Sosyal Medya

Köşe Yazıları

FUTBOL MAÇI SEYRETMEKTEN, KENDİNİ SEYRETMEYE DOĞRU…

yazar

Yayınlayan

on

Sahi siz maç seyreder misiniz?

Açıkçası maç seyredeceğim diye tutturanlara sinir olacak kadar, futbol ile ilgiliyim. Lafta Beşiktaş taraftarıyım. Babam Fenerbahçeliydi, annem ise, aman herkes kazansın diyerek, mantığa tamamen aykırı bir noktadaydı.

 Dayım Beşiktaşlıydı ve dayımı  çocukluğumda çok az görmeme ragmen, bir şekilde beni de Beşiktaşlı yapmış. Beşiktaş’ın seyircisini, duruşunu da severim açıkçası. Yani çocukluğumdan beri Beşiktaşlıyım. Bu arada eşim de Galatasaray Liseli olmasına ragmen, aile geleneği olarak Beşiktaş’lıdır. Oğlum ve kızımın ise pek alakası yok diyebilirim. 

 İstanbul’da yaşadığımız yıllarda -ama epey yıllar önce-, Beşiktaş kombine bileti alıp bir sezon maçlara gitmişliğim var.(Yanlış kaleyi Beşiktaş kalesi sannederek sevindiğim söylenir. Ama ben hiç hatırlamıyorum. Futbol maçlarıyla bağlantım bu kadar. Sonrasında eşimin bir dönem aşırı merakıyla, maçlardan da da Beşiktaş’tan da iyice soğumuştum, yalan yok.

Neyse, geçtiğimiz günlerde  Avrupa Kupası’nda Beşiktaş- Lugano ile eşleşmiş.  Eşim birlikte gitmeyi  teklif etti. Burada olunca, memleket havasını hissetmek vs. zaten yaz tatili dönüşü biraz burukluk falan, iyi hadi gidelim dedim. (Tabii ki oğlumuz gelmediL ) Maç Lugano değil Thun’da oyanıyormuş. Olsun dedim Thun’u da seviyorum, sevimli bir şehir, hava da çok güzel ve Luzern’e de bir buçuk saat uzaklıkta. Yani sonuçta ver elini Thun; Lugano-Beşiktaş maçı yaptık.  

Maçın ilk başlarında, Lugano takımı sahaya çıkınca arkamda oturan geç çocuklar yuhalamaya başladılar. Ben; ‚‘yapmayın, lütfen ayıp, lütfen‘‘ diye bağırmaya başladım. Eşim beni çekiştirip duruyor, napıyorsun. İlk kez mi maça geliyorsun, karışma vs.. Ama ben durmadım tabii. Arkadaki, öndeki o gürültüde beni duyanlar,  benimle alay etmek için, bak abla alkışlıyoruz diyerek, alkışlamaya başladılar. Tabii stadın genelinde yuhalama devam etti.  Ben döndüm, ama çocuklar niye durup dururken yuhalıyorsunuz ki, normal çıktılar , taraftarlarını selamlayacaklar diye, sesim in çıktığı kadar bağırıyorum…

 Ki bu arada maç, Thun’da oynanıyor. Gerçekten toplasan 10 kişi ya var ya yok, o kadar az Lugano seyircisi. Thun alman tarafında ve İsviçreliler genel olarak maçlara bizim kadar  meraklı olmadıkları için pek gelen olmamış. Ancak bu arada bir saptama yapayım. Bu durum gelecekte değişebilir. Çünkü İsviçre’de çocuklar arasında en çok sevilen spor, futbol. Şaşırtıcı ama gerçek.

Neyse, ayrıca İsviçre’lilerde genel gözlemim, resmi bir araştırma değil. İtalyan tarafı, Alman tarafına, Alman tarafı,  Fransız tarafına Fransız tarafı hiç bir tarafa okadar da bayılmazJ  Ama sorduğunuzda hepsi İsviçrelidir. Ve bundan gurur duyar. Birbirinle iyi anlaşamayan kardeşler gibiler. Hiç biri bir diğerini beğenmez. Ama dışarı karşı hep tek vücut olurlar.

