Köşe Yazıları
AZ…AZ’ın Hafifliği Uzerine..

Az ne acayip bir kelime.. Ne kadar kısa. Oysa konu bağlamında, bazen sayfalarca anlatım sığabilir içine. Şimdi burada azlıktan bahsederken, sakın az paraya methiyeler dizip ekonomik sorunları unutturma çabasına gireceğimi sanmayın. Benim parayla ilgili kötü bir algım yok, onunla ne yapıldığını sorgulayanlardanım.. Madem insan olarak bu dünyaya geldik, insan gibi yaşamak için belli standardımız olması gerektiğine kuvvetle inananlardanım. Eski Türk filmlerindeki gibi yoksulluğa övgü yapıp, insanların yaşam standardının minimum gıda üzerinden hesaplanmasına, aklım erdiğinden beri karşıyım. Her zaman elimden geldiğince bunun içinde, kendimce çaba gösterdim ve örneklerim de vardır, Konum bu değil bugün. Ama az ile ilgili konuşunca direkt, şükür et, karnın tok daha ne istiyorsuna bağlanır ya, buradaki az da oraya gitmesin diye bunca açıklamam…(Gerçi hayat gustosunun, tamamen paraya bağlı olmadığını da şiddetle savunurum, upuzun başka bir konu:)
Nerdeyse her konuda aşırı düşünenlerdenim:) Hatta bazen çok aşırı… Yine bir düşünce anımda azın insanı ne kadar özgür yaptığını farkettim. Aslında hep biliyordum da tekrar bir şekilde önüme geldi diyeyim.
Gazetecilik yaptığım dönemde, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’ndan haberler yapıyordum, Para Dergisi’nde. O dönem bir çok kez kapak haberi yapmıştık. Minimum parayla hiç bir şey bilmeden hisse senedi alan bir çok kişi, o dönem milyoner olmuştu. Tahmin ettiğiniz gibi, çok az şey biliyorlardı. O kadar kolay karar veriyorlardı ki. Ne şirketlerin bilançolarını inceliyorlar, ne derin analizler yapıyorlar, kulaktan duyma sözlerle, alıp satıyorlardı. Nice çok bilen uzmanlar kenarda incelemeler yapıp duruyor aşırı derin incelemeden ve yoğun bilgiden dolayı cesaret edemiyorlardı. (Borsa çok derin değildi tabii, her şey manuel, piyasa sığ vs.vs.. Bu arada Cağaloğlu binasında İMKB’nin elle ve seslenerek satış yapılan seansına da girmişliğim var:) Dinozor değilim lütfen yanlış anlamayın, piyasa o kadar eski değil, sadece o:)
Demem o ki az bilgi, insanı çok cesur yapıyor.
Basın danışmanlığı yaptığım dönemde bir kaç yayınevi ve yazar ile de çalışmışlığım oldu. Kitap lansmanları yaptık. Çalıştığım firmalarda da bizzat kitap projesi oluşturup yayınladım. O dönem yayınevi sahiplerinden biri şöyle bir şey söylemişti konuşma arasında, hiç unutmam. ‘’Gülten hanım inanmazsınız, bizim satışlarımızın iki üç katı sayıda, kitap yazım başvurusu alıyoruz. Okuyandan çok yazan var’’
Acaip bir bilgi…
Belki sadece azlığın cesaretinden değil, insan olarak hepimizin görünür olma çabamızdan kaynaklanıyordur. Ölümün olduğu bu dünyada, gitmeden önce bir iz bırakabilmek çabası belki.
Derinlere inmeden azla hareket etmek belkide bu yaşamın gereği, kimbilir.
Nerden aklına geldi de, bu konuda tefekkür ettin diye sorarsanız, insanın bir çok konuda çoğaldıkça onları boşaltamadıkça hem fiziken hem ruhen şiştiğini bizzat gözlemlediğimden konu gündemime girdi. Sonra da geçen gün İstanbul’dan bir arkadaşımla telefonla konuşurken, bir anımızı hatırladık… O konuşmayla başlayıp buralara geldim… Bİr arkadaşımız yeni bir eve taşınmıştı, yalnız yaşıyordu. Ev bodrum katı, yere kadar cam, bir apartman dairesi. Biz ikimiz de, ‘’ay buraya hırsız girebilir, onu düşünmedin mi hiç ‘’dedik. O’’ yooo hiç aklıma gelmedi, nerden aklınıza geldi’’ dedi. Şöyle bir etrafa bakıp, ‘’buradan ne çalabilir ki? Altınım param pulum yok, eski bir TV den başka hiç bir şey yok çalınacak. Bu eski TV yi de kim çalar ki?’’ dedi. Biz birden lafı değiştirmiştik, söylediğimizden utanıp. O geldi aklımıza.. Bizim ona göre çalınabileceğini düşündüğümüz şeyler vardı demek..Ne acaip değil mi dedik. İnsan kaybedecek bir şeyi olmayınca, korkusu da olmuyor.. Tabii bu farklı açılardan tehlikeli boyutlara da çekilebilir, benim burada bahsettiğim o değil.
