son yıllarını kim olduğunu, çevresindekilerin kim olduğunu bilmeden geçirdi. Ve bu durum gerçekten 5-6 yıl gibi uzun bir süre bu şekilde devam etti. Şu andan düşününce, böyle bir duruma gelirsem yaşamak istemem gibi geliyor. O halde hayatta olup olmamamın da ne kendime, ne aileme bir faydası olur diye düşünüyorum.

Peki bu durumda özgürce ölümü seçebilir miyim? Yanıtı: Evet!!! Henüz aklınız başınızdayken buna karar verdiyseniz, iyileşme şansı olmayan hastalık veya bunama gibi bir durumda kendi iradenizle erken ölümü seçebilirsiniz. Yıllarca eziyet çekmek ve başkalarına muhtaç olarak yaşamak mı, bir iğne olup veya bir ilaç alıp saniyeler içinde huzurla ölmek mi derseniz ikincisini seçerim kendi adıma.

İsviçre’ de bu işlemi gerçekleştiren pek çok yasal kuruluş var. Sizlerle birkaçının linklerini ve şartlarını özetle paylaşmak isterim:

Dignitas – To live with dignity – To die with dignity

Web sitesi: www.dignitas.ch

Merkez: Zürih, İsviçre

Özellikleri: Uluslararası üyelik kabul eder; hem İsviçre vatandaşlarına hem de yabancılara hizmet sunar. Tıbbi belgeler, psikolojik değerlendirme ve etik onay süreçleri içerir.

EXIT – Schweizerische Gesellschaft für Humanes Sterben

Web sitesi: www.exit.ch

Merkez: Zürih ve Romandie (Fransızca konuşulan bölge)

Özellikleri: Sadece İsviçre vatandaşlarına ve uzun süreli ikamet edenlere hizmet verir. Üyelik sistemiyle çalışır; etik ve tıbbi kriterler arar.

Lifecircle

Web sitesi: www.lifecircle.ch

Merkez: Basel, İsviçre

Özellikleri: Hem İsviçre vatandaşlarına hem de yabancılara hizmet sunar. Tıbbi belgeler, psikolojik değerlendirme ve etik onay süreçleri içerir.

Pegasos Swiss Association

Web sitesi: www.pegasos-association.com

Merkez: Basel, İsviçre

Özellikleri: Uluslararası başvuruları kabul eder. Daha hızlı ve sade bir süreç sunmayı amaçlar. Tıbbi belgeler ve etik onay süreçleri içerir.

Başvuru Süreci Hakkında Genel Bilgiler

Bu kuruluşlara başvururken genellikle aşağıdaki adımlar izlenir:

İlk İletişim: Kuruluşun web sitesinden veya e-posta yoluyla başvuru yapılır.

Tıbbi Belgeler: Başvuru sahibinin sağlık durumu ile ilgili belgeler talep edilir.

Değerlendirme: Tıbbi ve psikolojik değerlendirmeler yapılır.

Onay Süreci: Etik komite veya ilgili kurul tarafından başvuru değerlendirilir.

Planlama: Onay sonrası, süreçle ilgili detaylar planlanır.

Önemli Notlar

Yasal Durum: İsviçre’de yardımlı ötenazi belirli yasal çerçeveler içinde mümkündür. Ancak, her başvuru bireysel olarak değerlendirilir ve kabul edilip edilmeyeceği kuruluşun kriterlerine bağlıdır.

Psikolojik Destek: Bu tür kararlar ciddi psikolojik etkiler yaratabilir. Profesyonel destek almak önemlidir.

Aile ve Yakınlar: Sürece aile bireylerinin veya yakınların dahil edilmesi, duygusal destek açısından faydalı olabilir.

Eğer bu kuruluşlardan birine başvurmayı düşünüyorsanız, doğrudan resmi web siteleri üzerinden iletişime geçmeniz en doğru adım olacaktır. Her kuruluşun başvuru kriterleri ve süreçleri farklılık gösterebilir.

