Sosyal Medya

Köşe Yazıları

KAHVALTININ SAHİDEN MUTLULUKLA İLGİSİ VAR MI?

yazar

Yayınlayan

on

Bana göre ilgisi yok çünkü kahvaltı mutluluğun ta kendisi!

“Hakkında yazmak bile beni mutlu ediyor” dememin kulağa ne kadar inandırıcı geldiğini bilmiyorum ancak gerçek kahvaltı sevdalılarının beni anlayacaklarını biliyorum.

Bu sevda çocukluğumdan beri bana eşlik etmiş olsa da, yurtdışına taşınmamla birlikte geleneksel Türk kahvaltımız yıllar içinde nadir bir mücevher gibi gözümde daha da değerlendi. Kolay değil, dünyada eşi olmayan bir kahvaltı kültürünün çocuklarıyız, o kadar böbürlenmemiz olsun!

Konuya, doğduğum topraklara olan duygusal bağdan tetiklenen bir torpille değil, objektif bir bakışla yaklaştığımda, dünyada bir numara olabilecek bir Türk ritüelimiz olup olmadığı sorusunu tartışmasız “kahvaltımız” diye cevaplardım. Birçok güzel geleneğimiz olsa da, ince belli bardaklarda salınan demli çayların derin sohbetlere eşlik ettiği en keyifli ritüelimiz bence kahvaltı kültürümüz.

Yurtdışında yaşayan biz Türkler artık her türlü gıdaya dünyanın her yerinden ulaşabiliyoruz. Ancak, hâlâ Türkiye’den gelen ziyaretçilerin bavullarından çıkan kahvaltılıkların evini şenlendirdiği kişi tek ben değilimdir sanırım.

Benim kahvaltı sevdamdan ailemizdeki İtalyanlar da nasibini aldı. Pek çok Avrupalı gibi kahve ve kruvasanı sabahları baş tacı eden İtalyan eşim ve akrabalarım, hayatın taze domatesli, çay, simit ve beyaz peynirli lezzetlerini benimle birlikte keşfedip sevmeye başladı. Bizim evde olmak demek, sabahları uzun ve keyifli Türk kahvaltıları yapmak demek.

Kahvaltının tarihine baktığımızda…

Günümüzde yeme içme kültürünün önemli bir parçası olan, yıllardır “günün en önemli öğünü” diye methedilen kahvaltının tarihine baktığımızda görüyoruz ki, meğerse yüzyıllar boyu sabahları yemek yemek hiç de şimdilerde olduğu gibi yüceltilmemiş.

Örneğin, Orta Çağ’da kahvaltı, yoksulların öğünü olarak görülürmüş. Tarlalarda çalışmak için erken uyanan köylüler ve işçiler, güçlerini koruyabilmek için sabah erken saatlerde ekmek, bira ve peynir gibi besinler tüketirken, soylular arasında kahvaltı etme kavramı hiç de kabul görmezmiş. Hatta Orta Çağ Katolik Kilisesi’nin önde gelen isimlerinden Thomas Aquinas, yedi günahtan biri olan “Oburluk” günahının içine “erken yemeyi” de dahil ettiği için, sağlıklı insanlar için güne erken yemekle başlamak nefse hâkim olamamakla özdeşleşerek uzun süre günah olarak kabul edilmiş!

Dünyada kahvaltının normalleşip yaygınlaşması Sanayi Devrimi ve sonrasına denk geliyor. Pek çok konuyu olduğu gibi yeme içme kültürünü de etkileyen Sanayi Devrimi’nin getirdiği yoğun iş gücü ihtiyacı ile işçi sınıfının ortaya çıkışı, sabahları yemek yeme alışkanlığını da yaygınlaştırıyor. Artan enerji ihtiyacı ile birlikte yüksek kalorili yiyecekler sabah sofralarında yer almaya başlıyor. Kahvaltının modern anlamda “günün en önemli öğünü” olarak kabul edilmesi ise 20. yüzyılın başlarına dayanıyor.

