Sosyal Medya

Köşe Yazıları

Narin’ in Sır Ölümü ve Kan Donduran Suskunluk

yazar

Yayınlayan

on

Geçtiğimiz günlerde Türkiye’ de henüz sırrı çözülemeyen korkunç bir cinayet yaşandı. Henüz 8 yaşında bir kız çocuğu canice katledilip, dereye gömüldü. Gömülme şekli ve sonradan ortaya çıkan detaylar bunun bir kaza değil bir cinayet olduğunu açıkça gösteriyordu.

Cinayet kamuoyu tarafından duyulduktan sonra, ülke içi ve dışında milyonlarca insan tarafından küçük kız sahiplendi ve adalet isteği büyük bir boyuta ulaştı. Evet bu duyduğumuz ilk çocuk cinayeti değildi ama insanlar artık bu cinayetlerin açığa çıkmasını ve yenilerinin yaşanmamasını istiyor. Bu isteğin ne kadar fazla olduğu haftalardır kamuoyu ilgisinin azalmamasından da belli. Ben bile minik Narin’ in yüzünü rüyalarımda gördüm.

Bu korkunç olaydan yola çıkarak o tarz yerleşim yerlerindeki feodal yapıdan biraz bahsetmek istiyorum.  Cinayet ortaya çıktıktan sonra tüm köy halkının gerçekleri gizlemek ve suskun kalmak konusundaki inadına şaşırıyoruz ya? Aslında bu hem ülkemizde, hem de dünyada yaşanan ve yüzyıllardan beri bilinen bir gerçek. Isabel Allende’nin “Ruhlar Evi” (La Casa de los Espíritus) adlı romanını okuyanlar hatırlayacaktır. Bu kitapta, Şili’nin toplumsal ve siyasi tarihine, özellikle de askeri darbe dönemine dair derin anlatımlar bulunur. Roman, bir ailenin birkaç nesil boyunca yaşadığı dönüşümler üzerinden, hem bireysel hem de toplumsal boyutta iktidar ilişkilerini ve sınıf farklılıklarını işler. Köy ağalarının baskıcı yapısı ve toplumsal hiyerarşiye dair detaylar bu eserde yer alır. Özellikle Esteban Trueba karakteri, köylüler üzerinde kurduğu otorite ve zalimliğiyle bu konuyu temsil eder. Trueba, tarlalarında gezerken, gözüne kestirdiği her kadına tecavüz etmiş ve sayısız evlilik dışı çocuğu olmuştur. Köylüler bu olayları bilmelerine rağmen asla ağızlarını açıp dillendirmezler ve karşı gelmezler.

Isabel Allende’nin köy ağalarının kadınlara tecavüz ettiğinden bahsettiği bir başka kitap da  “Eva Luna” adlı eseridir. Bu romanda, Eva Luna’nın yaşadığı toplumda güçlü erkek figürlerinin kadınlar üzerinde kurduğu baskı, şiddet ve istismar temaları işlenir. Allende, genel olarak toplumsal eşitsizlikler, cinsiyetçi baskılar ve kadınların maruz kaldığı zorlukları derinlemesine ele alan bir yazardır.

İtalyan mafyasının “Omerta” yasası, mafya içinde mutlak sessizlik kuralını ifade eder. Tam da Narin’ in yaşadığı köydeki insanların tavrına uyan bir yasadır bu. Omerta, Sicilya’da köken almış ve özellikle Cosa Nostra adlı mafya yapılanmasıyla özdeşleşmiş bir kavramdır. Bu yasa, mafya üyelerinin ve ilişkili kişilerin suçlarla, yasa dışı faaliyetlerle veya örgütle ilgili bilgileri yetkililere veya dışarıdakilere ifşa etmemesini zorunlu kılar. Omerta’yı ihlal etmek, ihanet olarak kabul edilir ve genellikle ölümle cezalandırılır.

