Sosyal Medya

Köşe Yazıları

En uzun yol insanın iç dünyasında geçer

yazar

Yayınlayan

on

İnsanın içindeki en uzun yol, kendi benliğini keşfetme ve geliştirme sürecidir; kendi değerlerini bulma, yaşam amacını keşfetme ve içsel huzuru yakalama çabasını gösterir.

Bu yolculuk, duygusal derinliklerin, bilgiye açılan kapıların ve kişisel büyümenin bir arayışıdır.

Kendi içsel dünyasını anlamak, hayatta anlam bulmaya ve daha bütün bir insan olmaya yönelik bir süreçtir.

İnsanın bu yolculuğu, zorluklarla dolu olsa da, bu süreç kendi güçlü ve zayıf yanlarını anlama, kabul etme ve üzerinde büyümeye imkân sunabilir.

İçsel keşif, kişinin yaşamına anlam katarken, başkalarıyla daha derin bağlantılar kurmasına da yardımcı olabilir.

Ayrıca, başkalarına daha anlayışlı ve empatik bir şekilde yaklaşma yeteneğini artırarak, daha derin insan ilişkileri kurdurabilir.

İnsan ilişkilerinde bu süreç, kendi güçlü ve zayıf yanlarını anlama, kabul etme ve üzerinde çalışmaya yön açabilir.

Kişi, duygusal derinliklerdeki karmaşıklıkları idrak etme ve sorgulama fırsatı, geçmişi, deneyimleri ve duygusal tepkileri üzerinde düşünmek, daha büyük bir içsel anlayış geliştirmek için bir fırsattır.

Bu süreç, kişinin kendi değerlerini ve inançlarını sorgulamasını, bu değerleri güçlendirmesini veya değiştirmesini içerir.

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Kuzeyin Akdenizlileri: DUBLİNLİLER

yazar

Yayınlayan

on

Dublin’i nasıl bilirsiniz?

Soğuk? Karanlık? Renkli? Canlı? Yağmurlu? Güneşli? Guinness’li?!!!Sizin cevabınızı bilmiyorum ama benim için Dublin, yukarıda saydıklarımın hepsinden biraz demek.

Peki ya Dublinliler?

İki yıl yaşadığım, ve son 3 yıldır da düzenli olarak gelip bir süre kaldığım bu harika şehrin sakinlerine benim verdiğim bir isim var: “Kuzeyin Akdenizlileri”. Bazı şehirleri özel kılan o şehrin mimarisi veya kültüründen çok insanlarıdır. Benim için de Dublinliler, Dublin’den bir adım önde. Hatta Dublin’i Dublin yapan, şehrin sakinleri demek bence hiç de iddialı olmaz.

Şehrin merkezinde birkaç saat geçirmek Dublinlilerin enerjisini anlamak için yeterli.  Birbirinden dinamik ve davetkar görünen kafelerde neşeli sohbete dalanlar, biraz güneş görünce kış bile olsa kendilerini yazlık kıyafetlerle sokağa atan sportif gençler, ellerinde kocaman kahve bardakları, boyunlarında şirket kartları ve kulaklıkları ile hızlı hızlı yürürken hararetle telefonda konuşan beyaz yakalılar… Son yıllarda Dublin, çok uluslu şirketlere sunduğu vergi avantajı nedeniyle özellikle uluslararası teknoloji firmalarının Avrupa başkentliğini yapıyor. Aklınıza gelebilecek, sosyal medyadan bildiğiniz hemen hemen tüm dijital firmaların Avrupa merkezi burada. Bu da tabi şehre kozmopolit bir kültür kazandırmış durumda.