Önemli not: Bu linkler sadece bilgi verme amaçlı olup, reklam niteliği taşımamaktadır.

Hayatı planladığımız gibi, hayatın sonunu planlamak da hakkımız. Umarım yazım hayatının kontrolünü son ana kadar elinde tutmayı sevenlere bir rehber niteliğinde olmuştur.

Bu arada Ellen Berg’ in kitabını okumak isterseniz aşağıya linkini bırakıyorum:

https://amzn.to/4jQhKdx

  • Bu yazıda bir adet Amazon affiliate linki bulunmaktadır.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

                      En Hüzünlü Eylül

yazar

Yayınlayan

on

  Bazı kitaplar vardır; sayfalarında sizi neyin beklediğini bilirsiniz de eliniz gitse de kalbiniz engel olur. Çünkü o kitabın yalnızca okunmayacağını, insanın ruhunda bir yerleri paramparça edeceğini sezersiniz. En Hüzünlü Eylül tam da böyle bir kitaptı benim için. Elime almam biraz sancılı oldu.

  Aslında Osman Balcıgil’in adını çok sık duymuş olmama rağmen, onun kitabını okumak ancak yakın zamanda nasip oldu. İsviçre Türk Edebiyat Kulübü olarak düzenlediğimiz “Şairler Limanı – Sabahattin Ali Gecesi” için içerik hazırladığım günlerde, Bodrum Sahafçısı’nın kitapları arasında kaybolmuşken, Balcıgil’in Yeşil Mürekkep’i elime düştü. Siz tesadüf deyin; ben tevafuk. Bir solukta okudum ve “Kim bu Osman Balcıgil, böyle yazmak nasıl bir birikimin sonucu?” diye düşünürken, yılların deneyimiyle yoğrulmuş bir araştırmacı gazeteciyle karşılaştığımı anladım. O anda taşlar yerine oturdu.
  Böyle bir kalemi bulmuşken bırakır mıyım? Elbette hayır. Zürih’e dönerken En Hüzünlü Eylül’ü bavuluma, diğer kitapların arasına özenle yerleştirdim. Elim her seferinde ona gitse de kalbim “Henüz zamanı değil,” diyordu.
Ta ki geçen haftaya kadar.

Parçalanmış Ruhlar ve Bir Şehir

  6-7 Eylül’ü anlatan belki ona yakın kitap okumuşumdur; her seferinde aynı sarsıcı his: İnsan denen varlığın kötülüğü nasıl bu kadar hızlı örgütleyebildiğini, “öteki” ilan edilen kim varsa ona nasıl bu kadar kolay vahşileşilebildiğini yeniden ve yeniden sorgulamak… Din mi, ırk mı, kimlik mi, bizi bir anda barbarlığa sürükleyen o karanlık dürtü? Bu sorular her okumada büyür içimde.

  Ama bu kitapta yaşadığım daha kapsamlıydı. Çünkü Balcıgil yalnızca o karanlık günleri anlatmıyor; derin araştırmalarla ortaya çıkan belgeleri, dönemin tanıklıklarını ve arşiv gerçekliğini öyle bir kurguyla örüyor ki, okur olarak tarihle yüzleşmenin ağırlığını bütün hücrelerinizde hissediyorsunuz. Daha önce aynı acıyı defalarca hissetmiş olsam da, bu kez hissettiğim sızı çok daha keskin; çünkü bu anlatı yalnızca acıyı hatırlatmıyor, onun nasıl örgütlendiğini, nasıl planlandığını, nasıl adım adım büyütüldüğünü de çarpıcı bir netlikle göz önüne seriyor.

 Ne diyebilirim ki…
 Bu kez sadece sarsılmadım; parçalandım ve her bir parçamı ayrı yerde bıraktım.

 Hüzünlüdür İstanbul… Hele Eylül 1955’ten beri.


  Bu kadim kentin destansı tarihinde, 6-7 Eylül 1955’in yarattığı büyük yıkım, sadece toplumsal değil, bireysel hafızalarda da derin bir çentik bırakır. En Hüzünlü Eylül romanı tam da bu çentiğin içine eğiliyor.