Omerta, mafyanın güç ve varlığını sürdürmesinde önemli bir yer tutar, çünkü bu yasa sayesinde mafyanın faaliyetleri dış dünyaya karşı gizli kalır ve suçları işleyenlerin adalet önüne çıkarılması engellenir. Ayrıca, bu kural sadece mafya üyelerini değil, onların etrafındaki insanları da kapsar, yani tanıkların veya mağdurların da yetkililerle işbirliği yapmasını önlemek amacı taşır.

Özetle, Omerta yasası mafyanın temel ilkelerinden biri olup, sadakat ve gizlilik üzerine kurulu bir kültürel ve sosyal sessizlik yasasıdır.

Bu iki örnekte de görüldüğü gibi, bunlar bu tarz kapalı ve özellikle de kriminal çevrelerde yazılı olmayan ama herkesçe bilinen kurallardır. O yasaları çiğneme korkusu o kadar insanların iliklerine işlemiştir ki, bu uğurda çocuklarının katilini bile koruyup kollamayı göze alırlar. Dolayısıyla her ne kadar kamuoyu vicdanı bu olayın açığa çıkmasını istese de, aralarından birinin gerçekleri itiraf etme olasılığı oldukça düşük. Dileyelim ki tam tersi olsun ve artık başka Narinler ölmesin. Çocuklar mutlu bir şekilde büyüsünler.

Haberin Devamını Oku
1 Comment

1 Comments

  1. Duygu

    17 Eylül 2024 at 09:54

    Ne korkunç bir durum. Çocuğunun katledilmesine susan insan bile olamaz, gerekirse kendi de ölsün ne yani, dünyaya kazık mı çakacak. Başkalarından korkmak yerine keşke önce Allah’tan korksalar. Susan dilsiz şeytandır.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Sosyal Medya ve Toplumun Değer Yargıları: Yüzeysellik mi, Derinlik mi?

yazar

Yayınlayan

on

Köşe Yazısı : Cemil Baysal

Toplumdaki duyarsızlık ve sosyal medyanın çarpık değer yargıları, günümüzün en büyük paradokslarından biri haline geldi. Takipçi sayıları, beğeni sayıları ya da paylaşımlar, gerçekten değerli olanı ölçmekte yetersiz kalıyor. Bir haber kanalı düşünün; milyonlarca takipçisi var ancak yaptığı paylaşımlar, sadece birkaç bin beğeni alıyor. Aynı platformda ise, sırf dekolte giymiş ya da basit bir hareketle dikkat çeken bir kişi, milyonlarca beğeni ve takipçiye ulaşıyor. Bu durum, sadece sosyal medyanın yüzeyselliğini değil, aynı zamanda toplumun neye değer verdiği konusunda da ciddi bir sorunu gözler önüne seriyor.

Artık Türkiye’deki birçok dizide başrol oyuncuları, Instagram’daki takipçi sayılarına göre seçiliyor. Kişilik ve karakter, o eskidendi.

Bir örnek vermek gerekirse, sosyal medyada milyonlarca takipçisi olan bir kadını izliyorum. Yaptığı tek şey, sokakta dans etmek. Ya da bir başka kişi var; sürekli aynı açıdan, aynı ifadeyle pozlar veriyor, konuşmuyor, sadece saçlarını sallıyor. Hiçbir farklılık yok, hiçbir derinlik yok. Yine milyonlarca takipçi ve beğeni topluyor. Peki, bu noktada düşünmemiz gereken soru şu: Bu kadar emeğin, bilginin, araştırmanın karşısında dururken neden bu kadar yüzeysel ve anlamsız içeriklere bu denli ilgi gösteriliyor?

Toplumsal körlüğü görmek için uzağa bakmaya gerek yok. Sabah sokağa çıktığınızda, otobüs durağına, otobüs içinde otururken etrafınıza, trende oturanlara, durakta bekleyenlere bir şöyle göz gezdirin. Elinde telefon olmayan, kulağında kulaklık olmayan kaç kişi göreceksiniz? İnsanlar, bir şeylere bakmak ya da düşünmek yerine, sanal dünyanın içinde kaybolmuş durumda. Gerçek hayatta yaşananların yanı sıra, sosyal medya kültürü de bu körlüğü derinleştiriyor.

