Connect with us

Köşe Yazıları

Farklı Düşüneni Yargılamak: Kendisinden Başka Herkesi Yanlış Görenler

yazar

Published

on

Son zamanlarda, toplumun farklı düşüncelere sahip olanları yargılama eğilimi, özellikle de sosyal medyada, ne yazık ki, oldukça yaygın hale geldi. Bazıları, kendi inandıkları doğruların dışında olanları hemen linç etme eğilimine kapılıyorlar. Özellikle de kendilerini Müslüman olarak tanımlayan bazı kişiler, sadece kendi doğrularının dışında herkesi yargılıyor ve yanlış görüyorlar. Oysa ki, İslam’da en büyük günah olarak kabul edilen yargılama ve gıybet gibi davranışları, ironik bir şekilde, fazlasıyla sergiliyorlar.

İnsanlar nerede kaldı inanç? Başkalarının giyimini, içkisini ya da yaşam tarzını yargılamak kime ne kazandırır? Eğer senin giyiminden, saçından ya da başörtünden dolayı yargılandığında hoşuna gitmiyorsa, aynı şekilde başkalarını da etek giyiyor, pantolon giyiyor ya da giymiyor yargılamamalısın.

Adam mekanında içki satıyor diye yargılıyorsun. Bir gün gidip adamın mekanına yemek yiyip destek oldun mu? Ya da kaç kere oldun. O zaman yargılama.

Camiye senede bir kere gidersin. Ama gittiğinde oradaki temizliği yargılar çalışanları eleştirirsin. O zaman ailenle beraber avm’lerde sen alışveriş yaparken gezerken, kendini ailesiyle buraların temizliğine adamış gönüllü insanlar gibi, sen de al eline süpürgeyi her cumartesi git sen süpür temizle.

Bugünlerde herkes, herkesin kusurunu arıyor adeta. İnsanlar, yanlış anlamak için neredeyse çırpınıyorlar. İyi niyetle yapılan bir davranışı bile, zorla arkasında kötü bir niyet arıyorlar. Unutma, yargıladığın ve kınadığın bir başka kişi, çocuk ailenin yaşadıklarıyla bir gün sen de sınanacaksın. Başkalarının çocuğunu ve aile yaşamını “ben olsam şöyle yapardım, asla böyle yapmazdım” diye eleştirenlerin ve çok tutucu davrananların, kendi çocuklarının torunlarının zaman içinde küpe takıp dövme yaptırdıklarında hatta o kınadıkları çocukların 10 katı daha ters davranışlar ve daha beter olaylar yaşadığını, ve başkalarını yargılayan bu kişilerin çaresiz kaldıklarına çok tanık oldum.

Sen, insanların yazdıklarını ve yaşadıklarını dışa yansıyan bölümünü görürsün, buna göre yargılarsın. Ancak insanların içine dönüp ettiği duaları, yaptığı yardımları bilemezsin. Bu yüzden İslamiyet’te en büyük günah olan gıybet ve yargılamadan vazgeç. Her zaman en doğru senmişsin gibi davranma.

Dürüstlük ve geniş gönüllülük iddiasında bulunanlar, gerçekten Mevlana ve Hacı Bektaş gibi büyük düşünürlerden daha mı geniş gönüllü? Bir düşünelim: Günümüzde olsaydı, aynı hikaye başka bir mevki sahibi ya da dernek başkanı, bugün bu hikayene nasıl sonuçlanırdı? Bir dernek başkanı, bir başka mevki sahibini, bir din adamını böyle bir fırsat elde ettiğinde nasıl yerin dibine sokardı?

Belki de bu hikayeyi hatırlamak, bize ön yargılarımızı bir kenara bırakma ve insanları sadece dış görünüşleriyle değil, iç dünyalarıyla değerlendirme konusunda bir uyarı niteliğinde olabilir. Belki de bu şekilde, daha anlayışlı, daha hoşgörülü bir toplum olma yolunda adım atabiliriz.

