Köşe Yazıları
En Hüzünlü Eylül
Bazı kitaplar vardır; sayfalarında sizi neyin beklediğini bilirsiniz de eliniz gitse de kalbiniz engel olur. Çünkü o kitabın yalnızca okunmayacağını, insanın ruhunda bir yerleri paramparça edeceğini sezersiniz. En Hüzünlü Eylül tam da böyle bir kitaptı benim için. Elime almam biraz sancılı oldu.
Aslında Osman Balcıgil’in adını çok sık duymuş olmama rağmen, onun kitabını okumak ancak yakın zamanda nasip oldu. İsviçre Türk Edebiyat Kulübü olarak düzenlediğimiz “Şairler Limanı – Sabahattin Ali Gecesi” için içerik hazırladığım günlerde, Bodrum Sahafçısı’nın kitapları arasında kaybolmuşken, Balcıgil’in Yeşil Mürekkep’i elime düştü. Siz tesadüf deyin; ben tevafuk. Bir solukta okudum ve “Kim bu Osman Balcıgil, böyle yazmak nasıl bir birikimin sonucu?” diye düşünürken, yılların deneyimiyle yoğrulmuş bir araştırmacı gazeteciyle karşılaştığımı anladım. O anda taşlar yerine oturdu.
Böyle bir kalemi bulmuşken bırakır mıyım? Elbette hayır. Zürih’e dönerken En Hüzünlü Eylül’ü bavuluma, diğer kitapların arasına özenle yerleştirdim. Elim her seferinde ona gitse de kalbim “Henüz zamanı değil,” diyordu.
Ta ki geçen haftaya kadar.
Parçalanmış Ruhlar ve Bir Şehir
6-7 Eylül’ü anlatan belki ona yakın kitap okumuşumdur; her seferinde aynı sarsıcı his: İnsan denen varlığın kötülüğü nasıl bu kadar hızlı örgütleyebildiğini, “öteki” ilan edilen kim varsa ona nasıl bu kadar kolay vahşileşilebildiğini yeniden ve yeniden sorgulamak… Din mi, ırk mı, kimlik mi, bizi bir anda barbarlığa sürükleyen o karanlık dürtü? Bu sorular her okumada büyür içimde.
Ama bu kitapta yaşadığım daha kapsamlıydı. Çünkü Balcıgil yalnızca o karanlık günleri anlatmıyor; derin araştırmalarla ortaya çıkan belgeleri, dönemin tanıklıklarını ve arşiv gerçekliğini öyle bir kurguyla örüyor ki, okur olarak tarihle yüzleşmenin ağırlığını bütün hücrelerinizde hissediyorsunuz. Daha önce aynı acıyı defalarca hissetmiş olsam da, bu kez hissettiğim sızı çok daha keskin; çünkü bu anlatı yalnızca acıyı hatırlatmıyor, onun nasıl örgütlendiğini, nasıl planlandığını, nasıl adım adım büyütüldüğünü de çarpıcı bir netlikle göz önüne seriyor.
Ne diyebilirim ki…
Bu kez sadece sarsılmadım; parçalandım ve her bir parçamı ayrı yerde bıraktım.
Hüzünlüdür İstanbul… Hele Eylül 1955’ten beri.
Bu kadim kentin destansı tarihinde, 6-7 Eylül 1955’in yarattığı büyük yıkım, sadece toplumsal değil, bireysel hafızalarda da derin bir çentik bırakır. En Hüzünlü Eylül romanı tam da bu çentiğin içine eğiliyor.
Roman “Söyledim ve ruhumu kurtardım” cümlesiyle başlıyor. Bu söz romanın taşıyıcı kolonu. Çünkü En Hüzünlü Eylül, yalnızca geçmişi anlatan bir metin değil; aynı zamanda susmanın, görmezden gelmenin de suç ortaklığı olduğuna dair bir yüzleşme çağrısı.
Suzan’ın gözünden okuduğumuz hikaye, Türkiye–Yunanistan arasındaki gerilimlerin, Kıbrıs meselesinin ve milliyetçiliğin adım adım yükseldiği yıllarda geçiyor. Bu süreçte “iyi niyetli bir dayanışma hareketi” olarak sunulan Kıbrıs Türktür Derneği’nin aslında derin devlet bağlantılarıyla Anadolu’nun ve İstanbul’un çeşitli semtlerinde halkı sistemli biçimde örgütlediğini görüyoruz.