Dublinliler tıpkı şehrin havası gibi değişkenler. Hem Akdenizliler gibi rahat ve kural tanımaz, hem sabırsızlar. Hem yavaş, hem hızlılar. Beş yıl önce bu şehirde işe başladığımda Dublinli patronum Conor bana “İrlandalıların hızına yetişebilecek misin?” diye sormuştu. İlaç endüstrisinde yıllardır hıza karşı yarışarak çalıştığım için bu soruya içimden gülüp geçmiştim ama gerçekten de iş hayatında konuşmalarından yürüyüşlerine kadar hızlılar Dublinliler. Belki de hızdan çok “sabırsızlık” onları daha iyi tanımlayan bir kelime. Gencinden yaşlısına trafik ışıklarında yeşili bekleyemeden yola atlayan bir ulus! Eşim Giovanni, bu Dublin özelliğini İsviçre gibi kuralları net belirlenmiş bir ülkede sürdürmeye çalışsa da, ben sabırla yeşil ışığı bekleyip İsviçre’de yaşamanın hakkını verenlerdenim.

Birkaç İrlandalı ile tanışmış olan hemen herkesin kullandığı tanıdık bir cümle vardır: “İngilizlerden çok farklılar!”. Amacım İngilizleri yermek değil elbette, ancak imparatorluk döneminden bugüne dek kendilerine has bir “cool” olma hali ile ün salmış bir millet olduklarını ve bu ünü de aslında sevdiklerini az çok hepimiz biliriz. İrlandalıların 750 yıl İngilizlerin yönetiminde kalıp kendi özlerini koruyabilmiş olmaları takdire değer. Belki de İngilizlerin sahip olduğu bu “cool”- haydi biraz daha açık olayım- “soğuk” imajına tepki olarak İrlandalıların geliştirdikleri müthiş bir espri yetenekleri var. Yıl boyunca yüzünü gösteren kasvetli havaya inat, gülmek için her zaman bir sebep yaratabilen insanlar İrlandalılar. Sohbeti o kadar çok seviyorlar ki sokakta adres sorunca hayatlarını anlatmaya başlıyorlar. Bunu mecazi olarak söylemiyorum, doğal bir şekilde öyleler. Bir gün bir Dublinliye adres sorduğumda başlayan neşeli sohbetimize, yoldan geçen üçüncü bir kişi de katılmıştı. Ben oradan ayrıldığımda onlar hararetle sohbet etmeye devam ediyorlardı!

Ana dilleri İngilizce, hem de dilini aksansız ve temiz konuşan bir Dublinliye rastladığınızda fark edebileceğiniz, “r” harfinin kulağa oldukça çekici gelen bir şekilde yuvarlandığı, melodik, Amerikalıların ve İngilizlerinkine taş çıkartan nefis bir İngilizce. Ancak daha havaalanından itibaren şehrin her noktasında İngilizcenin yanında hiç tanımadığınız ikinci bir dil görürseniz şaşırmayın; bu değişik dil okullarda da öğretilen İrlandaca (İrlanda Galcesi). İrlandalılar tarih boyunca dillerini ve kültürlerini koruma kavgası verdikleri için İrlandacayı kaybetmek istemiyorlar. İrlandaca aynı zamanda dünyanın en eski dillerinden biri. İrlanda edebiyatı diğer Avrupa ülkelerinde oldugu gibi Latince yazılmamış, dolayısıyla İrlandalılar Batı Avrupa’da halk dili kullanılarak yazılmış en eski edebiyata sahipler. Diğer taraftan, okullarda yabancı dil öğrenme haklarını İrlandacaya kullanmaktan da biraz şikayetçiler. Dün gece gürültülü “Irish Pub”lardan birinde sohbet ettiğimiz Dublinli arkadaşımız Ben, masada kendisinin dışında kimsenin anadilinin İngilizce olmamasına rağmen, herkesin bu dili akıcı konuştuğundan, ek olarak başka diller bildiklerinden, İrlandalıların ise İngilizce ile sınırlı kalıp okullarda öğretilen İrlandaca yüzünden de ek bir dil öğrenemediklerinden bahsetti. Bugün de, yediğim en lezzetli “Fish and Chips” eşliğinde uzun uzun sohbet ettiğimiz eski yan komşum Una aynı konu açıldığında, İrlandacanın ne kadar zengin bir dil olduğunu ve İngilizcenin onun yerine geçemediğini vurguladı. Una’nın verdiği basit örnek İrlandalılar için şüphesiz manidar; İrlandacada “viski” kelimesi , “uisce beatha” yani “hayat suyu” anlamına geliyor.