Bir adam kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır. Bir süre sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış olmak için bunu Hacı Bektas Veli’nin dergâhına kurban olarak bağışlamak ister. O zamanlar dergâhlar aynı zamanda aşevi işlevi görüyordu. Durumu Hacı Bektas Veli’ye anlatır ve Hacı Bektas Veli, “helal değildir” diyerek bu kurbanı geri çevirir. Bunun üzerine adam Mevlevi dergâhına gider ve aynı durumu Mevlana’ya anlatır. Mevlana ise, bu hediyeyi kabul eder. Adam aynı şeyi Hacı Bektas Veli’ye de anlattığını ama onun bunu kabul etmemiş olduğunu söyler ve Mevlana’ya bunun sebebini sorar. Mevlana şöyle der: “Biz bir karga isek, Hacı Bektası Veli bir şahin gibidir. Öyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir.” Adam üşenmez kalkar Hacı Bektas dergâhı’na gider ve Hacı Bektas Veli’ye, Mevlana’nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini bir de Hacı Bektas Veli’ye sorar. Hacı Bektaşı Veli de şöyle der: “Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise, Mevlana’nın gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü kirlenmez. Bu sebepten dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir.” Böylesi tevazu ve incelikle, birbirlerini kötülemek yerine yüceltebilmeyi becerebilen bir insan olmamız dileğiyle.

Bugün olsa?

Bu hikaye, incelik ve tevazunun gücünü bizlere hatırlatıyor. İnsanların birbirini yüceltebilme yeteneği, kötülemek yerine destek olma iradesi, gerçekten de takdire şayan bir davranış biçimi. Herkesin birbirini anlama ve kabul etme gücü vardır, önemli olan bu gücü kullanabilmektir. Bugün olsa, daha sırtını çevirmeden arkandan konuşan gıybetciler ne yazık ki kendini toplumda en doğru ve saygın kişiler olarak maske takanlar o din adamını, o saygın işadamını yerden yere vurur. Daha görmedikleri emin olmadıklarıyla bile arkadandan yüz jikaye uyduruyorlar. Sadece o makamda sağlam oturmak sadece kendilerine prim sağlamak için.

Hacı Bektas Veli’nin ve Mevlana’nın hikayedeki tutumu, insanların farklılıklarını kabul edebilme ve saygı duyabilme yeteneklerini gösteriyor. Herkesin farklı bir gözle bakabileceği bir deneyimdir bu. Kimi için karga olan bir şey, başkası için şahin olabilir. Önemli olan, herkesin kendine özgü değerleri ve bakış açılarını kabul edebilmektir.

Tevazu, insan ilişkilerinde önemli bir yer tutar. Kendini diğerlerinden üstün görmek yerine, onları anlamaya ve saygı göstermeye odaklanmak, daha sağlıklı ve olumlu ilişkiler kurmamıza yardımcı olur. İşte bu hikaye, bu önemli değeri bize hatırlatıyor.

Umuyorum ki, bu hikaye insanların birbirine karşı daha hoşgörülü ve anlayışlı olmalarına vesile olur. Birbirimizi yargılamak yerine desteklemeyi seçtiğimizde, gerçekten daha güçlü bir toplum olabiliriz.

Continue Reading
1 Comment

1 Comment

  1. Derya

    12 Mayıs 2024 at 14:38

    Çok güzel bir konuya değinmişsiniz. Artık gelecek yorumlardan dolayı bir paylaşım dahi yaparken çekiniyoruz. Bir konuyu yapıcı eleştirmek veya katkı sağlamak başka, yargılamak başka. Herkes önce kendi kapısının önünü süpürmeli komşunun kapısına bakmadan önce.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

‘’ÖĞRENİLMİŞ CEHALET, KUTSALDIR’’ 

yazar

Published

on

Nicolas von Cusanus

 ‘’Öğrenilmiş cehalet, kutsaldır’’  sözü,  ünlü Alman düşünür (gerçi popülerlik açısından baktığımızda Türkiye’de Nietzche kadar ünlü değil)  felsefeci, hukukçu, matematikçi, din adamı, astronomi, mantık, bir çok alanda  çağının çok ilerisinde bir insanın;  Nicolas Cusanus’un lafı.