Dönemin İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay’ın, yaşanacakların vahametini Cumhurbaşkanı ve İçişleri Bakanı’na defalarca aktarmasına rağmen Ankara’dan yükselen sessizlik, fırtınanın yaklaşmakta olduğunu açıkça gösteriyor. Roman, devlet koridorlarında duyulan bu sessizliğin, aslında gürültülü bir hazırlığın parçası olduğunu acı bir gerçeklikle hatırlatıyor. Nitekim olaylardan sonra ortaya çıkan belgeler, 6-7 Eylül’ün fitilinin bizzat devlet tarafından ateşlendiğini ortaya koyuyor.
Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atıldığına dair yayılan, sonradan asılsız olduğu anlaşılan haberle birlikte İstanbul’un kalbinin nasıl bir anda harap olduğuna tanık oluyoruz: Önceden hazırlanmış kamyonlar, el altından dağıtılan demir sopalar, birbiri ardına yağmalanan evler, kiliseler, okullar…
Daha da acısı: Yassıada’daki yargılamalarda sorumluların önemli bir kısmının devletin kendi yargıçları tarafından serbest bırakılması. Adalet, tıpkı o günlerdeki evlerin pencereleri gibi kırık; ama kimse o camları toplama cesareti göstermemiş.
Bu politik karanlığın içinde Suzan ile Yorgo’nun büyük aşkı paramparça oluyor. Suzan’ın beş yıl süren kesintisiz yasına tutunan roman, okura yalnızca “ne oldu?”yu değil, “neden oldu?”yu da düşündürüyor. Ve belki de daha acısı: “Bir daha olur mu?” sorusunu.
Kitabın sonunda verilen hatırlatma, yüzleşmenin neden şart olduğunu bir kez daha vurguluyor:
“6-7 Eylül’ü doğuran karın yenilerine gebe kalmıştır. Bunu Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta acıyla öğrendik.”
En Hüzünlü Eylül, bir aşk romanından öte bir yüzleşme metni.
İstanbul’da Türkler ve Rumların aynı sofraya oturduğu günlerin nasıl bir gecede altüst olduğunu gösteriyor. “Biz nasıl buraya geldik?” sorusuna cevap arayan herkese, tarihin sadece uzak geçmişte kalmadığını hatırlatıyor.
Roman bittiğinde, girişteki bu söz kulaklarda yankılanmaya devam ediyor.
“Söyledim ve ruhumu kurtardım.”
Osman Balcıgil, bir röportajında bu cümlenin arka planını şöyle anlatıyor:
“Belleğimin karanlık bir köşesinde saklamayı sürdürmedim. Bu kitabımla ‘azınlık’ yurttaşlarımızdan, en azından kendi adıma özür dilemiş oldum. Allah konuşmayanları, susanları, düşüncelerini kendileriyle birlikte cehenneme götürecek olanları da kurtarsın.”
Belki de bu tür hikayeleri okumak, konuşmak, hatırlamak ve anlatmak da bizim kendi ruhumuzu kurtarma çabamızdır.
Köşe Yazıları
Saray’da Tekamül
İstanbul Boğazı… İki yakayı, iki denizi ve sayısız medeniyeti kucaklarken; sularının her bir damlasında aşkların, ayrılıkların ve tarihin sesini taşıyan İstanbul’un bitmeyen ezgisi.
İstanbul Boğazı, kalabalık bir şehirde insanın kendini en yalnız ve aynı zamanda en bağlı hissettiği yerdir. Bir martının çığlığında özlemi, bir balıkçının oltasında sabrı ve dalgaların ritminde hayatın akışını bulursunuz.
Boğazın eşsiz manzarasını bir hastane odasından izleyen bir yakınımı ziyarete geldim: Mustafa Reşit Paşa’nın sahil sarayı, şimdiki adıyla Baltalimanı Kemik Hastalıkları Hastanesi. Bir zamanlar saray erkanının adımladığı bu zeminlerde, iyileşmeyi bekleyen nice ruhun sessiz mücadelesine tanıklık ediyorum şimdi. İhtişamın ve acının ne kadar yan yana durabildiğini anlıyorum.
Odanın yüksek tavanlarına, ihtişamlı mimarisine bakarken serum askılarının soğuk metali ile göz göze geliyorum ve insanın acizliği karşısındaki sessiz teslimiyetini hissediyorum.