Elbette, milyon takipçi toplayan ve farklı fikirler üretip öğreten kişileri de takdir ediyorum. Bu tür bir içerik oluşturmak, yaratıcı düşünce ve yetenek gerektiriyor. Ancak anlatılmak istenen burada başka. Üretim şekilleri ve içerikleri, bir ölçüde dikkat çekici olsa da, toplumsal bir değer olarak kabul edilen bilgilendirme ve derinlik sunan içeriklerin gerisinde kalıyor.

Öte yandan, bizim gibi, İsviçreninsesi gibi, ücretsiz olarak bilgi sunan, haber hazırlamak için saatlerce ön araştırma yapan, sağlık ya da başka alanlarda topluma değer katan kişilere baktığımızda ise tam tersi bir tabloyla karşılaşıyoruz. Bu insanlar her gün hazırlanıyor, emek veriyor; kimi yüz yogası, kimi sağlıklı beslenme, kimi bilinçaltı sorunları, geçmişten geleceğe taşıdığımız kayıtları ve kalıpları temizlemek için insanlara yardımcı olmaya çalışıyor, canlı yayınlar yapıyor ve toplumun bilinçlenmesi için çaba sarf ediyor. Ancak bu emeklerin karşılığı neredeyse yok denecek kadar az. İnsanlar, bu tarz içerikleri okuyor, faydalanıyor fakat bir beğeni ya da yorumla destek olmaya bile yanaşmıyor. Oysa ki bu beğeni, belki içerik üreticisine moral olacak, belki daha fazlası için cesaret verecek. Ama bu noktada cimri davranılıyor. Sorun, içerikte değil. Üretilen bilgi ve içerik, politik bir tartışma değil; aksine insanlara fayda sağlamak için var. Ama iş beğeni vermeye geldiğinde insanlar, cömert davranmaktan kaçınıyor.

Şimdi bir genç kuşağı düşünün. Bilgi araştırıp insanları bilgilendirme yolunu seçip böyle bir hesabı büyütmek için mi uğraşır, yoksa kısa yoldan bir milyon takipçi kazanabileceği örnek hesaplar gibi aynısını mı yapmayı tercih eder? Bu noktada gençlerin tercihi, sadece bireysel başarıları değil, toplumun genel değer yargılarını da yansıtıyor. Kısa yoldan elde edilebilecek başarılar, derin bir bilgi birikimi ve emekle oluşturulan içeriklerin önüne geçiyor. Ben 16 yaşında olsam, insanlara bilgi vermek için emek harcamak yerine, kısa yoldan milyon takipçi toplayıp para kazanabileceğim yolu seçerdim. Bugün çok gencin yaptığı gibi.

Sorun nerede diye soracak olursak, belki de toplumsal bir körlükle karşı karşıyayız. Görünen o ki, değerli olanı fark etmek yerine, geçici olanın peşine takılmayı tercih ediyoruz. Bilgi, emek, düşünce derinliği yerine, görsel hazların ve geçici dikkat dağıtıcıların daha değerli olduğu bir ortam yaratıldı. Böyle bir dünyada gerçek değeri bulmak, ne yazık ki giderek zorlaşıyor.

Peki, bu sorun nasıl aşılır? Belki de daha fazla farkındalık yaratmak gerekiyor. İnsanların, sadece yüzeysel olanı değil, arka planda harcanan emeği de takdir etmeyi öğrenmesi gerekiyor. Toplum olarak, sosyal medya kültürünü eleştirip sorgulamalı ve değerli olanı destekleme yoluna gitmeliyiz. Beğeni veya takipçi sayısı gerçek bir ölçüt değil; asıl ölçüt, üretilen içeriğin insanlar üzerinde bıraktığı kalıcı etkidir.

Bu nedenle, toplum olarak, yüzeyselliğe karşı derinliği ve anlamı, geçici olanın yerine kalıcı olanı değerli kılmalıyız. Emek veren, bilgi paylaşan, topluma fayda sağlamaya çalışan bireyleri desteklemeliyiz. Belki de en büyük değişim, bu duyarlılığı göstermekle başlayacak.