İrlandalıları diğer Avrupa ülkelerinden öne çıkaran bir farkları daha var; dikkat çekici oranda köpekseverler. Sokakta sizi durdurup, coşkulu bir şekilde köpeğinizi sevip, dakikalarca köpekler üzerine sohbet edebilirler. Böyle anlarda adeta şehrin koşturmacasını dondurup, herşeyi unutup sadece o anda var olabiliyorlar. Ancak bu köpek sevgisine tam bir tezat oluşturacak şekilde Avrupa’nın restoranlara köpek kabul etmeyen belki de bir kaç şehrinden biri Dublin! Köpek dostu otelimizin restoranının neşeli şefi Patrick’e göre bu, geri kafalı İrlanda adetlerinden biri. “Restoranlara köpek kabul etmemek, eskiden evlerde mutfağa köpeği sokmama geleneğinden gelen bir geri kafalılıktan başka bir şey değil” diyen Patrick, köpeğimiz Grissino’ya kızarmış tavuk ikram eden Avrupa’daki tek restoran şefi olarak da gönlümüzü çaldı.

Nostaljik bir yürüyüş

Beş yıl sonra bu gelişimizde ilk defa evimizde değil de otelde kaldık Dublin’de. Kaldığımız otel, şehrin bohem bölgesi olarak bilinen Baggott Caddesi’nde. Bina aslında 1832’de kurulmuş bir hastaneymiş. Baggot Caddesi Dublin’in en güzel mimari yapılarına ev sahipliği yapıyor ve 1940’lardan 1970’lere kadar “Baggotonia” adı verilen, sanatçılar tarafından yaratılan bohem kültürü akımının da ev sahibi olan bölge olarak biliniyor. Bir görünüp, bir kaçan flörtçü Dublin güneşi dün öğleden sonra yüzünü gösterince kendimi hemen sokağa atıp renkli Baggott Caddesi boyunca yürüyorum. Kanaldan geçip şehrin yeşil kalbi ve gururu olan St. Stephens Green’e doğru yürürken, iyi giden ekonomiye ve düşük işsizlik oranlarına rağmen şehirde gittikçe çoğalan evsizleri görmek düşündürüyor. Solda kalan St. Stephens Green’i geçerken, sağımda tüm heybetiyle ve kırmızı kiremitleri ile havalı Shelbourne Spa Oteli beliriveriyor. İsviçre’deki iş arkadaşlarımın Dublin’e taşınırken bana bu meşhur otelden hediye ettikleri spa kuponunu Covid döneminde kullanamadan yaktığımı hatırlayıp hayıflanıyorum. Otelin şık siluetini arkamda bırakıp şehrin canlı alışveriş merkezi Grafton Caddesi’ne yöneliyorum. Güneş pırıltılı yüzünü göstermiş ve sanki bir duvarın arkasından bu anı beklermiş gibi müzisyenler, hemen müzik aletlerini çıkarıp hünerlerini sergilemeye başlamışlar. Kuzey gökyüzünün parlak mavisi, güneşli olan her gün olduğu gibi göz alıyor. Bulutlar, dokunsam değecekmişim gibi yakın görünüyor. Cadde kalabalık, dükkanlar adeta nefes alıp veriyor. Dublin’in, hüzünlendiği değil gülümsediği anlardan birini yakaladığım için mutluyum.