Kendince sahip oldukların madden ve manen arttıkça, daha çok korku geliyor insana. Fiziken sahip olduklarını kaybetme, manen yanlış yapma… Burdan çoğalt dur..
‘’Az çoktur’’ (Less is more) minimalist felsefenin meşhur sözü var. Bizde de benzer bir atasözü var ‘’azı karar çoğu zarar’’ diye… Gerçi benim tamamen minimalist olmam, azlığa ne kadar özeniyor olsam da yapım gereği hiç kolay değil.
Uzerine düşündün, yazdın da neye karar verdin derseniz, ‘’Denge’’ diyorum. Ne az ne çok ‘’Denge’’ herhalde en güzeli.. Siz bu konuda düşündünüz mü?
Köşe Yazıları
Satır Arasındaki İzler – SU – Buket Uzuner

“Aklın süsü dil, dilin süsü sözdür.
Kişinin süsü yüz, yüzün süsü gözdür.”
Kutadku Bilig- Yusuf Has Hacib
Buket Uzuner İle tanışmam, lise yıllarımın sıcak bir yaz tatili sonrasına denk düşer. Çocukluk arkadaşım, yıllarca aynı sırayı paylaştığım Pınar Bulut’un, lise yaz tatili dönüşü “Sana bir kitap getirdim, bunu mutlaka okumalısın,” diyerek elime tutuşturduğu romanla hayatımda yepyeni bir kapı aralanmıştı.
“Kumral Ada Mavi Tuna”, o yıllarda sadece bizim değil, birçok gencin hayatına damga vurmuştu. Ada’nın coşkulu halleri, Aras’ ile yaşadığı masum aşk, masumiyeti sarsan kayıplar… Tüm bu duygular arasında, yıllara inat direnen bir çocukluk aşkı saklıydı satır aralarında. Kitabı ne zaman hatırlasam, gözlerimin kenarında bekleyen bir damla usulca kendini hatırlatır.
Sonrasında Buket Uzuner’in diğer kitaplarıyla da yolum kesişti. İki Yeşil Su Samuru, İstanbullular, Gelibolu ve daha niceleri… Her biri hayatımın başka bir dönemine eşlik etti; iz bıraktı. Derken yıllar geçti. Uzuner, zihnimde her zaman saygıyla andığım bir yazar olarak yerini korudu, ama yollarımız bir süreliğine ayrıldı. Ta ki 2023 yılına, İsviçre’ye taşındığım o ilk yıla dek. Dilini bilmediğim yabancı bir ülke, tanımadığım insanlar, bana ait olmayan eşyaların yer aldığı bir ev… Yanımda sadece birkaç bavul eşya, biraz hayal, çokça korku ve geride bıraktığım koca bir geçmiş vardı. Bir de çantama sığdırabildiğim 5-10 kitap. Onlardan biri, Buket Uzuner’in Su-Toprak-Hava-Ateş dörtlemesinin ilk kitabı Su’ ydu.
Yeni hayatımın sessizliğinde, o kitapla baş başa kaldım. Ve yine tuttu elimden Buket Uzuner. Zamanı, mekanı, kim olduğumu unutturan o tanıdık dille başka bir serüvene sürüklendim. O an, hikâyem yeniden başladı.
Suyun Hafızasıyla Yazılmış Bir Roman: SU
“Yaşamak, tabiatın efendisi değil, onun parçası olduğunu hissetmektir, çünkü ona döneceğiz!”

Buket Uzuner’in kaleminden çıkan Su, yalnızca bir roman değil; kadim bir sesin; toprağın, rüzgarın ve en çok da suyun hafızasında yankılanan çağrısıdır. Yazar, bu eserinde Anadolu’da binlerce yıldır var olan Kamanlık (Şamanizm) geleneğini dört element üzerinden ele alarak “Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları” başlıklı dörtlemenin ilk durağında, okuru doğa, tarih, mitoloji ve bugünün toplumsal gerçekliği ile örülü katmanlı bir anlatıya davet ediyor.