Odadaki bembeyaz örtülü yataklarda yatan hastaların acılarını hissetmemek mümkün değil. Bir zamanlar belki ziyaret odası, belki çalışma odası iken şimdi hastalara şifa dağıtmaya çalışan bir oda. Altın Varak oymalı sehpaların yerine üzerinde ilaçların bulunduğu etajerlerin olduğu bu oda hayatın önceliklerini en net ifade eden yer
Odanın tüm pencerelerinde Boğaz manzarası hâkim. Gözlerim, Boğaz’dan ağır ağır geçen bir yük gemisine takılıyor. O gemi, burada yatan hastaların geçirdiği ameliyatın ağırlığını taşıyor sanki. Yavaşça ilerliyor ama kararlı; tıpkı buradaki hastaların iyileşme süreci gibi.
Bu tarihi saray, acı bir tefekkürle beraber farklı bir huzur hissettiriyor.
Boğaz ne paşa diyor ne saray; akıp gidiyor. Bu hastanede insan akışa teslim olmayı öğreniyor. Yavaşlamalar, hızlanmalar, duraksamalar, fırtınalar, belki geri dönüşler… Fakat nihayetinde hep ileriye doğru bir akış var.
Burada olmak bana, hayatın en değerli mirasının ne ihtişamlı bir saray, ne de büyük bir unvan olmadığını gösteriyor. En büyük miras, sağlıklı bir nefes, atılan sağlam bir adım ve sevdiklerimize duyulan bağlılık olduğunu bir kez daha hatırlatıyor .
Köşe Yazıları
Kokunun Peşinde: Bellekte Açılan Kapılar
O güçlü duyguyla yıllardır zaman zaman yüzyüze gelirim. Bazen bir yemek kokusu beni çocukluğumun mutfaklardan kızartma kokusu yayılan tembel yaz öğleden sonralarına ve ailece oturduğumuz iştah açıcı sofralara götürürken, bazen de eski bir kitap kokusu ilkokulumuzdaki harita ve kitap odasının loş, küflü ve tozlu ortamına beni sessizce bırakıverir. Hani şu filmlerde karakterlerin aniden geçmişe gitmesi ve sahnelerin hızlıca değişivermesi gibi, burnumdan süzülen bir koku molekülü, adeta zamana meydan okuyarak beni, o film kahramanları gibi hayatımın herhangi bir anına taşımayı başarır. Bu büyülü hissin “Proust Madlen Fenomeni” şeklinde bir de ismi olduğunu ve bu ismin, 20. yüzyılın en önemli edebi yapıtlarından kabul edilen Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” adlı eserinde Proust’un çaya batırılmış madlen kurabiyesinin tadıyla çocukluğunun anılarını yeniden yaşadığı sahneden geldiğini de bu duyguyu tatmaya başladıktan çok sonraları öğrendim.
Koku alma duyusu, tüm duyularımızın içinde hafızayla en güçlü bağlantıya sahip olan. Aslında Proust’un “madlen”i sadece duygusal ve bilinçdışı hafızanın edebiyattaki en güçlü örneklerinden değil, aynı zamanda belleğin insan yaşamındaki rolünü yansıtması açısından da önemli.
Kokunun Bellekteki İzleri
Bellek konusu oldum olası ilgimi çekmiştir. Edebiyatta da bellek ile ilgili romanlar en sevdiklerimin içinde oldu hep. Kimbilir, belki de koku duyusunun bu kadar ilgimi çekmesi de bu yüzdendir. Bellekle ilişkisi açısından bakınca kokunun, onu diğer duyulardan farklı kılan çok önemli bir özelliği var. Koku molekülleri “duygusal beyin” diye de bilinen limbik sistem üzerinden işlenir. Yani koku molekülleri, burun yoluyla alınır ve direk beynin limbik sistemi olarak bilinen duygusal merkezine iletilir. Peki bu ne anlama gelir? Limbik sistem, sadece kokunun değil bütün belleğimizin ve duygu durumlarımızın da işlendiği bölge. “E, peki diğer duyular oraya gitmiyor mu?” dediğinizi duyar gibiyim. Evet tüm duyularımız aslında oraya gidiyor sonunda ama koku duyumuzun farkı, hiçbir bilişsel süzgeçten geçmeden, direk olarak limbik sisteme yönlenmesi. Bu doğrudan bağlantı da kokunun hafızayı tetiklemesini benzersiz kılıyor. Bu kimyasal duyuya gelen uyarılar herhangi bir rasyonel filtreden geçmeden direk limbik sistemin içine gidince aniden kendimizi bir zaman yolculuğunun içinde bulabiliyoruz. İşin içine başka bir rasyonel filtre girmeyince de koku molekülleri ile diğer duyularımızın bizi çıkarabileceği zaman yolculuğuna kıyasla çok daha eskilere gidebiliyoruz; 2,5-3 yaşlarımıza kadar ışınlanmamız mümkün. Mucize gibi değil mi?