Neyse, yani Thun’da futbol seven meraklılar bence Beşiktaş tarafında oturuyordu. Ortam daha heyecanlı olur diyeJ Ki bizim iki yanımızda da İsviçreli oturuyordu. O acaip bağırış çağırışı sessizce merakla izliyorlardı. Lugano gol attığında da, tabii ki hiç bir sevinç belirtisi göstermediler.  Muhtemelen, maç  sanki Türkiye’ymiş gibi stadın Beşiktaş taraftarıyla dolu olmasından da olabilir. Sadece Beşiktaş değil, Fenerbahçe ve Galatasaray formasıyla gelenler de vardı. Yurt dışında yaşayınca Türkiye’nin takımı bizim takımımızdır mantığı ile kolkola olunabiliyor.

Bu da futbolun birleştiriciliği. Tabii aynı birleştiriciliği, İstanbul’da iki  rakip takımla olan maçlarda görmek, İsviçre’li bir futbolseverin bizim futbolsever gibi tepki göstermesini beklemek kadar absürd sanırım. Onlar sinemada film seyreder gibi maç seyrediyorlar. Biz ise, tüm oyuncularla beraber sahada futbol oynayıp top koşturuyoruzJ

Maçın başlarındaki barış elçisi, sevimli, herkese eşit mesafede yufka yürekli teyze kıvamındaki  ben, ilerleyen dakikalarda, futbol otoritesiymiş de her hafta maç seyredip, bu işi seyrederek öğrenmiş gibi  bağırıp çağırırken buldum kendimi. Sanki bıraksalar insem sahaya, onlara nasıl gol atılacağını öğretirmişim gibi bağırıyordum. Koşsana,  ne orda duruyorsun, ona niye pas verdin vsvs…

Daha durun o da bir şey değil, şimdi yanlış söyleyemeyim ama galiba 46 numaraydı. Bizim glevhalara vurarak tempo tutuyordu, ve bizim trübünü de coştururyordu. 46 numara buna epey sinirlenmiş olacak ki, gelip topu hızla  bizim önümüzdeki  levhalara doğru atmaz mı?

Tüm o öndeki gurupla beraber ayağa kalkıp, Yuhhhhh diye bağırıp bütün o kalabalıkla birlikte tempo tuttuğumu duyduğumda  hafif bir şok yaşadım. Allahım beni sınama lütfen diyerek, sessizce yerime  oturdum.  Sonra biran düşündüm, kendimce gelişmiş bir adalet duygum olduğuna inanırım. Burda da bir haksızlık yaptı ona ses çıkardım. Tıpki, başta selamlarken, yuhalanmaya ses çıkardığım gibi diye düşündüm ve kendime kızmadım. Belki de her konuda hep iyi tepkiler vermek o kadar da doğru bir şey değil.

Geldiğim noktada ben şöyleyim, ben böyleyim demeyi bırakıp, esnek olmaya çalışıyorum. Yani benimde sınırlarım var. Benim de damarıma basıldığında ben de yuh diyebilir mişim.

Yani bu kendini izleme, içe dönüp, kendini tanımaya çalışmak acaip komik bir yolculuk. Her gün kendinde yeni bir şey buluyorsun. Kendini daha iyi tanımaya çalışıyorsun…

Zürih’li meşhur Psikiatrist&Psikolog ve  Analitik Psikoterapinin kurucusu ve benim de kitaplarını  çok severek tekrar tekrar okuduğum,

 Carl Gustav Junng’un dediği gibi, ‚‘Dışa bakan, rüya görür, içe bakan uyanır‘‘

Uyanırmıyım bilmem ama kendini izlemek,  tanımaya, anlamaya ve hayatı yaşarken anlamlandırmaya çalışma yolculuğu diyeyim, heyecanlı bir yolculuk…

Siz ne düşünüyor sunuz?