#cemilbaysal #gazeteci #yazar #haber #köşeyazısı #gazeteler #SosyalMedya #ToplumsalKörlük #Yüzeysellik #DeğerYargıları #BilgiPaylaşımı #Duyarsızlık #Farkındalık #EmeğeSaygı #İçerikÜretimi #GençlikTercihleri #KalıcıEtki #SosyalMedyaKültürü #ToplumdaDeğerler #SosyalSorumluluk

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

DÜNYA BU KADAR ÇİRKİNLEŞMİŞKEN RUH SAĞLIĞIMIZI KORUMAK MÜMKÜN MÜ? 

yazar

Yayınlayan

on

Başlık bu olunca,  yazıda bunun mucize formülünü vereceğim sanılmasın. İlk satırdan bunu söyleyeyim de, bir kandırmaca gibi görünmesin. 

Sosyal medyada o kadar çok kandırmacalı başlığa maruz kalıyoruz ki, farkındalıkla bakmaya çalışsam da, yalan yok bir çok  kez ben de o tuzağa düşüyorum. “Zayıflamanın formulü” nden  , “mutlu hissetmenin beş yolu”na aklınıza gelebilecek her konuda hap bilgiler veren videolardan çok bir şey yok. 

Yazı bile değil, video.  Çünkü kimsenin okumaya tahammülü yok, atlaya atlaya, seyrederek, oturduğun yerden bul formulü..

Neyse aslında hepimizin bildiği  bir konu, ufak bir saptama oldu bu arada.. 

Ama konumuz bu değil.

Konumuz;  dünyada her yerde bu kadar “kötülük” varken, bunları görmezden gelip, hayatımıza devam edebilir miyiz? Ya da nasıl devam edebiliriz? 

Bunun tam cevabı var mı bilemem. Ancak şunu söyleyebilirim, dünya her ne kadar sanki batıyormuş, gibi görünsede,  farklı seviyelerde farklı şekillerde daha önce de benzer dönemler yaşanmış. 

Tabii şu anda  dönüp o dönemi yaşayan insanlara “o korkunç dönemi nasıl atlattınız? “ diye sorma şansımız yok. 

Fakat günümüze kadar gelen birçok eser üretmiş kişiler çıkarmış o dönemler. Demek ki bir şekilde hayata tutunmanın yolunu, üreterek, sanatlarına yansıtarak bulmuşlar.  

Picasso “Guernico” adlı eserini,  İspanya iç savaşı sırasında, İspanya’nın Guernica şehrini Nazi’lere ait uçakların yerle bir etmesinin ardından üretmiş. Guernica’ya adamış. Keşke olmasaymış, ama olan olayı, tarihe unutturmamak adına kalıcı bir eser bırakmış. Günümüzde tabloya bakınca,  sanki tüm acıları, ürkütücülüğü hissedebiliyoruz. 

Bu tip eserler yaratılmış, kayda geçmiş de, gelecek nesiller ders almış mı? Günümüzde yaşananlara ve yapılanlara baktığımızda, cevap; maalesef “HAYIR” 

Dünyada  olanları izlerken, durdurmak için bir şey yapamazken, ruh sağlığımızı nasıl koruruzun tam cevabını bilmiyorum. İyi insan olmak için, kendi potansiyelimizi gerçekleştirmeye çalışıp, etrafa güzel enerji yaymaya çalışmak iyi fikir gibi geliyor. Sizin  farklı fikirleriniz varsa yazın.

Böyle düşünüyorum da her zaman yapabiliyor muyum? O kadar kolay olmuyor.. 

Mesela şuan, “Paris, neden her zaman iyi fikirdir ?” başlıklı gayet de pozitif bir yazı yazmıştım. Kızım işi nedeniyle,  “Paris Moda Haftası”na gidiyordu, ben de ona katıldım. Birlikte bir kaç gün Paris’teydik. Oradayken o yazıyı yazdım. Ama bir iki haber okumak, birden bütün ruh halimi değiştirdi. Yazının birden içi boşaldı. Bu yazı çıkıverdi, ben de o yazıyı gönderemedim..Belki gelecek sefere…. Bayatlayacak bir yazı değil zaten:) 

Yani anlayacağınız, dünya bu kadar çirkinleşmişken, her zaman pozitif kalmak o kadar da kolay değil:) Her anımızı etkiliyor, değiştiriyor, dönüştürüyor..

