Sosyal Medya

Köşe Yazıları

Adalı Olmak Ve Güleryüzlü Bahamalılar

yazar

Yayınlayan

on

Hafifçe esen ada meltemi hiç üstelemeden, beni zorlamadan tenime şefkatle dokunup geçiyor. Güneş ise çok oyuncu. Öyle ısrarla kendini gösterip “yeter artık” dedirten bıktırmaları yok. Ara sıra yüzünü utangaç bir edayla küçük bulut öbeklerinin ardına gizlemeyi biliyor. Bu mevsimde hava tam da olmasını arzu ettiğim gibi. 

Bir haftadır Atlantik Okyanusu’nda, Bahamalar’dayız. 700 adadan oluşan bu turkuaz ülkenin ikinci adasına geçtik. Kalan 698 adaya istesek de ömrümüz yetmeyebilir! Bahamalar yaklaşık 500 yıl önce Avrupa’nın Amerika kıtası ile ilk bağını kurduğu yer. Okul bilgilerimden Kristof Kolomb’un ilk olarak buraya ayak bastığını hatırlıyorum. Hafızamda kalan bilgi kırıntıları bilmiş chatGBT tarafından teyid edildiğinde seviniyorum. 

Bahamalar hakkında anlatacak çok şey var elbette ama bana bu yazıyı yazdıran Bahamalar’ın sonsuzluğa uzanan sahilleri değil. Bu satırların ilhamı ada halkı, nam-ı diğer “Bahamalılar” ve onları gözlemlerken adalı olma halinin bana düşündürdükleri. 

Bu telaşsız ve içlerinden geldiği gibi davranan ada halkı ile ilk tanışmamız, bugüne kadar gördüğüm en küçük uluslararası havaalanında; Eleuthera Havaalanı’nda oldu. Kendilerine özgü kurdukları pratik bavul teslim sistemiyle “Erkekleriniz yan tarafa bavullarınızı almaya, siz kadınlar pasaport sırasına!” diye bağıran kabarık saçlı tombul kadın görevliye “Ya erkeğimiz yoksa?” dediğimde, onun kahkahayı basıp “Güzel soru!” diye cevaplaması ile başladı ada halkı ile iletişimimiz. Yan tarafta bavulları taşıyan erkeklerin yüzlerini görmeden pasaportlarına damga vurduklarına şahit olduğum ilk havaalanı görevlileri de Bahamalılar oldu!

Adada olmak, adalı olmak insanı başkalaştırıyor sanki. Hayatın bilindik telaşları buralara uğramamış gibi. Naif bir tasasızlık, hızlı hayatı varolmanın değişmez koşulu sananların bazen sabrını zorlayabilecek bir sakinlik hali. Adeta “Okyanusun ortasındayız, acele etsek ne olur, etmesek ne olur” diyor bu güleryüzlü ada halkı. Restoranlarda bir saat kadar yemeği beklemek yadırganmıyor örneğin, garsonlar yaşanan gecikmelerin endişesinden uzak, size bakıp gülümsemeye devam ediyorlar. Yaklaşık üç yüz yıl İngiliz sömürgesinde yaşamış ve haliyle İngiliz kültüründen payını almış bir halk olduğunu düşünürsek sonuçta ada etkisi açık farkla üstün gelmiş görünüyor. Tabi Miami’den bir saatlik uçuşla kolayca adalara ulaşan Amerikalı turistlerin etkisini de görmemezlikten gelmemeli. Bahamalılar aslında bir İngiliz, Amerikalı, Afrikalı ve “Adalı” kombinasyonu. Sıradışı geliyor kulağa, öyle değil mi?

Adalarda geçirdiğim günler boyunca adalı olmanın nasıl bir şey olduğunu düşünüyorum. 

