Köşe Yazıları
İyilik Yarışı mı, Ayak Kaydırma Yarışı mı?
Cemil Baysal Yazdı
İyilik Yarışında Kaybolan Değerler: Destek Olma Neden Zorlaştı?
Günümüzde, insanlar arasındaki iyilik yarışının, birbirlerine destek olma yerine ayak kaydırma yarışına dönüştüğü acı bir gerçekle karşı karşıyayız. Bu durumun altındaki nedenleri anlamak, insanların niçin iyilik yarışında yarışmaktan kaçındıklarını ve niçin yapılan iyi işlere sekte vurmaya çalıştıklarını kavramak için önemli bir adımdır.
Özellikle “Ne yaparım ne yaptırırım?” mantığına sahip bir zihniyetin varlığı, iyilik yarışının giderek sağlıksız bir hal almasına neden oluyor. Bu durumun politik ya da ideolojik aidiyetle bir bağlantısı olmadığını anlamak ise kritik bir husustur. Sol, sağ veya muhafazakâr çevrelerde, isimler değişse de çatışma, gürültü, savaş ve ayak kaydırma yarışının her zaman mevcut olduğunu görmek düşündürücüdür.
Rekabetin insan doğasının bir parçası olduğu kabul edilse de, maalesef iyilik yarışında öne çıkmak yerine, insanlar kendi çıkarları için mücadele etmeye odaklanmaktadırlar. Ego ve kişisel çıkarlar, iyilik yarışında başkalarının önüne geçme hırsını artırarak sağlıklı işbirliğinin önündeki engelleri yükseltmektedir.
Toplumun dayanışma ve işbirliği eksikliği, iyilik yarışının bu şekilde çıkmasına zemin hazırlıyor. Birbirine destek olma ve birlikte daha büyük başarılar elde etme yerine, insanlar kendi çıkarları doğrultusunda mücadele etmeyi tercih etmektedirler.
Belki de en önemli soru şu: Cidden neyi paylaşamıyoruz? İyilik yarışında birbirimize destek olmak ve birbirimizin başarılarını kutlamak, toplumun genel refahı için daha olumlu bir yöne doğru adım atmamıza yardımcı olabilir. Güçleri birleştirerek daha büyük bir etki yaratma potansiyelimizi göz ardı etmemeliyiz.
Bugün, iyilik yarışının birbirine destek olma yerine ayak kaydırma yarışına dönüştüğü bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Bu durumun politik ya da ideolojik aidiyetle bir ilgisi olmadığını görmek önemlidir. Sol, sağ veya muhafazakâr çevrelerde benzer tartışma ve ayak kaydırma yarışlarına sıkça rastlanır. İsimler değişebilir, ancak çatışma, gürültü ve ayak kaydırma yarışı her zaman mevcuttur.
Bu durumun arkasındaki nedenlerden ilki, rekabetin insan doğasının bir parçası olmasıdır. Ancak, rekabetin olumlu bir şekilde kullanılması, birbirimize destek olma amacını taşıması gerekirken, maalesef birçok kişi tarafından tersine çevrilir.
İkinci olarak, ego ve kişisel çıkarlar, insanların iyilik yarışında başkalarının önüne geçme hırsını artırabilir. İyilik yarışında öne çıkmak yerine, insanlar kendi çıkarları için mücadele etmeye odaklanırlar.
Üstelik, yanlış anlamak istemek için sıralarda bekleyen insanlar da var. Onları anlamak ise hiç mümkün değil. Bu durum, iyilik yarışının daha da karmaşık hale gelmesine neden oluyor.
Son olarak, toplumun dayanışma ve işbirliği eksikliği, iyilik yarışının bu şekilde ortaya çıkmasına neden olabilir. İnsanlar, birbirlerine destek olma ve birlikte daha büyük başarılar elde etme yerine, kendi çıkarları doğrultusunda mücadele etmeyi tercih edebilirler.