Osmanlı’dan günümüze Türk kahvaltısı

Bizim tarihimize bakınca da gün içindeki zamanı, içeriği ve ismi değişikliklere uğrasa da, bir şekilde kültürümüzde sabah öğünü hep yer almış. Selçuklu’da başlayan günde iki öğün yeme geleneği, zaman içinde Osmanlı’da “kuşluk taamı” (kuşluk yemeği) ve “akşam taamı” şeklinde adlandırılarak devam etmiş.

  1. yüzyılda Osmanlı’ya gizemli ve tılsımlı içecek olarak giren kahvenin artan şöhreti ve Evliya Çelebi’nin ilk kez Seyahatname’sinde “kahve altı” ismini kullanması ile birlikte, kuşluk vaktinde içilen kahveden önce yenen “kuşluk taamı”, “kahvaltı”ya dönüşmüş. Böylece günümüzde de devam eden kahvaltının ardından içilen bol köpüklü kahve keyfi Osmanlı hayatına yerleşmiş.

Bugün kahvaltımıza eşlik eden, onsuz sofralarımızı düşünemediğimiz çayımızın kahvaltı sahnesine girmesi ise 19. yüzyıl sonlarını bulmuş. 1930’lardan itibaren de Rize’de çay tarımının başlaması ile çay, azılı rakibi kahveyi geride bırakarak kahvaltı sofrasına yerleşmiş.

Kahvaltı, mutluluk ve bir çay daha

“Bir çay daha” cümlesinin bende büyülü bir karşılığı var. Hayatla ilgili umut dolu, ne kadar güzel duygu varsa hepsinin bir cümledeki özeti adeta.

Güne kahvaltıyla başlamak kendiliğinden, doğal bir neşe verirken, iyi demlenmiş cam bardakta içilen çayın bitmeyeceğini, üst üste birkaç bardak içmenin iyi kahvaltının şanına yakışır olduğunu bilmenin ise sağaltıcı bir etkisi var.

Üstelik bu, ancak biz Türkler’in bildiği bir sır. Tıpkı ağzına kadar dolu, dumanı tüten ince belli çay bardağını ustalıkla tutma becerimizi ilk defa eşim Giovanni’nin “Sıcak bardağı öyle tutmayı nasıl başarıyorsunuz?” sorusuyla fark etmem gibi… “Bir çay daha alır mısın?” dediğimde ondan “Bir tane içtim ya” cevabını aldığımda fark etmiştim sadece biz Türklere has bu özelliğimizi.

Anılarımda kahvaltı

Benim anılarımda kahvaltı hep en güzel yerde.

Kendimi bildim bileli hafta sonları ailemle kahvaltı sofralarında toplanırdık. Sabah mahmurluğu, babamın radyoda açtığı müzikler ve annemin masadaki özeni ile hızla dağılırdı. Kahvaltımızın eşlikçisi çayımız babamdan sorulur, daha hepimiz uyurken o erkenden pijamalarıyla mutfakta çayı demlemeye koyulurdu.

Küçük bir ilkokul öğrencisiyken, 80’li yıllardaki çoğu çocuk gibi Anadolu Liseleri sınavları hazırlığından nasibimi almış ve bir sınıf arkadaşımla birlikte eve gelen bir öğretmenle kısa bir süre özel derse devam etmiştim. O derslerden aklımda kalan en güzel anı dersin bitiminde arkadaşım Hüseyin’in annesinin hazırladığı nefis kahvaltı sofralarıydı. Ders boyunca bize verilen havuz problemleriyle boğuşurken, bir yandan gizli gizli dersin sonunda bizi bekleyen o leziz masanın hayalini kurardım.

