Köşe Yazıları
Adalı Olmak Ve Güleryüzlü Bahamalılar

Hafifçe esen ada meltemi hiç üstelemeden, beni zorlamadan tenime şefkatle dokunup geçiyor. Güneş ise çok oyuncu. Öyle ısrarla kendini gösterip “yeter artık” dedirten bıktırmaları yok. Ara sıra yüzünü utangaç bir edayla küçük bulut öbeklerinin ardına gizlemeyi biliyor. Bu mevsimde hava tam da olmasını arzu ettiğim gibi.
Bir haftadır Atlantik Okyanusu’nda, Bahamalar’dayız. 700 adadan oluşan bu turkuaz ülkenin ikinci adasına geçtik. Kalan 698 adaya istesek de ömrümüz yetmeyebilir! Bahamalar yaklaşık 500 yıl önce Avrupa’nın Amerika kıtası ile ilk bağını kurduğu yer. Okul bilgilerimden Kristof Kolomb’un ilk olarak buraya ayak bastığını hatırlıyorum. Hafızamda kalan bilgi kırıntıları bilmiş chatGBT tarafından teyid edildiğinde seviniyorum.
Bahamalar hakkında anlatacak çok şey var elbette ama bana bu yazıyı yazdıran Bahamalar’ın sonsuzluğa uzanan sahilleri değil. Bu satırların ilhamı ada halkı, nam-ı diğer “Bahamalılar” ve onları gözlemlerken adalı olma halinin bana düşündürdükleri.
Bu telaşsız ve içlerinden geldiği gibi davranan ada halkı ile ilk tanışmamız, bugüne kadar gördüğüm en küçük uluslararası havaalanında; Eleuthera Havaalanı’nda oldu. Kendilerine özgü kurdukları pratik bavul teslim sistemiyle “Erkekleriniz yan tarafa bavullarınızı almaya, siz kadınlar pasaport sırasına!” diye bağıran kabarık saçlı tombul kadın görevliye “Ya erkeğimiz yoksa?” dediğimde, onun kahkahayı basıp “Güzel soru!” diye cevaplaması ile başladı ada halkı ile iletişimimiz. Yan tarafta bavulları taşıyan erkeklerin yüzlerini görmeden pasaportlarına damga vurduklarına şahit olduğum ilk havaalanı görevlileri de Bahamalılar oldu!
Adada olmak, adalı olmak insanı başkalaştırıyor sanki. Hayatın bilindik telaşları buralara uğramamış gibi. Naif bir tasasızlık, hızlı hayatı varolmanın değişmez koşulu sananların bazen sabrını zorlayabilecek bir sakinlik hali. Adeta “Okyanusun ortasındayız, acele etsek ne olur, etmesek ne olur” diyor bu güleryüzlü ada halkı. Restoranlarda bir saat kadar yemeği beklemek yadırganmıyor örneğin, garsonlar yaşanan gecikmelerin endişesinden uzak, size bakıp gülümsemeye devam ediyorlar. Yaklaşık üç yüz yıl İngiliz sömürgesinde yaşamış ve haliyle İngiliz kültüründen payını almış bir halk olduğunu düşünürsek sonuçta ada etkisi açık farkla üstün gelmiş görünüyor. Tabi Miami’den bir saatlik uçuşla kolayca adalara ulaşan Amerikalı turistlerin etkisini de görmemezlikten gelmemeli. Bahamalılar aslında bir İngiliz, Amerikalı, Afrikalı ve “Adalı” kombinasyonu. Sıradışı geliyor kulağa, öyle değil mi?
Adalarda geçirdiğim günler boyunca adalı olmanın nasıl bir şey olduğunu düşünüyorum.
Adalı olmak demek herkesin üç aşağı beş yukarı birbirini tanıması demek. Hele de bizim kaldığımız 2000’den az sayıda nüfusa sahip Harbour Adası gibi küçük bir ada ise! Dar sokaklarda dört tarafı açık golf arabalarına benzer küçük arabalarla vızır vızır dolaşan yerli halkın, birbirine selam vermeden birkaç yüz metre gitmesi mümkün görünmüyor. Herkesin birbirini tanıdığı bir adada yaşayınca insan yalnızlık çeker mi acaba diye düşünüyorum. Oysa Latince “insula” kelimesinden türemiş olan, İtalyanca’da “isola”, İngilizce’de “island” olarak geçen “ada” kelimesinin anlamı bile “yalnızlık” veya “izole etmek” demek. Adalılık yüzyıllar boyunca izole olmak kavramı ile özdeşleşmiş. Adalıların coğrafi özelliklerinden dolayı dışarıya kapalı olmaları kendi içlerinde onları nasıl etkiliyor diye merak ediyorum. Ana karada yaşayanlara yansıyan ada görüntüsü, genellikle sokaklarda veya evlerinin önlerinde vakit geçiren, birbirleriyle sohbet eden ve yüksek sesli müzikleriyle ortalığı çınlatan neşeli insanlardan oluşur. Kuzeyde olmadıkları sürece adaların iklim koşulları çoğunlukla sıcak ve nemlidir. Çoğu adada küçücük evlerin içinde kapalı kalmak hayatı çekilmez kılabilir. Belki de bu coşkulu görüntü, şartların sonucunda gelen bir sosyalleşmedir ve adalarda da herkes bir şekilde kendi adasına çekilebilmenin yolunu arıyordur, kimbilir…