Bu noktada, sorulması gereken önemli bir soru şudur: Cidden neyi paylaşamıyoruz? İyilik yarışında birbirimize destek olmak ve başarıları kutlamak, toplumun genel refahını artırabilir. İnsanlar güçlerini birleştirerek daha büyük bir etki yaratabilirler. Bu durumu düşündüğümüzde, belki de bilmediğimiz veya göremediğimiz önemli çıkarlar veya rant var mı diye düşünüyoruz, büyük paralar çıkar mı, bunlar mı paylaşılamıyor acaba diye bir an düşünüyoruz. Öyle olmadığını ve derneklerde görev alan insanların hepsinin özel ve aile hayatlarından, cüzdanlarından katkıda bulunduğunu biliyoruz. Bazen bir derneğin, aynı ideolojide olan diğer bir derneğin yaptığı güzel bir çalışmayı sosyal medya sayfasında paylaşmaktan imtina ettiğini görüyoruz. Sebep? Ego. Sayfasında paylaşırsa, diğer derneğin sayfasındaki takipciler o derneği beğenir, kendi takipçilerinden o sayfayı o derneği beğenenenler olur takipci kazandırırız korkusu. İnanılır gibi değil. İnce küçük hesaplar. Yani kişiler değişiyor, derneklerin adı, başkanlar değişiyor, ama tarz ve ali cengiz oyunları hiç değişmiyor.
Bazen şöyle de oluyor. Burası daha da üzücü. Birisine bir sorunu, sıkıntıyı anlatırsın. Aslında anlattığın sıkıntı sorun kendisidir. Ama senden daha heyecanlı, seninle beraber anlattıklarını onaylar. Hani yüzüne tükürsek “yarabbi şükür” diyecek diye bir söz vardır toplumda. Aslında sorunun kendisinde olduğunu farketmez. Bazen cidden bu noktada etrafımızdaki birisine de danışmak, fikir almak lazım. İnsanız, hatalar yapabiliriz. Önemli olan görmek ve kabul etmek, bu da bir erdemliktir. Ancak “sorun bende değil, bizde değil; hep sorun onlarda ya da onda” mantığı bizi bir adım ileriye götürmez. Esas sorunları görmemize yardımcı olmaz. Hep onun yüzünden, bunun yüzünden der, birkaç sene daha yerimizde debelenir dururuz…
Şimdi diyeceksiniz ki, “Cemil Bey, bugüne kadar bir şey değişmedi hep böyleydi, bundan sonra mı değişecek? Bu yazıdan sonra mı düzelecek?” Çok doğru. Bizimkisi de iş mi? O zaman ayak kaydırmaya devam…
O zaman, aynen resimdeki gibi yokuşa tırmanmaya çalışanı aşağıya doğru çekelim. Tek başına başaramıyorsak yanımıza birkaç kişiyi daha alalım ve tamamen tepetaklak altta çekelim. Yukarıya çıkanın bacağından aşağıya, bulunduğumuz yere çekelim. Bir diğerinin ayağını kaydıralım. Bunlar daha eğlenceli. Hayat her zaman en azından aksiyonlu oluyor.
Köşe Yazıları
‘’ÖĞRENİLMİŞ CEHALET, KUTSALDIR’’
Nicolas von Cusanus
‘’Öğrenilmiş cehalet, kutsaldır’’ sözü, ünlü Alman düşünür (gerçi popülerlik açısından baktığımızda Türkiye’de Nietzche kadar ünlü değil) felsefeci, hukukçu, matematikçi, din adamı, astronomi, mantık, bir çok alanda çağının çok ilerisinde bir insanın; Nicolas Cusanus’un lafı.
Nerden çıktı şimdi Cusanus ve lafı demeyin. Bu lafın, İstanbul ile de enteresan bir bağlantısı var..
Bu Alman düşünür, yaşadığı dönemde (1401-1464) İstanbul’a gelmiş. Ve geride bıraktığı notlarından ve kitaplarından öğrenildiği kadarıyla, bu lafı ve bunun üzerine kurduğu neredeyse koca felsefe ve eseri yazmaya, İstanbul dönüşü, yolda aklına gelen bu cümle ile başlamış. Eseri: De Docta Ignorantia (Öğrenilmiş Cehalet Hakkında)
Bunu ilk okuduğumda ilgimi çekmişti. Ama tabii, İsviçre’ye taşınmadan önceki Gülten ile buradaki Gülten’in öncelikleri ve zamanı kullanması arasında ciddi fark olduğundan, bir yerlerde hafızamda tasnif edilmiş, kalmıştı. Geçenlerde kitapları karıştırırken gözüme çarptı.
