Sosyal Medya

Köşe Yazıları

KENDİNİ ARAMA, ARARKEN BULMA YA DA HEP YOLDA OLMA…

yazar

Yayınlayan

on

Çok komik bir şey, yeni fark ettim. Gün içinde hep kafamda yazıyorum. Sonra onu satırlara dökmediğim için unutuyorum. Yani aslında kafamda haftada beş yazı yazıyorum😊 Ancak bunların kağıda dökülmesi iki haftada bir oluyor. Yani arada birçok yazı kaynıyor.

Neyse, kafamda yazdıklarım değil, şuan bilgisayar başına oturduğumda aklıma gelenler, dökülecek satırlara.. Kısa bir bilgilendirme oldu.. Merak eden olursa diye.. (Bu arada kendi kendime de söz verdim. Kafamda yazı yazmaya başlayınca, hemen yazıya geçireceğim. Bakalım başarabilecek miyim? )

Başlıktan yola çıktığınızda anlayacağınız gibi, bu kendine yolculuk yazılarından…

Son yıllarda herkes kendi içlerine doğru bir yolculukta, arayışta…

Kimisi buluyor, kimisi bulamıyor.

Ben kendi adıma sanki bu hayat, hep yolda olma hali gibi. Hiç bitmeyen bir içe yolculuk…

Bir buluyorsun, bir kayboluyorsun, tam oldum diye hafif bir sevinç hissederken, hiç de olmadığını görebiliyorsun.,

Çocukluktan beri spiritüel (o zamanlar böyle denmezdi gerçi) konulara merakım vardı. Ama etrafta bu konuları konuşacağım, bu kadar çok insan yoktu.

Kendi kendime okur, araştırır, düşünürdüm. Düşüncelerimin farkında olarak, olumlusuyla değiştirmeye çalışma ve gece yatarken isteklerini düşünerek uyuma gibi, kendimce ritüellerim vardı. Tabii ki kimselerle paylaşmazdım. Sadece kızım bunlara şahitti. Çocuk haliyle, anlayamadığı benim ritüellerimden, meditasyon diyebileceğim odaklanma hallerimden,  belki biraz rahatsız olurdu, belki alıştığı için doğal görürdü.  Ne yapıyorsun diye bana sorduğunda, anneanne, dede, sen, ben, hepimiz çok sağlıklı olalım diye dua ediyorum derdim. Ayrıca dileklerimi de söylüyorum derdim. O da benimle oturur, içinden kendi duasını ederdi. ,

 Sonra aradan yıllar geçti. Oğlum olduğunda, ona gece yatarken dua etme ritüelimi öğretemedim. Çünkü kendim de bırakmıştım. Şimdi düşünüyorum da, 90’lı yıllardan sonra Türkiye’de maneviyattan bir kopuş oldu sanki. Ya da kendi adıma konuşayım, büyük laflar etmeyeyim. İstanbul’da yaşarken, 90’lı yıllardan 2016’ya kadar geçen  sürede maneviyattan ciddi bir kopuş yaşadım, yaşadık. Çevremdeki hemen herkes için de bunu söyleyebilirim.

Biz 2017’de İsviçre’ye taşındıktan sonra, ben tekrar en eski hallerime dönüp, kendimle iletişim kurma haline geçtim. Spritüel dediğimiz konunun özü de bu değil mi zaten…

Tüm dünyada bu günlerde, herkes bir içsel yolculuk ve kendini tanıma derdinde. Bence bu çok güzel ve insana umut veriyor. Geçtiğimiz aylarda konuk olduğu bir programda Hollywod Yıldızı Jennifer Lawrens’ın bir sözü çok hoşuma gitti. Bir iki gün önce bir yazıda aynı sözünü tekrar gördüm. Ne güzel ifade etmiş;

‘’ İnsan kendini tanımadığında nereye koyacağını da bilemiyor’’

Kendimizi tanıyıp, koyacağımız yerleri iyi seçebilmeyi  diliyorum…Kolaylıkla, en güzeli olsun..