Su, bir yaz akşamı Kadıköy’deki Barış Manço vapuruna binen gazeteci Defne Kaman’ın gizemli kayboluşuyla başlıyor. Ancak bu roman, klasik bir polisiye gibi ilerlemiyor; hatta baş karakteri Defne Kaman, roman boyunca bir gölge gibi, daha çok geride bıraktığı izlerle var oluyor. Anlatının eksenini; onu aramakla görevli Komiser Ali Ümit, bilge sahaf Semahat ve Defne’nin Kam (şaman) olan ninesi Umay Bayülgen oluşturuyor. Böylece roman, bir kayboluş hikayesi olmaktan çok, bir uyanış ve sorgulama serüvenine dönüşüyor.
Mitolojik ve metafizik katmanlarla bezenmiş romanın temel çatısı, modern dünyanın unuttuğu doğa bilgeliği üzerine kurulu. Buket Uzuner, suyu yalnızca bir element olarak değil; canlı, düşünen ve unutmayan bir varlık olarak ele alıyor. Suyun hafızası vardır; insanınkinden eski, daha duru ve daha ısrarlı bir hafıza… Ve bu hafıza, hem roman karakterlerine hem de okura şu soruyu yöneltiyor: “Doğayı gerçekten duyuyor muyuz?”
Yazar, Kutadgu Bilig’e yaptığı referanslarla, Türk düşünce tarihinin derinliklerinden bugüne uzanan bir anlam köprüsü kuruyor. Yusuf Has Hacib’in eseri, romanda yalnızca bir motif değil, bir şifreler kitabı gibi konumlanıyor. Böylece “Su”, hem edebi hem felsefi bir sorgulama alanına dönüşüyor.
Romanın asıl gücü, mitolojik öğeleri günümüz Türkiye’sinin sosyo-politik meseleleriyle iç içe geçirmesinde yatıyor. Kadın cinayetlerinden bireysel özgürlüklere, çevre tahribatından HES projelerine, toplumsal baskılardan mezhep ayrımcılığına kadar birçok mesele, karakterlerin yaşamı üzerinden hikayeye doğal bir şekilde sızıyor. Gazeteci Defne Kaman’ın sistem karşıtı yazıları, yalnız yaşayan sahaf Semahat’ın kadın olmanın yüküyle verdiği mücadele, Komiser Ümit’in iç çatışmaları… Hepsi, modern Türkiye’nin ruh haritasına dair önemli ipuçları sunuyor.
Buket Uzuner, bu eserinde eko-feminist bir bakışı da ön plana çıkarıyor. Doğa ile kadının kaderini ortaklaştıran yaklaşımı, ne romantize edici ne de didaktik. Aksine, zarif ve derinlikli. Özellikle su metaforu üzerinden geliştirilen anlatı dili, hem şiirsel hem de çağrışımlarla dolu bir okuma deneyimi sunuyor.
“Su”, sadece kaybolan bir kadının değil, kaybolmuş bir kültürün, bastırılmış bir bilgelik mirasının izini sürüyor. Her satırında geçmişle bugün, inançla şüphe, doğayla insan çarpışıyor; kimi zaman uyumla, kimi zaman sarsıcı bir çatışmayla. Buket Uzuner’in bu romanı, okuru sadece bir hikayeye değil, kadim bir bilince kulak vermeye davet ediyor. Ve bu davet, günümüzün gürültüsünde kulağımızı en çok unuttuğumuz yere, içimizdeki suya çeviriyor.
Köşe Yazıları
İsmimiz Kaderimiz Olabilir mi?

Japon yazar Haruki Murakami, Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları isimli romanında, adı “renksiz” olduğu için derin bir değersizlik hissi ile kıvranan Tsukuru Tazaki ile tanıştırır bizi.
Tsukuru’nun lise arkadaş grubunda herkesin soyadında bir renk vardır; örneğin gruptaki diğer iki erkekten birinin ismi “kızıl çam” anlamına gelen Akamatsu, diğeri de “mavi deniz” anlamındaki Oumi’dir. Tsukuru’nun ismi ise öylesine dümdüz ve renksizdir.