Hep uğradığım “Dubray” kitapçısının en üst katına çıkıp, incelemek için aldığım kitaplarla bir “flat white” siparişi veriyorum. Bu şehirde tanıştığım duble espresso içeren “flat white” Dublinliler arasında oldukça popüler. Kahveye düşkün Dublin’de veya İskandinavya gibi kuzey ülkelerinde kafelerin böyle popüler olmasına şaşmamak gerek diye düşünüyorum. Dumanı tüten sıcacık bir kahve soğuk ve kasvetli havaya karşı insanın sadece içini değil, hayata karşı bakışını da ısıtıp yumuşatıyor. Bir İtalyanla yapılan evlilikten dolayı kahve konusunda eşiği doğal bir şekilde yükselmiş ve İsviçre’deki çoğu kahvecide hayal kırıklığı yaşayan biri olarak, tarih boyunca aslında çaya düşkünlükleri ile bilinen Dublinlilerin kahveyi nasıl bu kadar lezzetli yapabildiklerini düşünüp yanıtını bulamıyorum. 

Kahvemi ve kitap seçimimi bitirip elimdeki kitap kulesiyle kasaya yaklaştığımda görevli genç “Oldukça çok sayıda kitap seçmişsiniz gördüğüm kadarıyla” deyip gülümsüyor. Dublinlileri biraz da biz Türklere benzettiğimden şansımı denemeye karar verip, “Bu kadar çok kitap alanlara belki indirim yaparsınız diye düşünüyorum diyerek, benzer bir gülümsemeyle cevap veriyorum. Güleryüzlü görevli “Neden olmasın, bir bakayım ne yapabiliriz” dedikten sonra, cömert bir indirim uyguluyor. Kendi kendime “İşte benim tanıdığım Dublin” diye düşünerek yüzümde aynı tebessüm, ellerim kitaplarla dolu şekilde çıkıyorum kitapçıdan. 

 James Joyce’a ilham veren Sandymount

Dublin merkezi cazip olsa da, beş yıl önce oturmak için seçtiğimiz bölge, Dublin’in “Sandymount” adlı perifer mahallesi oldu. Görür görmez kalbimizi çalan ve daha önce varlığını bile bilmediğimiz bu küçük semtin Dublin’de aslında oldukça ünlü olduğunu ise ancak taşındıktan sonra öğrendik. Komşuculuk kültürünü özenle sürdüren semt sakinleri bizi taşındığımız ilk günden itibaren oldukça sıcak karşıladılar. Burada yaşarken Dublinlilerin (en azından bizim semtimizdeki tüm komşularımızın) sosyal ilişkilere ve isimleri akılda tutabilmeye özel bir önem verdiklerini farkettik. Birkaç ay içinde mahallenin yetişkinlerinden çocuklarına kadar herkes bizim, İngilizce veya İrlandacaya oldukça uzak olan isimlerimizi ezberlemişti bile. Yan komşumuzun mutfağının duvarında, üzerinde sokaktaki tüm evlerin numarasının ve evlerde yaşayan tüm aile fertlerinin isimlerinin yazılı olduğu listeyi görünce buna ne kadar önem verdiklerini anlamıştım.

Orada geçen süre boyunca uçsuz bucaksız Sandymount sahilinde uzun yürüyüşlere çıktığımızda büyüleyici med-cezir manzaraları, nefes kesici gün batımları ve kırmızı tuğlalı bakımlı evlerin birbirleri ile yarışan yeşillikteki bahçeleri ile şımartıldığımızı hissettik. Ama semtin bana en büyük sürprizi “edebiyatta Dublin” denildiğinde ilk akla gelen İrlandalı yazar olan James Joyce’un, bir süre burada yaşadığını ve okunması en zor romanlardan biri olarak ün salmış meşhur romanı “Ulysses”te buradan bahsettiğini öğrenmek oldu. “Dublinliler” kitabını severek okuduğum Joyce’un Ulysses’i okuma listemde önlerde hala sırasını bekliyor ama mutlaka sevgili arkadaşım yazar Fuat Sevimay’ın çevirisi ile okunmak üzere! Bir süre İsviçre’de de yaşayan ve Zürih’de ölen Dublin sevdalısı James Joyce, kitaplarında neden Dublin diye sorulduğunda şöyle der: “Ben her zaman Dublin hakkında yazarım çünkü eğer Dublin’in kalbine inebilirsem, dünyanın bütün şehirlerinin kalbine inebilirim.”