Hızla değişen dünyamızda değişmeden kalan ritüellerimizin olması çok güzel. Kahvaltı, günümüzde sadece evlerde değil, restoranlarda da sosyalleşmenin merkezine oturmuş durumda. Ülkemizde yıllardır arkadaş ve aile buluşmalarının zaman ve mekanını belirleyen öğünlerden olan kahvaltı, son yıllarda dünyada da yükselen bir akım olmaya başladı. Avrupa’nın farklı şehirlerinde zengin kahvaltı menüleri içeren mekanları keşfetmek bende “Biz bu işi yıllardır biliyoruz” şeklinde gizli bir gurur da uyandırıyor. Menüler ne kadar zengin de olsa, şu bir gerçek ki dünyanın neresinde olursa olsun hiçbir kahvaltı, gerçek Türk kahvaltısının verdiği o doyumsuz keyfi vermiyor.

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

                      En Hüzünlü Eylül

yazar

Yayınlayan

on

  Bazı kitaplar vardır; sayfalarında sizi neyin beklediğini bilirsiniz de eliniz gitse de kalbiniz engel olur. Çünkü o kitabın yalnızca okunmayacağını, insanın ruhunda bir yerleri paramparça edeceğini sezersiniz. En Hüzünlü Eylül tam da böyle bir kitaptı benim için. Elime almam biraz sancılı oldu.

  Aslında Osman Balcıgil’in adını çok sık duymuş olmama rağmen, onun kitabını okumak ancak yakın zamanda nasip oldu. İsviçre Türk Edebiyat Kulübü olarak düzenlediğimiz “Şairler Limanı – Sabahattin Ali Gecesi” için içerik hazırladığım günlerde, Bodrum Sahafçısı’nın kitapları arasında kaybolmuşken, Balcıgil’in Yeşil Mürekkep’i elime düştü. Siz tesadüf deyin; ben tevafuk. Bir solukta okudum ve “Kim bu Osman Balcıgil, böyle yazmak nasıl bir birikimin sonucu?” diye düşünürken, yılların deneyimiyle yoğrulmuş bir araştırmacı gazeteciyle karşılaştığımı anladım. O anda taşlar yerine oturdu.
  Böyle bir kalemi bulmuşken bırakır mıyım? Elbette hayır. Zürih’e dönerken En Hüzünlü Eylül’ü bavuluma, diğer kitapların arasına özenle yerleştirdim. Elim her seferinde ona gitse de kalbim “Henüz zamanı değil,” diyordu.
Ta ki geçen haftaya kadar.

Parçalanmış Ruhlar ve Bir Şehir

  6-7 Eylül’ü anlatan belki ona yakın kitap okumuşumdur; her seferinde aynı sarsıcı his: İnsan denen varlığın kötülüğü nasıl bu kadar hızlı örgütleyebildiğini, “öteki” ilan edilen kim varsa ona nasıl bu kadar kolay vahşileşilebildiğini yeniden ve yeniden sorgulamak… Din mi, ırk mı, kimlik mi, bizi bir anda barbarlığa sürükleyen o karanlık dürtü? Bu sorular her okumada büyür içimde.

  Ama bu kitapta yaşadığım daha kapsamlıydı. Çünkü Balcıgil yalnızca o karanlık günleri anlatmıyor; derin araştırmalarla ortaya çıkan belgeleri, dönemin tanıklıklarını ve arşiv gerçekliğini öyle bir kurguyla örüyor ki, okur olarak tarihle yüzleşmenin ağırlığını bütün hücrelerinizde hissediyorsunuz. Daha önce aynı acıyı defalarca hissetmiş olsam da, bu kez hissettiğim sızı çok daha keskin; çünkü bu anlatı yalnızca acıyı hatırlatmıyor, onun nasıl örgütlendiğini, nasıl planlandığını, nasıl adım adım büyütüldüğünü de çarpıcı bir netlikle göz önüne seriyor.

 Ne diyebilirim ki…
 Bu kez sadece sarsılmadım; parçalandım ve her bir parçamı ayrı yerde bıraktım.

 Hüzünlüdür İstanbul… Hele Eylül 1955’ten beri.