Ama yine de enseyi karatmayalım..

Harika bir hafta ve güzel bir sonbahar diliyorum. 

Gülten Yazıcı Dülger

gültenyazicidülger #isviçre #köşeyazısı

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

LÜBNAN’DA, GAZZE’DE PATLAYAN BOMBALARDAN BANA NE…?

yazar

Yayınlayan

on

Köşe Yazısı : Cemil Baysal

Dünyanın bir köşesinde patlayan bombaların, yıkılan evlerin sesini bazen duymuyoruz, duysak bile “Bundan bana ne?” diyoruz. İsrail’in Lübnan’a kara harekâtı başlattığını duyunca omuz silkip yolumuza devam ediyoruz. Peki ya gerçekten bu kadar uzak mı her şey? Savaşların ateşi bize hiç mi dokunmuyor?

Dünyadaki çatışmaların ardı arkası kesilmiyor. İsrail-Lübnan gerilimi, Filistin-Gazze savaşı ya da Rusya-Ukrayna çatışması… Her biri farklı coğrafyalarda cereyan etse de, etkileri aslında hepimize ulaşıyor. Savaşların, sınırların ötesinde nasıl bir etki yarattığını anlamak için çok uzağa bakmaya gerek yok. Çünkü yıkılan her ev, her hayat, kaçınılmaz olarak dünya genelinde bir hareketlilik yaratıyor. Ve bu hareketlilik, er ya da geç bizim yaşadığımız yerlere de geliyor.

Dünyanın bir köşesinde patlayan bombalar, yıkılan hayatlar, sarsılan aileler… Lübnan’da, Gazze’de yaşananları duyduğumuzda çoğu zaman aklımızdan geçen basit bir cümle var: “Bana ne…”. Uzakta, bizden çok uzakta yaşanıyor gibi geliyor. Oysa, bu patlamalar sadece oradaki insanları değil, hepimizi etkiliyor. Bir sabah uyandığında, o savaşın yankıları, senin sokağında, okulunda, hayatında hissedilebilir hale gelmiş olabilir. Dünya küçüldü, uzak dediğimiz her şey aslında yanı başımızda…

Her çatışma, sadece savaşın yaşandığı bölgeyi değil, tüm dünyayı etkileyen büyük bir dalga yaratıyor.

Belki Avrupa’nın görece refah içinde olan bir ülkesinde yaşıyor, bu yüzden olayların seni etkilemeyeceğini düşünüyor olabilirsin. Ama dünya, sandığımızdan daha küçük. Patlayan her bomba, yıkılan her ev, uzaklarda değil, yanı başımızda bir etki yaratıyor aslında. Yıkılan evlerden geriye kalan insanlar, bir çanta dolusu hayatlarını toplayıp kaçıyorlar. Onlar için yeni bir ülke, güvenli bir liman arayışına çıkıyorlar. Ve bir bakıyorsun, o liman senin yaşadığın ülke, belki de yaşadığın kasaba, köy olmuş. Bir sabah uyandığında çocuklarının sınıfında, yanında oturan çocuk savaştan kaçıp gelmiş bir sığınmacı. Aynı sokaklarda gezip, aynı parkta oynuyorlar. Bir bakıyorsun, gençler aynı kafede oturuyor, aynı müzikle dans ediyorlar. Dünya küçük, dedik ya…

2023 yılı Avrupa için rekor düzeyde sığınmacı kabul edilen bir yıl oldu. Sayıların daha da artması bekleniyor. Her sığınmacının ardında bir hikâye var. Evini, yurdunu, ailesini kaybetmiş insanların, yeni bir hayat arayışı var. Sosyal medyada bu göçlerin bazen büyük bir planın parçası olduğu, bilinçli bir şekilde insanların yurtlarından edildiği konuşuluyor. Gerçek ne olursa olsun, gelen insanlar artık buradalar ve bu durum hazırlık gerektiriyor. Eğitim, entegrasyon, altyapı… Bunlar yapılmadan gelişigüzel kabul edilen göçlerin sonuçları, tıpkı Türkiye’nin yıllardır yaşadığı gibi, büyük bir sorun haline gelebilir.