Adalı olmak aynı zamanda kısıtlı kaynaklarla, kısıtlı imkanlarla yaşayabilmek ve paylaşmayı öğrenmek demek. Adaların dört yanı suyla çevrili ama düşünün ki günlük ihtiyaçlar için kullanılacak, hatta içilecek su bile kısıtlı. Sadece bizim orada olduğumuz birkaç günde bile bir kez sular, bir kez de elektrikler kesildi. Tüm bu kısıtlı kaynaklarla kanaatkar bir şekilde yaşayabilmek bir nevi toplumsal dayanışma duygusunu da getiriyor olsa gerek.
Adalarda suç ve şiddet oranı göreceli olarak düşük. Suç işlense de kaçış yok, herkesin günahı da sevabı da adanın sınırları içinde kalmaya ve er ya da geç su yüzüne çıkmaya mahkum.
Okyanusun ortasında olmanın bir de korkutucu çaresizliği var ki, ben ne yazık ki adada kaldığımız sürede bir iki saatliğine de olsa bu duyguyu tecrübe ettim. Denize birkaç yüz metre mesafede konumlanmış olan otelimizde kalırken, Cayman Adaları’nda oluşan büyük depremin ardından Bahamalar da dahil pek çok adanın birkaç saat boyunca tsunami riski altında olduğu bilgisini alır almaz resepsiyona koştum. Resepsiyon Müdürü olan uzun rastalı saçlı Link’in konudan haberi bile yoktu ve bilgiyi paylaştığımda da ertesi gün havanın güneşli olacağını söylemişim gibi sakin bir şekilde, yarım saat boyunca bir yerlerden daha fazla bilgi almak için beyhude uğraştı durdu. Tehlike anında hızlı aksiyon almaya, proaktif olmaya neredeyse takıntılı olan benim gibi bir kişilik için bu tasasız profesyonellik sakinleştirici, ama bir o kadar da sınırları zorlayıcı idi. Neyse ki bir iki saat sonra yayınlanan duyuru ile tehlikenin geçtiğini öğrenip rahat bir nefes aldık.
Soru sorduğumuz tüm yerli halkın elindeki herşeyi bırakıp yardım etmeye çalışması ve güleryüzlü tutumları adalarda kaldığımız süre boyunca dikkatimi çeken bir başka konu oluyor. Aramak istediğimiz numaraya bir türlü ulaşamadığımızda elindeki cep telefonuyla bizim için arama yapan tekne görevlisinden, tezgahının fotoğrafını çekerken “Fotoğraf çekmek yasak” diye çıkışıp, hemen ardından kahkahayı basıp “Şaka yapıyorum, tabi ki istediğin kadar çekebilirsin” diye neşeyle şakıyan balıkçı kadına, bizi tersleyen bir Bahamalı’ya bile rastlamıyoruz.
Başlarda insan yadırgasa da bu tatlı rehavet ve tasasızlık duygusu iyi geliyor insana. Tatilin ilerleyen günlerinde yerli halkın rahatlığı bize de bulaşmaya başlıyor. Adalılarla sohbet fırsatını kaçırmıyoruz. Kendimizi, kiraladığımız arabayı bize teslim eden zarif şirket görevlisi Jackie ile yola çıkmadan uzun uzun sohbet ederken veya otelin restoranında geciken yemek servisine rağmen sürekli kıkırdayan garsonumuz Romica ile şakalaşırken buluyoruz.
Adaların bu sakinleştirici ortamının yıllar boyu sanatçılara da ilham olması şaşırtıcı değil. Geçen yıldan bu yana Milano’dan Key West’e izini sürdüğüm Hemingway, Bahamalar’da da karşıma çıkıyor. Ünlü yazarın 1930’larda üç yıl süreyle Bahamalar’da yaşadığını, küçük Bimini adasında, günlerini teknesi “Pilar” ile balığa çıkarak geçirdiğini öğreniyorum.
Türk edebiyatında da “ada”nın yeri özeldir. Pek çok ada tutkunu sanatçıdan ilk aklıma gelen isim çok sevdiğim usta öykücü Sait Faik Abasıyanık. Burgazada sevdası ile bilinen Sait Faik, ne zaman bir harita görse gözünün hemen maviliklerin ortasında bir ada aradığını anlatırmış. Ada onun sığınağı olmuş, en güzel eserlerine ilham vermiş. Mavi sular, balıkçılar, martılar öykülerinde can bulmuş. Sait Faik ve adadan bahsedince Zülfü Livaneli’nin o güzelim “Ada” şarkısı aklıma geliyor. Tam da bugünlerde edebiyat sevdalısı arkadaşım Özden’den “Ada” şarkısının Sait Faik’in “Alemdağında Var Bir Yılan” öyküsünden bir cümle içerdiğini öğreniyorum. Yazımı bitirmek için bu özel şarkının sözlerinden daha güzel satırlar olamaz diye düşünüyorum:
“Bir kıyıdan baktım dünyaya
Ellerimde tuz avucumda sedef
Bir mavilik bir açıklık
Özgürlük hasreti
Yüreğime vuruyor
Nerede nerede insanlar
Dünyayı güzellik kurtaracak
Bir insanı sevmekle başlayacak her şey”