Aslına bakarsak koku-bellek ilişkisi daha da eski, henüz biz bu dünyaya gelmeden önce başlıyor. “Kokular” kitabının yazarı ve koku uzmanı Vedat Ozan’a göre hepimizin koku bellek bankasının ilk girdisi aslında ortak; doğmadan koku almaya başlıyor ve içinden çıktığımız gövdeyi kokusundan tanıyarak doğuyoruz. Çok güvende hissettigimiz ana rahminden, bol uyaranlı, pek de tekin görünmeyen dünyaya gelince, bizi geçmişte olduğumuz yere bağlayacak güçlü bir halata ihtiyacımız oluyor. İşte koku duyusu da bir nevi o halatın yerine geçiyor Ozan’a göre. Yeni doğmuş çocuğun anne kucağına verilir verilmez sakinleşmesi de aslında bunun kanıtı değil mi?
Hayatımızdaki Görünmez İz
Hepimizin hayatında vardır kokularla özdeşleştirdiğimiz olumlu olumsuz duygu ve anılarımız. Bir bakıma kokularla kendi hikayelerimizi oluşturuyoruz da diyebiliriz. Örneğin ben ne zaman yanmış odun kokusu duysam zaman yolculuğunda 4-5 yaşıma giderim. Zaman benim için bükülür, kendimi Karadeniz’de anneannemin ve dedemin evinde bulurum. Yanık odun kokusu serin deniz kokusu ile karışır, kendimi denizden çıkmış, sahili annemin büyüdüğü eve bağlayan yılankavi arnavut kaldırımlı sokakta neşe içinde yürürken bulurum. Yolun detaylarını hatırlarım; kaldırımın dokusunu, sağlı sollu yeşillikleri, en görkemli ağacın olduğu noktayı, komşuların evlerini bile kafamdaki resimde yerli yerine oturtabilirim. O yaşlarda bana bitmek bilmeyen gelen o yol, şimdi görsem kısalığıyla kimbilir nasıl şaşırtırdı beni.
Koku, basit bir duyusal deneyim olmaktan çok daha fazlası; anlık da olsa geçmişi bize yeniden yaşatabilmenin yanısıra bugünkü kimliklerimizi oluşturma sürecinde de güçlü bir araç aslında. Böyle ifade etmek abartılı gibi mi geliyor kulağa? Bir de şu açıdan bakalım; kişisel geçmiş hikayemizle ilişkilendirerek duyduğumuz tüm kokulara olumlu veya olumsuz etiketler verebiliyoruz. O kokuyla ilk nerede, nasıl karşılaştığımız, yanımızda kimin olduğu, ne hissettiğimiz gibi her türlü detay, geçmiş anılarımızla ilişkilendirdiğimiz hislerimizi, bu hisler de duygu durmumuzu belirliyor. İlginç olan bir diğer nokta da kokuya ilişkin verili bilgiyle doğmamış olmamız. Hangi kokuya nasıl bir tepki vereceğimiz tamamen subjektif ve kişiye özel. Bende bahsettiğim duyguları tetikleyen yanmış odun kokusu, başka birinde tamamen olumsuz duygular uyandırmış olabilir örneğin. Her koku yepyeni bir sayfa ve üzerini yaşanmışlıklarla, onlarla ilişkilendirdiklerimizle biz dolduruyoruz. Adeta kokularla hikayeler yazıyoruz. Bu düşünce bana çok etkileyici geliyor.