  Roman “Söyledim ve ruhumu kurtardım” cümlesiyle başlıyor. Bu söz romanın taşıyıcı kolonu. Çünkü En Hüzünlü Eylül, yalnızca geçmişi anlatan bir metin değil; aynı zamanda susmanın, görmezden gelmenin de suç ortaklığı olduğuna dair bir yüzleşme çağrısı.

  Suzan’ın gözünden okuduğumuz hikaye, Türkiye–Yunanistan arasındaki gerilimlerin, Kıbrıs meselesinin ve milliyetçiliğin adım adım yükseldiği yıllarda geçiyor. Bu süreçte “iyi niyetli bir dayanışma hareketi” olarak sunulan Kıbrıs Türktür Derneği’nin aslında derin devlet bağlantılarıyla Anadolu’nun ve İstanbul’un çeşitli semtlerinde halkı sistemli biçimde örgütlediğini görüyoruz.

  Dönemin İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay’ın, yaşanacakların vahametini Cumhurbaşkanı ve İçişleri Bakanı’na defalarca aktarmasına rağmen Ankara’dan yükselen sessizlik, fırtınanın yaklaşmakta olduğunu açıkça gösteriyor. Roman, devlet koridorlarında duyulan bu sessizliğin, aslında gürültülü bir hazırlığın parçası olduğunu acı bir gerçeklikle hatırlatıyor. Nitekim olaylardan sonra ortaya çıkan belgeler, 6-7 Eylül’ün fitilinin bizzat devlet tarafından ateşlendiğini ortaya koyuyor.

  Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atıldığına dair yayılan, sonradan asılsız olduğu anlaşılan haberle birlikte İstanbul’un kalbinin nasıl bir anda harap olduğuna tanık oluyoruz: Önceden hazırlanmış kamyonlar, el altından dağıtılan demir sopalar, birbiri ardına yağmalanan evler, kiliseler, okullar…

  Daha da acısı: Yassıada’daki yargılamalarda sorumluların önemli bir kısmının devletin kendi yargıçları tarafından serbest bırakılması. Adalet, tıpkı o günlerdeki evlerin pencereleri gibi kırık; ama kimse o camları toplama cesareti göstermemiş.

  Bu politik karanlığın içinde Suzan ile Yorgo’nun büyük aşkı paramparça oluyor. Suzan’ın beş yıl süren kesintisiz yasına tutunan roman, okura yalnızca “ne oldu?”yu değil, “neden oldu?”yu da düşündürüyor. Ve belki de daha acısı: “Bir daha olur mu?” sorusunu.

  Kitabın sonunda verilen hatırlatma, yüzleşmenin neden şart olduğunu bir kez daha vurguluyor:
“6-7 Eylül’ü doğuran karın yenilerine gebe kalmıştır. Bunu Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta acıyla öğrendik.”

  En Hüzünlü Eylül, bir aşk romanından öte bir yüzleşme metni.
İstanbul’da Türkler ve Rumların aynı sofraya oturduğu günlerin nasıl bir gecede altüst olduğunu gösteriyor. “Biz nasıl buraya geldik?” sorusuna cevap arayan herkese, tarihin sadece uzak geçmişte kalmadığını hatırlatıyor.

  Roman bittiğinde, girişteki bu söz kulaklarda yankılanmaya devam ediyor.
                    “Söyledim ve ruhumu kurtardım.”

  Osman Balcıgil, bir röportajında bu cümlenin arka planını şöyle anlatıyor:
“Belleğimin karanlık bir köşesinde saklamayı sürdürmedim. Bu kitabımla ‘azınlık’ yurttaşlarımızdan, en azından kendi adıma özür dilemiş oldum. Allah konuşmayanları, susanları, düşüncelerini kendileriyle birlikte cehenneme götürecek olanları da kurtarsın.”