Nerden çıktı şimdi Cusanus ve lafı demeyin. Bu lafın, İstanbul ile de enteresan bir bağlantısı var..

Bu Alman düşünür, yaşadığı dönemde (1401-1464) İstanbul’a gelmiş. Ve geride bıraktığı notlarından ve kitaplarından öğrenildiği kadarıyla, bu lafı ve bunun üzerine kurduğu neredeyse koca felsefe ve eseri yazmaya, İstanbul dönüşü, yolda aklına gelen bu cümle ile başlamış. Eseri: De Docta Ignorantia (Öğrenilmiş Cehalet Hakkında)

Bunu ilk okuduğumda ilgimi çekmişti. Ama tabii, İsviçre’ye taşınmadan önceki Gülten ile buradaki Gülten’in öncelikleri ve zamanı kullanması arasında ciddi fark olduğundan, bir yerlerde hafızamda tasnif edilmiş, kalmıştı. Geçenlerde kitapları karıştırırken gözüme çarptı.

Cusanus; insanın eğitim alıp öğrenmekle,  sadece belli açılardan bakarak, gerçekliğin bir kısmını görebileceğini ve mutlak yani gerçek bilgiye,  asla sahip olamayacağını söylüyor. 

Eğitim alıp, kendini geliştiren insanın, öncelikle ne kadar cahil olduğunu ve bu cehaletini bu ömründe bitirmenin mümkün olmadığını kabul etmesinin, takdir edilmesi gerektiğini ileri sürüyor. 

Bunu tekrar hatırlamak bana çok iyi geldi.

Birincisi;  her şeyi bilmeye çalışmak gibi bir derdin ortadan kalkıyor😊 Ne yaparsan yap, zaten bunu başaramayacaksın. Bir rahatlıyorsun.

 İkincisi; bunun zıttı … Zorlayıcı tarafı da bu. Sürekli kendini eğitmeye çalışacaksın, cehaletinin hiç bitmeyeceğini bilerek.

Bu, ne kadar zorlayıcı olsa da,  insan olarak, bizim yapabileceğimiz bir şey.

Öleceğimizi bilerek, yaşıyoruz.

Demek ki, cehaletimizin bitmeyeceğini bilerek de, kendimizi eğitmeye devam edebiliriz.

Gelelim diğer bir konuya ki, bence bu, beni bu yazıya iten sebep. Bizim topraklardan dönerken Cusonus’un aklına geldiğine göre, o topraklarda ya çok bilmiş, ukala insanlar vardı  ya da çok engin bilgisine ragmen, cahil olduğunun farkında olan insanlar 😊 Her halukarda da üzerinde düşünmeye değer..

Bu konuda lafları olan, doğu felsefesinde de bir çok kişi var. Ben şu anda, bu taraftan o tarafa bakmaya çalıştığım için, batılı düşünürler üzerinden anlamlandırmaya çalışıyorum.

 Neyi anlamlandırmaya çalışıyorsun diyorsanız eğer; her şeyi.  Yaşamı, Türkiye’yi, Avrupa’yı, Amerika’yı, dünyayı ya da sadece kendi yaşamımı…Ama tabii ki ahkam kesmeye çalışmayacağım. Kendi yazdıklarımla ters düşmek istemem😊 Sokrates’in de dediği gibi; ‘’Bildiğim tek şey, hiç bir şey bilmediğimdir.’’

Ama şunu söyleyebilirim, akıl vermek değil de aklıma geleni paylaşmak diyeyim.

Öğrendiğimiz bilgiye ya da inanca sıkı sıkı sarılıp, o doğrultuda yol almak yerine, yeni fikirlere açık olabiliriz.

Gittiğimiz yolun doğru yol olmadığını, farklı bir yola girmemiz gerektiğini görebiliriz.

Zaten dünyada fiziken de, hep aynı yönde gidersen, başladığın yere ulaşıyorsan…

O zaman niye hep aynı yönde gidesin…

Kim başladığı noktaya dönmek ister ki?

Ben istemem…

Siz ister miydiniz?