Tsukuru kendini eksik ve önemsiz görür, gruptan dışlanmış hissetmeye başlar. Zamanla bu dışlanma hissi gerçek bir travmaya dönüşür. Arkadaşları tarafından terk edilmiştir. Kimliğiyle ilgili sorunları derinleşir ve kitap boyunca Tsukuru, kimliğini yeniden inşa etmeye çalışır.
“Böyle şeyler ancak romanlarda ve filmlerde olur”
“Alt tarafı bir isim, hayatta daha büyük dertler var”
Aklınızdan benzer düşünceler mi geçiyor?
Oysa ki isimlerimiz belki de hayatımız üzerinde bizim sandığımızdan daha fazla etkiye sahiptir.
Bir kelimeden öte
Biz henüz bu dünyaya gelmeden burada bizi bekleyen,bize ait olan ilk şeydir ismimiz. Küçücük bir bebekken büyülü bir kelime gibi kulağımıza ezanla fısıldanır.
Kimi zaman bir aile mirası olarak kökünde geçmişin izlerini taşıyarak gelir. Daha yeni gözümüzü açtığımız taze yaşamımıza tarihin ağırlığını ve yaşanmışlıklarını yükler.
Zaman zaman anne veya babanın hayran olduğu biriyle ilgili sessiz bir beklenti ile giriverir hayatımıza o beklentinin izini ömür boyu üzerimizde bırakarak.
Bazen bir şarkıdan alınmış bir ilham, bazen de sadece kulağa hoş gelen bir sestir. O sesi sevsek de sevmesek de hayatımız boyunca en çok duyacağımız, hiç bıkmayacağımız melodi olur.
İsmimiz, göründüğü gibi sadece basit bir kelimeden ibaret değildir; adeta bir renk gibidir. Ya kişiliğimize tatlı tatlı dokunarak kolaylıkla uyum sağlar yuvasına, ya da zorlanır; uyumsuzdur, sessiz sessiz bağırır. Bir türlü örtüşmez ait olmaya çalıştığı yerle ve kişiyle.
Kendi ismi insana bazen aidiyet duygusu hissettirirken, bazen de özgürlük arzusu uyandırır. İnsan isminin kendisini sınırladığını hissettiğinde, o sınırları aşma isteğiyle yanıp tutuşur. Belki de bu yüzdendir ki kimileri isimlerini değiştirmek, kendi adlarını yeniden yazarak bir bakıma kaderlerinin kontrolünü de ellerine almak isterler.
Yıllar geçtikçe ismimiz bizi bir anlamda tanımlar, şekillendirir. Hayat boyu taşırız onu; bazen gururla, bazen de omuzlarımızdaki bir yük gibi.
Bir isim, aslında yalnızca harflerden oluşmuş bir sözcük gibi görünse de içinde bir hayat, bir anlam, bir hafıza taşır. Sadece bize ne hissettirdiği değil, başkalarına ne hissettirdiği de bir oranda yaşamımızı etkiler. Hayat boyu iletişim kurduğumuz herkesin hafızasında ismimiz bir duyguya dönüşür. Hafızada oluşan kimliktir bu.
İsmimiz aslında varoluşumuzun ve kimliğimizin sesidir.
Uzun lafın kısası, diyeceğim odur ki, bir isim, bireyi tanımlayan birkaç harf ve tınıdan çok daha fazlasıdır. Doğarken o küçücük bebeğe verilen bir ismin taşıdığı anlam, birey olduğunda onun toplum içindeki yerini belirleyip, gelecekteki tercihlerini bile yönlendirebilir.
Adımız kadar mı varız?
Çocuklarımıza isim koyarken bu açıdan pek düşünmesek de, isim seçim süreci sadece estetik bir tercih değil, aynı zamanda psikolojik, sosyolojik ve kültürel sonuçları olan bir karardır.
İtalyanlar “Nomen Omen” derler buna. Latince kökenli bu deyiş, insanın isminin kişiliğini ve hayatını nasıl şekillendirebildiğini iki kelimeyle özetleyiverir.
Carl Jung’un psikolojideki benlik kavramına göre, bireyin içsel algısı ile dış dünyaya yansıtılan kimliği arasında bir denge vardır. İsimler de, bireyin kendilik algısını şekillendirmede etkilidir.
Bu konuda yapılan çok sayıda araştırma bile var.
