Sosyal Medya

Köşe Yazıları

Açgözlülük ve Liyakatsızlık Turizmi Nasıl Yıktı?

yazar

Yayınlayan

on

Turizm sektörü, uzun yıllardır emek ve özveriyle örülen bir başarı öyküsünün tam ortasında büyük bir çöküş yaşıyor. Açgözlülüğün ve liyakatsızlığın etkileri, adeta derin bir yaraya dönüşmüş durumda. Bu yazıyı iki ya da üç yıl sonra okuduğunuzda, her şeyin daha iyi farkına varacaksınız. Ancak şu an, 20-30 yıllık emeğin gözlerimizin önünde yok olmaya başladığını, hatta bu bitişin tam ortasında olduğumuzu görüyoruz.

Şu anda, Turizm Bakanı’nın sektörden geldiği bir dönemde bulunuyoruz. Dünya küçüldü ve sosyal medyanın sağladığı şeffaflık sayesinde Antalya’daki nar suyu fiyatlarından Taksim’deki taksi ücretlerine kadar, her şey anında gözler önüne seriliyor. Bir turistten iki nar suyu için 1200 TL isteyen esnaf ya da 2 kilometrelik yol için 1000 TL alan taksici, bu sektörün gerçek değerinden ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Böyle bir anlayış, turizmi sadece paraya odaklı bir sektör haline getirdi. Oysa önce ülkemiz kazansın mantığı olsa, o esnaf turiste bedava nar suyu ikram eder. Turist ülkemizden memnun ayrılsın anlayışı olsa, taksici önce turisti memnun etmeyi düşünür, bir kişiden birkaç avro kazıklama derdine düşmez.

Eskiden, misafirperverliğin temelinde, turistlerin kalpten tavsiyelerde bulunmasını sağlayacak bir yaklaşım yatıyordu. Turistler, güler yüzle karşılandıklarında ve kaliteli hizmet aldıklarında, Türkiye’nin güzelliklerini dostlarına anlatıyor ve ülkeye olan ilgiyi artırıyordu. Ancak bu yıl itibarıyla, sosyal medya sayesinde, Antalya, Bodrum ve Çeşme gibi destinasyonlardaki yüksek fiyatlar ve kötü hizmet haberleri tüm dünyaya hızla yayılmakta.

Yıllar önce Türkiye’nin turizmdeki başarısı, sadece otobüs ve tramvaylarda gösterilen milyonlarca dolar harcanan reklamlardan değil, her bir turizm acentesinin ve gurbetçinin özverisinden kaynaklanıyordu. Bir gurbetçi, işyerindeki arkadaşlarına Türkiye’yi tanıtır, bir apartman sakini pişirdiği yemeği komşularına getirirdi. Bu küçük ama etkili davranışlar, Türkiye’yi cazip bir turizm destinasyonu haline getirdi. Her turist, Türkiye’nin misafirperverliğini çevresindeki insanlara anlatıyordu. Bir Türk, “Haydi gelin, bu yaz köyümüze gidip size yöremizi tanıtayım,” dediğinde, tanıdığı Alman’ı ya da İsviçreli’yi en güzel şekilde ağırlardı. Bu emeklerle bugünlere gelindi. Ama bir kaç soytarının ahlaksızlığı ve sorumsuzluğu yüzünden, bir anda her şey bitiyor.

Yüksek maliyetlerden kaçınan oteller de ucuz, kalitesiz sektöre yandan giriş yapmış kişileri işe alıyor. Hatta Almanya’dan sınır dışı edilmiş ya da Türkiye’ye kesin dönüş yapmış bazı kişiler, Almanca bildikleri için rehberlik bile yapıyor.

Fakat açgözlülük ve doyumsuzluk yüzünden durum değişti. Esnafın ve otelcilerin “Zaten geliyorlar, ne yaparsak yapalım para kazanırız” anlayışı, turizm sektörünü geri götürdü. Artık bu tutum, turistleri başka ülkelere yönlendirdi. Örneğin, Yunanistan’da 20 çeşit meze için 20 avro ödenirken, Türkiye’de benzer bir hizmet için astronomik rakamlar talep ediliyor. Eskiden Türk misafirperverliğini öne çıkararak turist çekmeyi başarmıştık; şimdi ise taksiciler ve oteller, turistleri nasıl kazıklayacaklarını düşünüyor. Bu nedenle gurbetçiler de artık Türkiye’de bir haftalık tatile 5-10 bin avro harcamıyor. Çoğunu da küstürdüler.