Üstelik koku sadece bellek ile ilgili değil; bize aynı zamanda benliğin de sürekliliğini hatırlatan bir duyu. Biz büyüdüğümüzü, yaşlandığımızı veya değiştiğimizi düşünürken, ansızın beklenmedik bir koku, yıllar önceki halimizi bugünkü “biz”le buluşturuverir. Adeta zamanın doğrusal olmadığını, insanın birçok “şimdi”den oluştuğunu hatırlatır bize.
Hafızanın ve Edebiyatın Görünmez Dili
Bu kadar sıradışı özellikleri olan bu duyumuz elbette edebiyatın da odağında olmuş zaman zaman. Portekizli şair ve yazar Pessoa, “Koku alma yeteneğinin tuhaf bir görme duyusu” olduğunu söyler. Bir koku molekülüyle gözümüzün önünde tüm netliğiyle beliriveren, belleğin tozlanmış raflarından inip adeta canlanan anıları düşününce pek de yanıltıcı bir tanım değil bence de.
Pessoa’dan bahsedince aklıma edebiyatta usta yazarların kokuyu eserlerinde nasıl da yalnızca bir betimleme unsuru olarak değil, hatırlamanın ve unutmanın sembolü olarak da kullandıkları geliyor.
Bellek meselesi üzerine Türkiye’de ilk kafa yoran romancılardan olan Ahmet Hamdi Tanpınar, bana göre Türk edebiyatının en iyi romanlarından biri olan “Huzur”da, 2. Dünya Savaşı öncesinin tekinsiz atmosferinde yeni bir hayata geçiş için gerekli olan kimliğin geçmişten alınması gerektiğini aktarır. Bir taraftan da modernleşme sancıları icindeki bir topluluğun unuttuklarını, belki de unutulmaya çalışılanları yansıtır. Kolektif ve kültürel bellek, roman boyunca bize kendini gösterir. Ana karakterler Nuran ve Mümtaz’ın İstanbul’un köşklerinden birini dolaşırkenki ruh hallerine de, bu düşünceler eşlik eder. İçinde bulundukları mekan, bir “yer” olmaktan çıkar ve Tanpınar’ın kaleminde, “kendi kokumuz” ve “biz” ifadelerine dönüşür: “Her şeyde garip bir mazi kokusu vardı. Bu, tarih içinde kendi kokumuzdu, ne kadar bizdik.”
Roman boyunca bir yandan da başlı başına bir karakter olarak karşımıza çıkan İstanbul, Kandilli’den Fatih’e kadar birçok semtinin kendine has özellikleri ile bize sürekli göz kırpar. Okur Mümtaz ve Nuran’la birlikte İstanbul yolculuğuna çıkarken, şehrin kokusu adeta canlanır, satırlardan dışarı çıkar. İstanbul’un semtleri, iskeleleri ve köşkleri, renk, ses ve koku çağrışımlarıyla adeta duyusal, canlı bir alana dönüşürler.
Yazarların ustalığı bazen öyle bir noktaya varıyor ki, okur hiç gitmediği bir şehrin bile tüm kokularını ve renklerini sanki hep oradaymışçasına tüm canlılığıyla belleğinde canlandırabiliyor. Lawrence Durrel’in “İskenderiye Dörtlüsü” bana göre bunu en iyi şekilde yansıtabilen romanlardan. İskenderiye, tıpkı Tanpınar’ın İstanbul’u gibi, 4 ciltlik seri boyunca asla bir “şehir”olarak kalmıyor, adeta romanın en güçlü karakteri haline geliyor. Sesleri, kokuları, renkleri, karmaşası, görkemi, kirli dar sokakları, limanı, kahveleri ve farklı uluslardan insanları ile elle tutulur bir varlığa dönüşüyor. Bütün okuma boyunca bana eşlik eden baharatımsı koku şimdi bu satırları yazarken bile benimle.
Şehir Kokusu
Edebiyatta koku deyince seçebileceğim o kadar örnek varken bana şehrin kokusunu hissettirebilen örneklere yoğunlaştığımı farkediyorum. Şüphesiz “şehir kokusu” kavramına duyduğum ilgiden kaynaklanıyor bu. Farketmesek de hemen hepimizin belleğinde şehirlerin kokularının saklı olduğuna inananlardanım. Her şehir kendi iklimini, insanını, tarihini ve kendine özgü dokusunu bize bir şekilde hissettirir. O yüzden de hepimizin algısında her şehrin bir sesi, dokusu ve elbette bir kokusu vardır. Bir şehrin özellikle kokusu onun ruhudur. Ve herkes için bu ruhun yansıması farklıdır.