Adalı olmak demek herkesin üç aşağı beş yukarı birbirini tanıması demek. Hele de bizim kaldığımız 2000’den az sayıda nüfusa sahip Harbour Adası gibi küçük bir ada ise! Dar sokaklarda dört tarafı açık golf arabalarına benzer küçük arabalarla vızır vızır dolaşan yerli halkın, birbirine selam vermeden birkaç yüz metre gitmesi mümkün görünmüyor. Herkesin birbirini tanıdığı bir adada yaşayınca insan yalnızlık çeker mi acaba diye düşünüyorum. Oysa Latince “insula” kelimesinden türemiş olan, İtalyanca’da “isola”, İngilizce’de “island” olarak geçen “ada” kelimesinin anlamı bile “yalnızlık” veya “izole etmek” demek. Adalılık yüzyıllar boyunca izole olmak kavramı ile özdeşleşmiş. Adalıların coğrafi özelliklerinden dolayı dışarıya kapalı olmaları kendi içlerinde onları nasıl etkiliyor diye merak ediyorum. Ana karada yaşayanlara yansıyan ada görüntüsü, genellikle sokaklarda veya evlerinin önlerinde vakit geçiren, birbirleriyle sohbet eden ve yüksek sesli müzikleriyle ortalığı çınlatan neşeli insanlardan oluşur. Kuzeyde olmadıkları sürece adaların iklim koşulları çoğunlukla sıcak ve nemlidir. Çoğu adada küçücük evlerin içinde kapalı kalmak hayatı çekilmez kılabilir. Belki de bu coşkulu görüntü, şartların sonucunda gelen bir sosyalleşmedir ve adalarda da herkes bir şekilde kendi adasına çekilebilmenin yolunu arıyordur, kimbilir…

Adalı olmak aynı zamanda kısıtlı kaynaklarla, kısıtlı imkanlarla yaşayabilmek ve paylaşmayı öğrenmek demek. Adaların dört yanı suyla çevrili ama düşünün ki günlük ihtiyaçlar için kullanılacak, hatta içilecek su bile kısıtlı. Sadece bizim orada olduğumuz birkaç günde bile bir kez sular, bir kez de elektrikler kesildi. Tüm bu kısıtlı kaynaklarla kanaatkar bir şekilde yaşayabilmek bir nevi toplumsal dayanışma duygusunu da getiriyor olsa gerek. 

Adalarda suç ve şiddet oranı göreceli olarak düşük. Suç işlense de kaçış yok, herkesin günahı da sevabı da adanın sınırları içinde kalmaya ve er ya da geç su yüzüne çıkmaya mahkum.

Okyanusun ortasında olmanın bir de korkutucu çaresizliği var ki, ben ne yazık ki adada kaldığımız sürede bir iki saatliğine de olsa bu duyguyu tecrübe ettim. Denize birkaç yüz metre mesafede  konumlanmış olan otelimizde kalırken, Cayman Adaları’nda oluşan büyük depremin ardından Bahamalar da dahil pek çok adanın birkaç saat boyunca tsunami riski altında olduğu bilgisini alır almaz resepsiyona koştum. Resepsiyon Müdürü olan uzun rastalı saçlı Link’in konudan haberi bile yoktu ve bilgiyi paylaştığımda da ertesi gün havanın güneşli olacağını söylemişim gibi sakin bir şekilde, yarım saat boyunca bir yerlerden daha fazla bilgi almak için beyhude uğraştı durdu. Tehlike anında hızlı aksiyon almaya, proaktif olmaya neredeyse takıntılı olan benim gibi bir kişilik için bu tasasız profesyonellik sakinleştirici, ama bir o kadar da sınırları zorlayıcı idi. Neyse ki bir iki saat sonra yayınlanan duyuru ile tehlikenin geçtiğini öğrenip rahat bir nefes aldık. 

Soru sorduğumuz tüm yerli halkın elindeki herşeyi bırakıp yardım etmeye çalışması ve güleryüzlü tutumları adalarda kaldığımız süre boyunca dikkatimi çeken bir başka konu oluyor. Aramak istediğimiz numaraya bir türlü ulaşamadığımızda elindeki cep telefonuyla bizim için arama yapan tekne görevlisinden, tezgahının fotoğrafını çekerken “Fotoğraf çekmek yasak” diye çıkışıp, hemen ardından kahkahayı basıp “Şaka yapıyorum, tabi ki istediğin kadar çekebilirsin” diye neşeyle şakıyan balıkçı kadına, bizi tersleyen bir Bahamalı’ya bile rastlamıyoruz.

Başlarda insan yadırgasa da bu tatlı rehavet ve tasasızlık duygusu iyi geliyor insana. Tatilin ilerleyen günlerinde yerli halkın rahatlığı bize de bulaşmaya başlıyor. Adalılarla sohbet fırsatını kaçırmıyoruz. Kendimizi, kiraladığımız arabayı bize teslim eden zarif şirket görevlisi Jackie ile yola çıkmadan uzun uzun sohbet ederken veya otelin restoranında geciken yemek servisine rağmen sürekli kıkırdayan garsonumuz Romica ile şakalaşırken buluyoruz. 