Köşe Yazıları
Yas dediğin ne kadar sürer; bir gün sona erer mi? Yoksa insan sadece onunla yaşamayı mı öğrenir?

Maggie O’Farrell’in 2020 Woman’s Prize Ödüllü Hamnetromanı, yasın en derin sularında yankılanan bir ağıt gibi… Okuru 16. yüzyılın kasvetli, veba gölgesindeki İngiltere’sine götürüyor ve bir annenin en büyük kaybını, bir babanın sessiz yasını, bir ailenin eksilen ruhunu anlatıyor. Bu, yalnızca bir çocuğun ölümü değil; bir evin, bir annenin, bir babanın içinde açılan derin bir boşluğun hikâyesi.
1580’lerde Stratford’un Henley Caddesi’nde bir çiftin üç çocuğu oluyor: Suzanne ve ikiz kardeşler Hamnet ile Judith. Anne Agnes, doğanın dilini bilen, sezgileriyle gökyüzünü okuyabilen, bitkilerde şifa arayan bir kadın. Babaları ise Shakespeare… Ama bu hikâyede Shakespeare’in adı hiç anılmıyor. O, burada yalnızca bir baba; kaybını kelimelere dökemeyen, yasını sessizce taşıyan bir adam.
Hikâye, Hamnet’in yalnızlığıyla başlıyor. Ateşler içinde yatan kardeşini kurtarabilmek için odadan odaya koşuyor ama evin içinde yalnızca kendi ayak sesleri yankılanıyor. Ne annesi aşağı katta ne de babası evde…Kaderin acımasız elleri ona dokunuyor. Ölüm, Judith’i almak için geliyor ama Hamnetonun yerine geçiyor.
Bu kayıp, Agnes’in ruhuna kapanmaz bir yara açıyor. Yüzüne dokunduğu an, oğlunun artık bir hatıraya dönüştüğünü hissediyor. Bir zamanlar şifacı elleriyle insanları iyileştiren kadın, şimdi kendi içindeki boşluğu dolduramıyor. Yas, onun üzerine çöküyor; gökyüzü kararıyor, dünya sessizleşiyor. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil.
Shakespeare ise yası başka bir şekilde yaşıyor. Londra’dasığındığı tiyatroda kelimelerle kendi acısına şekil vermeye çalışıyor. Dört yıl sonra, oğlunun adını sahneye taşıyor. Hamlet… Oyun sahnelendiğinde, seyirciler için bir trajedi ama Shakespeare için bir ağıt oluyor.
Roman, iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm Hamnet’inhikâyesini anlatıyor, ölümün sessiz adımlarını hissettiriyor. İkinci bölümde ise Agnes’in gözünden lirik bir aşk, bir kayıp ve bir annenin dönüşümü anlatılıyor. Shakespeare’in Londra’da geçirdiği yıllar, ailesinden kopuşu, sahnede kelimelerle kendine bir dünya inşa etmesi de bu bölümde hayat buluyor.
Ancak bu hikâyede başkahraman Shakespeare değil. Asıl merkezde Agnes var. Doğaüstü sezgileri olan, başına buyruk, toplumsal kalıplara sığmayan bir kadın. Evinin gölgesinde şifalar bulan, ama en büyük acıyı yaşayan bir anne. Agnes bir doğan besliyor. Bu kuş, onun özgürlüğünün, gücünün bir simgesi. Ama ne iradesi ne de bilgeliği, onu en büyük kayıptan koruyabiliyor. Şifacı elleri, kendi oğlunu iyileştiremiyor. İşte, en büyük trajedi burada.