Kısa vadede, gurbetçiler ve turistler eski alışkanlıklarına dönmeyecek. Artan fiyatlar ve kalitesiz hizmet, Türkiye’nin turizm imajına büyük zarar verdi. Eskiden gurur duyduğumuz ucuzluk ve kalite anlayışını, artık sadece bir hatıra olarak hatırlıyoruz. Ülkemizin emek vererek kazandığı bu değerler, birkaç kişinin ahlaksızlığı yüzünden yok oluyor.

Ne yazık ki, turizm sektörü bu noktaya geldi ve milyarlarca dolarlık yatırımlar, hak ettiği kalitede turistleri ağırlayamıyor. Bu durumu değiştirmek, hepimizin sorumluluğunda. Aksi takdirde, turizmdeki bu çöküşün önüne geçmek çok zor olacak.

#TurizmdeÇöküş #Açgözlülük #Liyakatsızlık #Misafirperverlik #TurizmKrizi #TürkiyeTurizmi #TuristMemnuniyeti #TurizmAhlakı #TurizmSektörü #TurizmGeleceği #TurizmSorunları #TurizmBakanlığı #SosyalMedya #TurizmYatırımları #TurizmRehberliği #isviçre #almanya #tatil #kesfet #tatilkeyfi

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

GEÇMİŞİN İZİNDE, RENKLERİN İÇİNDE: FENER VE BALAT

yazar

Yayınlayan

on

Ne zaman giderseniz gidin, bir anda takvim yapraklarının değiştiğine şahitlik edeceksiniz. Ruhunuz geçmişin izlerinde bir gezintiye çıkacak.

Fener, adını eskiden burada bulunan deniz fenerinden alır. Türkiye’de resmi adı “Fener Rum Patrikhanesi”, dünyada bilinen adıyla “Constantinopolis Ekümenik Patrikhanesi”, Ortodoks dünyasının ruhani liderliğini üstlenen bu kurum, semtin en etkileyici yapılarındandır. Ana ibadethanesi olan Aya Yorgi (Aziz George) Kilisesi’nde bulunan ikonastis (ikona duvarı) üzerinde marangozların 40 yıl çalıştığı rivayet edilir. Kilisede, Hz. İsa’nın kırbaçlandığı sütun ile birlikte üç Azize’nin bedenleri gümüş ve bakır tabutlarda muhafaza edilmektedir. Ayrıca birçok Meryem Ana ikonasına da ev sahipliği yapar. Dışarıdan mütevazı görünen bu yapı, içinde sadelik ve görkemi bir arada barındırır. Ziyaret saatleri: 08.00 – 16.00.

Aynı duyguyu hissettiren ve yine bu bölgede bulunan Demir Kilise (Sveti Stefan)‘den bahsetmeden geçemem. Bir mühendislik harikası olarak anılan bu kilise, 19. yüzyılda Bulgarların Fener Rum Patrikhanesi’nden ayrılarak kendi kilise ve okullarına sahip olmak istemesi üzerine, Stefan Bogoridi’nin bağışladığı arsa üzerine ahşap bir yapı olarak kurulur. 1849’da ibadete açılan kilise, onun anısına Sveti Stefan (Aziz Stefan) olarak anılır. 1890’daki büyük yangında tamamen yok olduktan sonra, daha kalıcı ve gösterişli bir yapı inşa edilmek istenir. Tümüyle demirden inşa edilen bu yeni kilise, Viyana’daki Waagner Firması tarafından prefabrik olarak üretilir. Yaklaşık 500 ton ağırlığındaki parçalar Tuna Nehri ve Boğazlar üzerinden İstanbul’a getirilir ve 1898’de yeniden ibadete açılır. 2018’de restorasyonu tamamlanan kilise, haftanın her günü 09.00 – 17.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir. Küçük bir not: İçeride fotoğraf çekmek yasaktır.