  Bu kadim kentin destansı tarihinde, 6-7 Eylül 1955’in yarattığı büyük yıkım, sadece toplumsal değil, bireysel hafızalarda da derin bir çentik bırakır. En Hüzünlü Eylül romanı tam da bu çentiğin içine eğiliyor.

  Roman “Söyledim ve ruhumu kurtardım” cümlesiyle başlıyor. Bu söz romanın taşıyıcı kolonu. Çünkü En Hüzünlü Eylül, yalnızca geçmişi anlatan bir metin değil; aynı zamanda susmanın, görmezden gelmenin de suç ortaklığı olduğuna dair bir yüzleşme çağrısı.

  Suzan’ın gözünden okuduğumuz hikaye, Türkiye–Yunanistan arasındaki gerilimlerin, Kıbrıs meselesinin ve milliyetçiliğin adım adım yükseldiği yıllarda geçiyor. Bu süreçte “iyi niyetli bir dayanışma hareketi” olarak sunulan Kıbrıs Türktür Derneği’nin aslında derin devlet bağlantılarıyla Anadolu’nun ve İstanbul’un çeşitli semtlerinde halkı sistemli biçimde örgütlediğini görüyoruz.

  Dönemin İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay’ın, yaşanacakların vahametini Cumhurbaşkanı ve İçişleri Bakanı’na defalarca aktarmasına rağmen Ankara’dan yükselen sessizlik, fırtınanın yaklaşmakta olduğunu açıkça gösteriyor. Roman, devlet koridorlarında duyulan bu sessizliğin, aslında gürültülü bir hazırlığın parçası olduğunu acı bir gerçeklikle hatırlatıyor. Nitekim olaylardan sonra ortaya çıkan belgeler, 6-7 Eylül’ün fitilinin bizzat devlet tarafından ateşlendiğini ortaya koyuyor.

  Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atıldığına dair yayılan, sonradan asılsız olduğu anlaşılan haberle birlikte İstanbul’un kalbinin nasıl bir anda harap olduğuna tanık oluyoruz: Önceden hazırlanmış kamyonlar, el altından dağıtılan demir sopalar, birbiri ardına yağmalanan evler, kiliseler, okullar…

  Daha da acısı: Yassıada’daki yargılamalarda sorumluların önemli bir kısmının devletin kendi yargıçları tarafından serbest bırakılması. Adalet, tıpkı o günlerdeki evlerin pencereleri gibi kırık; ama kimse o camları toplama cesareti göstermemiş.

  Bu politik karanlığın içinde Suzan ile Yorgo’nun büyük aşkı paramparça oluyor. Suzan’ın beş yıl süren kesintisiz yasına tutunan roman, okura yalnızca “ne oldu?”yu değil, “neden oldu?”yu da düşündürüyor. Ve belki de daha acısı: “Bir daha olur mu?” sorusunu.

  Kitabın sonunda verilen hatırlatma, yüzleşmenin neden şart olduğunu bir kez daha vurguluyor:
“6-7 Eylül’ü doğuran karın yenilerine gebe kalmıştır. Bunu Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta acıyla öğrendik.”

  En Hüzünlü Eylül, bir aşk romanından öte bir yüzleşme metni.
İstanbul’da Türkler ve Rumların aynı sofraya oturduğu günlerin nasıl bir gecede altüst olduğunu gösteriyor. “Biz nasıl buraya geldik?” sorusuna cevap arayan herkese, tarihin sadece uzak geçmişte kalmadığını hatırlatıyor.

  Roman bittiğinde, girişteki bu söz kulaklarda yankılanmaya devam ediyor.
                    “Söyledim ve ruhumu kurtardım.”

  Osman Balcıgil, bir röportajında bu cümlenin arka planını şöyle anlatıyor:
“Belleğimin karanlık bir köşesinde saklamayı sürdürmedim. Bu kitabımla ‘azınlık’ yurttaşlarımızdan, en azından kendi adıma özür dilemiş oldum. Allah konuşmayanları, susanları, düşüncelerini kendileriyle birlikte cehenneme götürecek olanları da kurtarsın.”