Adaların bu sakinleştirici ortamının yıllar boyu sanatçılara da ilham olması şaşırtıcı değil. Geçen yıldan bu yana Milano’dan Key West’e izini sürdüğüm Hemingway, Bahamalar’da da karşıma çıkıyor. Ünlü yazarın 1930’larda üç yıl süreyle Bahamalar’da yaşadığını, küçük Bimini adasında, günlerini teknesi “Pilar” ile balığa çıkarak geçirdiğini öğreniyorum.

Türk edebiyatında da “ada”nın yeri özeldir. Pek çok ada tutkunu sanatçıdan ilk aklıma gelen isim çok sevdiğim usta öykücü Sait Faik Abasıyanık. Burgazada sevdası ile bilinen Sait Faik, ne zaman bir harita görse gözünün hemen maviliklerin ortasında bir ada aradığını anlatırmış. Ada onun sığınağı olmuş, en güzel eserlerine ilham vermiş. Mavi sular, balıkçılar, martılar öykülerinde can bulmuş. Sait Faik ve adadan bahsedince Zülfü Livaneli’nin o güzelim “Ada” şarkısı aklıma geliyor. Tam da bugünlerde edebiyat sevdalısı arkadaşım Özden’den “Ada” şarkısının Sait Faik’in “Alemdağında Var Bir Yılan” öyküsünden bir cümle içerdiğini öğreniyorum. Yazımı bitirmek için bu özel şarkının sözlerinden daha güzel satırlar olamaz diye düşünüyorum:

Bir kıyıdan baktım dünyaya
Ellerimde tuz avucumda sedef
Bir mavilik bir açıklık
Özgürlük hasreti
Yüreğime vuruyor
Nerede nerede insanlar

Dünyayı güzellik kurtaracak
Bir insanı sevmekle başlayacak her şey”

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Fiyortların Gölgesinde: Kuzey’in Sessiz Efsaneleri

yazar

Yayınlayan

on

Sabah mı gece mi olduğunu kestiremediğim bir saatte gözümü açıyorum. Kalın perdelerin arasından odaya günışığı sızıyor. İki gündür yol aldığımız gemide, kuzey güneşi bu sıcak Temmuz gecelerinde bize adeta gösteri yapıyor. Bütün gece sadece iki, belki de en fazla üç saatliğine tamamen yok oluyor.

Dün bütün günümüz açık denizde geçti. Gün boyunca gemiden uzun uzun seyre daldığım kuzeyin uçsuz bucaksız derin maviliğine çoktan gözüm alıştığı için, balkona çıktığımda karşımda beliren renk beni şaşkına çeviriyor; büyülenmiş gibi bakıyorum. Koskoca geminin önüne adeta bir sinema perdesi yerleştirilmiş gibi görünen zümrüt rengi bir dağ tüm heybetiyle karşımda duruyor! Bu sürpriz manzara karşısında yüzüme kocaman bir gülümseme yerleşiyor. Gözlerimi “yeşil dev”e dikip, suyun üzerinde cüssesinden beklenmeyecek bir zarafetle süzülen geminin oluşturduğu yumuşacık köpüklü dalgaların sesini ve bize eşlik eden martıların hevesli sabah çığlıklarını dinlemeye koyuluyorum.  

Fiyortlar: Zamanın Dışında Akan Sessizlik

Norveç’in batı kıyılarındayız. Bu bölgede denizin sabırla karayı oyarak şekillendirdiği fiyortlar,  dünyanın en etkileyici doğal oluşumlarından biri. Yüzyıllar boyunca buzulların dağları oyarak derin vadiler açması, ardından da buzların erimesiyle birlikte denizin bu izleri doldurması sonucu oluşmuş bu doğa harikası sadece coğrafik bir özellik değil, aynı zamanda Norveç halkının kültürel hafızalarının da önemli bir parçası.  

Norveçliler, doğayla sessiz bir uyum içinde yaşayan bir ulus. Doğayla atışmadan, onun dilini öğrenip, onun ritmine ayak uydurmuş bir şekilde, sessizliğin en derin tonuyla yaşamaya alışmışlar.

Sessiz Devlerin Yurdu

Norveç’in bu vahşi ve görkemli doğası, 12, 13 yüzyıl kadar önce İskandinavya Bölgesi’nde yaşayan Nors halkının hayal gücünü de ateşlemiş. Görkemli dağların tepesinde tanrıların yaşadığına, derin suların altında ise devlerin ve deniz canavarlarının saklandığına inanılmış. Bu karakterlerle ilgili anlatılan hikayelerden oluşan Nors Mitolojisi’nde sisli kıyılar, uzak vadiler ve yüksek kayalıklar, devlerin saklandığı ve tanrıların geçtiği coğrafyalar olarak yer almış. Bu açıdan Norveç’in doğal coğrafyası ve fiyortlar, Nors Mitolojisi’nin canlı bir yansıması adeta.