Balat ise bir rivayete göre Rumca “saray” anlamına gelen “Palation” kelimesinden türetilmiştir. Blaherna Sarayı’na yakınlığı sebebiyle bu ismi aldığı söylenir. Bizans döneminden günümüze kadar birçok medeniyete ev sahipliği yapmış olan bu mahalle, hâlâ bu medeniyetlerin izlerini taşır.

Haliç’in kıyılarında uzanan Fener ve Balat, adeta yaşayan birer hafıza gibidir. Farklı inanç ve kültürlerin uyum içinde yaşadığı bu mahalleler, sahip oldukları değerli yapılarla bir açık hava müzesi görünümündedir. Daracık Arnavut kaldırımlı sokakları, cumbalı evleri, sinagogları, camileri ve kiliseleriyle büyüleyici bir tarih sunar. UNESCO Dünya Mirası kapsamında yenilenen renkli evleri, rengarenk merdivenleri, otantik kafeleri, duvar yazıları ve antikacılarıyla özellikle fotoğraf severler için eşsiz kareler sunar.

İstanbul’un kadim ruhunu taşıyan bu semtler, geçmişin kültürüyle bugünün hareketliliğini harmanlayan çok özel bir yerdir.

Bu bölgede ziyaret edilebilecek bazı önemli yapılar:

  • Kanlı Kilise (Moğolların Meryemi Kilisesi)
  • Fener Rum Erkek Lisesi (Kırmızı Mektep)
  • Balat Çarşısı (Çıfıt Çarşısı)
  • Gül Camii
  • Atik Mustafa Paşa Camii
  • Balat Oyuncak Müzesi

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Dağlar içimizdeki zirveler mi?

yazar

Yayınlayan

on

Dolomitler’in eteklerinde birkaç gün

“Ben dağları sevmem, çocukluğumdan beri sevemedim. Üstüme üstüme geliyorlar gibi hissederim hep.”

İsviçreli arkadaşım Sandrine’le dağlar hakkında yaptığımız bir sohbette onun söylediği bu sözler beni oldukça şaşırtmıştı. Dağların görkeminden- hem de İsviçre gibi bir ülkenin Alpleri’nin ihtişamından etkilenmemek nasıl mümkün olabilirdi?

Bu cazibeli ülkeye yeni taşındığım yıllardı. Lozan’da yaşıyor, Leman Gölü’ne bakan mağrur Jura Dağları’nı büyülenerek seyrediyor ve yoğun iş tempomdan arta kalan zamanımı gölün etrafında dağ manzaralı yeni yerler keşfederek geçiriyordum.

Sandrine’le sohbetimizin üzerinden 10 yıl geçtiği ve ben İsviçre’nin başka bölgesine taşındığım halde ne zaman kafamı kaldırıp dağlarla gözgöze gelsem, her defasında ilk günkü gibi o güçlü çekim alanlarına giriyorum.

İtalya’nın bilinmeyen heybetli yüzü: Dolomitler

İsviçre’nin Alpleri tarafından yıllardır yeterince baştan çıkartılmış olmam yetmezmiş gibi geçen hafta, İtalya’nın karizmatik Dolomitleri ile tanışmak bende adeta bir “ilk görüşte aşk” etkisi yarattı.

UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan bir doğa harikası olan Dolomitler, İtalya’nın Trentino ve İtalya/Avusturya sınırının her iki tarafında kalan Alto Adige bölgelerinin ortak alanında yer alıyor. İsimlerini aldıkları “dolomit” adlı bir mineral sayesinde gün batımında turuncu-pembemsi bir renge bürünüyorlar. Bölge halkı tarafından bu olayı tanımlamak için “pembeleşme” anlamında kullanılan kulağa çok hoş gelen Latin kökenli bir de kelime var: “enrosadira”.

İsviçre’nin zümrüt göllerine ve zirveleri neredeyse tüm yıl boyunca vanilyalı dondurma ile bezenmiş gibi görünen dağlarına ziyadesiyle alışkın, İtalya’nın cömert güzelliklerini de kanıksamış biri olarak Dolomitler’in etkileyiciliği karşısında gafil avlandığımı hissediyorum.