Cusanus; insanın eğitim alıp öğrenmekle, sadece belli açılardan bakarak, gerçekliğin bir kısmını görebileceğini ve mutlak yani gerçek bilgiye, asla sahip olamayacağını söylüyor.
Eğitim alıp, kendini geliştiren insanın, öncelikle ne kadar cahil olduğunu ve bu cehaletini bu ömründe bitirmenin mümkün olmadığını kabul etmesinin, takdir edilmesi gerektiğini ileri sürüyor.
Bunu tekrar hatırlamak bana çok iyi geldi.
Birincisi; her şeyi bilmeye çalışmak gibi bir derdin ortadan kalkıyor😊 Ne yaparsan yap, zaten bunu başaramayacaksın. Bir rahatlıyorsun.
İkincisi; bunun zıttı … Zorlayıcı tarafı da bu. Sürekli kendini eğitmeye çalışacaksın, cehaletinin hiç bitmeyeceğini bilerek.
Bu, ne kadar zorlayıcı olsa da, insan olarak, bizim yapabileceğimiz bir şey.
Öleceğimizi bilerek, yaşıyoruz.
Demek ki, cehaletimizin bitmeyeceğini bilerek de, kendimizi eğitmeye devam edebiliriz.
Gelelim diğer bir konuya ki, bence bu, beni bu yazıya iten sebep. Bizim topraklardan dönerken Cusonus’un aklına geldiğine göre, o topraklarda ya çok bilmiş, ukala insanlar vardı ya da çok engin bilgisine ragmen, cahil olduğunun farkında olan insanlar 😊 Her halukarda da üzerinde düşünmeye değer..
Bu konuda lafları olan, doğu felsefesinde de bir çok kişi var. Ben şu anda, bu taraftan o tarafa bakmaya çalıştığım için, batılı düşünürler üzerinden anlamlandırmaya çalışıyorum.
Neyi anlamlandırmaya çalışıyorsun diyorsanız eğer; her şeyi. Yaşamı, Türkiye’yi, Avrupa’yı, Amerika’yı, dünyayı ya da sadece kendi yaşamımı…Ama tabii ki ahkam kesmeye çalışmayacağım. Kendi yazdıklarımla ters düşmek istemem😊 Sokrates’in de dediği gibi; ‘’Bildiğim tek şey, hiç bir şey bilmediğimdir.’’
Ama şunu söyleyebilirim, akıl vermek değil de aklıma geleni paylaşmak diyeyim.
Öğrendiğimiz bilgiye ya da inanca sıkı sıkı sarılıp, o doğrultuda yol almak yerine, yeni fikirlere açık olabiliriz.
Gittiğimiz yolun doğru yol olmadığını, farklı bir yola girmemiz gerektiğini görebiliriz.
Zaten dünyada fiziken de, hep aynı yönde gidersen, başladığın yere ulaşıyorsan…
O zaman niye hep aynı yönde gidesin…
Kim başladığı noktaya dönmek ister ki?
Ben istemem…
Siz ister miydiniz?
Harika iki hafta diliyorum…
Not: Bu arada beyin yakmak istemedim, sadece beyin çalıştırmaya çalışmak diyeyim😊
Köşe Yazıları
KAÇ KEZ YANILDIĞINDA “ENAYİ” OLUR İNSAN?
İnsan hayatı boyunca bir değil, birçok kez yanılabilir. Hepimiz hayatta düşe kalka öğreniyoruz; bazen çok büyük hatalar yapıyoruz, bazen de küçük yanılgılar içinde sürükleniyoruz. Ama asıl soru şu: Kaç kez yanılmak bizi “enayi” yapar? Nerede aklımızı devreye sokmalı ve kararlarımızı tekrar gözden geçirmeliyiz?