Yazımı, Dublin ve Dublinlileri çok özel bulduğunu her fırsatta paylaşan arkadaşım Nesteren’in Dublin yorumu ile bitirmek istiyorum: “Dublin’i romanlardan çıkma ve buğulu hayal ederim hep, her ne kadar güneşli günlerine tanık olduysam da. Tasvire değer, tasvirlerin sonsuzluğuna atfedilmiş bir şehir. İrlandalılara benzemeyen ama onların olan ve onları bütünleyip betimleyen bir şehir.”

#İrlanda #Dublin #KöşeYazısı #MeltemGosuKstropoli #Gezi #Ülke #Kuzey

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Sosyal Medya ve Toplumun Değer Yargıları: Yüzeysellik mi, Derinlik mi?

yazar

Yayınlayan

on

Köşe Yazısı : Cemil Baysal

Toplumdaki duyarsızlık ve sosyal medyanın çarpık değer yargıları, günümüzün en büyük paradokslarından biri haline geldi. Takipçi sayıları, beğeni sayıları ya da paylaşımlar, gerçekten değerli olanı ölçmekte yetersiz kalıyor. Bir haber kanalı düşünün; milyonlarca takipçisi var ancak yaptığı paylaşımlar, sadece birkaç bin beğeni alıyor. Aynı platformda ise, sırf dekolte giymiş ya da basit bir hareketle dikkat çeken bir kişi, milyonlarca beğeni ve takipçiye ulaşıyor. Bu durum, sadece sosyal medyanın yüzeyselliğini değil, aynı zamanda toplumun neye değer verdiği konusunda da ciddi bir sorunu gözler önüne seriyor.

Artık Türkiye’deki birçok dizide başrol oyuncuları, Instagram’daki takipçi sayılarına göre seçiliyor. Kişilik ve karakter, o eskidendi.

Bir örnek vermek gerekirse, sosyal medyada milyonlarca takipçisi olan bir kadını izliyorum. Yaptığı tek şey, sokakta dans etmek. Ya da bir başka kişi var; sürekli aynı açıdan, aynı ifadeyle pozlar veriyor, konuşmuyor, sadece saçlarını sallıyor. Hiçbir farklılık yok, hiçbir derinlik yok. Yine milyonlarca takipçi ve beğeni topluyor. Peki, bu noktada düşünmemiz gereken soru şu: Bu kadar emeğin, bilginin, araştırmanın karşısında dururken neden bu kadar yüzeysel ve anlamsız içeriklere bu denli ilgi gösteriliyor?

Toplumsal körlüğü görmek için uzağa bakmaya gerek yok. Sabah sokağa çıktığınızda, otobüs durağına, otobüs içinde otururken etrafınıza, trende oturanlara, durakta bekleyenlere bir şöyle göz gezdirin. Elinde telefon olmayan, kulağında kulaklık olmayan kaç kişi göreceksiniz? İnsanlar, bir şeylere bakmak ya da düşünmek yerine, sanal dünyanın içinde kaybolmuş durumda. Gerçek hayatta yaşananların yanı sıra, sosyal medya kültürü de bu körlüğü derinleştiriyor.

Elbette, milyon takipçi toplayan ve farklı fikirler üretip öğreten kişileri de takdir ediyorum. Bu tür bir içerik oluşturmak, yaratıcı düşünce ve yetenek gerektiriyor. Ancak anlatılmak istenen burada başka. Üretim şekilleri ve içerikleri, bir ölçüde dikkat çekici olsa da, toplumsal bir değer olarak kabul edilen bilgilendirme ve derinlik sunan içeriklerin gerisinde kalıyor.