  Belki de bu tür hikayeleri okumak, konuşmak, hatırlamak ve anlatmak da bizim kendi ruhumuzu kurtarma çabamızdır.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Saray’da Tekamül

yazar

Yayınlayan

on

İstanbul Boğazı… İki yakayı, iki denizi ve sayısız medeniyeti kucaklarken; sularının her bir damlasında aşkların, ayrılıkların ve tarihin sesini taşıyan İstanbul’un bitmeyen ezgisi.

İstanbul Boğazı, kalabalık bir şehirde insanın kendini en yalnız ve aynı zamanda en bağlı hissettiği yerdir. Bir martının çığlığında özlemi, bir balıkçının oltasında sabrı ve dalgaların ritminde hayatın akışını bulursunuz.

Boğazın eşsiz manzarasını bir hastane odasından izleyen bir yakınımı ziyarete geldim: Mustafa Reşit Paşa’nın sahil sarayı, şimdiki adıyla Baltalimanı Kemik Hastalıkları Hastanesi. Bir zamanlar saray erkanının adımladığı bu zeminlerde, iyileşmeyi bekleyen nice ruhun sessiz mücadelesine tanıklık ediyorum şimdi. İhtişamın ve acının ne kadar yan yana durabildiğini anlıyorum.

Odanın yüksek tavanlarına, ihtişamlı mimarisine bakarken serum askılarının soğuk metali ile göz göze geliyorum ve insanın acizliği karşısındaki sessiz teslimiyetini hissediyorum.

Odadaki bembeyaz örtülü yataklarda yatan hastaların acılarını hissetmemek mümkün değil. Bir zamanlar belki ziyaret odası, belki çalışma odası iken şimdi hastalara şifa dağıtmaya çalışan bir oda. Altın Varak oymalı sehpaların yerine üzerinde ilaçların bulunduğu etajerlerin olduğu bu oda hayatın önceliklerini en net ifade eden yer 

Odanın tüm pencerelerinde Boğaz manzarası hâkim. Gözlerim, Boğaz’dan ağır ağır geçen bir yük gemisine takılıyor. O gemi, burada yatan hastaların geçirdiği ameliyatın ağırlığını taşıyor sanki. Yavaşça ilerliyor ama kararlı; tıpkı buradaki hastaların iyileşme süreci gibi.

Bu tarihi saray, acı bir tefekkürle beraber farklı bir huzur hissettiriyor.

​Boğaz ne paşa diyor ne saray; akıp gidiyor. Bu hastanede insan akışa teslim olmayı öğreniyor. Yavaşlamalar, hızlanmalar, duraksamalar, fırtınalar, belki geri dönüşler… Fakat nihayetinde hep ileriye doğru bir akış var.

Burada olmak bana, hayatın en değerli mirasının ne ihtişamlı bir saray, ne de büyük bir unvan olmadığını gösteriyor. En büyük miras, sağlıklı bir nefes, atılan sağlam bir adım ve sevdiklerimize duyulan bağlılık olduğunu bir kez daha hatırlatıyor .

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Kokunun Peşinde: Bellekte Açılan Kapılar

yazar

Yayınlayan

on

O güçlü duyguyla yıllardır zaman zaman yüzyüze gelirim. Bazen bir yemek kokusu beni çocukluğumun mutfaklardan kızartma kokusu yayılan tembel yaz öğleden sonralarına ve ailece oturduğumuz iştah açıcı sofralara götürürken, bazen de eski bir kitap kokusu ilkokulumuzdaki harita ve kitap odasının loş, küflü ve tozlu ortamına beni sessizce bırakıverir. Hani şu filmlerde karakterlerin aniden geçmişe gitmesi ve sahnelerin hızlıca değişivermesi gibi, burnumdan süzülen bir koku molekülü, adeta zamana meydan okuyarak beni, o film kahramanları gibi hayatımın herhangi bir anına taşımayı başarır. Bu büyülü hissin “Proust Madlen Fenomeni” şeklinde bir de ismi olduğunu ve bu ismin, 20. yüzyılın en önemli edebi yapıtlarından kabul edilen Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” adlı eserinde Proust’un çaya batırılmış madlen kurabiyesinin tadıyla çocukluğunun anılarını yeniden yaşadığı sahneden geldiğini de bu duyguyu tatmaya başladıktan çok sonraları öğrendim.

