Köşe Yazıları
İTALYA’NIN İSVİÇRELİLERİ MİLANOLULAR

ile Milano’da bir Hafta Sonu
Milano, şüphesiz akla ilk gelen büyüleyici İtalyan şehirlerinden biri değil. Hatta caddeleri adeta birer açık müze olan Roma ve Floransa gibi şehirlerin yanında sesi soluğu pek çıkmaz, ışığı sönük ve bir hayli de ciddi kalır. Milanolulara gelince; onları “nevi şahsına münhasır” olarak tanımlamak hiç de yanlış olmaz. İşin doğrusu, bildiğimiz anlamda İtalyan gibi İtalyan da değiller. İsviçre’de yaşayan Türklere hiç de yabancı gelmeyecek bir tarzları var Milanoluların-ya da kendilerinin deyişiyle “Milanese”lerin; onlar bir anlamda İtalya’nın İsviçrelileri. Bunu söyleyen ben değilim, yine kendileri!
Geçtiğimiz hafta sonu Milano’da bir grup gerçek Milanoluyla iki gün geçirme fırsatı bulduk. “Gerçek” sıfatını kullanmam, pek çok şehirde olduğu gibi Milano’da da, orada yaşamakla Milanolu olmanın aynı anlama gelmemesinden kaynaklanıyor. Gerçek Milanolu demek, birkaç kuşak boyunca bu şehirde yaşamak demek. Göçlerle değişen nüfusla birlikte zaman içinde bu ailelerin de sayıları gittikçe azalmış, parmakla gösterilecek kadar nadir kalmışlar. Grubumuzun gönüllü rehberliğini üstlenen Vittorio bunlardan biri. Tarihe olan düşkünlüğünü yaşadığı şehre olan tutkusuyla harmanlayan Vittorio, iki gün boyunca ziyaretimizi unutulmaz kılan bilgiler ve hikayeler paylaşıyor bizlerle.
Bu renkli grupla Giacomo ve Christine’in şehrin tam kalbinde yer alan yeni evlerinde düzenledikleri akşam yemeğinde tanışıyoruz. Giacomo yıllardır çalıştığı uluslararası şirketlere ve yaşadığı farklı şehirlere rağmen Milano’dan vazgeçmeyen gerçek bir Milanese. Christine ise “Milano’yu sevsem de bir süre sonra inekleri ve dağları özlüyorum, İsviçre’ye dönünce kendime geliyorum” diyen tatlı bir İsviçreli. Milanoluların İsviçrelilere benzetildiğini öğrendiğimde ikisinin ne kadar uyumlu bir çift olduklarını bir kez daha içimden geçiriyorum.
Akşam yemeğinde Milano usulü et yemekleri, bölgenin meşhur Gorgonzola peyniri ve mısır unuyla yapılan yörenin tipik yemeği olan “polenta” var. Bir vejetaryen olmama ek olarak anne tarafından Karadeniz (Sinop), baba tarafından Abhazya kökenli olduğumdan mısır ununun genlerimde yer aldığını düşünüyorum! Bu sebeple polentayı görünce mutlu oluyorum. Misafirlerin hepsi birbirinden renkli ve hoş sohbet insanlar. İçlerinde finans sektörü çalışanından, yayıncıya, sanatçıdan yöneticiye kadar farklı mesleklerden gelenler var. Moda ve stil merkezi olan şehrin namına uyacak şekilde herkes zarif ve şık. Bir ara Christine beni üst kat komşuları Francesca ile tanıştırıyor. Francesca’nın Milano ve New York’ta sanat galerileri olduğunu öğreniyorum. Belli ki yıllardır çalıştığı bu alanda oldukça tecrübeli ve bilgili, ancak bir o kadar da mütevazi. İnsana sohbeti iyi gelen kişilerden. Bizi Amerikalı bir besteci, söz yazarı ve müzisyen olan, gözlerinin içi gülen eşi ile tanıştırıyor. Merakımı yenemeyip bu sıcakkanlı müzisyene hiç bestelerinden birini uluslararası üne sahip bir şarkıcıya verip vermediğini soruyorum. O da mütevazi bir şekilde cevap veriyor: “Evet, örneğin Michael Jackson”! Daha sonra bu mütevazi Amerikalı müzisyenin eski eşinin de 10-15 sene kadar önce vefat eden, benim de sevdiğim, dünyaca tanınmış bir şarkıcı olduğunu öğrenince iyice şaşırıyorum. Milano’nun sakinlerinin sürprizlerle dolu olduğunu düşünüyor, birden Woody Allen’i anımsıyorum. Ünlü yönetmen, Roma, Paris ve Barselona’ya ek olarak bir de Milano filmi çevirmeli diye düşünüyorum bende Woody Allen filmi tadı bırakan bu akşamın ardından. Gece bizi arabasıyla otelimize bırakan Vittorio ara vermeden yağan yağmura ve saatin geç olmasına aldırmadan geçtiğimiz caddelerdeki önemli binaları bize tek tek tanıtıyor. Ertesi gün onun liderliğinde yapacağımız şehir turunun heyecanını şimdiden yaşadığını görmek beni gülümsetiyor.