Yazarların şehirleri de onların penceresinden, satirlardan yansır okura.
Mesela Orhan Pamuk’un İstanbul’u puslu, gri, siyah-beyaz fotoğraflarla bütünleşmiş bir şehirdir ve ahşap evleriyle adeta hüzün kokar.
Sait Faik Abasıyanık, Burgazada’nın ada çamlarında ve tuzlu havasında insan ve özgürlük kokusunu arar. Onun Burgazadası’nın kokusu, hayatın kendisinin kokusudur
İhsan Oktay Anar’ın İstanbul’u hem tarih, hem masal kokar. Tütsülü, rutubetli ve esrarengizdir.
Benim de 2 yıl yaşadığım Dublin, James Joyce için kirli, canlı, soluk alıp veren bir beden gibidir adeta. Bira, yağmur ve liman kokuludur.
Kokular, bir şehrin görünmeyen hafızasını oluşturur. Belki de eserlerinde şehir kokusunun peşine düşen yazarların da gerçekte aradıkları kendi kaybolan hatıralarıdır.
Sonuçta kokular, hatıralar aracılığıyla bizi kendimize ulaştırır. Bir şehri özlerken, şehrin kendisinin yanısıra, o şehrin kokusuna sinmiş kendi hatıralarımız değil midir asıl özlediğimiz?
İsviçre
Sosyal Medyada Yurtdışı Yaşamı Abartan Paylaşımlar Tartışma Yaratıyor
Son yıllarda Türkiye’den İsviçre, Almanya ve diğer Avrupa ülkelerine taşınan bazı sosyal medya içerik üreticilerinin paylaşımları sıkça gündeme geliyor. Özellikle kısa sürede takipçi kazanmak isteyen hesapların, yaşadıkları ülkelerin ekonomik koşullarını eksik, abartılı ya da bağlamından kopuk bir şekilde anlatmaları ise tartışmaları beraberinde getiriyor.
Ben bile 40 yılı aşkın süredir İsviçre’de yaşayan biri olarak bazı videoları izlediğimde “Acaba ben başka bir ülkede mi yaşıyorum?” diye düşünmeden edemiyorum.
Elbette yaşadığı ülkeyi doğru, dengeli ve faydalı şekilde tanıtan insanlar da var. Ancak bir de her fırsatta doğruluğu şüpheli söylemlerle kitleleri yanıltan, hiçbir araştırmaya dayanmayan içerikler üreten bir kesim bulunuyor. Aynı durum, Türkiye’ye tatile giden ve mikrofon uzatılan kişilerde de görülüyor: Ya göklere çıkaran ifadeler ya da yerin dibine sokan yorumlar…
Orta yolu söyleyenler nedense ya yayınlanmıyor ya da izlenmiyor.
“Bir günlük maaşla iPhone alıyorum” söylemleri ne kadar gerçekçi?
Son dönemlerde “Bir günlük maaşla iPhone alıyorum”, “Oğlum bir aylık çıraklık maaşıyla Mercedes aldı” gibi ifadeler sık sık gündeme geliyor. Tamamen uydurma değiller; fakat bağlamdan koparılmış durumda.
Asıl soru şu:
İstersen iPhone’u bir günde al, peki geri kalan 29 gün ne olacak? Ay sonunda elinde ne kalıyor?
Bu kısmı kimse anlatmıyor.
Ayrıca gelirleri Türk lirasına çevirip “Biz burada çok rahatız” demek de, Türkiye’ye gidip kameraya “Avrupa bitti, ekonomi çöktü, Türkiye daha iyi” demek de aynı derecede yanıltıcıdır. İki taraf da uçlarda geziyor. Normal, dengeli konuşanlar ise nedense yayınlanmıyor; özellikle Türkiye’de mikrofon uzatılanların çoğu yalnızca negatif konuşanlardan seçiliyor.
Bu nedenle, lafı uzatmadan Avrupa’daki yaşamı biraz rakamlarla konuşmanın zamanı geldi.
Çünkü bir gelirin gerçek değeri, harcandığı ülkedeki maliyetlerle ölçülür.