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

EN POPÜLER MODA AKIMLARI

yazar

Yayınlayan

on

31.05.2025

MODA AKIMLARININ YARATTIĞI EN POPÜLER TARZLAR

Moda kavramı; tarihler boyunca insanların giyinme ihtiyacının ötesine çıkarak; yaşam koşullarına, dönemsel olaylara, endüstriyel ve ekonomik gelişimlerine, doğa ve doğa üstü koşullara ve onları etkileyen her doneden etkilenerek farklı giyimlerin ve giyim tarzlarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Günümüze geldiğimizde ise popüler kültürün, hızlı tüketimin, güncel yaşamsal olayların, siyasi, ekonomi ve coğrafi koşulların, teknolojinin gelişmesiyle birlikte, en çok etkileyen faktörlerden olan dijital-sanal dünyanın ve tabiki sosyal medyanın etkisiyle hızla değişkenlik gösteren “moda” kavramının güncel değişkenliğe indirgendiği bir dönemi yaşamaktayız. Buna göre de hızla değişen trendlere, hızla değişen tarzlar eklenmeye devam ediyor.

Z kuşağının Y kuşağının hatta bütün kuşakların giyim tarzlarının iç içe girdiğini de söylemeliyiz.

Siz moda akıllarından hangisini benimsiyorsunuz? Yada farkından olmadan hangi moda akımı sizin tarzınız olmuş? Şimdi anlatmaya başlayalım…

SESSİZ LÜKS (QUIET LUXURY)

Son iki yıldır özellikle en öne çıkan trendlerden biri olan “Sessiz Lüks”; sadelikten gelen şıklığın, zarafetin, asil görünmenin tonlarının olduğu ve asla kocaman bir lüks markanın logosuna ihtiyaç duyulmayan, zengin görünmenin aslında tamda bu minimalist ve çabasız şıklıktan geçmesinin tanımıdır.

Dünya moda markalarının tasarımcıları tarafından lüks moda markalarının defilelerinde “Sessiz Lüks” vurgusu tasarımlara yansırken artık sokak stilinin vazgeçilmez bir tarzı haline geldi.

OLD MONEY tarz AKIMI

Old Money; köklerden gelen zenginliği temsil eden, elit , soylu bir yaşam tarzını yansıtmayı amaçlayan, genellikle uzun süreli zengin ailelerle ilişkilendirilen bir giyim ve yaşam tarzıdır. Bu tarzın hedefi gösterişten uzak kaliteli yaşam tarzını yansıtan parçalardan oluşan kombinler yaratmayı , sade, şık ve zarafeti vurgulamaktadır.

Renk paletinde beyaz, nötr tonlar, bejler, ten tonları, kahveler, lacivert, gri renkler ve pastel tonlar kullanılır. Kombinlerde asla canlı ve parlak renkler kullanılmaz.

KORE K-POP TARZI

Kore tarzı; son yıllarda popüler olan Kore müzik grubu K-POP ve Kore dizilerinden ilham alarak ortaya çıkmış bir tarzdır. Bu tarz minimal etkiler taşıdığı gibi rahat görünümü yansıtan şık parçalardan oluşur. Bol pantolonlar, oversize üstler, yırtık kot pantolon, sweatshirtler, gömlekler, tişörtler ve kombinlerde üst üste giyerek yaratılan bir tarz olarak benimsenmiştir.

RETRO TARZ

Retro tarz; yakın geçmişte moda olan akımların tekrar popüler trendler arasına ggirmesidır. Örneğin 60’li, 70’li yıllarda giyilen bol paça pantolon, platform ayakkabı, puantiyeli elbiseler gibi parçaların günümüzde tekrar moda olarak giyilmesidir. Retro ve Vintage giyim sıkca karıştırılabilir. Retro, yakın bir geçmişte oluşmuş moda akımlarının tekrar ortaya çıkmasıdır. Vintage ise bir dönemden günümüze kalmış kıyafet ve aksesuarların oluşturduğu bir giyim tarzıdır.