  Belki de bu tür hikayeleri okumak, konuşmak, hatırlamak ve anlatmak da bizim kendi ruhumuzu kurtarma çabamızdır.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Saray’da Tekamül

yazar

Yayınlayan

on

İstanbul Boğazı… İki yakayı, iki denizi ve sayısız medeniyeti kucaklarken; sularının her bir damlasında aşkların, ayrılıkların ve tarihin sesini taşıyan İstanbul’un bitmeyen ezgisi.

İstanbul Boğazı, kalabalık bir şehirde insanın kendini en yalnız ve aynı zamanda en bağlı hissettiği yerdir. Bir martının çığlığında özlemi, bir balıkçının oltasında sabrı ve dalgaların ritminde hayatın akışını bulursunuz.

Boğazın eşsiz manzarasını bir hastane odasından izleyen bir yakınımı ziyarete geldim: Mustafa Reşit Paşa’nın sahil sarayı, şimdiki adıyla Baltalimanı Kemik Hastalıkları Hastanesi. Bir zamanlar saray erkanının adımladığı bu zeminlerde, iyileşmeyi bekleyen nice ruhun sessiz mücadelesine tanıklık ediyorum şimdi. İhtişamın ve acının ne kadar yan yana durabildiğini anlıyorum.

Odanın yüksek tavanlarına, ihtişamlı mimarisine bakarken serum askılarının soğuk metali ile göz göze geliyorum ve insanın acizliği karşısındaki sessiz teslimiyetini hissediyorum.

Odadaki bembeyaz örtülü yataklarda yatan hastaların acılarını hissetmemek mümkün değil. Bir zamanlar belki ziyaret odası, belki çalışma odası iken şimdi hastalara şifa dağıtmaya çalışan bir oda. Altın Varak oymalı sehpaların yerine üzerinde ilaçların bulunduğu etajerlerin olduğu bu oda hayatın önceliklerini en net ifade eden yer 

Odanın tüm pencerelerinde Boğaz manzarası hâkim. Gözlerim, Boğaz’dan ağır ağır geçen bir yük gemisine takılıyor. O gemi, burada yatan hastaların geçirdiği ameliyatın ağırlığını taşıyor sanki. Yavaşça ilerliyor ama kararlı; tıpkı buradaki hastaların iyileşme süreci gibi.

Bu tarihi saray, acı bir tefekkürle beraber farklı bir huzur hissettiriyor.

​Boğaz ne paşa diyor ne saray; akıp gidiyor. Bu hastanede insan akışa teslim olmayı öğreniyor. Yavaşlamalar, hızlanmalar, duraksamalar, fırtınalar, belki geri dönüşler… Fakat nihayetinde hep ileriye doğru bir akış var.

Burada olmak bana, hayatın en değerli mirasının ne ihtişamlı bir saray, ne de büyük bir unvan olmadığını gösteriyor. En büyük miras, sağlıklı bir nefes, atılan sağlam bir adım ve sevdiklerimize duyulan bağlılık olduğunu bir kez daha hatırlatıyor .

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Kokunun Peşinde: Bellekte Açılan Kapılar

yazar

Yayınlayan

on

O güçlü duyguyla yıllardır zaman zaman yüzyüze gelirim. Bazen bir yemek kokusu beni çocukluğumun mutfaklardan kızartma kokusu yayılan tembel yaz öğleden sonralarına ve ailece oturduğumuz iştah açıcı sofralara götürürken, bazen de eski bir kitap kokusu ilkokulumuzdaki harita ve kitap odasının loş, küflü ve tozlu ortamına beni sessizce bırakıverir. Hani şu filmlerde karakterlerin aniden geçmişe gitmesi ve sahnelerin hızlıca değişivermesi gibi, burnumdan süzülen bir koku molekülü, adeta zamana meydan okuyarak beni, o film kahramanları gibi hayatımın herhangi bir anına taşımayı başarır. Bu büyülü hissin “Proust Madlen Fenomeni” şeklinde bir de ismi olduğunu ve bu ismin, 20. yüzyılın en önemli edebi yapıtlarından kabul edilen Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” adlı eserinde Proust’un çaya batırılmış madlen kurabiyesinin tadıyla çocukluğunun anılarını yeniden yaşadığı sahneden geldiğini de bu duyguyu tatmaya başladıktan çok sonraları öğrendim.