Sabah erkenden eski Roma şehrinin kalıntılarından oluşan ve bugünün Milanolularının buluşma noktası olan San Lorenzo Sütunları’nın önünde toplanıyoruz. Yağmurlu ve puslu bir gün. Ama Vittorio’nun anlatımıyla renklenen kültür turumuzun tadını yağmur bile bozamıyor. Daha önce birkaç kez geldiğim Milano’yu, bu kez bir Milanolu grupla gezerken şehrin bambaşka yüzlerini görüyorum. Dışarıdan beni içine çekmeyen ve yalnız olsam belki de girmeyeceğim bazı katedral ve kiliselerin içlerinin ne kadar etkileyici olduğunu görüp büyüleniyorum. Kiliselerden sonra her şehirde benim en sevdiğim yerlerden birine geliyoruz: şehrin tarihi kütüphanesi olan Bibliotheca Ambrosiana’ya! Ambrosiana Kütüphanesi Avrupa’nın en eski halka açık kütüphanelerinden biri. Kütüphane ve kütüphaneyle aynı çatıda bulunan Pinacoteca Ambrosiana (Ambrosiana Sanat Galerisi), içinde 1600’den fazla eser barındırıyor. Kütüphanenin gururu ise Leonardo da Vinci’nin en büyük ve çarpıcı el yazma koleksiyonu olan Codex Atlanticus. Vincili Leonardo adı üstünde, Floransa’ya yakın bir şehir olan Vinci’den. Ancak yaklaşık yirmi yılını geçirdiği Milano ile bütünleşmiş, bu şehirde pek çok eser yaratmış bir büyük isim. Sanat, anatomi, geometri, mekanik gibi daha pek çok konudaki unutulmaz eserlerinin yanısıra, şehirde kendi adına bir de şarap bağı olduğu çok kişi tarafından bilinmez (La Vigna di Leonardo).
Vittorio, bitmeyen enerjisiyle bize da Vinci’yi, şehrin hikayelerini ve tarihi binaları anlatmaya devam ediyor. Onu dinlerken ben bir yandan gruptakileri inceliyor ve hiç durmadan yağan yağmur elbette ki Milanolu grubun şıklığını ve zerafetini etkilemiyor diye düşünüyorum. Christine ile gruptan bazılarının ve sokaklarda yürüyen Milaneselerin başlarındaki şık yağmur şapkalarının yeni Milano modası olduğunu birbirimizin kulağına fısıldayıp gülümsüyoruz.
İtalya’nın neresine gidersek gidelim tanıdık sahne olan en yakın köşe başı “bar”ında ayaküstü bir espresso içip yola devam etme geleneği elbette Milano’da da tüm görkemi ile devam ediyor. Bu kahve duraklarını sigara içenlerin zaruri molalarına benzetiyorum. Grupça bir kafede oturup kahve keyfi yapmak yerine, canı kahve çekenin köşedeki bara girip hızlıca bir kahve içip çıkması şeklinde gelişen bu kahve ritüellerinde sessiz kural, herkesin birbirinin kahve ihtiyacına saygı gösterip sabırla dışarda beklemesi şeklinde. Ne de olsa kahve, İtalyanların ulusal değerlerinden biri, bu konuda herkes birbirine empati kurabiliyor!