PIN-UP TARZI

 1940 ve 1950’lerdeki dergi kapak kızlarından ilham alan onların giyim tarzını benimseyen bir moda akımıdır. Döneme damgasını vuran Hollywood yıldızı Marilyn Monroe’nun tarzı tam olarak bu akımı yansıtmaktadır. Günümüzde Pin-Up tarzı olarak geçen bu stile sahip olmak istiyorsanız , vücut hatlarını ön plana çıkaran elbiseler, bluzlar, diz altında biten etekler, elbiseler, Maryjane ayakkabılar ve tabiki dönemi yansıtan saç ve makyajla sizde pin up kadını olabilirsiniz..

BOHEM TARZI

Bohem tarzı; rahat, bol, dökümlü, salaş kıyafetlerden oluşan, etnik desenlerle zenginleştirilmiş elbiseler, bluzlar, pantolonlar, deri sandalet ve aksesuarlarla kombinlenen bir tarzdır.

Özgür ruhlu bir imajı temsil eden Bohem tarz:aynı zamanda sanatsal etkilerde taşır. Özellikle rahatlığın ön plana çıkardığı için bahar ve yaz aylarının vazgeçilmez stilleri arasında yer alır. Uçuş uçuş etnik desenli elbiseler, tahta renkli boncuklu kolyeler, bereler, saç bantlarıyla kombinlenerek giyilir.

GOTİK TARZ

Gotik ögeleri barındıran, karanlık, esrarengiz, dramatik bir görünümü yansıtan bir moda akımıdır. Siyah giyinmek en temel özelliğidir. Tüller, deri, kadifelerden yapılmış deri ceketler, etekler, uzun marjinal kesimli elbiseler bu tarzı yansıtan en önemli parçalardır. Kalın tabanlı bot tarzları, piercingler, file çoraplar, gösterişli takılar, deri şapkalar gibi aksesuarlar gotik giyimin en önemli tamamlayıcılarıdır.

En az aksesuarlar kadar koyu renkli makyajlarda soluk ten imajı da bu akımın en belirgin özelliğidir.

YAZAN VE HAZIRLAYAN : AYŞENUR DEMİRKAN

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Firuzan

yazar

Yayınlayan

on

Araftaki Kadınlar

  Fatih Gezer ismini ilk kez, üyesi olduğum Göçmen Kitapseverler Kulübü aracılığı ile duydum. Bu kulüp, dünyanın dört bir yanına savrulmuş biz göçmen kuşları; dilin, hikayenin ve edebiyatın sıcaklığıyla birbirine bağlayan bir topluluk. Her ay bir yazar ya da çevirmeni konuk ettiğimiz bu kolektif alanda, yalnızca kitapları değil; yaşamlarımızı da paylaşıyor, ortak soruların peşinden birlikte yürüyoruz. Telegram grubumuzda Fatih Gezer’in adı sıklıkla geçmeye başlayınca,içime bir merak düştü. İlk Türkiye ziyaretimde kitaplarını edinmek üzere notumu aldım.

  Başlangıçta 2021 Vedat Türkali İlk Roman Ödülü’nü de alan Ölüler Kıraathanesi’ni okumayı planlamıştım; fakat İstanbul’da geçirdiğim süre boyunca kitaba ulaşamamam sebebiyle o günlerde raflarda yeni yerini alan Firuzan ile Zürih’e döndüm. Kitabı elime aldığım an, sadece bir roman değil; katman katman açılan bir anlatı, bir ağıt, bir direniş metniyle karşı karşıya olduğumu anladım.

 Dünyanın neresinde olursak olalım, kadına yönelik şiddet hala tüm çirkinliğiyle hayatlarımızın içinde. 21. yüzyılda bu acıyı konuşuyor olmak tarifsiz bir utancı da beraberinde getiriyor. Belki de bu yüzden, kadınların sesini duyurabilen her anlatı, benim için çok özel. Firuzan da, yalnızca kadınların yaşadığı acıları anlatmakla kalmıyor; bunu şiirsel, incelikli ve çok katmanlı bir dille yaparak okurunu hem sarsıyor hem de büyülüyor.