Amacım ne Avrupa’yı överek parlatmak, ne de Türkiye’yi yerip küçümsemek. Her ülkenin eksi ve artıları vardır; ancak yazımın konusu bu değil. Benim derdim karşılaştırma yapmak değil, insanların doğru bilgilenmesini sağlamak.
İsviçre’de 2 Çocuklu Bir Ailenin Giderleri: Gerçek Tablo
İsviçre ve Almanya’da uzun yıllardır yaşayan herkes bilir: Bu ülkelerde orta sınıfın gelir-gider dengesi dışarıdan göründüğü kadar geniş bir refah alanı sunmaz.
Üstelik son yıllarda maaşlar yıllık 20–30 frank gibi sembolik artışlar görürken; sağlık sigortası ve kiralara her yıl en az 50 frank zam geliyor.
Şimdi gelin, İsviçre’de 2 çocuklu, tek maaşla geçinen bir aileyi ele alalım ve ay sonunda ne kaldığına birlikte bakalım.
Varsayılan maaş:
• Brüt: 6.000 CHF
• Net: 5.500 CHF
(Bu maaş İsviçre için iyi sayılır ama yaygın değildir. Pek çok göçmen kökenli çalışan bundan daha düşük maaş alır.)
Aylık Giderler (Ortalamalar):
• Kira (4,5 odalı daire): 2.150 CHF
(Kanton, konum ve daireye göre 1.500–2.500 arası değişir.)
• Sağlık sigortası (4 kişi): 1.400 CHF
(Kantona göre 1.200–1.800 arası.)
• Telefon + internet: 100 CHF
• Araba ve trafik masrafları: 200 CHF
• Vergi: 400 CHF
• Tatil bütçesi: 400 CHF
• Beklenmeyen masraflar: 200 CHF
• Market – temel gıda (Migros, Coop vb.): 1.500 CHF
(Bu hesap mümkün olan en düşük seviyede.)
Toplam gider: 6.350 CHF
Net gelir: 5.500 CHF
Ay Sonunda Kalan: –850 CHF (Eksi)
Yani bırakın birikimi, bu aile her ay 850 frank açık veriyor.
Üstelik bu tablo “iyi maaş” kategorisinde kabul edilen bir gelir üzerinden yapıldı.
Hem de hesaba dahil olmayan onlarca masraf var:
• Restoranda bir akşam yemeği yok,
• Kışın gerekli olan dört lastiğin (1.000 CHF) maliyeti yok,
• Aracın çıkabilecek ani arızaları yok,
• Sigorta şirketinin karşılamadığı sağlık giderlerinin kişiye düşen payı yok,
• Çocukların hobileri, spor, müzik, oyuncak ve diğer ihtiyaçları yok.
Amaç, İsviçre ekonomisinin kötü olduğunu söylemek değil;
sosyal medyada anlatılan pembe tablonun gerçeğin sadece küçük ve seçilmiş bir parçası olduğunu göstermek.
Elbette bazı aileler bu açığı ikinci bir maaşla, yan işlerle, daha düşük kira veya daha uygun sigorta seçenekleriyle kapatabiliyor. Çözümler her zaman var.
Fakat şu da bir gerçek:
Sosyal medyada anlatılan “rahatlık”, “uçtum kaçtım”, “şu kadar günde şunu aldım” masallarının gerçek hayatta karşılığı yok.
Gerçek hayat hâlâ matematik biliyor.
Gelir – gider = sonuç.
Ve sonuç, telefon kamerasına anlatılandan çok daha sade, çok daha gerçek.
-
Gündem11 ay önceTELEGRAM’DA ŞOK EDEN GRUPLAR: TECAVÜZ AĞLARI VE K.O. DAMLALARI
-
E-Dergi2 yıl önceİsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
Ekonomi2 yıl önceİsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
İsviçre2 yıl önceDünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Yaşam2 yıl önceKıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
Gündem1 yıl önceERDOĞAN KARŞITI PAYLAŞIMLARI SIĞINMA BAŞVURUSUNDA HAKLI GEREKÇE OLARAK GÖRÜLMEDİ
-
Dünya1 yıl önceMETA’NIN COVİD-19 AŞILARIYLA İLGİLİ YANILTICI BİLGİ KARARI: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLIYOR MU?
-
Gündem1 yıl önceTÜRKİYE’DEN GELEN SIĞINMA BAŞVURULARINA GETİRİLEN SERT UYGULAMALARA TEPKİ