Koku alma duyusu, tüm duyularımızın içinde hafızayla en güçlü bağlantıya sahip olan. Aslında Proust’un “madlen”i sadece duygusal ve bilinçdışı hafızanın edebiyattaki en güçlü örneklerinden değil, aynı zamanda belleğin insan yaşamındaki rolünü yansıtması açısından da önemli. 

Kokunun Bellekteki İzleri

Bellek konusu oldum olası ilgimi çekmiştir. Edebiyatta da bellek ile ilgili romanlar en sevdiklerimin içinde oldu hep. Kimbilir, belki de koku duyusunun bu kadar ilgimi çekmesi de bu yüzdendir. Bellekle ilişkisi açısından bakınca kokunun, onu diğer duyulardan farklı kılan çok önemli bir özelliği var. Koku molekülleri “duygusal beyin” diye de bilinen limbik sistem üzerinden işlenir. Yani koku molekülleri, burun yoluyla alınır ve direk beynin limbik sistemi olarak bilinen duygusal merkezine iletilir. Peki bu ne anlama gelir? Limbik sistem, sadece kokunun değil bütün belleğimizin ve duygu durumlarımızın da işlendiği bölge. “E, peki diğer duyular oraya gitmiyor mu?” dediğinizi duyar gibiyim. Evet tüm duyularımız aslında oraya gidiyor sonunda ama koku duyumuzun farkı,  hiçbir bilişsel süzgeçten geçmeden, direk olarak limbik sisteme yönlenmesi. Bu doğrudan bağlantı da kokunun hafızayı tetiklemesini benzersiz kılıyor. Bu kimyasal duyuya gelen uyarılar herhangi bir rasyonel filtreden geçmeden direk limbik sistemin içine gidince aniden kendimizi bir zaman yolculuğunun içinde bulabiliyoruz. İşin içine başka bir rasyonel filtre girmeyince de koku molekülleri ile diğer duyularımızın bizi çıkarabileceği zaman yolculuğuna kıyasla çok daha eskilere gidebiliyoruz; 2,5-3 yaşlarımıza kadar ışınlanmamız mümkün. Mucize gibi değil mi?

Aslına bakarsak koku-bellek ilişkisi daha da eski, henüz biz bu dünyaya gelmeden önce başlıyor. “Kokular” kitabının yazarı ve koku uzmanı Vedat Ozan’a göre hepimizin koku bellek bankasının ilk girdisi aslında ortak; doğmadan koku almaya başlıyor ve içinden çıktığımız gövdeyi kokusundan tanıyarak doğuyoruz. Çok güvende hissettigimiz ana rahminden, bol uyaranlı, pek de tekin görünmeyen dünyaya gelince, bizi geçmişte olduğumuz yere bağlayacak güçlü bir halata ihtiyacımız oluyor. İşte koku duyusu da bir nevi o halatın yerine geçiyor Ozan’a göre. Yeni doğmuş çocuğun anne kucağına verilir verilmez sakinleşmesi de aslında bunun kanıtı değil mi?

Hayatımızdaki Görünmez İz

Hepimizin hayatında vardır kokularla özdeşleştirdiğimiz olumlu olumsuz duygu ve anılarımız. Bir bakıma kokularla kendi hikayelerimizi oluşturuyoruz da diyebiliriz. Örneğin ben ne zaman yanmış odun kokusu duysam zaman yolculuğunda 4-5 yaşıma giderim. Zaman benim için bükülür, kendimi Karadeniz’de anneannemin ve dedemin evinde bulurum. Yanık odun kokusu serin deniz kokusu ile karışır, kendimi denizden çıkmış, sahili annemin büyüdüğü eve bağlayan yılankavi arnavut kaldırımlı sokakta neşe içinde yürürken bulurum. Yolun detaylarını hatırlarım; kaldırımın dokusunu, sağlı sollu yeşillikleri, en görkemli ağacın olduğu noktayı, komşuların evlerini bile kafamdaki resimde yerli yerine oturtabilirim. O yaşlarda bana bitmek bilmeyen gelen o yol, şimdi görsem kısalığıyla kimbilir nasıl şaşırtırdı beni.