Bu efsanelerde, benim günlerdir öylece dalıp gittiğim fiyortların derin maviliklerinde Jörmungandr adlı dev yılanın yaşadığı, simşek çakan kuzey gökyüzünde güç ve savaş tanrısı Thor’un çekiç salladığı, bilge Tanrı Odin’in tek gözüyle dünyayı izlediği ve şekil değiştiren kötülük ve kurnazlık tanrısı Loki’nin ise her şeyi karıştırdığı anlatılır.

“Mitoloji Kültürel Mirastır”

Norveçlilerin hem geçmişi hem de kimliği olan bu hikayelerin bugün bile hala büyükler tarafından çocuklara aktarıldığını öğreniyorum. Bunun üzerine aklıma, Thor ve Odin isimlerini ilk kez duyduğum Jostein Gaarder’in Sofi’nin Dünyası adlı kitabı geliyor. Sofi adındaki küçük kıza felsefe tarihinin anlatıldığı kitabın “Mitler” bölümünde, insanların felsefeye başlamadan önce doğayı ve varoluşu açıklamak için mitleri nasıl kullandıkları vurgulanır.

Savaşta cesareti, ailede sadakati, doğada dengeyi anlatan bu efsaneler, Norveç halkı için sadece inanç değil bir yaşam biçimidir. Tanrıların yaptıkları ve yaşadıkları, insanların dünyasına da yön verir; aynı zamanda onların erdemlerini veya zayıflıklarını da temsil ederler. Örneğin bilgelik ve büyücülük tanrısı Odin’in tek gözünü kuyuya vererek bilgiyi satın alması, bilgelik uğruna yapılan fedakarlığı simgeler. Güç ve savaş tanrısı Thor, keçilerini öldürüp yedikten sonra onları her gün diriltir. Bu, diriliş ve yenilenme temalarını sembolize eder.

Norveç tarihi, arkeoloji ve halk efsaneleri üzerine kapsamlı çalışmaları ile tanınan tarihçi ve dilbilimci Peter Andreas Munch’un İskandinav Mitolojisi: Tanrılar ve Kahramanların Efsaneleri adlı eserinde detaylandırdığı bu hikayelerde, tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi kavramlar zıtlıkları ile bir aradadır. Odin’in bilgeliğiyle Thor’un gücü, Loki’nin kurnazlığıyla Freyja’nın zarafeti iç içe geçer. Munch’un kültürel miras olarak tanımladığı mitolojinin en iyi örneğini gördüğümüz ülkelerden biri Norveç belki de.

Norveç ve Balıkçılık: Denizle Kurulmuş Bin Yıllık Dostluk

İsviçre’de tanıştığım Norveçli arkadaşım Else’nin birkaç yıl önceki doğumgünü partisinde eşi Shaun, tatlı bir sürpriz yaparak Else’nin Norveç’te geçen çocukluğunu ve ailesini fotoğraflarla ekrana yansıtmış ve bizleri Norveç’te ufak bir yolculuğa çıkarmıştı. Else’nin doğup büyüdüğü minik balıkçı kasabasının fotoğraflara yansıyan doğal güzelliğinden oldukça etkilenmiş, çocuklar da dahil olmak üzere tüm ailenin birlikte balıkçılık yapmalarına ve çocuk Else’nin ustaca balık ayıklarken çekilmiş fotoğraflarına epeyce şaşırmıştım.

Oysa öğreniyorum ki Norveç’te ailece balıkçılık sadece Else ve ailesine has olan bir özellik değil. Bu ülkede bir çocuğun ilk sandalına binmeden önce ilk balığını yakalaması çok olağan bir durum. Else’nin kasabası gibi bazı köy ve kasabalarda, okuldan sonra balık ayıklamak ailece yapılan bir etkinlik örneğin. Özellikle kıyı kasabalarında ve kuzey bölgelerde balık avlamak ve temizlemek gibi yaşam becerileri, hatta deniz güvenliği gibi konularda verilen eğitimler okul müfredatının da bir parçası.  