Gülten Yazıcı Dülger

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

‘’ÖĞRENİLMİŞ CEHALET, KUTSALDIR’’ 

yazar

Yayınlayan

on

Nicolas von Cusanus

 ‘’Öğrenilmiş cehalet, kutsaldır’’  sözü,  ünlü Alman düşünür (gerçi popülerlik açısından baktığımızda Türkiye’de Nietzche kadar ünlü değil)  felsefeci, hukukçu, matematikçi, din adamı, astronomi, mantık, bir çok alanda  çağının çok ilerisinde bir insanın;  Nicolas Cusanus’un lafı.

Nerden çıktı şimdi Cusanus ve lafı demeyin. Bu lafın, İstanbul ile de enteresan bir bağlantısı var..

Bu Alman düşünür, yaşadığı dönemde (1401-1464) İstanbul’a gelmiş. Ve geride bıraktığı notlarından ve kitaplarından öğrenildiği kadarıyla, bu lafı ve bunun üzerine kurduğu neredeyse koca felsefe ve eseri yazmaya, İstanbul dönüşü, yolda aklına gelen bu cümle ile başlamış. Eseri: De Docta Ignorantia (Öğrenilmiş Cehalet Hakkında)

Bunu ilk okuduğumda ilgimi çekmişti. Ama tabii, İsviçre’ye taşınmadan önceki Gülten ile buradaki Gülten’in öncelikleri ve zamanı kullanması arasında ciddi fark olduğundan, bir yerlerde hafızamda tasnif edilmiş, kalmıştı. Geçenlerde kitapları karıştırırken gözüme çarptı.

Cusanus; insanın eğitim alıp öğrenmekle,  sadece belli açılardan bakarak, gerçekliğin bir kısmını görebileceğini ve mutlak yani gerçek bilgiye,  asla sahip olamayacağını söylüyor. 

Eğitim alıp, kendini geliştiren insanın, öncelikle ne kadar cahil olduğunu ve bu cehaletini bu ömründe bitirmenin mümkün olmadığını kabul etmesinin, takdir edilmesi gerektiğini ileri sürüyor. 

Bunu tekrar hatırlamak bana çok iyi geldi.

Birincisi;  her şeyi bilmeye çalışmak gibi bir derdin ortadan kalkıyor😊 Ne yaparsan yap, zaten bunu başaramayacaksın. Bir rahatlıyorsun.

 İkincisi; bunun zıttı … Zorlayıcı tarafı da bu. Sürekli kendini eğitmeye çalışacaksın, cehaletinin hiç bitmeyeceğini bilerek.

Bu, ne kadar zorlayıcı olsa da,  insan olarak, bizim yapabileceğimiz bir şey.

Öleceğimizi bilerek, yaşıyoruz.

Demek ki, cehaletimizin bitmeyeceğini bilerek de, kendimizi eğitmeye devam edebiliriz.

Gelelim diğer bir konuya ki, bence bu, beni bu yazıya iten sebep. Bizim topraklardan dönerken Cusonus’un aklına geldiğine göre, o topraklarda ya çok bilmiş, ukala insanlar vardı  ya da çok engin bilgisine ragmen, cahil olduğunun farkında olan insanlar 😊 Her halukarda da üzerinde düşünmeye değer..

Bu konuda lafları olan, doğu felsefesinde de bir çok kişi var. Ben şu anda, bu taraftan o tarafa bakmaya çalıştığım için, batılı düşünürler üzerinden anlamlandırmaya çalışıyorum.

 Neyi anlamlandırmaya çalışıyorsun diyorsanız eğer; her şeyi.  Yaşamı, Türkiye’yi, Avrupa’yı, Amerika’yı, dünyayı ya da sadece kendi yaşamımı…Ama tabii ki ahkam kesmeye çalışmayacağım. Kendi yazdıklarımla ters düşmek istemem😊 Sokrates’in de dediği gibi; ‘’Bildiğim tek şey, hiç bir şey bilmediğimdir.’’

Ama şunu söyleyebilirim, akıl vermek değil de aklıma geleni paylaşmak diyeyim.

Öğrendiğimiz bilgiye ya da inanca sıkı sıkı sarılıp, o doğrultuda yol almak yerine, yeni fikirlere açık olabiliriz.