Via Armorari’den (Armorari Caddesi) geçerken Vittorio bize, Birinci Dünya Savaşı süresince bu sokakta hizmet veren Amerikan Hastanesi’nin yer aldığı binayı gösteriyor. Savaş sırasında yaralanıp hastanede bir süre kalan Kızıl Haç’ta gönüllü ambulans şoförü 19 yaşındaki Ernest’in hikayesi beni kalbimden vuruyor. Genç Ernest, tedavi gördüğü sırada kendisinden yaşça büyük olan güzel hemşiresi Agnes Von Kurowsky’e aşık olur. Hemşirenin “çocuk”şeklinde isim taktığı bu özgüvenli gencin ona karşılık olarak “Bayan Çocuk” demesiyle karşılıklı flörtleşme olarak başlayan ilişki, zaman içinde Agnes’in de ona aşık olmasıyla ciddileşir ve bir süre devam eder. Ancak Ernest Amerika’ya döndükten bir süre sonra Agnes’in ona yazdığı bir mektupla son bulur. Agnes, günün birinde bu gencin Ernest Hemingway olarak dünyaca tanınan bir yazar olacağını ve onun yazacağı hikaye ve romanlara-özellikle de “Silahlara Veda”ya ilham olacağını bilse ilişkilerinin kaderi değişir miydi acaba diye düşünmeden duramıyorum.
Kültür, sanat, lezzet ve çoraplarımıza kadar yağmur dolu(!) bir günün ardından akşam Milano usulü safranlı risotto (Risotto alla Milanese) yiyeceğimiz geleneksel Milano “trattoria”sında buluşmak üzere gruptan ayrılıyoruz.
Akşamüstü gelip çattığında İngilizler için nasıl çay saati vazgeçilmez olursa, Milanolular için de 18:00’den itibaren “aperitivo” saati başlar. Aperitivo, bir anlamda şehir sakinleri için yemek öncesi akşam atıştırması ama en çok da iş çıkışı sosyalleşme aktivitesidir. Çoğu yerde açık büfeden sınırsız yiyeceğin eşlik ettiği bu içki saati, Milanolular için olmazsa olmaz. Tabi yeme içmeden bu kadar bahsedip Milanoluların daimi zevküsefa peşinde oldukları sonucuna varılmasına da neden olmamalıyım. Başta da değindiğim gibi “Milanese”ler çalışkanlıkları ile ünlü. Para kazanmak, çalışmak, hedefler koymak ve başarı elde etmek onlar için son derece önemli. Grubumuzdaki tek Romalı arkadaşımız Gaetano’nun da bu konuda yaptığımız sohbette teyid ettiği gibi, başkentliler çoğumuzun bildiği İtalyan yaşam stilinin sembolü olan “La Dolce Vita” (Tatlı Hayat) görüşüne uygun sakin ve stressiz hayatı savunurken, Milanolular “Bugün çalışabiliyorken çok çalış, ama işten çıktığın anda da sosyalleşmenin hakkını ver” mantığında yaşıyorlar. Ne de olsa İsviçreliler gibi pragmatik insanlar! Bu çalışkan ama sosyal İtalyanlar, şehirlerine de çok bağlılar ve Milano ile gurur duyuyorlar. Bu bağlılıklarını anlatan Milanese lehçesiyle çok kullandıkları meşhur bir de deyimleri var ki, bence şehirlerine olan bütün hislerini birkaç kelime ile özetliyor:
“Milan l’è on gran Milan!” (Milano, büyük Milano)




Köşe Yazıları
Aklımızı Kaçırmazsak İyidir


Bugün yazar Franzobel’ in Die Presse gazetesindeki bir söyleşisini okudum. Dünyadaki olağanüstü durumlardan ve Avrupa’ nın bir savaşa sürüklendiğinden bahsediyordu. Dün Elon Musk’ ın Twitter/X platformunda Mars’ta kurmayı düşündüğü yeni distopik dünyanın bir görselini gördüm. Tek bir ağaç yok, doğanın D’ si yok karamsar bir dünya hayali. Bunlar her gün gördüğümüz haberlerden sadece iki örnek.