Öte yandan, bizim gibi, İsviçreninsesi gibi, ücretsiz olarak bilgi sunan, haber hazırlamak için saatlerce ön araştırma yapan, sağlık ya da başka alanlarda topluma değer katan kişilere baktığımızda ise tam tersi bir tabloyla karşılaşıyoruz. Bu insanlar her gün hazırlanıyor, emek veriyor; kimi yüz yogası, kimi sağlıklı beslenme, kimi bilinçaltı sorunları, geçmişten geleceğe taşıdığımız kayıtları ve kalıpları temizlemek için insanlara yardımcı olmaya çalışıyor, canlı yayınlar yapıyor ve toplumun bilinçlenmesi için çaba sarf ediyor. Ancak bu emeklerin karşılığı neredeyse yok denecek kadar az. İnsanlar, bu tarz içerikleri okuyor, faydalanıyor fakat bir beğeni ya da yorumla destek olmaya bile yanaşmıyor. Oysa ki bu beğeni, belki içerik üreticisine moral olacak, belki daha fazlası için cesaret verecek. Ama bu noktada cimri davranılıyor. Sorun, içerikte değil. Üretilen bilgi ve içerik, politik bir tartışma değil; aksine insanlara fayda sağlamak için var. Ama iş beğeni vermeye geldiğinde insanlar, cömert davranmaktan kaçınıyor.

Şimdi bir genç kuşağı düşünün. Bilgi araştırıp insanları bilgilendirme yolunu seçip böyle bir hesabı büyütmek için mi uğraşır, yoksa kısa yoldan bir milyon takipçi kazanabileceği örnek hesaplar gibi aynısını mı yapmayı tercih eder? Bu noktada gençlerin tercihi, sadece bireysel başarıları değil, toplumun genel değer yargılarını da yansıtıyor. Kısa yoldan elde edilebilecek başarılar, derin bir bilgi birikimi ve emekle oluşturulan içeriklerin önüne geçiyor. Ben 16 yaşında olsam, insanlara bilgi vermek için emek harcamak yerine, kısa yoldan milyon takipçi toplayıp para kazanabileceğim yolu seçerdim. Bugün çok gencin yaptığı gibi.

Sorun nerede diye soracak olursak, belki de toplumsal bir körlükle karşı karşıyayız. Görünen o ki, değerli olanı fark etmek yerine, geçici olanın peşine takılmayı tercih ediyoruz. Bilgi, emek, düşünce derinliği yerine, görsel hazların ve geçici dikkat dağıtıcıların daha değerli olduğu bir ortam yaratıldı. Böyle bir dünyada gerçek değeri bulmak, ne yazık ki giderek zorlaşıyor.

Peki, bu sorun nasıl aşılır? Belki de daha fazla farkındalık yaratmak gerekiyor. İnsanların, sadece yüzeysel olanı değil, arka planda harcanan emeği de takdir etmeyi öğrenmesi gerekiyor. Toplum olarak, sosyal medya kültürünü eleştirip sorgulamalı ve değerli olanı destekleme yoluna gitmeliyiz. Beğeni veya takipçi sayısı gerçek bir ölçüt değil; asıl ölçüt, üretilen içeriğin insanlar üzerinde bıraktığı kalıcı etkidir.

Bu nedenle, toplum olarak, yüzeyselliğe karşı derinliği ve anlamı, geçici olanın yerine kalıcı olanı değerli kılmalıyız. Emek veren, bilgi paylaşan, topluma fayda sağlamaya çalışan bireyleri desteklemeliyiz. Belki de en büyük değişim, bu duyarlılığı göstermekle başlayacak.

#cemilbaysal #gazeteci #yazar #haber #köşeyazısı #gazeteler #SosyalMedya #ToplumsalKörlük #Yüzeysellik #DeğerYargıları #BilgiPaylaşımı #Duyarsızlık #Farkındalık #EmeğeSaygı #İçerikÜretimi #GençlikTercihleri #KalıcıEtki #SosyalMedyaKültürü #ToplumdaDeğerler #SosyalSorumluluk

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

DÜNYA BU KADAR ÇİRKİNLEŞMİŞKEN RUH SAĞLIĞIMIZI KORUMAK MÜMKÜN MÜ? 

yazar

Yayınlayan

on

Başlık bu olunca,  yazıda bunun mucize formülünü vereceğim sanılmasın. İlk satırdan bunu söyleyeyim de, bir kandırmaca gibi görünmesin. 