Koku alma duyusu, tüm duyularımızın içinde hafızayla en güçlü bağlantıya sahip olan. Aslında Proust’un “madlen”i sadece duygusal ve bilinçdışı hafızanın edebiyattaki en güçlü örneklerinden değil, aynı zamanda belleğin insan yaşamındaki rolünü yansıtması açısından da önemli. 

Kokunun Bellekteki İzleri

Bellek konusu oldum olası ilgimi çekmiştir. Edebiyatta da bellek ile ilgili romanlar en sevdiklerimin içinde oldu hep. Kimbilir, belki de koku duyusunun bu kadar ilgimi çekmesi de bu yüzdendir. Bellekle ilişkisi açısından bakınca kokunun, onu diğer duyulardan farklı kılan çok önemli bir özelliği var. Koku molekülleri “duygusal beyin” diye de bilinen limbik sistem üzerinden işlenir. Yani koku molekülleri, burun yoluyla alınır ve direk beynin limbik sistemi olarak bilinen duygusal merkezine iletilir. Peki bu ne anlama gelir? Limbik sistem, sadece kokunun değil bütün belleğimizin ve duygu durumlarımızın da işlendiği bölge. “E, peki diğer duyular oraya gitmiyor mu?” dediğinizi duyar gibiyim. Evet tüm duyularımız aslında oraya gidiyor sonunda ama koku duyumuzun farkı,  hiçbir bilişsel süzgeçten geçmeden, direk olarak limbik sisteme yönlenmesi. Bu doğrudan bağlantı da kokunun hafızayı tetiklemesini benzersiz kılıyor. Bu kimyasal duyuya gelen uyarılar herhangi bir rasyonel filtreden geçmeden direk limbik sistemin içine gidince aniden kendimizi bir zaman yolculuğunun içinde bulabiliyoruz. İşin içine başka bir rasyonel filtre girmeyince de koku molekülleri ile diğer duyularımızın bizi çıkarabileceği zaman yolculuğuna kıyasla çok daha eskilere gidebiliyoruz; 2,5-3 yaşlarımıza kadar ışınlanmamız mümkün. Mucize gibi değil mi?

Aslına bakarsak koku-bellek ilişkisi daha da eski, henüz biz bu dünyaya gelmeden önce başlıyor. “Kokular” kitabının yazarı ve koku uzmanı Vedat Ozan’a göre hepimizin koku bellek bankasının ilk girdisi aslında ortak; doğmadan koku almaya başlıyor ve içinden çıktığımız gövdeyi kokusundan tanıyarak doğuyoruz. Çok güvende hissettigimiz ana rahminden, bol uyaranlı, pek de tekin görünmeyen dünyaya gelince, bizi geçmişte olduğumuz yere bağlayacak güçlü bir halata ihtiyacımız oluyor. İşte koku duyusu da bir nevi o halatın yerine geçiyor Ozan’a göre. Yeni doğmuş çocuğun anne kucağına verilir verilmez sakinleşmesi de aslında bunun kanıtı değil mi?

Hayatımızdaki Görünmez İz

Hepimizin hayatında vardır kokularla özdeşleştirdiğimiz olumlu olumsuz duygu ve anılarımız. Bir bakıma kokularla kendi hikayelerimizi oluşturuyoruz da diyebiliriz. Örneğin ben ne zaman yanmış odun kokusu duysam zaman yolculuğunda 4-5 yaşıma giderim. Zaman benim için bükülür, kendimi Karadeniz’de anneannemin ve dedemin evinde bulurum. Yanık odun kokusu serin deniz kokusu ile karışır, kendimi denizden çıkmış, sahili annemin büyüdüğü eve bağlayan yılankavi arnavut kaldırımlı sokakta neşe içinde yürürken bulurum. Yolun detaylarını hatırlarım; kaldırımın dokusunu, sağlı sollu yeşillikleri, en görkemli ağacın olduğu noktayı, komşuların evlerini bile kafamdaki resimde yerli yerine oturtabilirim. O yaşlarda bana bitmek bilmeyen gelen o yol, şimdi görsem kısalığıyla kimbilir nasıl şaşırtırdı beni.