Gittiğimiz yolun doğru yol olmadığını, farklı bir yola girmemiz gerektiğini görebiliriz.

Zaten dünyada fiziken de, hep aynı yönde gidersen, başladığın yere ulaşıyorsan…

O zaman niye hep aynı yönde gidesin…

Kim başladığı noktaya dönmek ister ki?

Ben istemem…

Siz ister miydiniz?

Harika iki hafta diliyorum…

Not:  Bu arada beyin yakmak istemedim, sadece beyin çalıştırmaya çalışmak diyeyim😊

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

KAÇ KEZ YANILDIĞINDA “ENAYİ” OLUR İNSAN?

yazar

Yayınlayan

on

İnsan hayatı boyunca bir değil, birçok kez yanılabilir. Hepimiz hayatta düşe kalka öğreniyoruz; bazen çok büyük hatalar yapıyoruz, bazen de küçük yanılgılar içinde sürükleniyoruz. Ama asıl soru şu: Kaç kez yanılmak bizi “enayi” yapar? Nerede aklımızı devreye sokmalı ve kararlarımızı tekrar gözden geçirmeliyiz?

Bir kere yapılan hata, belki bir anlık gaflet veya yenilik arzusudur; insanın merakını yenememesi, heyecanı veya umutlarını test etme isteğidir. İkinci defasında yapılan aynı hata ise belki yine duyguların baskın geldiği anlık bir zayıflıktır. Fakat aynı olay üçüncü defa tekrarlanıyorsa, burada bir durup düşünmek gerekir: Başkaları mı suçlu, yoksa sorun bende mi?

Toplumda bize dayatılan “herkes yapıyor” anlayışı çoğu zaman içgüdülerimizi ve aklımızı bastırır. Etrafımızda bu kadar çok örneği görünce, kendimizi sorgulamadan, çevremizdekileri doğruluk pusulamız olarak alırız. Fakat “herkes yapıyor” diye yapılan her şey doğru mu? Bizi “enayi” durumuna düşüren şey, başkalarının aklını rehber almak, sorgulamadan uyum sağlamaktır.

Geçenlerde sevilen sanatçı Pınar Altuğ, pandemi döneminde herkesin aşılanmaya koştuğu günlere atıfta bulunarak şöyle demişti: “Vallahi doktor değilim. Hepimiz aşılandık, iyi mi ettik kötü mü ettik bilmiyoruz.” O dönem etrafımdaki yüzlerce insanın tezleri veya rehberleri hep şuydu: “Herkes yapıyor. Yanlış olsa milyonlarca insan aşılanır mı? Her ülke yapıyor. Yanlış olsa bu kadar ülke halkını zehirler mi?” Ya da şunu duydum binlerce kişiden: “Yüzlerce gazete aynı şeyi yazıyor.”

Vah vah vah… Eğer gerçekten bir olayı aynı anda pek çok gazetede görmek rehberimiz olacaksa, işte tam da beynimizi ve aklımızı kullanmamız gereken nokta burada başlıyor. Amerika, Irak’ta “kimyasal silah var” gerekçesiyle harekete geçtiğinde, binlerce gazete bunu haber yapmıştı. Peki ya sonra ne oldu? Yıllar sonra, kimyasal silah bulunmadığı açıklandı. Binlerce gazete aynı anda bu haberi neden yaptı? Kitlesel bir algıyı oluşturmak, insanların belirli bir şeye sorgusuz sualsiz inanmasını sağlamak için… Binlerce gazete yazdı diye bir şeyin doğru olduğunu varsaymak, bizi kör bir güvenin pençesine atıyor.

Peki, ne zaman aklımızı kullanmalıyız? En başta, “Ben bu yolda tek başıma yürüyor olsam, bu kararı yine de verir miydim?” diye sormalıyız kendimize. Eğer cevabımız tereddütlü ise, durmak, düşünmek ve gerçekten neye ihtiyaç duyduğumuzu görmek bize yol gösterir. En büyük hatamız, bu soruyu yeterince sormamak. Çoğu zaman içimizde “yanlış yapıyorsun” diyen bir ses vardır; fakat onu susturmak, daha kolay, daha risksiz gelir.