Norveç, hem toprağın, hem de suyun üzerinde var olmuş bir ülke. Balıkçılık ise bu varoluşun en temel taşlarından biri. Hatta tarih boyunca Norveçliler, dağlık ve engebeli topraklar yüzünden tarımda sınırlı kalmış ancak deniz onlara her zaman cömert davranmış.  

Balıkçılık, Norveç halkı için sadece ana gelir kaynağı değil, aynı zamanda yüzlerce yıl boyunca süregelen bir yaşam biçimi olmuş. Hani o filmlerde gördüğümüz, gün ağarmadan sislerin soğuk karanlığında tekneleriyle denize açılan yün bereli balıkçı görüntüleri gerçekten de Norveç’in kıyılarındaki yaşamın gerçek sahnelerini oluşturuyor. Kuzey Denizi’nin fırtınalarına alışkın balıkçılar sadece dayanıklı değil aynı zamanda, doğa bilgeliğinin de sembolüler Norveç’te. Balıkçılık, sabır, disiplin ve bilgelik ister. Yorucu geçen bir balık avının ardından ağlar sabırla toplanır, suya minnetle bakılır. Denize, verdiği nimetlerden dolayı teşekkür edilir. Dayanıklı ve bilge balıkçılar, Norveç edebiyatında, halk şarkılarında ve sanatında da sıkça yer bulur. Zorlu doğa koşullarına karşı mücadele eden cesur karakterlerdir onlar.

Denizle kurulan bu kadim bağ, Norveçlilerin doğayla olan saygılı ilişkisini, dayanıklılığını ve kültürel kimliğini yansıtır. Sonuçta bu halk, uzun tekneleri ile okyanus ötesi seferler düzenleyebilecek kadar gelişmiş cesur Vikingler’in torunları.

Norveç’in  Kalbindeki Savaşçılar: Vikinglerin Kültüre Mirası

Günümüzde Vikingler temalı diziler oldukça popüler. Benim gibi 70’lerde doğanlar hatırlayacaktır; ülkemizde Vikinglerle ilk tanışmamız Viking Viki’nin maceralarının anlatıldığı TRT’de yayınlanan çizgi film ile olmuştu. Çizgi filmde kahraman denizciler olarak gördüğümüz bu köy halkı, uzun kayıklarına atlayıp denize açılırlardı. Vikingler, gerçekten de Norveç’in tarihsel kimliğinde derin izler bırakmış denizci halklardı. Sadece savaşçı değil, aynı zamanda kaşif, çiftçi ve hikaye anlatıcısıydılar. Doğaya karşı değil, doğayla birlikte yaşayan insanlardı. Bugünkü Norveçlilerin doğaya duyduğu derin saygının kökleri belki de bu Viking ruhundan gelir. Diğer taraftan Vikingler, Norveç toplumunda ulusal kimliğin, kültürel mirasın ve tarihsel dayanıklılığın sembolü olarak değerlendirilseler de, Norveçliler onları romantik bir şekilde sadece kahraman olarak görmezler. Gerçekçi bir şekilde onların tarihteki yağmacı ve acımasız yönlerinin de farkındadırlar.

Doğa Onların Yaşam Tarzı

Karaya çıktığımız yerlerde yol boyunca uzanan yeşillikler gözümü alıyor. İsviçre’ye de benzetiyorum bir yandan; belki biraz da İrlanda kırsalını andırıyor. Sonuçta sadece denizin değil, yeşilin ve dağların da çocukları Norveçliler. Birçok balıkçı aynı zamanda çiftçilikle de uğraşıyor. Norveç halkı için doğa sadece korunması gereken bir kaynak değil, birlikte yaşanması gereken bir dost.

Fiyortların etrafındaki sevimli ahşap kırmızı evli köylerde yaşam, denizin yükselip alçalmasına, gökyüzünün rengine veya ormanın sesine göre şekilleniyor. Doğa hayatın bir parçası. Norveç kültüründe çok özel bir yeri olan “friluftsliv” (açık hava yaşamı), doğada vakit geçirmenin bedensel ve ruhsal faydalarına odaklanmış bir yaşam felsefesi. Kıyılarda yaşayan halk, fiyortlara ve doğaya o kadar alışkın, bu yaşamı o kadar seviyor ki, örneğin yeni iş imkanları veya eğitim sebebiyle-tabi ki bir süreliğine gidip güzel ülkelerine geri dönmek icin- seçtikleri ülkelerin başında yine doğa güzelliği ve fiyortları ile bilinen Yeni Zelanda geliyor.