Koku, basit bir duyusal deneyim olmaktan çok daha fazlası; anlık da olsa geçmişi bize yeniden yaşatabilmenin yanısıra bugünkü kimliklerimizi oluşturma sürecinde de güçlü bir araç aslında. Böyle ifade etmek abartılı gibi mi geliyor kulağa? Bir de şu açıdan bakalım; kişisel geçmiş hikayemizle ilişkilendirerek duyduğumuz tüm kokulara olumlu veya olumsuz etiketler verebiliyoruz. O kokuyla ilk nerede, nasıl karşılaştığımız, yanımızda kimin olduğu, ne hissettiğimiz gibi her türlü detay, geçmiş anılarımızla ilişkilendirdiğimiz hislerimizi, bu hisler de duygu durmumuzu belirliyor. İlginç olan bir diğer nokta da kokuya ilişkin verili bilgiyle doğmamış olmamız. Hangi kokuya nasıl bir tepki vereceğimiz tamamen subjektif ve kişiye özel. Bende bahsettiğim duyguları tetikleyen yanmış odun kokusu, başka birinde tamamen olumsuz duygular uyandırmış olabilir örneğin. Her koku yepyeni bir sayfa ve üzerini yaşanmışlıklarla, onlarla ilişkilendirdiklerimizle biz dolduruyoruz. Adeta kokularla hikayeler yazıyoruz. Bu düşünce bana çok etkileyici geliyor.  

Üstelik koku sadece bellek ile ilgili değil; bize aynı zamanda benliğin de sürekliliğini hatırlatan bir duyu. Biz büyüdüğümüzü, yaşlandığımızı veya değiştiğimizi düşünürken, ansızın beklenmedik bir koku, yıllar önceki halimizi bugünkü “biz”le buluşturuverir. Adeta zamanın doğrusal olmadığını, insanın birçok “şimdi”den oluştuğunu hatırlatır bize.

Hafızanın ve Edebiyatın Görünmez Dili

Bu kadar sıradışı özellikleri olan bu duyumuz elbette edebiyatın da odağında olmuş zaman zaman. Portekizli şair ve yazar Pessoa, “Koku alma yeteneğinin tuhaf bir görme duyusu” olduğunu söyler. Bir koku molekülüyle gözümüzün önünde tüm netliğiyle beliriveren, belleğin tozlanmış raflarından inip adeta canlanan anıları düşününce pek de yanıltıcı bir tanım değil bence de.

Pessoa’dan bahsedince aklıma edebiyatta usta yazarların kokuyu eserlerinde nasıl da yalnızca bir betimleme unsuru olarak değil, hatırlamanın ve unutmanın sembolü olarak da kullandıkları geliyor.

Bellek meselesi üzerine Türkiye’de ilk kafa yoran romancılardan olan Ahmet Hamdi Tanpınar, bana göre Türk edebiyatının en iyi romanlarından biri olan “Huzur”da, 2. Dünya Savaşı öncesinin tekinsiz atmosferinde yeni bir hayata geçiş için gerekli olan kimliğin geçmişten alınması gerektiğini aktarır. Bir taraftan da modernleşme sancıları icindeki bir topluluğun unuttuklarını, belki de  unutulmaya çalışılanları yansıtır. Kolektif ve kültürel bellek, roman boyunca bize kendini gösterir.  Ana karakterler Nuran ve Mümtaz’ın İstanbul’un köşklerinden birini dolaşırkenki ruh hallerine de, bu düşünceler eşlik eder. İçinde bulundukları mekan, bir “yer” olmaktan çıkar ve Tanpınar’ın kaleminde, “kendi kokumuz”  ve “biz” ifadelerine dönüşür: “Her şeyde garip bir mazi kokusu vardı. Bu, tarih içinde kendi kokumuzdu, ne kadar bizdik.”