O’Farrell’in anlatımı, bir masal gibi büyülü, bir ağıt gibi hüzünlü. Kelimeleriyle okurun duyularına dokunuyor, kokuları, sesleri, ışığı hissettiriyor. Romanın her satırında yasın ağırlığı, kaybın kaçınılmazlığı ve aşkın zamana yenilmeyen izleri var.
Bu kitabı bir tarihsel roman gibi okumak yanıltıcı olabilir. Çünkü Hamnet, tarihsel gerçeklerden ilham alsa da bütünüyle bir kurgu. Shakespeare’in Hamlet oyununa adını veren oğlu Hamnet’in vebadan öldüğü rivayetinin üzerine inşa edilmiş bir hikâye. Ama yazar, onu sadece bir olay olarak anlatmıyor; acının derinliğini, bir annenin yaşadığı yası, kaybın bir aile üzerindeki yankılarını öyle güçlü işliyor ki kitap, büyülü gerçekçiliğin sınırlarında dolaşan bir modern klasik haline geliyor.
Hamnet, kaybedilmiş bir çocuğun, eksilmiş bir evin, parçalanmış bir annenin hikâyesi. Yasın, birini nasıl sonsuza dek değiştirdiğini anlatan en güzel romanlardan biri. Eğer kaybın ve aşkın en saf halini hissetmek, edebiyatın büyülü dünyasında yasın sesini duymak isterseniz, bu kitap tam da kalbinize dokunacak…
Köşe Yazıları
OSCARIN YILDIZLARI

Oscar ödül töreninde kırmızı halının en şıkları ve en “olmamış”ları…
OSCAR KİMİN?
Oscar akademi ödül töreni, eskisi kadar heyecanlı, ilgiyle beklenen bir ödül töreni olmasa da, film yıldızlarının kırmızı halıda ne giydikleri, törende neler yaptıkları hayranları tarafından merakla takip edilmeye devam ediyor.
Kırmızı halı; lüksü, şıklığı, zarafeti, asilleri, kazananları temsil etme özelliği taşıyan özel bir anlamı vardır. Ödül törenlerinde ünlülerin şıklık yarışına girdiği kırmızı halı için; aylar öncesinden onlara özel olarak sadece onların üzerinde gördüğümüz elbiseler, mücevherler, ayakkabılar bazen oscar ödül heykelini gölgede bırakır.
Bu yıl ki Oscar ödül töreninin kırmızı halıda kimler şık diye baktığımda pekte çok şık birilerini göremedim diyebilirim. Oyüzden hem şıkları hemde rüküş demeyim de olmamışları sizler için yorumlamaya başlayalım.
OSCARIN YILDIZLARI
DEMİ MOORE

Yıllara meydan okuyan güzelliğiyle, genç görünümünü kaybetmeyen fiziğiyle Demi Moore bence gecenin en şıkları arasındaydı.
Giorgio Armani’nin tasarımı olan; gümüş rengi ışıl ışıl parlayan, ölçülü göğüs dekolteli, kalçada hareketlilik sağlayan drapajlı balık elbisesi ve Chopard mücevherleriyle bir yıldız gibi parlıyordu. Kırmızı halı Oscarını ben Demi Moore ‘a veriyorum..
MİKEY MADİSON