Norveç, özellikle de 1969’da bulunan petrol kaynakları ile birlikte zengin olmasına zengin bir ülke, ancak maddi zenginlikten çok “yaşam kalitesi” üzerine odaklandıklarından, yıllardır yapılan araştırmalarda da dünyadaki en mutlu ve huzurlu toplumlar arasında yerlerini alıyorlar.

Norveçliler sanslı bir millet. Şanslılar çünkü, yaşadıkları güzel coğrafyada doğayla kurdukları kadim bağ, Vikinglerin cesaretinin ve yüzyıllara dayanan mitolojik hikayelerin yankılarını taşıyor. Bu güzel ülkede insan sadece büyüleci manzaraların ve doğanın değil, bin yıllık bir hikayenin de parçası olduğunu hissediyor.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

UYANIŞLAR

yazar

Yayınlayan

on

Haziran sonunda, kişisel tarihimde iz bırakacak çok özel bir programa konuk oldum. İsviçre’ye tıpkı benim gibi yeni taşınmış olan sevgili Duygu Hancılar Yılmaz’ın “Uyanışlar” adlı podcastinde bu kez ben ağırlanan kişiydim.

“Uyanışlar”ın formatı oldukça yalın ama bir o kadar da derin: Konuklarına hayatlarının kırılma anlarını, yani uyanışlarını soruyor Duygu. Bu kısa ama öz sohbetlerde, insanlar iç dünyalarının eşiğinden geçiyor.

Duygu davet ettiğinde inanılmaz heyecanlandım. Açık konuşmak gerekirse biraz da panikledim. Çünkü hayatımda birçok dönüm noktası olmuştu ama hiçbir zaman oturup onları uyanışlar olarak düşünmemiştim. Önce daha önceki bölümlerde konuk ettiği kişileri dinledim, sonra kendi uyanışlarımı düşünmeye başladım. Neler hayatımın yönünü değiştirmişti?

Podcasti dinleyenlerin tahmin edebileceği gibi (dinlemeyenler için linki buraya bırakıyorum:

cevap aslında çok netti: Kitaplar.

Ben hayatım boyunca  birçok küçük uyanış yaşadım ama 2 tanesi var ki, yönümü tamamen değiştirdi; İşte bu podcastte onları anlattım.

İlk uyanışım çocukluk yıllarında, kitapların dünyasına açıldığım o büyülü döneme dayanıyor. Türkiye Çocuk ve Milliyet Çocuk dergileri ile başlayan okuma serüvenim, ortaokul yıllarında ciddi bir tutkuya dönüştü. Gerçek bir okur olmak istiyordum. Bu isteğin beni dayımın kütüphanesine götürdüğünü çok iyi hatırlıyorum. Cam sürgüsünü ittiğimde dünya klasiklerinden Varlık dergisine uzanan, tozlu ama sihirli bir evrenle karşılaşırdım. Kitapların kokusunu içime çeker, sayfalarına düşülmüş notları inceler, sonra kitabı usulca kapatıp yerine koyardım.

Dayım, o hevesli hâlimi fark edince, “Gerçek bir okur olma zamanın geldi,” diyerek elime Charles Dickens’ın David Copperfield’ını tutuşturdu. O kalın kapağı açtığım an, 19. yüzyıl İngiltere’sine uzanan bir yolculuk başladı. Ardından Jane Eyre geldi. Roman bana şunu fısıldadı: “Kitaplar sayesinde yaşamadığın hayatları yaşayabilir, gitmediğin coğrafyalara varabilir, kuş cıvıltılarını duyabilir, leylakların kokusunu içine çekebilirsin.”

İşte o andı benim ilk uyanışım.

13 yaşındaydım. O yaz günlerce gecelerce kitap okuduğumu çok net hatırlıyorum. Annemin “Yemeğe gel”, “Hadi artık uyu” uyarılarıyla görece gerçek hayata dönüyor, temel ihtiyaçlarımı karşılayıp kitapların o büyülü dünyasına geri dönüyordum.  Bu tutku içimde hiç dinmedi. Elime ne geçtiyse okudum: kitap, makale, gazete hatta ansiklopedi bile. Bu okuma aşkı ilerde beni gazeteciliğe yöneltti. Üniversite yıllarında da, mezun olduktan sonra da okumak ve yazmak hep hayatımın merkezinde oldu.

İkinci büyük uyanışım ise Zürih’e taşınmamla gerçekleşti.