Gün geçmiyor ki, dünyanın sonu, savaşlar, açlık, felaketlerle ilgili bir haber görmeyelim. İnternete girmeyeyim diyorum artık onsuz da olmuyor. Tv’ de günlük haberleri izlemezsem sanki hayattan bir şeyleri kaçıracağım gibi geliyor. Ama bu felaket tellalığı da hayatımızdan ve ruhumuzdan çalıyor. Okudukça, izledikçe eriyoruz ve yokolma psikolojisine giriyoruz.
Felaket Haberlerine Rağmen Hayatı Sürdürebilmek
Dünya yıkılıyor haberlerinin yanında biz de normal ölümlüler olarak banal günlük hayatımızı sürdürmeye çalışıyoruz. Çocuğumun okul gezisi, veli toplantısı, yapılacak alışverişler, doktora ilaç yazdır gibi insani yükümlülüklerimizle uğraşıyoruz. Kalan birazcık boş zamanımızda da bizi biraz başka dünyalara götürecek iyi bir kitap veya film izlemeye, biraz doğada aktif kalmaya, sevdiklerimizle zaman geçirmeye çalışıyoruz.
Dünyanın ipleri bir avuç güçlü ama akıl sağlığından şüphe duyduğum insanın elinde ve istedikleri gibi oynatıyorlar gibi geliyor. Biz ne değiştirebiliriz? Hiç. Her ne kadar doğayı korumaya, iyi insanlar olmaya çalışsak da bu bir avuç insan istediğini yapmıyor mu sonuçta? Savaş çıksın diyorlar çıkıyor, bir yerlere el koymak istiyorlar oluyor. Güçlerini balyoz gibi insanların kafasına vurup duruyorlar.
Ben artık orta yaşı geçtim ne kadar ömrüm kaldı bilmiyorum ama gelecek nesiller için çok kaygılıyım. Çocuklarımızı nasıl bir gelecek bekliyor bilmiyorum. Dünyadaki hayatlarını mutlu geçirsinler istiyorum ve asla geleneksel anneler gibi evlenin, çocuk yapın demiyorum. Nasıl bir dünyaya çocuk getireceklerini bilemediğim için en azından kendi hayatlarını güzel yaşasınlar diye düşünüyorum.
Belki bunlar eskiden de vardı ama belki ilerleyen yaşımız, belki daha fazla sosyal medyayla haşır neşir olduğumuz için şimdi daha açık bir şekilde görebiliyoruz bir şeylerin yolunda gitmediğini.
Ben ve pek çok arkadaşım akıl sağlığımızı korumak adına spiritüelliğe yöneldik. Meditasyonlar, olumlamalarla harap olan sinirlerimizi yatıştırıp biraz moral bulmaya çalışıyoruz. Yoksa her gün yeniden ayağa kalkıp hayatı sürdürecek gücü bulamayacağız. Siz ne dersiniz tüm bu dünyada olanlara? Aklımızı kaçırmazsak iyidir.
Köşe Yazıları
Hayatın Acımasızlığına Sessiz Bir Başkaldırı “Vejetaryen”

“Her şey bana yabancı geliyor. Sanki bir şeylerin arka tarafına geçmişim gibi. Kulbu olmayan bir kapının ardındaymışım gibi.”

Bütün insanlarla iletişimi kesip, bir bitki gibi sessiz yaşamayı hayal ettiniz mi hiç? Dünyaya yabancı, insanlara uzak, yalnızca bir pencere kenarından hayatı izleyen bir gölge gibi…
Han Kang’ın Vejetaryen adlı romanı tam da bu duygunun içinde filizlenen, derin bir yabancılaşma hikâyesi. Kendi bedenine ve topluma karşı sessiz bir isyanın, insan olmanın ağırlığından sıyrılma arzusuyla yazılmış muazzam bir kurmaca.