 Bu güçlü anlatıya geçmeden önce, yazarın kendisine de yakından bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Fatih Gezer, yalnızca bir yazar değil; müzik, yayıncılık ve gazeteciliği bir arada yürüten çok yönlü bir anlatıcı. Grup Hertelden ve Ötekiler Müzik Topluluğu’nda solist ve gitarist olarak yer alan Gezer, İstanbul Aydın Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü birincilikle tamamlıyor.  2016 yılında “Anlarlar mı?” adlı söz ve müziği kendisine ait olan beş şarkıdan oluşan albümü çıkaran Gezer, hâlen Düşün adlı derginin genel yayın yönetmenliğini sürdürüyor ve bir gazetede düzenli köşe yazıları kaleme alıyor. Ölüler Kıraathanesi, Suni Tebessüm ve Ruhunu Satanlar Derneği adlı eserlerinin ardından 2025 yılında yayımlanan Firuzan, onun edebi çizgisinde önemli bir eşik.

Dört Nesil, Bir Kader

Firuzan son zamanlarda okuduğum en sarsıcı kadın anlatılarından biri. Kadınların hikâyesi anlatılmadıkça dünya tam anlamıyla dönmeyecek gibi hissediyorum. Dünya döndükçe de değişmeyen kadın hikâyeleriyle yeniden yüzleşeceğimizi ucu paslı bir bıçak ile kalbimizi delerek hatırlatıyor Firuzan. Kuşaklar değişse de kadına reva görülen yazgı değişmiyor.

“Gülmeyi unutanlardan kahkaha ummak boşunadır.”     cümlesi ile aralanıyor hikaye.

 Roman, erken yaşta yaşamla bağını koparan bir kadının, Firuzan’ın kendi ipini çekerek hayata veda etmesi ile başlıyor. Acısına sebep olan  bütün erkekleri, hayattan alacaklı günlerini tekmeler gibi ittiriyor ayağının altındaki tabureyi. Öldükten sonra da huzurla göğe yükselemiyor ve arafta kalıyor. Geçmişin izini sorgularken, orada kendi soyundan kadınlarla karşılaşıyor. Okuru, büyük ninesi Umay’dan kendi annesine kadar uzun bir yolculuğa çıkarıyor.

 1658 yılında büyük büyük nine Umay’la başlayan hikaye, dört kuşak kadının sesiyle çoğalıyor. Bu kadınların her biri, kendi döneminin karanlık yüzüyle hesaplaşırken, yaşadıkları felaketlerin kişisel olduğu kadar toplumsal olduğunu da gösteriyor. Umay ile başlayan kadim bir lanet, nesilden nesile devredilirken, her kadın bir sonrakine daha güçlü bir ses bırakmaya çalışıyor. Umay Nine, Rojda, Hacı Meryem Anne (Maria), Firuzan, Nigâr… Hikâyenin tamamında erkek eliyle açılan yaraları olan bu kadınların, seslerini duyurmayı başarıp başaramadıkları ise romanın temel sorularından biri olarak karşımıza çıkıyor.

 Zaman zaman Firuzan’ın öte dünyadan yükselen sesiyle, zaman zaman da Umay’ın, Dapir’in geçmişin sislerinden gelen fısıltılarıyla şekillenen bu anlatı, erkekler tarafından yazılmış resmi tarihe karşı kadınların sözünü öne çıkaran bir direniş metnine dönüşüyor.

 Firuzan, toplumsal belleği, kuşaklar arası kadın deneyimini ve geçmişle hesaplaşma temasını odağına alan; diliyle, kurgusuyla ve biçimiyle edebi bir bütünlük sunan çarpıcı bir roman.Firuzan ayrıca işitsel de bir deneyim.  Kitabın içine yerleştirilmiş QR kodlar aracılığıyla dinlenebilen özgün besteler, anlatıya eşlik ediyor. Böylece metin, okurun yalnızca zihnine değil, duyularına da sesleniyor. Her şarkı, romanın duygusal haritasında yeni bir bölge açıyor; karakterlerin sesi notalarla daha da derinleşiyor.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

GEÇMİŞİN İZİNDE, RENKLERİN İÇİNDE: FENER VE BALAT

yazar

Yayınlayan

on

Ne zaman giderseniz gidin, bir anda takvim yapraklarının değiştiğine şahitlik edeceksiniz. Ruhunuz geçmişin izlerinde bir gezintiye çıkacak.