Tolstoy’a atfedilen bir söz vardır: “Tüm hikayeler ya bir yolculukla başlar ya da bir şehre bir yabancı gelir.” Benimkisi ikincisiydi. 15 yıl pazarlama alanında çalıştığım işimle Zürih’e geldim. Fakat sonra rüzgar yön değiştirdi. İşim geride kaldı. Ben sadece ülkemden değil, dilimden, ritmimden, sesimden de uzaklaştım.

İlk yıl zordu. Rüzgârda savrulan bir yaprak gibiydim. Yanlış insanlar, olmaması gereken ilişkiler… Ama yine kitaplar yetişti imdadıma. Jack London’ın Martin Eden romanındaki bir cümle yankılandı içimde: “Seni kitap okuyan insanlarla tanıştıracağım. Hayat ancak böyle insanlarla yaşanmaya değer.”

Ve gerçekten öyle oldu. Yolum İsviçre Türk Edebiyat Kulübü’yle kesişti. Kalbi edebiyatla atan muhteşem kadınlarla tanıştım. İçimdeki ses bana şöyle dedi: “Özden, en sevdiğin şeyi yap. Kitaplardan bir dünya kur kendine.” ve öyle de yaptım.

Ve ben yıllar sonra yeniden gazeteciliğe döndüm.

Önce Instagram’daki ozdenevar hesabımda içerik üretmeye başladım. Ardından “Edebiyatın İzinde” köşesi doğdu. Şimdi hem köşe yazıyorum, hem röportajlar yapıyor, hem de sosyal medya için içerikler hazırlıyorum. Ayrıca gönüllüsü olduğum İsviçre Türk Edebiyat Kulübü’nün yönetim kurulunda medya sorumluluğu yapıyor, edebiyatın sesini daha fazla insana duyurmak için çalışıyorum.

Bir diğer gönül bağım ise Göçmen Kitapseverler Kitap Kulübü. Her sabahım o kulüpteki yazışmalar ile başlıyor. Her ay bir yazarı okuyor, ardından o yazarı konuk olarak ağırlıyoruz. Yepyeni yazarlar, yepyeni bakış açılarıyla tanışıyoruz.

Edebiyatla çevrili bir dünyada yaşıyorum şimdi. Hayalimden bile güzel…

 

Yazın Kitap Hasadı

Bu yaz birbirinden güzel, tadı damağımda kalan kitaplar okudum. Önceki yazımda, New York Times çok satanlar listesine giren Sarı Yüz’den söz etmiştim. HIzlı okunacak, ama keyif de verecek bir roman arıyorsanız hala okumayanlar için tekrar hatırlatmak isterim: Bir yazarın sancılı yazma süreciyle birlikte gelişen entrikaları anlatan bir roman. Gerilimle iç içe geçen atmosferi sayesinde, bir oturuşta bitirmek isteyeceğiniz türden.

Bu yazın yıldızı ise benim için Fatih Gezer’in Ölüler Kıraathanesi oldu. Zaten kalemine hayran olduğum bir yazar. Vedat Türkali İlk Roman Ödülü’nü kazanan bu kitap, İstanbul’un meşhur ve meşum bir mahallesinde, bir poker masasının çevresinde şekillenen sekiz hayatı konu alıyor. Romanın kurgusu oldukça çarpıcı, karakterleri yaşayan insanlar kadar sahici. Zülfü Livaneli’nin yorumu da kitabın gücünü ortaya koyuyor: “Fatih Gezer’in romanı gerçekten ilginç ve özgün.” İlk romanı olmasına rağmen olgun bir dille yazılmış, ustaca işlenmiş bir hikaye.

Bu yaz tanışma ayrıcalığına eriştiğim bir kalem: Yiğit Okur. Hulki Bey ve Arkadaşları adlı romanı tek kelimeyle muazzam. Sadece bir roman değil; içten bir dostluk hikâyesi ve aynı zamanda Türkiye’nin yakın tarihine tutulmuş bir ayna. “Yenilmez Armada” lakaplı dört lise arkadaşının 30 yıla yayılan yaşam öyküsünü, bireysel dönüşümlerle toplumsal değişimleri iç içe geçirerek anlatıyor. Her karakteri ayrı bir derinlikte, her sayfası bellekte iz bırakacak güçte.

Ve son olarak, Erendiz Atasü’nün Kadınlar da Vardır adlı kitabını paylaşmak istiyorum.Kadın hikayelerinden oluşan bu eser, Atasü’nün kalemiyle tanıştığım ilk kitap oldu. Hikayelerde,  kadın yaşamları tüm gerçekliğiyle karşımıza çıkıyor. Annelikler, suskunluklar, isyanlar, aşk ve yalnızlık… Her öyküde başka bir kadının iç sesiyle, ama aslında hepimizin iç sesiyle buluşuyoruz.