Sosyal medyada o kadar çok kandırmacalı başlığa maruz kalıyoruz ki, farkındalıkla bakmaya çalışsam da, yalan yok bir çok  kez ben de o tuzağa düşüyorum. “Zayıflamanın formulü” nden  , “mutlu hissetmenin beş yolu”na aklınıza gelebilecek her konuda hap bilgiler veren videolardan çok bir şey yok. 

Yazı bile değil, video.  Çünkü kimsenin okumaya tahammülü yok, atlaya atlaya, seyrederek, oturduğun yerden bul formulü..

Neyse aslında hepimizin bildiği  bir konu, ufak bir saptama oldu bu arada.. 

Ama konumuz bu değil.

Konumuz;  dünyada her yerde bu kadar “kötülük” varken, bunları görmezden gelip, hayatımıza devam edebilir miyiz? Ya da nasıl devam edebiliriz? 

Bunun tam cevabı var mı bilemem. Ancak şunu söyleyebilirim, dünya her ne kadar sanki batıyormuş, gibi görünsede,  farklı seviyelerde farklı şekillerde daha önce de benzer dönemler yaşanmış. 

Tabii şu anda  dönüp o dönemi yaşayan insanlara “o korkunç dönemi nasıl atlattınız? “ diye sorma şansımız yok. 

Fakat günümüze kadar gelen birçok eser üretmiş kişiler çıkarmış o dönemler. Demek ki bir şekilde hayata tutunmanın yolunu, üreterek, sanatlarına yansıtarak bulmuşlar.  

Picasso “Guernico” adlı eserini,  İspanya iç savaşı sırasında, İspanya’nın Guernica şehrini Nazi’lere ait uçakların yerle bir etmesinin ardından üretmiş. Guernica’ya adamış. Keşke olmasaymış, ama olan olayı, tarihe unutturmamak adına kalıcı bir eser bırakmış. Günümüzde tabloya bakınca,  sanki tüm acıları, ürkütücülüğü hissedebiliyoruz. 

Bu tip eserler yaratılmış, kayda geçmiş de, gelecek nesiller ders almış mı? Günümüzde yaşananlara ve yapılanlara baktığımızda, cevap; maalesef “HAYIR” 

Dünyada  olanları izlerken, durdurmak için bir şey yapamazken, ruh sağlığımızı nasıl koruruzun tam cevabını bilmiyorum. İyi insan olmak için, kendi potansiyelimizi gerçekleştirmeye çalışıp, etrafa güzel enerji yaymaya çalışmak iyi fikir gibi geliyor. Sizin  farklı fikirleriniz varsa yazın.

Böyle düşünüyorum da her zaman yapabiliyor muyum? O kadar kolay olmuyor.. 

Mesela şuan, “Paris, neden her zaman iyi fikirdir ?” başlıklı gayet de pozitif bir yazı yazmıştım. Kızım işi nedeniyle,  “Paris Moda Haftası”na gidiyordu, ben de ona katıldım. Birlikte bir kaç gün Paris’teydik. Oradayken o yazıyı yazdım. Ama bir iki haber okumak, birden bütün ruh halimi değiştirdi. Yazının birden içi boşaldı. Bu yazı çıkıverdi, ben de o yazıyı gönderemedim..Belki gelecek sefere…. Bayatlayacak bir yazı değil zaten:) 

Yani anlayacağınız, dünya bu kadar çirkinleşmişken, her zaman pozitif kalmak o kadar da kolay değil:) Her anımızı etkiliyor, değiştiriyor, dönüştürüyor..

Ama yine de enseyi karatmayalım..

Harika bir hafta ve güzel bir sonbahar diliyorum. 

Gülten Yazıcı Dülger

gültenyazicidülger #isviçre #köşeyazısı

Haberin Devamını Oku
Reklam

Trendler