Bir kere yapılan hata, belki bir anlık gaflet veya yenilik arzusudur; insanın merakını yenememesi, heyecanı veya umutlarını test etme isteğidir. İkinci defasında yapılan aynı hata ise belki yine duyguların baskın geldiği anlık bir zayıflıktır. Fakat aynı olay üçüncü defa tekrarlanıyorsa, burada bir durup düşünmek gerekir: Başkaları mı suçlu, yoksa sorun bende mi?
Toplumda bize dayatılan “herkes yapıyor” anlayışı çoğu zaman içgüdülerimizi ve aklımızı bastırır. Etrafımızda bu kadar çok örneği görünce, kendimizi sorgulamadan, çevremizdekileri doğruluk pusulamız olarak alırız. Fakat “herkes yapıyor” diye yapılan her şey doğru mu? Bizi “enayi” durumuna düşüren şey, başkalarının aklını rehber almak, sorgulamadan uyum sağlamaktır.
Geçenlerde sevilen sanatçı Pınar Altuğ, pandemi döneminde herkesin aşılanmaya koştuğu günlere atıfta bulunarak şöyle demişti: “Vallahi doktor değilim. Hepimiz aşılandık, iyi mi ettik kötü mü ettik bilmiyoruz.” O dönem etrafımdaki yüzlerce insanın tezleri veya rehberleri hep şuydu: “Herkes yapıyor. Yanlış olsa milyonlarca insan aşılanır mı? Her ülke yapıyor. Yanlış olsa bu kadar ülke halkını zehirler mi?” Ya da şunu duydum binlerce kişiden: “Yüzlerce gazete aynı şeyi yazıyor.”
Vah vah vah… Eğer gerçekten bir olayı aynı anda pek çok gazetede görmek rehberimiz olacaksa, işte tam da beynimizi ve aklımızı kullanmamız gereken nokta burada başlıyor. Amerika, Irak’ta “kimyasal silah var” gerekçesiyle harekete geçtiğinde, binlerce gazete bunu haber yapmıştı. Peki ya sonra ne oldu? Yıllar sonra, kimyasal silah bulunmadığı açıklandı. Binlerce gazete aynı anda bu haberi neden yaptı? Kitlesel bir algıyı oluşturmak, insanların belirli bir şeye sorgusuz sualsiz inanmasını sağlamak için… Binlerce gazete yazdı diye bir şeyin doğru olduğunu varsaymak, bizi kör bir güvenin pençesine atıyor.
Peki, ne zaman aklımızı kullanmalıyız? En başta, “Ben bu yolda tek başıma yürüyor olsam, bu kararı yine de verir miydim?” diye sormalıyız kendimize. Eğer cevabımız tereddütlü ise, durmak, düşünmek ve gerçekten neye ihtiyaç duyduğumuzu görmek bize yol gösterir. En büyük hatamız, bu soruyu yeterince sormamak. Çoğu zaman içimizde “yanlış yapıyorsun” diyen bir ses vardır; fakat onu susturmak, daha kolay, daha risksiz gelir.
Kısacası, ne kadar çok insan yapıyor, ne kadar çok haber yazıyor olursa olsun, önemli olan bizim bu kalabalığa dahil olmadan önce kendi aklımızı ne kadar kullandığımız. İnsan aklı, yanılabilir ama her yanılsamada “akıl” denen o değerli yetimizi biraz daha büyütürsek, bir gün belki de “enayi” damgası yemekten kurtulabiliriz.
Köşe Yazıları
KENDİNİ ARAMA, ARARKEN BULMA YA DA HEP YOLDA OLMA…
Çok komik bir şey, yeni fark ettim. Gün içinde hep kafamda yazıyorum. Sonra onu satırlara dökmediğim için unutuyorum. Yani aslında kafamda haftada beş yazı yazıyorum😊 Ancak bunların kağıda dökülmesi iki haftada bir oluyor. Yani arada birçok yazı kaynıyor.