Kısacası, ne kadar çok insan yapıyor, ne kadar çok haber yazıyor olursa olsun, önemli olan bizim bu kalabalığa dahil olmadan önce kendi aklımızı ne kadar kullandığımız. İnsan aklı, yanılabilir ama her yanılsamada “akıl” denen o değerli yetimizi biraz daha büyütürsek, bir gün belki de “enayi” damgası yemekten kurtulabiliriz.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

İTALYA’NIN İSVİÇRELİLERİ MİLANOLULAR

yazar

Yayınlayan

on

ile Milano’da bir Hafta Sonu

Milano, şüphesiz akla ilk gelen büyüleyici İtalyan şehirlerinden biri değil. Hatta caddeleri adeta birer açık müze olan Roma ve Floransa gibi şehirlerin yanında sesi soluğu pek çıkmaz, ışığı sönük ve bir hayli de ciddi kalır. Milanolulara gelince; onları “nevi şahsına münhasır” olarak tanımlamak hiç de yanlış olmaz. İşin doğrusu, bildiğimiz anlamda İtalyan gibi İtalyan da değiller. İsviçre’de yaşayan Türklere hiç de yabancı gelmeyecek bir tarzları var Milanoluların-ya da kendilerinin deyişiyle “Milanese”lerin; onlar bir anlamda İtalya’nın İsviçrelileri. Bunu söyleyen ben değilim, yine kendileri! 

Geçtiğimiz hafta sonu Milano’da bir grup gerçek Milanoluyla iki gün geçirme fırsatı bulduk. “Gerçek”  sıfatını kullanmam, pek çok şehirde olduğu gibi Milano’da da, orada yaşamakla Milanolu olmanın aynı anlama gelmemesinden kaynaklanıyor. Gerçek Milanolu demek, birkaç kuşak boyunca bu şehirde yaşamak demek. Göçlerle değişen nüfusla birlikte zaman içinde bu ailelerin de sayıları gittikçe azalmış, parmakla gösterilecek kadar nadir kalmışlar. Grubumuzun gönüllü rehberliğini üstlenen Vittorio bunlardan biri. Tarihe olan düşkünlüğünü yaşadığı şehre olan tutkusuyla harmanlayan Vittorio, iki gün boyunca ziyaretimizi unutulmaz kılan bilgiler ve hikayeler paylaşıyor bizlerle.

Bu renkli grupla Giacomo ve Christine’in şehrin tam kalbinde yer alan yeni evlerinde düzenledikleri akşam yemeğinde tanışıyoruz. Giacomo yıllardır çalıştığı uluslararası şirketlere ve yaşadığı farklı şehirlere rağmen Milano’dan vazgeçmeyen gerçek bir Milanese. Christine ise “Milano’yu sevsem de bir süre sonra inekleri ve dağları özlüyorum, İsviçre’ye dönünce kendime geliyorum” diyen tatlı bir İsviçreli. Milanoluların İsviçrelilere benzetildiğini öğrendiğimde ikisinin ne kadar uyumlu bir çift olduklarını bir kez daha içimden geçiriyorum.