Gök delinmişçesine yağan yağmur nedeniyle ilk gün, iyice alçalmış bulutların içinde çözünmüş gibi görünen dağların heybeti bana belli belirsiz göz kırpsa da, ertesi gün pırıl pırıl bir güne uyanıp pencereyi açtığımda tüm ihtişamlarıyla karşımdalar! Baharın kıpırtısını coşkulu bir şekilde yansıtan Mayıs ayının da etkisiyle vadiler yeşile doymuş, gökyüzü alabildiğine açık, dağların zirveleri ise benim sevdiğim şekilde karlarla kaplı.

Yüksekliğin yalnızlığı, sessizliğin anlattığı

Bölgede fazla değil, topu topu iki buçuk gün kalıyoruz. Görkemli dağ manzaralarına doyduğumuz bu birkaç gün süresince ben dağların heybeti üzerine düşünüp duruyorum. Dolomitler’in ağırbaşlı zirveleri, yumuşak vadileri ve bıçak gibi keskin görünen yüksek kayalıkları insana öylesine net, öylesine güçlü bir duruşla bakıyor ki, yaşamdaki her şey o an için adeta silikleşiyor. İnsan orada öylece durup koygun sessizliğin içinde doğanın görkemini seyrederken ferahfeza bir duyguya kapılıyor; derin bir dinginlik ve doğayla bütünleşme duygusu.

“Dağların sessizliği ne çok şeyi susturuyor. Aynı zamanda ne çok şey söylüyor” diye düşünüyorum milli parkın içinde kayalıklara doğru yürürken. Dağlar sessiz. Ama bu sessizlik bir yokluk gibi değil; nasıl

desem, içi dopdolu bir varlık hali daha çok. Konuşmayan ama içimdeki tüm düşünceleri dinleyen dev bir varlık hissediyorum sanki.

“Bu yüzden mi acaba insan, dağlara bakarken yalnızlığın içinde yalnız olmadığını hissediyor?” diye soruyorum kendi kendime.

Gözümüzün görebildiği sınırların ötesine uzanan, göğe doğru yükselen o sessiz devler… Onlara baktığımızda yalnızca taş ve topraktan ibaret olduklarını söylemek mümkün mü? Düşünürler, şairler, yazarlar boşuna dağları sadece tabiatın bir unsuru olarak değil, insanın içsel dünyasına açılan bir kapı olarak görmemişler. Onlara bakarken, hepimiz biraz kendi içimize bakıyoruz galiba. İç dünyamızın, arayışlarımızın ve sınırlarımızın adeta birer metaforu dağlar. O heybetli tepeleri sadece yükseklikle değil, içsel derinliğimizle de özdeşleştiriyoruz belki de.

Sadece uzaktan seyretmek bile bunları düşündürtürken, zirvelere tırmananlar kimbilir yolculuk boyunca neler düşünüp, neler hissediyorlardır… Tepeye çıktıkça çevrenin netleşmesi ve o mutlak sessizlik, aynı zamanda düşüncenin berraklaşmasını da beraberinde getiriyor olmalı. Uçakla seyahat ederken bile belli oranda hissettiğim bir duygudur bu. Göğe yükselmek bir anlamda sanki, insanın içsel yükselişi de demek.

Diğer yandan, dağların heybeti, doğanın en etkileyici tecellilerinden biri ve bu görkem, birçok kişi için yaratıcının kudretinin sessiz ama güçlü bir ifadesini de simgeler. O görkemde yaratıcıyı görebilmek, dağların sadece yüksekliklerini veya büyüklüklerini değil, o derin anlamı ve aşkınlık hissini de kavrayabilmek demektir.

Dağlar, pek çok öğretide, dinde ve kültürde hakikate ulaşma yolculuğunun bir parçası olarak görülür. Felsefede bilgelik arayışı, bilge kişinin kalabalıklardan uzaklaşıp dağa çekilmesi, çoğumuz için tanıdık kavramlardır.

Nietzsche’nin meşhur “Böyle Buyurdu Zerdüşt”ünde Zerdüşt, toplumda her alandaki çürümüşlüğe başkaldırı olarak dağda inzivaya çekilir. Dağ, bilge kişinin içsel arınmayı ve derin düşünceyi geliştirdiği yerdir. Dağda, hem içe dönüş, hem de dönüşüm gerçekleşir.