Harika iki hafta diliyorum…

Not:  Bu arada beyin yakmak istemedim, sadece beyin çalıştırmaya çalışmak diyeyim😊

Continue Reading

Köşe Yazıları

KAÇ KEZ YANILDIĞINDA “ENAYİ” OLUR İNSAN?

yazar

Published

on

İnsan hayatı boyunca bir değil, birçok kez yanılabilir. Hepimiz hayatta düşe kalka öğreniyoruz; bazen çok büyük hatalar yapıyoruz, bazen de küçük yanılgılar içinde sürükleniyoruz. Ama asıl soru şu: Kaç kez yanılmak bizi “enayi” yapar? Nerede aklımızı devreye sokmalı ve kararlarımızı tekrar gözden geçirmeliyiz?

Bir kere yapılan hata, belki bir anlık gaflet veya yenilik arzusudur; insanın merakını yenememesi, heyecanı veya umutlarını test etme isteğidir. İkinci defasında yapılan aynı hata ise belki yine duyguların baskın geldiği anlık bir zayıflıktır. Fakat aynı olay üçüncü defa tekrarlanıyorsa, burada bir durup düşünmek gerekir: Başkaları mı suçlu, yoksa sorun bende mi?

Toplumda bize dayatılan “herkes yapıyor” anlayışı çoğu zaman içgüdülerimizi ve aklımızı bastırır. Etrafımızda bu kadar çok örneği görünce, kendimizi sorgulamadan, çevremizdekileri doğruluk pusulamız olarak alırız. Fakat “herkes yapıyor” diye yapılan her şey doğru mu? Bizi “enayi” durumuna düşüren şey, başkalarının aklını rehber almak, sorgulamadan uyum sağlamaktır.

Geçenlerde sevilen sanatçı Pınar Altuğ, pandemi döneminde herkesin aşılanmaya koştuğu günlere atıfta bulunarak şöyle demişti: “Vallahi doktor değilim. Hepimiz aşılandık, iyi mi ettik kötü mü ettik bilmiyoruz.” O dönem etrafımdaki yüzlerce insanın tezleri veya rehberleri hep şuydu: “Herkes yapıyor. Yanlış olsa milyonlarca insan aşılanır mı? Her ülke yapıyor. Yanlış olsa bu kadar ülke halkını zehirler mi?” Ya da şunu duydum binlerce kişiden: “Yüzlerce gazete aynı şeyi yazıyor.”

Vah vah vah… Eğer gerçekten bir olayı aynı anda pek çok gazetede görmek rehberimiz olacaksa, işte tam da beynimizi ve aklımızı kullanmamız gereken nokta burada başlıyor. Amerika, Irak’ta “kimyasal silah var” gerekçesiyle harekete geçtiğinde, binlerce gazete bunu haber yapmıştı. Peki ya sonra ne oldu? Yıllar sonra, kimyasal silah bulunmadığı açıklandı. Binlerce gazete aynı anda bu haberi neden yaptı? Kitlesel bir algıyı oluşturmak, insanların belirli bir şeye sorgusuz sualsiz inanmasını sağlamak için… Binlerce gazete yazdı diye bir şeyin doğru olduğunu varsaymak, bizi kör bir güvenin pençesine atıyor.

Peki, ne zaman aklımızı kullanmalıyız? En başta, “Ben bu yolda tek başıma yürüyor olsam, bu kararı yine de verir miydim?” diye sormalıyız kendimize. Eğer cevabımız tereddütlü ise, durmak, düşünmek ve gerçekten neye ihtiyaç duyduğumuzu görmek bize yol gösterir. En büyük hatamız, bu soruyu yeterince sormamak. Çoğu zaman içimizde “yanlış yapıyorsun” diyen bir ses vardır; fakat onu susturmak, daha kolay, daha risksiz gelir.

Kısacası, ne kadar çok insan yapıyor, ne kadar çok haber yazıyor olursa olsun, önemli olan bizim bu kalabalığa dahil olmadan önce kendi aklımızı ne kadar kullandığımız. İnsan aklı, yanılabilir ama her yanılsamada “akıl” denen o değerli yetimizi biraz daha büyütürsek, bir gün belki de “enayi” damgası yemekten kurtulabiliriz.