Akşam yemeğinde Milano usulü et yemekleri, bölgenin meşhur Gorgonzola peyniri ve mısır unuyla yapılan yörenin tipik yemeği olan “polenta” var. Bir vejetaryen olmama ek olarak anne tarafından Karadeniz (Sinop), baba tarafından Abhazya kökenli olduğumdan mısır ununun genlerimde yer aldığını düşünüyorum! Bu sebeple polentayı görünce mutlu oluyorum.  Misafirlerin hepsi birbirinden renkli ve hoş sohbet insanlar. İçlerinde finans sektörü çalışanından, yayıncıya, sanatçıdan yöneticiye kadar farklı mesleklerden gelenler var. Moda ve stil merkezi olan şehrin namına uyacak şekilde herkes zarif ve şık. Bir ara Christine beni üst kat komşuları Francesca ile tanıştırıyor. Francesca’nın Milano ve New York’ta sanat galerileri olduğunu öğreniyorum. Belli ki yıllardır çalıştığı bu alanda oldukça tecrübeli ve bilgili, ancak bir o kadar da mütevazi. İnsana sohbeti iyi gelen kişilerden. Bizi Amerikalı bir besteci, söz yazarı ve müzisyen olan, gözlerinin içi gülen eşi ile tanıştırıyor. Merakımı yenemeyip bu sıcakkanlı müzisyene hiç bestelerinden birini uluslararası üne sahip bir şarkıcıya verip vermediğini soruyorum. O da mütevazi bir şekilde cevap veriyor: “Evet, örneğin Michael Jackson”! Daha sonra bu mütevazi Amerikalı müzisyenin eski eşinin de 10-15 sene kadar önce vefat eden, benim de sevdiğim, dünyaca tanınmış bir şarkıcı olduğunu öğrenince iyice şaşırıyorum. Milano’nun sakinlerinin sürprizlerle dolu olduğunu düşünüyor, birden Woody Allen’i anımsıyorum. Ünlü yönetmen, Roma, Paris ve Barselona’ya ek olarak bir de Milano filmi çevirmeli diye düşünüyorum bende Woody Allen filmi tadı bırakan bu akşamın ardından. Gece bizi arabasıyla otelimize bırakan Vittorio ara vermeden yağan yağmura ve saatin geç olmasına aldırmadan geçtiğimiz caddelerdeki önemli binaları bize tek tek tanıtıyor. Ertesi gün onun liderliğinde yapacağımız şehir turunun heyecanını şimdiden yaşadığını görmek beni gülümsetiyor.

Sabah erkenden eski Roma şehrinin kalıntılarından oluşan ve bugünün Milanolularının buluşma noktası olan San Lorenzo Sütunları’nın önünde toplanıyoruz. Yağmurlu ve puslu bir gün. Ama Vittorio’nun anlatımıyla renklenen kültür turumuzun tadını yağmur bile bozamıyor. Daha önce birkaç kez geldiğim Milano’yu, bu kez bir Milanolu grupla gezerken şehrin bambaşka yüzlerini görüyorum. Dışarıdan beni içine çekmeyen ve yalnız olsam belki de girmeyeceğim bazı katedral ve kiliselerin içlerinin ne kadar etkileyici olduğunu görüp büyüleniyorum. Kiliselerden sonra her şehirde benim en sevdiğim yerlerden birine geliyoruz: şehrin tarihi kütüphanesi olan Bibliotheca Ambrosiana’ya! Ambrosiana Kütüphanesi Avrupa’nın en eski halka açık kütüphanelerinden biri. Kütüphane ve kütüphaneyle aynı çatıda bulunan Pinacoteca Ambrosiana (Ambrosiana Sanat Galerisi), içinde 1600’den fazla eser barındırıyor. Kütüphanenin gururu ise Leonardo da Vinci’nin en büyük ve çarpıcı el yazma koleksiyonu olan Codex Atlanticus. Vincili Leonardo adı üstünde, Floransa’ya yakın bir şehir olan Vinci’den. Ancak yaklaşık yirmi yılını geçirdiği Milano ile bütünleşmiş, bu şehirde pek çok eser yaratmış bir büyük isim. Sanat, anatomi, geometri, mekanik gibi daha pek çok konudaki unutulmaz eserlerinin yanısıra, şehirde kendi adına bir de şarap bağı olduğu çok kişi tarafından bilinmez (La Vigna di Leonardo).

Vittorio, bitmeyen enerjisiyle bize da Vinci’yi, şehrin hikayelerini ve tarihi binaları anlatmaya devam ediyor. Onu dinlerken ben bir yandan gruptakileri inceliyor ve hiç durmadan yağan yağmur elbette ki Milanolu grubun şıklığını ve zerafetini etkilemiyor diye düşünüyorum. Christine ile gruptan bazılarının ve sokaklarda yürüyen Milaneselerin başlarındaki şık yağmur şapkalarının yeni Milano modası olduğunu birbirimizin kulağına fısıldayıp gülümsüyoruz.