2016’da Man Booker Ödülü’nü kazanan ve yazara uluslararası bir ün kazandıran roman, yalnızca bir kadının vejetaryen olmaya karar vermesiyle başlayan bir hikâye değil; toplumun, patriyarkal sistemin, bedenin ve kimliğin sınırlarını zorlayan, rahatsız edici, sarsıcı ve düşündürücü bir başkaldırı anlatısı.
Han Kang, 2024 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan ilk Güney Koreli yazar ve aynı zamanda bu ödülü alan ilk Asyalı kadın oldu. Vejetaryen ise onun küresel çapta tanınmasını sağlayan en önemli eserlerinden biri. Kitap, bir gece gördüğü rüyanın etkisiyle aniden et yemeyi bırakan Yeong-hye’nin hikâyesini anlatıyor. Ancak bu basit bir beslenme tercihi değil; bedenini ve zihnini bütünüyle dönüştürme arzusunun başlangıcı. Gittikçe içine kapanan, konuşmayı, hatta yemeyi bile reddeden Yeong-hye, insan olmaktan çıkıp bir bitkiye dönüşme isteğiyle çevresini sarsarken, roman da okuyucusunu derin bir sorgulamanın içine çekiyor.
Vejetaryen, Moğol Lekesi ve Alev Ağacı olmak üzere 3 bölümden oluşan roman, her bölümünde Yeong-hye’yi farklı bir anlatıcının gözünden resmediyor: Önce kocası, sonra eniştesi, en sonunda da ablası. Kocası için Yeong-hye sıradan, dikkat çekmeyen, varlığı ve yokluğu belli olmayan bir eş. Ancak vejetaryen olmasıyla birlikte, onun gözünde tahammül edilemez biri haline geliyor. Kendi kararlarını vermesi, yemek yemeyi reddetmesi, en önemlisi de toplumsal kalıpların dışına çıkması, kadını ailesinin ve toplumun gözünde bir tehdit haline getiriyor.
Yeong-hye, yalnızca hayvansal gıdaları tüketmeyi reddetmekle kalmıyor, aynı zamanda insan dünyasından kopuyor. Bir bitki gibi yaşamaya çalışıyor, kök salmak istiyor. “Ben artık hayvan değilim abla… Yemek falan yemesem de olur. Yaşayabilirim. Sadece güneş ışığı yeterli,” diyor. Ancak toplum, özellikle de erkek egemen düzen, bu dönüşümü bir tehdit olarak görüyor. Babası onu zorla et yemeye zorlarken, kocası ve ailesi onun “delirdiğini” düşünüyor. Kadının bedeni üzerindeki kontrol, sadece fiziksel değil, psikolojik bir baskıya da dönüşüyor.

“Çevrenin kıskançlık ve karalamalarını hoparlörden çıkan cızırtılı sesler gibi yanında taşıyarak yoluna devam etmişti”
Romanın ilerleyen bölümlerinde Yeong-hye’nin dünyayla olan bağları tamamen koparken, onu akıl hastanesinde, kendini açlığa mahkûm etmiş, varoluşunun son noktasına gelmiş halde görüyoruz. En çarpıcı sahnelerden biri ise ablasının hastaneye yaptığı ziyaret sırasında yaşanıyor: Yeong-hye’yi baş aşağı dururken görüyor. Yeong-hye göre bu, tamamen doğal bir duruş. Çünkü başı toprağın altında bir kök, kolları ise toprağı saran dallar. Rahmi ise açmakta olan bir çiçek…
Peki, Yeong-hye gerçekten “deli” mi? Yoksa toplumun kadınlara dayattığı rolleri reddettiği için, patriyarkanın kurallarına uymadığı için “akıl hastası” ilan edilen bir kadın mı? Han Kang, roman boyunca bizi bu sorularla baş başa bırakıyor. Kadın bedeninin denetim altında tutulduğu, erkeklerin dünyasında kadının kendine ait bir varoluş inşa etmeye çalıştığında nasıl dışlandığını gözler önüne seriyor. “Bu roman, insan şiddetiyle ve bu şiddetin reddinin mümkün olmayışıyla ilgili,” diyor Han Kang röportajında. Gerçekten de Vejetaryen, insan doğasının en karanlık yanlarını, bastırılmış arzuları, şiddetin hem fiziksel hem psikolojik boyutlarını gözler önüne seren bir hikâye.