Continue Reading

Köşe Yazıları

KENDİNİ ARAMA, ARARKEN BULMA YA DA HEP YOLDA OLMA…

yazar

Published

on

Çok komik bir şey, yeni fark ettim. Gün içinde hep kafamda yazıyorum. Sonra onu satırlara dökmediğim için unutuyorum. Yani aslında kafamda haftada beş yazı yazıyorum😊 Ancak bunların kağıda dökülmesi iki haftada bir oluyor. Yani arada birçok yazı kaynıyor.

Neyse, kafamda yazdıklarım değil, şuan bilgisayar başına oturduğumda aklıma gelenler, dökülecek satırlara.. Kısa bir bilgilendirme oldu.. Merak eden olursa diye.. (Bu arada kendi kendime de söz verdim. Kafamda yazı yazmaya başlayınca, hemen yazıya geçireceğim. Bakalım başarabilecek miyim? )

Başlıktan yola çıktığınızda anlayacağınız gibi, bu kendine yolculuk yazılarından…

Son yıllarda herkes kendi içlerine doğru bir yolculukta, arayışta…

Kimisi buluyor, kimisi bulamıyor.

Ben kendi adıma sanki bu hayat, hep yolda olma hali gibi. Hiç bitmeyen bir içe yolculuk…

Bir buluyorsun, bir kayboluyorsun, tam oldum diye hafif bir sevinç hissederken, hiç de olmadığını görebiliyorsun.,

Çocukluktan beri spiritüel (o zamanlar böyle denmezdi gerçi) konulara merakım vardı. Ama etrafta bu konuları konuşacağım, bu kadar çok insan yoktu.

Kendi kendime okur, araştırır, düşünürdüm. Düşüncelerimin farkında olarak, olumlusuyla değiştirmeye çalışma ve gece yatarken isteklerini düşünerek uyuma gibi, kendimce ritüellerim vardı. Tabii ki kimselerle paylaşmazdım. Sadece kızım bunlara şahitti. Çocuk haliyle, anlayamadığı benim ritüellerimden, meditasyon diyebileceğim odaklanma hallerimden,  belki biraz rahatsız olurdu, belki alıştığı için doğal görürdü.  Ne yapıyorsun diye bana sorduğunda, anneanne, dede, sen, ben, hepimiz çok sağlıklı olalım diye dua ediyorum derdim. Ayrıca dileklerimi de söylüyorum derdim. O da benimle oturur, içinden kendi duasını ederdi. ,

 Sonra aradan yıllar geçti. Oğlum olduğunda, ona gece yatarken dua etme ritüelimi öğretemedim. Çünkü kendim de bırakmıştım. Şimdi düşünüyorum da, 90’lı yıllardan sonra Türkiye’de maneviyattan bir kopuş oldu sanki. Ya da kendi adıma konuşayım, büyük laflar etmeyeyim. İstanbul’da yaşarken, 90’lı yıllardan 2016’ya kadar geçen  sürede maneviyattan ciddi bir kopuş yaşadım, yaşadık. Çevremdeki hemen herkes için de bunu söyleyebilirim.

Biz 2017’de İsviçre’ye taşındıktan sonra, ben tekrar en eski hallerime dönüp, kendimle iletişim kurma haline geçtim. Spritüel dediğimiz konunun özü de bu değil mi zaten…

Tüm dünyada bu günlerde, herkes bir içsel yolculuk ve kendini tanıma derdinde. Bence bu çok güzel ve insana umut veriyor. Geçtiğimiz aylarda konuk olduğu bir programda Hollywod Yıldızı Jennifer Lawrens’ın bir sözü çok hoşuma gitti. Bir iki gün önce bir yazıda aynı sözünü tekrar gördüm. Ne güzel ifade etmiş;

‘’ İnsan kendini tanımadığında nereye koyacağını da bilemiyor’’

Kendimizi tanıyıp, koyacağımız yerleri iyi seçebilmeyi  diliyorum…Kolaylıkla, en güzeli olsun..

Gülten Yazıcı Dülger

Continue Reading
Advertisement

Trendler