İtalya’nın neresine gidersek gidelim tanıdık sahne olan en yakın köşe başı “bar”ında ayaküstü bir espresso içip yola devam etme geleneği elbette Milano’da da tüm görkemi ile devam ediyor. Bu kahve duraklarını sigara içenlerin zaruri molalarına benzetiyorum. Grupça bir kafede oturup kahve keyfi yapmak yerine, canı kahve çekenin köşedeki bara girip hızlıca bir kahve içip çıkması şeklinde gelişen bu kahve ritüellerinde sessiz kural, herkesin birbirinin kahve ihtiyacına saygı gösterip sabırla dışarda beklemesi şeklinde. Ne de olsa kahve, İtalyanların ulusal değerlerinden biri, bu konuda herkes birbirine empati kurabiliyor!

Via Armorari’den (Armorari Caddesi) geçerken Vittorio bize, Birinci Dünya Savaşı süresince bu sokakta hizmet veren Amerikan Hastanesi’nin yer aldığı binayı gösteriyor. Savaş sırasında yaralanıp hastanede bir süre kalan Kızıl Haç’ta gönüllü ambulans şoförü 19 yaşındaki Ernest’in hikayesi beni kalbimden vuruyor. Genç Ernest, tedavi gördüğü sırada kendisinden yaşça büyük olan güzel hemşiresi Agnes Von Kurowsky’e aşık olur. Hemşirenin “çocuk”şeklinde isim taktığı bu özgüvenli gencin ona karşılık olarak “Bayan Çocuk” demesiyle karşılıklı flörtleşme olarak başlayan ilişki, zaman içinde Agnes’in de ona aşık olmasıyla ciddileşir ve bir süre devam eder. Ancak Ernest Amerika’ya döndükten bir süre sonra  Agnes’in ona yazdığı bir mektupla son bulur. Agnes, günün birinde bu gencin Ernest Hemingway olarak dünyaca tanınan bir yazar olacağını ve onun yazacağı hikaye ve romanlara-özellikle de “Silahlara Veda”ya ilham olacağını bilse ilişkilerinin kaderi değişir miydi acaba diye düşünmeden duramıyorum.     

Kültür, sanat, lezzet ve çoraplarımıza kadar yağmur dolu(!) bir günün ardından akşam Milano usulü safranlı risotto (Risotto alla Milanese) yiyeceğimiz geleneksel Milano “trattoria”sında buluşmak üzere gruptan ayrılıyoruz.

Akşamüstü gelip çattığında İngilizler için nasıl çay saati vazgeçilmez olursa, Milanolular için de 18:00’den itibaren “aperitivo” saati başlar. Aperitivo, bir anlamda şehir sakinleri için yemek öncesi akşam atıştırması ama en çok da iş çıkışı sosyalleşme aktivitesidir. Çoğu yerde açık büfeden sınırsız yiyeceğin eşlik ettiği bu içki saati, Milanolular için olmazsa olmaz. Tabi yeme içmeden bu kadar bahsedip Milanoluların daimi zevküsefa peşinde oldukları sonucuna varılmasına da neden olmamalıyım. Başta da değindiğim gibi “Milanese”ler çalışkanlıkları ile ünlü. Para kazanmak, çalışmak, hedefler koymak ve başarı elde etmek onlar için son derece önemli. Grubumuzdaki tek Romalı arkadaşımız Gaetano’nun da bu konuda yaptığımız sohbette teyid ettiği gibi, başkentliler çoğumuzun bildiği İtalyan yaşam stilinin sembolü olan “La Dolce Vita” (Tatlı Hayat) görüşüne uygun sakin ve stressiz hayatı savunurken, Milanolular “Bugün çalışabiliyorken çok çalış, ama işten çıktığın anda da sosyalleşmenin hakkını ver” mantığında yaşıyorlar. Ne de olsa İsviçreliler gibi pragmatik insanlar! Bu çalışkan ama sosyal İtalyanlar, şehirlerine de çok bağlılar ve Milano ile gurur duyuyorlar. Bu bağlılıklarını anlatan Milanese lehçesiyle çok kullandıkları meşhur bir de deyimleri var ki, bence şehirlerine olan bütün hislerini birkaç kelime ile özetliyor:

Milan l’è on gran Milan!” (Milano, büyük Milano)    

Haberin Devamını Oku
Reklam

Trendler