Roman boyunca bir yandan da başlı başına bir karakter olarak karşımıza çıkan İstanbul, Kandilli’den Fatih’e kadar birçok semtinin kendine has özellikleri ile bize sürekli göz kırpar. Okur Mümtaz ve Nuran’la birlikte İstanbul yolculuğuna çıkarken, şehrin kokusu adeta canlanır, satırlardan dışarı çıkar. İstanbul’un semtleri, iskeleleri ve köşkleri, renk, ses ve koku çağrışımlarıyla adeta duyusal, canlı bir alana dönüşürler.

Yazarların ustalığı bazen öyle bir noktaya varıyor ki, okur hiç gitmediği bir şehrin bile tüm kokularını ve renklerini sanki hep oradaymışçasına tüm canlılığıyla belleğinde canlandırabiliyor. Lawrence Durrel’in “İskenderiye Dörtlüsü” bana göre bunu en iyi şekilde yansıtabilen romanlardan. İskenderiye, tıpkı Tanpınar’ın İstanbul’u gibi, 4 ciltlik seri boyunca asla bir “şehir”olarak kalmıyor, adeta romanın en güçlü karakteri haline geliyor. Sesleri, kokuları, renkleri, karmaşası, görkemi, kirli dar sokakları, limanı, kahveleri ve farklı uluslardan insanları ile elle tutulur bir varlığa dönüşüyor. Bütün okuma boyunca bana eşlik eden baharatımsı koku şimdi bu satırları yazarken bile benimle.

Şehir Kokusu

Edebiyatta koku deyince seçebileceğim o kadar örnek varken bana şehrin kokusunu hissettirebilen örneklere yoğunlaştığımı farkediyorum. Şüphesiz “şehir kokusu” kavramına duyduğum ilgiden kaynaklanıyor bu. Farketmesek de hemen hepimizin belleğinde şehirlerin kokularının saklı olduğuna inananlardanım.  Her şehir kendi iklimini, insanını, tarihini ve kendine özgü dokusunu bize bir şekilde hissettirir. O yüzden de hepimizin algısında her şehrin bir sesi, dokusu ve elbette bir kokusu vardır. Bir şehrin özellikle kokusu onun ruhudur. Ve herkes için bu ruhun yansıması farklıdır.

Yazarların şehirleri de onların penceresinden, satirlardan yansır okura.

Mesela Orhan Pamuk’un İstanbul’u puslu, gri, siyah-beyaz fotoğraflarla bütünleşmiş bir şehirdir ve ahşap evleriyle adeta hüzün kokar.

Sait Faik Abasıyanık, Burgazada’nın ada çamlarında ve tuzlu havasında insan ve özgürlük kokusunu arar. Onun Burgazadası’nın kokusu, hayatın kendisinin kokusudur

İhsan Oktay Anar’ın İstanbul’u hem tarih, hem masal kokar. Tütsülü, rutubetli ve esrarengizdir.

Benim de 2 yıl yaşadığım Dublin, James Joyce için kirli, canlı, soluk alıp veren bir beden gibidir adeta.  Bira, yağmur ve liman kokuludur.

Kokular, bir şehrin görünmeyen hafızasını oluşturur. Belki de eserlerinde şehir kokusunun peşine düşen yazarların da gerçekte aradıkları kendi kaybolan hatıralarıdır.

Sonuçta kokular, hatıralar aracılığıyla bizi kendimize ulaştırır. Bir şehri özlerken, şehrin kendisinin yanısıra, o şehrin kokusuna sinmiş kendi hatıralarımız değil midir asıl özlediğimiz?

Haberin Devamını Oku
Reklam

Trendler