Neyse, kafamda yazdıklarım değil, şuan bilgisayar başına oturduğumda aklıma gelenler, dökülecek satırlara.. Kısa bir bilgilendirme oldu.. Merak eden olursa diye.. (Bu arada kendi kendime de söz verdim. Kafamda yazı yazmaya başlayınca, hemen yazıya geçireceğim. Bakalım başarabilecek miyim? )
Başlıktan yola çıktığınızda anlayacağınız gibi, bu kendine yolculuk yazılarından…
Son yıllarda herkes kendi içlerine doğru bir yolculukta, arayışta…
Kimisi buluyor, kimisi bulamıyor.
Ben kendi adıma sanki bu hayat, hep yolda olma hali gibi. Hiç bitmeyen bir içe yolculuk…
Bir buluyorsun, bir kayboluyorsun, tam oldum diye hafif bir sevinç hissederken, hiç de olmadığını görebiliyorsun.,
Çocukluktan beri spiritüel (o zamanlar böyle denmezdi gerçi) konulara merakım vardı. Ama etrafta bu konuları konuşacağım, bu kadar çok insan yoktu.
Kendi kendime okur, araştırır, düşünürdüm. Düşüncelerimin farkında olarak, olumlusuyla değiştirmeye çalışma ve gece yatarken isteklerini düşünerek uyuma gibi, kendimce ritüellerim vardı. Tabii ki kimselerle paylaşmazdım. Sadece kızım bunlara şahitti. Çocuk haliyle, anlayamadığı benim ritüellerimden, meditasyon diyebileceğim odaklanma hallerimden, belki biraz rahatsız olurdu, belki alıştığı için doğal görürdü. Ne yapıyorsun diye bana sorduğunda, anneanne, dede, sen, ben, hepimiz çok sağlıklı olalım diye dua ediyorum derdim. Ayrıca dileklerimi de söylüyorum derdim. O da benimle oturur, içinden kendi duasını ederdi. ,
Sonra aradan yıllar geçti. Oğlum olduğunda, ona gece yatarken dua etme ritüelimi öğretemedim. Çünkü kendim de bırakmıştım. Şimdi düşünüyorum da, 90’lı yıllardan sonra Türkiye’de maneviyattan bir kopuş oldu sanki. Ya da kendi adıma konuşayım, büyük laflar etmeyeyim. İstanbul’da yaşarken, 90’lı yıllardan 2016’ya kadar geçen sürede maneviyattan ciddi bir kopuş yaşadım, yaşadık. Çevremdeki hemen herkes için de bunu söyleyebilirim.
Biz 2017’de İsviçre’ye taşındıktan sonra, ben tekrar en eski hallerime dönüp, kendimle iletişim kurma haline geçtim. Spritüel dediğimiz konunun özü de bu değil mi zaten…
Tüm dünyada bu günlerde, herkes bir içsel yolculuk ve kendini tanıma derdinde. Bence bu çok güzel ve insana umut veriyor. Geçtiğimiz aylarda konuk olduğu bir programda Hollywod Yıldızı Jennifer Lawrens’ın bir sözü çok hoşuma gitti. Bir iki gün önce bir yazıda aynı sözünü tekrar gördüm. Ne güzel ifade etmiş;
‘’ İnsan kendini tanımadığında nereye koyacağını da bilemiyor’’
Kendimizi tanıyıp, koyacağımız yerleri iyi seçebilmeyi diliyorum…Kolaylıkla, en güzeli olsun..
Gülten Yazıcı Dülger
-
E-Dergi9 ay ago
İsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
Ekonomi8 ay ago
İsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
Yaşam7 ay ago
Kıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
İsviçre9 ay ago
Dünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Gündem2 ay ago
HÄGENDORF’TA TÜRKÇE “SİZ BENİ YAKTINIZ SİZ!” DİYE BAĞIRDIĞI DUYULAN ADAM KENDİNİ YAKTI: DURUMU AĞIR, HELİKOPTERLE HASTANEYE KALDIRILDI
-
Gündem9 ay ago
İsviçre’nin Sesi Yankılanıyor…
-
Gündem10 ay ago
Biel’de Skandal: Cinsel İlişki Karşılığında Yabancılara Oturma İzni Belgesi!
-
Gündem10 ay ago
İsviçre’de Emeklilik Oylaması: Kritik Karar!