Dağ ve Sınav: Mücadele ve insan iradesi

Zerdüşt’ün hemen ardından aklıma bir iki yıl önce okuduğum bir kitap geliyor: İsviçreli yazar Max Frisch’ten Sessizliğin Yanıtı. Dağlarla içiçe yaşayan bir coğrafya olmasından dolayı Avrupa edebiyatında sık görülen dağ temasının bu kitapta çaba, irade ve benliğin aşılması kavramları ile nasıl ilişkilendirildiğini anımsıyorum. Kısacık romanda 30 yaşındaki bir adamın varoluşsal sorgulamalarına ve dağla kurdugu derin ilişkiye tanık oluruz. Kimsenin cesaret edemediği Nordgrat zirvesine tırmanma kararı, sadece fiziksel bir tırmanışı değil, aynı zamanda içsel bir yüzleşme ve varoluşsal sorgulamayı simgeler. Dağ onun için yaşamın sıradanlığına ve beyhudeliğine karşı bir sığınak, bir kaçış noktası, aynı zamanda kendini keşfetme alanıdır.

Dolomitler’den ayrılırken “İster Tanrı’yla yüzleşme, ister bilgeliğe ulaşma, ister içsel yükseliş demek olsun, dağ, aşkın olanın eşiği aslında.” diye düşünüyorum.

Bu birkaç günün ve dağların bana hissettirdiklerinden mutluyum. Doğa her zamanki gibi bana çok iyi geliyor, yol boyunca bize selam veren sıradağları izlerken kendi kendime gülümsüyorum.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Sirkeci’de Zaman Yolculuğu: İstanbul Demiryolu Müzesi

yazar

Yayınlayan

on

Bu sıralar benim için hayat oldukça koşturmacalı geçiyor. Okul, sınavlar, kurslar, çocuklar derken epey yoğun oluyorum. Böyle zamanlarda kendime ayırdığım küçük anlar daha da kıymetli hale geliyor. İşte tam da bu tempoda karşılaştığım, kendisi küçük ama içeriği dopdolu bir müzeden bahsedeceğim size 🤗 Şehrin kalbi Sirkeci Garı’nın içinde yer alan şirin bir Demiryolu Müzesi.

Sirkeci Garı, Alman mimar August Jasmund tarafından tasarlanmış ve 1890 yılında hizmete açılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’ndan günümüze kalan önemli bir kültürel miras olmasının yanı sıra, Avrupa ile Asya’yı birbirine bağlayan stratejik bir merkezdir. Özellikle Orient Express’in (Şark Ekspresi) son durağı olmasıyla ün kazanmıştır.

Orient Express, 1883 – 1977 yılları arasında Paris – İstanbul arasında ihtişamlı yolculuklar yapmış, edebiyata, sinemaya ve o dönemin popüler kültürüne ilham vermiş efsanevi bir tren 🤗 Polisiye roman severler hemen hatırlayacaktır: Agatha Christie’nin “Doğu Ekspresi’nde Cinayet” adlı eseri. Bu roman defalarca sinemaya ve tiyatroya da uyarlanmıştır.

İstanbul Demiryolu Müzesi, bir müzeden ziyade bende tarihte canlı bir yolculuk hissi uyandırdı. İçerisinde o döneme ait telgraf makineleri, iletişim araçları, haritalar, evraklar, fotoğraf albümleri, TCDD hastanelerine ait objeler, demiryolu aletleri, Orient Express yolcularına ait madalyalar, özel eşyalar, o dönemin gümüş yemek takımları ve ilk elektrikli trenin makinist bölümü bulunuyor.

🕰 Giriş ücretsiz.

Ziyaret saatleri: Salı – Cumartesi / 09.00-12.30 & 13.00-17.00

📍 Yer: Sirkeci Garı, İstanbul

Tarihin raylarında kısa ama unutulmaz bir yolculuk yapmak isteyen herkese tavsiye ederim 🤗

Huzurla kalın 🍀

Haberin Devamını Oku

Trendler