Örneğin, yaygın ve olumlu anlamlar taşıyan isimlere sahip bireyler daha yüksek özgüven seviyelerine sahip olabiliyorlar.
Diğer yandan toplumda bazı isimler sosyal sınıflarla, etnik kökenle veya dini kimlikle de özdeşleştirilebiliyor. Bu toplumsal önyargı, işe alım süreçlerinde ne yazık ki “isim ayrımcılığı” gibi olgulara kadar varabiliyor. Örneğin Batı’da yapılan bir çalışmada, “klasik” ya da “elit” isimlere sahip bireylerin özgeçmişlerinin daha fazla geri dönüş aldığı gösterilmiş.
Bir de değişik teoriler var ki, aynı zamanda biraz da eğlenceliler doğrusu. Örneğin “Adlandırma Etkisi” (name-letter effect) teorisine göre kişiler kendi isimlerindeki harflerden oluşan adları olan kişilere sempati duyuyor! Bir diğer teori olan “İsim Kaderi Hipotezi”ne (nominative determinism) göre kişilerin isimleri, kişilik gelişimleri ve hatta meslek seçimleri üzerinde etkili olabiliyor. Örneğin Deniz isimli birinin denizcilik ile ilgili meslek seçmesi şaşırtıcı değil bu teoriye göre!
Kültürlerde isimler
İsimlere verilen önem de kültürden kültüre değişir. Örneğin Japon kültüründe isimler çoğunlukla doğa ve sembollerle ilişkilidir. Bu, Tsukuru’nun isminin “renksizliği”nin onu, toplum içinde silik bir figür yapmasını bize açıklar.
Afrika kültürlerinde doğum koşullarına, aile geçmişine ve toplumsal rollere göre isim verilirken, Katolik kültürlerde manevi bir rehberlik biçimi olarak çocuklara azizlerin ismi verilir-ki bu da benim eşimde olduğu gibi bazen soyadının önünde üç, dört isim olmasına yol açar!
Türkçemizde isimlerimizin çoğunun bir anlamının olması dilimize ve kültürümüze ne büyük zenginlik katar. Yurtdışında her yeni tanıştığım kişiye özellikle ismimin anlamını söyler, saklayamadığım bir gurur duygusu ile bizim kültürümüzde çoğu ismin anlamı olduğu bilgisini paylaşırım.
“Bizim isimlerimizin çoğunun bir anlamı vardır; benim ismim de yazın Ege ve Akdeniz’de esen serin, tatlı rüzgar demek.”
Bu cümle, tanıştığım herkesin yüzünde aydınlık bir gülümseme yaratır.
İsmini sevmek
Sizi bilmem ama ben ismini sevenlerdenim.
Annemden öğrendiğim kadarıyla isim annem ise, annemle birlikte aynı anda hastanede doğum yapmak üzere olan bir başka kadınmış. Annemle babam tarafından önerilen isim beğenilince ben de Meltem olmuşum. Bir insanın hiç tanımadığı bir başka insanın hayatına dokunmasına, onda kalıcı bir etki bırakmasına ne özel bir örnek benim isim hikayem.
Fonetik açıdan sevdiğim “Meltem” isminin etimolojik kökeninin Türkçe olduğunu düşünürken, bir Yunanistan seyahatimde Yunanca’da “Meltemi” olarak kullanıldığını ve anavatanının da Yunanistan olduğunu öğrendiğimde önce şaşırmıştım. Ama düşününce, Ege rüzgarına başka hangi köken daha fazla yakışırdı ki?
Adımın edebiyatta bir kitabın satırlarından bana gülümsemesi çoğu zaman beni çok mutlu eden bir sürpriz olur. (Evet, galiba ismimizi duymanın egomuzu okşayan bir etkisi de var!) Geçtiğimiz günlerde okuduğum Elif Şafak’ın Kayıp Ağaçlar Adası isimli kitabından “Adı yumuşacık, kendiyse şaşırtıcı derecede sert” ifadeleri yine satırlardan gülümsedi bana.
Cümlenin tamamını değil de adımla ilgili olan ilk kısmını nedense yazar sanki benim için söylemişçesine sorgulamadan benimsedim. Hemen ardından da “ismin kendilik algısı üzerindeki gücü” fikrini düşünmeden edemedim.