Erendiz Atasü, edebiyatımıza özellikle kadın bakış açısıyla getirdiği eleştirel tutumla tanınıyor. Kadınlar da Vardır, 1982 yılında Akademi Kitabevi Öykü Birincilik Ödülüne layık görülmüş. Aynı zamanda onun edebi dünyasında bir dönüm noktası sayılıyor.

Keyifli okumalar …

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

TARİHİN, İNANCIN VE SANATIN BULUŞTUĞU KÖY: TAHTA KUŞLAR

yazar

Yayınlayan

on

Kaz dağıının eteklerinde, Balıkesir’in Edremit ilçesine bağlı misafirperver halkı ve saklı bir hazine gibi olan doğasıyla  Orta Asya kültürünü günümüze taşıyan Şaman gelenekleriyle Alevi  kültürünü harmanlayan Tahta Kuşlar köyü. 

Tahta işlemede ki ustalıkları sebebiyle “Tahtacı” İsmini alan Tahtacı Türkmenlerinin atalarının Oğuz boyundan Ağaçerileri (ağaçeri= orman halkı) olduğu ve  Moğollar Türkistan”ı işgal edince Anadolu”ya göç ettikleri kabul edilir. Önce Hazar Denizi’nin kuzeyine oradan Horasan’a göç etmişler ve bu uzun göç serüveni Toroslar’a kadar uzanmıştır. 

Fatih Sultan Mehmet döneminde hem stratejik açıdan önemli bir yer olması hem de gemi yapımı için en verimli malzemenin Kaz Dağlarında olması sebebiyle Tahtacı Türkmenleri Kaz dağlarına getirilir. İstanbul’un Fethinde ve Midilli isyanlarını bastırmak için de kullanılan 67 adet gemi yapılır. Fetih sonrasında Kaz Dağlarına yerleşen Tahtacılar burayı yurt edinir. Köyün ilk ismi “Kuş Bayırı” İken daha sonra “Tahta Kuşlar ” İsmini almıştır 

Tahta Kuşlar köyü’nün bu kadar tanınmasına vesile olan köyde bulunan “Tahta Kuşlar Etnografya Galerisi ” bir diğer ismiyle “Alibey Kudar Etnografya ” müzesidir. 1991 yılında toprağına, geçmişine sevdalı emekli ilkokul öğretmeni Alibey Kudar tarafından kurulan müze Türkiye’nin İlk özel Etnografya müzesi ünvanını da taşır. 1992 yılında müzeye eklenen Selim Turan Sanat Galerisi ve 1994 yılında dahil edilen kütüphane ile zenginleştirilmiştir. Ve aynı yıl müzeye UNESCO tarafından destekleme ödülü verilmiştir. 

Müzenin içerisinde birçok etkileyici detay bulunmaktadır. Özellikle Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Türk boylarının zengin kültürünün yansıtıldığı detaylar oldukça büyüleyici. 

✨Türkiye’de tek olan ve Ali Tuzlu tarafından yapılıp itinayla saklanan “Batı Anadolu Türkmen Çadırı” 

✨Şuanda Dünya ‘da sergilenen  en büyük deri sırtlı deniz kaplumbağası 

✨Hızar ( Tahta Biçme Tezgahı) 

✨Türkmenlerin geleneksel kıyafetleri 

✨Türkmen kültürünün en belirgin özelliklerinden olan halı, kilim dokumaları.

✨Dönemin günlük yaşamını yansıtan; Bakır kaplar, Ahşap oyna kaseler, deri tulumlar 

✨Eski döneme ait fotoğraf makineleri, kameralar, radyolar 

✨Şamanizm inancına ait davullar, nazarlıklar, tılsımlar 

Ayrıca  müzede Türkiye Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Emin Göksan ve ailesinin müzeye bağışladığı eserlerin sergilendiği bir bölümde vardır 

Tahta kuşlar müzesi objelerin sergilendiği bir alandan çok atalarımızın ruhunu hissettiğimiz duygusal bir yolculuk.Halı dokumalarında; Her desende bir renk, her ilmekte bir umut saklı. Türkmen Çadırı adeta bir yaşam felsefesi. Sergilenen kıyafetler de bir düğün neşesi, bir ananın ağıdı var. Koruyucu tılsımlar da belki de atalarımızın duası var..  

Haberin Devamını Oku

Trendler