Mikey Madison; “Anora” filmindeki rolüyle en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı. Christian Dior Coutre’dan 1950’ler tarzı, göğüs altında bir fiyonk efektli siyah ve pembe kombin renkli bir elbisesi ve 1910’lardan kalma bir Tiffany kolye ve uyumlu bir bileziğiyle eski Oscar törenlerine atıf yapan tarzıyla kırmızı halı şıkları arasına girdi.
ADRİEN BRODY
“The Brutalist” filmindeki performansıyla En iyi erkek oyuncu dalında ikinci Oscar ödülünü kazanan Adrien Brody; geceye Giorgio Armani simokini ve mücevher tasarımcısı Elsa Jin imzalı yaka broşuyla gecenin en şık erkeğiydi.

SELENA GOMEZ

Selena Gomez Oscar’a misafir olarak gelsede elbisesiyle en şıkları arasında olduğu için onu öne aldım. Ralph Lauren imzalı ışıltılı elbisesinin tarzıyla Hollywood yıldızlarından Sophia Loren’e selam gönderiyor.
Bu şık elbiseyi, Bulgari elmas kolyesi ve elmas yüzüğüyle tamamlayarak Hollywood yıldızlarının lüks şıklığını yansıtıyor…
MONİCA BARBARO

Oscar yıldızlarından biriside Monica Barbaro ; geceye prenses stilli, kabarık uçuk pembe saten etekli, zarif dekolteli Dior Couture elbisesi ve göz kamaştıran Bulgari mücevherleriyle katıldı.
ARİANA GRANDE
“Wicked” filmiyle pop starlıktan, Hollywood starlığına geçiş yapan Ariana Grande; kırmızı halıda Schiaparelli Couture imzalı pudra tonlardaki hareketli çember etekli, straplez elbisesiyle boy gösterdi.

TİMOTHÉE cHALAMET

Dönemin bütün kırmızı halılarının aranan isimlerinden olan, Kyle Jenner ile olan ilişkisiyle gündemden düşmeyen Timothée Chalamet, renkli hayatını yansıtan neon sarı takım elbisesiyle gecenin en dikkat çekici olduğu kadar en rüküşleri yada “olmamışları” arasındaydı…
Lisa

Lisa son dönemin en dikkat çeken isimlerinden ancak kırmızı halıda giydiği Markgong tasarımı smokin elbisesi, Bulgari mücevherleri (mücevherleri gören var mı?) ve rastgele toplanmış kahküllü saçlarıyla dikkat çekmekten öteye gidemeyen bir “olmamışlık” la boy gösterdi.
HALLE BERRY

Oscar ödül törenine sunucu olarak katılan Halle Berry; kırmızı halıda Cristiano Siriano imzalı, tam 7000 aynalı kırık kristallerden oluşan straplez balık elbisesiyle katıldı. Aynalı kristallerin tek tek işlenmesindeki büyük emeğe saygım var ama bu elbise sanki Oscar’in ağırlığını taşımıyor bence oyüzden ne yazıkki o da bu gecenin “olmamış”ları arasına girdi.
SCARLETT JOHANSSON

Scarlett Johansson; Thierry Mugler imzalı lacivert kadife elbisesini uzun lacivert kadife eldivenleriyle tamamlayarak, De Beers mücevherleriyle kırmızı halıda yerini aldı. Bir opera sanatçı pozundan da anlaşılacağı gibi Oscar ödül törenine değilde Opera da sahne alacak gibi görünüyordu. Bence o da ne yazıkki “olmamış”tı..
Oscarlar kime giderse gitsin kırmızı halı ödüllerini hakedenler kazandı.
Yazan ve hazırlayan: Ayşenur Demirkan
Köşe Yazıları
Bu kez de ‘’ÇOK’’ üzerine….