Okurken, Yeong-hye’nin yaşadıklarını hissetmemek, onun yalnızlığına ortak olmamak imkânsız. Derinizde kabuk bağlamış yaraları koparıp, tekrar kanatan Vejetaryen, insanın varoluşuna, doğayla ve toplumla kurduğu ilişkiye dair unutulmaz bir anlatı.
İsviçre
İSVİÇRE’NİN SESİ VE +41 HABER’DE YENİ BİR KÖŞE: ÖZDEN ALİYAGİÇ UYAR’LA EDEBİYATIN İZİNDE

İsviçreninsesi ve +41Haber ailesine hoş geldin, Özden Aliyagiç Uyar!
Edebiyat tutkusuyla öne çıkan Özden Aliyagiç Uyar, artık İsviçre’nin Sesi ve + 41 Haber okurları için kitapların peşine düşüyor. Edebiyatın İzinde köşesinde, özenle seçtiği eserleri değerlendirerek edebiyat dünyasının kapılarını sizler için aralıyor. Okuduğu kitapların özet ve tanıtımlarının yanı sıra, sizleri satır aralarında gizlenen anlamları keşfetmeye, kelimelerin izinde yeni yolculuklara çıkmaya davet ediyor.
Edebiyatın büyüleyici dünyasına adım atarken, güncel haberler, özel röportajlar ve farklı bakış açılarıyla derinlikli içerikler de bu köşede sizleri bekliyor.
Özden Aliyagiç Uyar Kimdir?
Gazetecilik alanında lisans eğitimi aldıktan sonra Pazarlama Yönetimi yüksek lisansını tamamlayan Özden Aliyagiç Uyar, kariyerine Alman Vogel Burda Dergi Grubu’nda başladı. Yayıncılık sektöründe edindiği deneyimin ardından, 2007 yılında Tayvan merkezli Zyxel Networks’ün Türkiye ofisine katılarak pazarlama alanında önemli görevler üstlendi. Daha sonra Ortadoğu, Benelux ve Nordics bölgelerinde marka yönetimi ve pazarlama operasyonlarını yönetti.
2023 yılında İsviçre’nin Zürih kentine taşınan Özden Uyar, edebiyata olan ilgisini kişisel Instagram sayfası @ozdenevar üzerinden kitap değerlendirmeleri yaparak okurlarla buluşturuyor. Okuma ve yazma alışkanlıklarını geliştirmeye büyük önem veren Uyar, edebiyat, kültür ve sanat alanlarında çeşitli eğitimler almakta ve Almanca öğrenimine devam etmektedir.
Evli ve bir çocuk annesi olan Özden Uyar, ruh ve beden sağlığını desteklemek adına uzun doğa yürüyüşleri yapmakta ve pilatesle ilgilenmektedir.

-
E-Dergi12 ay önce
İsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
Ekonomi11 ay önce
İsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
Yaşam10 ay önce
Kıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
İsviçre12 ay önce
Dünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Gündem3 ay önce
ERDOĞAN KARŞITI PAYLAŞIMLARI SIĞINMA BAŞVURUSUNDA HAKLI GEREKÇE OLARAK GÖRÜLMEDİ
-
Dünya3 ay önce
META’NIN COVİD-19 AŞILARIYLA İLGİLİ YANILTICI BİLGİ KARARI: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLIYOR MU?
-
Gündem3 ay önce
TÜRKİYE’DEN GELEN SIĞINMA BAŞVURULARINA GETİRİLEN SERT UYGULAMALARA TEPKİ
-
Kültür Sanat1 yıl önce
Ferdi Tayfur’un Mücadele Dolu Hikayesi: Şeker Hastalığı ve Organ Nakli