Köşe Yazıları
Her şeyden Önce İnsan Olabilmek

Siyasetçileri genelde çok popüler olmadıkça tanımayız, aklımızda isimleri kalmaz değil mi? En azından yaşadığımız yer dışındaki belediye başkanlarını veya milletvekillerini pek bilmeyiz. Siyaset dünyası da kendi çapında bir paralel yaşam gibi. Çoğu politikacı halktan uzak siyaset yapmaya çalışıyor.Böyle olunca insanlara manevi açıdan ulaşmaları da mümkün olmuyor. Oy vermeye her gidişimde acaba oyum boşa mı gidecek diye düşünmeden edemiyorum.
Ancak bazıları da var ki, kişilikleri, davranışları ve yaşam şekilleri ile halkın kalbinde yer ediyorlar. İyi ki seçmişiz, bizim için çalışıyor, bize yakın bir insan, insanlara tepeden bakmıyor dedirtiyorlar.
Geçenlerde çok üzücü bir kaza ile Manisa Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek yaşama veda etti. Kazada ihmal da var ne yazık ki. Kaza ve hastaneye yatırıldığı haberi duyulur duyulmaz insanlar hastane önüne akın etti. Maalesef 3 günlük yaşam mücadelesini kazanamadı ve genç yaşta hayata veda etti.
Doğrusunu söylemem gerekirse kendisini tanımıyordum. Televizyonda kaza haberini izledikten sonra durumunu öğrenmek için takip etmeye başladım. Bu süreçte gözlemlediğim insanların sevgi seli beni çok şaşırttı ve düşündürdü. Kısa süre belediye başkanlığı yapmış biri halkın gönlünde nasıl bu kadar büyük bir yer edinmişti? Ölüye saygısı olmayan birkaç terbiyesiz dışında herkes insanlığını, iyi kalbini övüyordu. Dinamik, çalışkan bir başkan olduğunu söylüyorlardı. Evet kendisi Manisalıydı ve oradaki insanlara yabancı değildi, ama pek çok siyasetçi de doğduğu yerlerde görev yapmıyor mu?
Derken acı bir haber geldi ve umutlar söndü. Cenazesinde ve anma töreninde insanlar sel olup aktı. Pek çok kişi gözyaşlarına hakim olamıyordu. Ne yalan söyleyeyim eşinin konuşması sırasında ben de kendimi tutamayıp ağladım. Hiç tanımadığınız bir insan için bile üzülebiliyorsunuz. İnsanın iyi kalbi ülkeleri, sınırları aşıp sizi de etkisi altına alabiliyor.
Demek ki olabiliyormuş, dedim. İnsan olunca, doğru yaşayıp dürüst siyaset yapınca bu kadar sevilebiliyormuş. Bu veya şu parti olayı da değildi. Ferdi Zeyrek insanları siyaset üstü bir alanda birleştirdi gidişi ile. Sihirli bir formül yok aslında. İçten olmak, insanların hayatına dokunabilmek, dürüst ve iyi insan olmak yetiyor. Bu çok mu zor? Makamdı, paraydı bu hırslar insanlar tarafından sevilmekten daha mı önemli?
Gencecik bir insan bize bunun mümkün olduğunu, böyle de siyasetçilerin var olabileceğini gösterdi. Keşke bunu böyle kötü bir kazada görmeseydik. Ama yaşarken kendini sevdiren, iyiliği ile çok sayıda insana faydalı olan bu genç adam, ölümü ile bile bir sembol olmayı başardı.
Ailesine ve sevenlerine sabır ve başsağlığı diliyorum. Dilerim ki ülkemiz daha pek çok Ferdi Zeyrekler görür. Herkese örnek olması dileğiyle…
-
E-Dergi1 yıl önce
İsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
Ekonomi1 yıl önce
İsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
İsviçre1 yıl önce
Dünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Yaşam1 yıl önce
Kıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
Gündem7 ay önce
ERDOĞAN KARŞITI PAYLAŞIMLARI SIĞINMA BAŞVURUSUNDA HAKLI GEREKÇE OLARAK GÖRÜLMEDİ
-
Dünya7 ay önce
META’NIN COVİD-19 AŞILARIYLA İLGİLİ YANILTICI BİLGİ KARARI: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLIYOR MU?
-
Gündem6 ay önce
TELEGRAM’DA ŞOK EDEN GRUPLAR: TECAVÜZ AĞLARI VE K.O. DAMLALARI
-
Gündem7 ay önce
TÜRKİYE’DEN GELEN SIĞINMA BAŞVURULARINA GETİRİLEN SERT UYGULAMALARA TEPKİ