ÇOKLUK ÇAĞINDA VAROLMAK….
Geçen yazımda ‘’az’’ üzerine düşündüğümü söylemiştim. Şimdi sıra ‘’çok’’ da. Çünkü bir kavramı aksi olmadan düşünmek imkansız, yaşadığımız bu evrende, her şeyi ancak zıttı ile anlamlandırabiliyoruz. Karanlık, aydınlık ile anlaşılır olabiliyor, iyilik kötülük ile yokluk varlık ile.. Bildiğiniz üzere, bu liste böyle uzayıp gider.
Yani insan olarak, biri olmadan öbürünü anlamamızın imkanı yok. O yüzden az hakkında düşünmek, içinde çok ile ilgili düşünmeyi de barındırıyor. Yine kafa açıcı ya da yakıcı düşüncelerdeyim:)
Yaşadığımız bu çağda, ‘’çok’’ kavramı bence doruk noktasında. Çok fazla bilgi, çok fazla üretim, çok fazla tüketim vs vs.. Her şey çok…
Peki, bu çokluk bizim için ne ifade ediyor, bizi özgürleştiriyor mu? Yoksa boğuyor mu? Antik Yunan filozoflarından bugüne bu konu çok konuşulmuş, çok düşünülmüş. Çokluğun gerçeklikten uzaklaştıran bir yanılsama olduğu söylenmiş. Muhtemelen farklı başka fikirlerde ileri sürülmüştür. Felsefeci olmadığımdan ve felsefi yazılar yazmadığımdan fazlaca kafa karıştırmayacağım merak etmeyin.
Günümüzde sonsuz içerik akımı olan sosyal medya veya sonsuz denecek kadar çok ürün olan market raflarına baktığımızda aşırı seçeneğin insanların işini zorlaştırdığını söylemek bence çok mümkün. Fransız yazar ve filozof Jean-Paul Sartre, varoluşçu felsefesine göre, insanın seçim yapmaya mahkum edildiğini söylemiş. Hiç de haksız bulmuyorum.
Diğer bir varoluşçu filozof Danimarkalı Soren Kierkegaard’ın ‘’kaygı’’ kavramı yine tam bugünlere uygun bir tespit. Benim fikrimce tabii. Kierkegaard, çok fazla seçeneğin olmasının, insanda, sürekli ‘’acaba doğru seçimi mi yapıyorum?’’ şüphesi ile kaygı oluşturduğunu söylemiş. Bence bu tip kaygılarla yapılan seçimlerin de insanı özgürleştirmesine imkan yok. Yani bizi hapseden, kaygılandıran bir çokluk evreninde yaşıyoruz. Nicelik çokluk o nesnenin değerini arttırmıyor, bilhassa azaltıyor. Ne az ise o kıymetli ve değerli oluyor.
Tabii tespit yapmak çok kolay da, çözüm bulmak o kadar kolay mı? Bunca çokluk içinde, kendimizde kaygı yaratmadan doğru seçimleri yapabilmek, bunca çokluk içinde dağılmadan anlam bulabilmek nasıl mümkün?
İşimiz o kadar kolay değil. Bir kere bunu kabul edelim. Ancak yaşadığımız çağın gerçeğinden kaçamayacağımıza göre, çoklarla değil, anlamla buluşmaya çalışalım diye düşünüyorum. Tabii hep tekrarladığım gibi, bu benim düşüncem.
Belki de bu çokluk ne güzel, her şey bol diye düşünenler de vardır. Kesin doğru diye şey olmadığına göre, o da doğru.
Eğer bolluğun kaygısına takılmayanlardansanız, çok şanslısınız, işiniz diğerlerinden daha kolay.. Ne dersiniz? Düşünmeye değer….
Gülten Yazici Dülger
-
E-Dergi1 yıl önce
İsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
Ekonomi1 yıl önce
İsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
Yaşam11 ay önce
Kıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
İsviçre1 yıl önce
Dünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Gündem4 ay önce
ERDOĞAN KARŞITI PAYLAŞIMLARI SIĞINMA BAŞVURUSUNDA HAKLI GEREKÇE OLARAK GÖRÜLMEDİ
-
Dünya4 ay önce
META’NIN COVİD-19 AŞILARIYLA İLGİLİ YANILTICI BİLGİ KARARI: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLIYOR MU?
-
Gündem4 ay önce
TÜRKİYE’DEN GELEN SIĞINMA BAŞVURULARINA GETİRİLEN SERT UYGULAMALARA TEPKİ
-
Kültür Sanat1 yıl önce
Ferdi Tayfur’un Mücadele Dolu Hikayesi: Şeker Hastalığı ve Organ Nakli