Koku, basit bir duyusal deneyim olmaktan çok daha fazlası; anlık da olsa geçmişi bize yeniden yaşatabilmenin yanısıra bugünkü kimliklerimizi oluşturma sürecinde de güçlü bir araç aslında. Böyle ifade etmek abartılı gibi mi geliyor kulağa? Bir de şu açıdan bakalım; kişisel geçmiş hikayemizle ilişkilendirerek duyduğumuz tüm kokulara olumlu veya olumsuz etiketler verebiliyoruz. O kokuyla ilk nerede, nasıl karşılaştığımız, yanımızda kimin olduğu, ne hissettiğimiz gibi her türlü detay, geçmiş anılarımızla ilişkilendirdiğimiz hislerimizi, bu hisler de duygu durmumuzu belirliyor. İlginç olan bir diğer nokta da kokuya ilişkin verili bilgiyle doğmamış olmamız. Hangi kokuya nasıl bir tepki vereceğimiz tamamen subjektif ve kişiye özel. Bende bahsettiğim duyguları tetikleyen yanmış odun kokusu, başka birinde tamamen olumsuz duygular uyandırmış olabilir örneğin. Her koku yepyeni bir sayfa ve üzerini yaşanmışlıklarla, onlarla ilişkilendirdiklerimizle biz dolduruyoruz. Adeta kokularla hikayeler yazıyoruz. Bu düşünce bana çok etkileyici geliyor.  

Üstelik koku sadece bellek ile ilgili değil; bize aynı zamanda benliğin de sürekliliğini hatırlatan bir duyu. Biz büyüdüğümüzü, yaşlandığımızı veya değiştiğimizi düşünürken, ansızın beklenmedik bir koku, yıllar önceki halimizi bugünkü “biz”le buluşturuverir. Adeta zamanın doğrusal olmadığını, insanın birçok “şimdi”den oluştuğunu hatırlatır bize.

Hafızanın ve Edebiyatın Görünmez Dili

Bu kadar sıradışı özellikleri olan bu duyumuz elbette edebiyatın da odağında olmuş zaman zaman. Portekizli şair ve yazar Pessoa, “Koku alma yeteneğinin tuhaf bir görme duyusu” olduğunu söyler. Bir koku molekülüyle gözümüzün önünde tüm netliğiyle beliriveren, belleğin tozlanmış raflarından inip adeta canlanan anıları düşününce pek de yanıltıcı bir tanım değil bence de.

Pessoa’dan bahsedince aklıma edebiyatta usta yazarların kokuyu eserlerinde nasıl da yalnızca bir betimleme unsuru olarak değil, hatırlamanın ve unutmanın sembolü olarak da kullandıkları geliyor.

Bellek meselesi üzerine Türkiye’de ilk kafa yoran romancılardan olan Ahmet Hamdi Tanpınar, bana göre Türk edebiyatının en iyi romanlarından biri olan “Huzur”da, 2. Dünya Savaşı öncesinin tekinsiz atmosferinde yeni bir hayata geçiş için gerekli olan kimliğin geçmişten alınması gerektiğini aktarır. Bir taraftan da modernleşme sancıları icindeki bir topluluğun unuttuklarını, belki de  unutulmaya çalışılanları yansıtır. Kolektif ve kültürel bellek, roman boyunca bize kendini gösterir.  Ana karakterler Nuran ve Mümtaz’ın İstanbul’un köşklerinden birini dolaşırkenki ruh hallerine de, bu düşünceler eşlik eder. İçinde bulundukları mekan, bir “yer” olmaktan çıkar ve Tanpınar’ın kaleminde, “kendi kokumuz”  ve “biz” ifadelerine dönüşür: “Her şeyde garip bir mazi kokusu vardı. Bu, tarih içinde kendi kokumuzdu, ne kadar bizdik.”