Savaşlar uzak değil. Patlayan her bomba, sadece hedef aldığı yerleri değil, dünyanın dört bir yanını titretiyor. “Bana ne?” demek, sadece kısa bir süreliğine gözlerini kapamak demek. Ama gözlerimizi ne kadar kaparsak kapatalım, bir gün o gerçeklik gelip kapımızı çalıyor. En basit örneğiyle, Ortadoğu’da cereyan eden her kriz ve çatışma, en başta Türkiye’yi etkiliyor. Savaşlar başladığında ilk sığınacak liman, genellikle Türkiye oluyor. Suriye savaşından kaçan milyonlarca insanın ilk duraklarından biri Türkiye oldu ve bu akış, ülkenin demografik yapısını derinden değiştirdi. Peki bu, sadece tesadüfi bir sonuç mu, yoksa uzun vadeli bir demografik mühendislik planının bir parçası mı?

Son 20 yıla baktığımızda, Türkiye’nin neredeyse tüm şehirlerinin demografik yapısının önemli ölçüde değiştiğini görüyoruz. Özellikle güneydoğu bölgelerinde, yerli halkın yanında büyük oranda sığınmacı nüfus birikmiş durumda. İstanbul o eski İstanbul değil. Bu durumun, şehirlerin kültürel ve sosyal yapısını nasıl etkilediği göz ardı edilemez. Kimi uzmanlar, bunun bir plan dahilinde olduğunu, bölgelerdeki demografik nüfus yapısını değiştirmenin amaçlandığını öne sürüyor. Avrupa için de bunun yapıldığı iddia ediliyor. Avrupa’nın 20 yıl önceki haline bakıp şimdiki haline bakınca, bu değişimi gözden kaçırmak imkansız.

Aynı senaryonun Avrupa için de geçerli olduğu iddiaları var. Avrupa, son yıllarda tarihinin en büyük göç dalgasıyla karşı karşıya kaldı. Milyonlarca insan savaştan, açlıktan ve yıkımdan kaçıp Avrupa’ya sığındı. Bu savaşlar yıkımlar planlı mı? Bu göçlerin, Avrupa’nın demografik yapısını uzun vadede değiştirmesi kaçınılmaz görünüyor. Sosyal medya ve bazı platformlarda, bu durumun bilinçli bir şekilde planlandığı, ülkelerin nüfus dinamiklerini ve politik yapısını dönüştürmek için kullanıldığı dile getiriliyor.

Gerçek ne olursa olsun, hem Türkiye hem de Avrupa için bu göç hareketleri sadece bir insani kriz değil, aynı zamanda geleceğin toplumsal dokusunu şekillendirecek kritik bir faktör haline geldi. Sadece bugünün değil, gelecek nesillerin yaşamını doğrudan etkileyecek olan bu büyük göç dalgasına ne kadar hazırlıklıyız?

#Savaş #Göç #Sığınmacılar #Türkiye #Avrupa #Demografi #Kriz #Gelecek #Toplum #Entegrasyon #SosyalDeğişim #Ortadoğu #Mülteci #MültecilerTürkiye #SığınmacılarTürkiye #GöçTürkiye #MülteciKabulTürkiye #AsılMücadeleTürkiye #MültecilerAlmanya #SığınmacılarAlmanya #GöçAlmanya #AsylumGermany #IntegrationGermany #Mültecilerİsviçre #Sığınmacılarİsviçre #Göçİsviçre #AsylSchweiz #İsviçreEntegrasyonu #MültecilerAvrupa #SığınmacılarAvrupa #GöçAvrupa #AsylumEurope #EntegrasyonAvrupa #AvrupaKriz #SosyalUyum #AvrupaMülteciPolitikası

Yazının Almancasını okumak için alttaki Link:

Haberin Devamını Oku
Reklam

Trendler