Fener, adını eskiden burada bulunan deniz fenerinden alır. Türkiye’de resmi adı “Fener Rum Patrikhanesi”, dünyada bilinen adıyla “Constantinopolis Ekümenik Patrikhanesi”, Ortodoks dünyasının ruhani liderliğini üstlenen bu kurum, semtin en etkileyici yapılarındandır. Ana ibadethanesi olan Aya Yorgi (Aziz George) Kilisesi’nde bulunan ikonastis (ikona duvarı) üzerinde marangozların 40 yıl çalıştığı rivayet edilir. Kilisede, Hz. İsa’nın kırbaçlandığı sütun ile birlikte üç Azize’nin bedenleri gümüş ve bakır tabutlarda muhafaza edilmektedir. Ayrıca birçok Meryem Ana ikonasına da ev sahipliği yapar. Dışarıdan mütevazı görünen bu yapı, içinde sadelik ve görkemi bir arada barındırır. Ziyaret saatleri: 08.00 – 16.00.

Aynı duyguyu hissettiren ve yine bu bölgede bulunan Demir Kilise (Sveti Stefan)‘den bahsetmeden geçemem. Bir mühendislik harikası olarak anılan bu kilise, 19. yüzyılda Bulgarların Fener Rum Patrikhanesi’nden ayrılarak kendi kilise ve okullarına sahip olmak istemesi üzerine, Stefan Bogoridi’nin bağışladığı arsa üzerine ahşap bir yapı olarak kurulur. 1849’da ibadete açılan kilise, onun anısına Sveti Stefan (Aziz Stefan) olarak anılır. 1890’daki büyük yangında tamamen yok olduktan sonra, daha kalıcı ve gösterişli bir yapı inşa edilmek istenir. Tümüyle demirden inşa edilen bu yeni kilise, Viyana’daki Waagner Firması tarafından prefabrik olarak üretilir. Yaklaşık 500 ton ağırlığındaki parçalar Tuna Nehri ve Boğazlar üzerinden İstanbul’a getirilir ve 1898’de yeniden ibadete açılır. 2018’de restorasyonu tamamlanan kilise, haftanın her günü 09.00 – 17.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir. Küçük bir not: İçeride fotoğraf çekmek yasaktır.

Balat ise bir rivayete göre Rumca “saray” anlamına gelen “Palation” kelimesinden türetilmiştir. Blaherna Sarayı’na yakınlığı sebebiyle bu ismi aldığı söylenir. Bizans döneminden günümüze kadar birçok medeniyete ev sahipliği yapmış olan bu mahalle, hâlâ bu medeniyetlerin izlerini taşır.

Haliç’in kıyılarında uzanan Fener ve Balat, adeta yaşayan birer hafıza gibidir. Farklı inanç ve kültürlerin uyum içinde yaşadığı bu mahalleler, sahip oldukları değerli yapılarla bir açık hava müzesi görünümündedir. Daracık Arnavut kaldırımlı sokakları, cumbalı evleri, sinagogları, camileri ve kiliseleriyle büyüleyici bir tarih sunar. UNESCO Dünya Mirası kapsamında yenilenen renkli evleri, rengarenk merdivenleri, otantik kafeleri, duvar yazıları ve antikacılarıyla özellikle fotoğraf severler için eşsiz kareler sunar.

İstanbul’un kadim ruhunu taşıyan bu semtler, geçmişin kültürüyle bugünün hareketliliğini harmanlayan çok özel bir yerdir.

Bu bölgede ziyaret edilebilecek bazı önemli yapılar:

  • Kanlı Kilise (Moğolların Meryemi Kilisesi)
  • Fener Rum Erkek Lisesi (Kırmızı Mektep)
  • Balat Çarşısı (Çıfıt Çarşısı)
  • Gül Camii
  • Atik Mustafa Paşa Camii
  • Balat Oyuncak Müzesi

Haberin Devamını Oku

Trendler