Roman boyunca bir yandan da başlı başına bir karakter olarak karşımıza çıkan İstanbul, Kandilli’den Fatih’e kadar birçok semtinin kendine has özellikleri ile bize sürekli göz kırpar. Okur Mümtaz ve Nuran’la birlikte İstanbul yolculuğuna çıkarken, şehrin kokusu adeta canlanır, satırlardan dışarı çıkar. İstanbul’un semtleri, iskeleleri ve köşkleri, renk, ses ve koku çağrışımlarıyla adeta duyusal, canlı bir alana dönüşürler.

Yazarların ustalığı bazen öyle bir noktaya varıyor ki, okur hiç gitmediği bir şehrin bile tüm kokularını ve renklerini sanki hep oradaymışçasına tüm canlılığıyla belleğinde canlandırabiliyor. Lawrence Durrel’in “İskenderiye Dörtlüsü” bana göre bunu en iyi şekilde yansıtabilen romanlardan. İskenderiye, tıpkı Tanpınar’ın İstanbul’u gibi, 4 ciltlik seri boyunca asla bir “şehir”olarak kalmıyor, adeta romanın en güçlü karakteri haline geliyor. Sesleri, kokuları, renkleri, karmaşası, görkemi, kirli dar sokakları, limanı, kahveleri ve farklı uluslardan insanları ile elle tutulur bir varlığa dönüşüyor. Bütün okuma boyunca bana eşlik eden baharatımsı koku şimdi bu satırları yazarken bile benimle.

Şehir Kokusu

Edebiyatta koku deyince seçebileceğim o kadar örnek varken bana şehrin kokusunu hissettirebilen örneklere yoğunlaştığımı farkediyorum. Şüphesiz “şehir kokusu” kavramına duyduğum ilgiden kaynaklanıyor bu. Farketmesek de hemen hepimizin belleğinde şehirlerin kokularının saklı olduğuna inananlardanım.  Her şehir kendi iklimini, insanını, tarihini ve kendine özgü dokusunu bize bir şekilde hissettirir. O yüzden de hepimizin algısında her şehrin bir sesi, dokusu ve elbette bir kokusu vardır. Bir şehrin özellikle kokusu onun ruhudur. Ve herkes için bu ruhun yansıması farklıdır.

Yazarların şehirleri de onların penceresinden, satirlardan yansır okura.

Mesela Orhan Pamuk’un İstanbul’u puslu, gri, siyah-beyaz fotoğraflarla bütünleşmiş bir şehirdir ve ahşap evleriyle adeta hüzün kokar.

Sait Faik Abasıyanık, Burgazada’nın ada çamlarında ve tuzlu havasında insan ve özgürlük kokusunu arar. Onun Burgazadası’nın kokusu, hayatın kendisinin kokusudur

İhsan Oktay Anar’ın İstanbul’u hem tarih, hem masal kokar. Tütsülü, rutubetli ve esrarengizdir.

Benim de 2 yıl yaşadığım Dublin, James Joyce için kirli, canlı, soluk alıp veren bir beden gibidir adeta.  Bira, yağmur ve liman kokuludur.

Kokular, bir şehrin görünmeyen hafızasını oluşturur. Belki de eserlerinde şehir kokusunun peşine düşen yazarların da gerçekte aradıkları kendi kaybolan hatıralarıdır.

Sonuçta kokular, hatıralar aracılığıyla bizi kendimize ulaştırır. Bir şehri özlerken, şehrin kendisinin yanısıra, o şehrin kokusuna sinmiş kendi hatıralarımız değil midir asıl özlediğimiz?

Haberin Devamını Oku
Reklam

Trendler