Köşe Yazıları
DÜNYA BU KADAR ÇİRKİNLEŞMİŞKEN RUH SAĞLIĞIMIZI KORUMAK MÜMKÜN MÜ?
Başlık bu olunca, yazıda bunun mucize formülünü vereceğim sanılmasın. İlk satırdan bunu söyleyeyim de, bir kandırmaca gibi görünmesin.
Sosyal medyada o kadar çok kandırmacalı başlığa maruz kalıyoruz ki, farkındalıkla bakmaya çalışsam da, yalan yok bir çok kez ben de o tuzağa düşüyorum. “Zayıflamanın formulü” nden , “mutlu hissetmenin beş yolu”na aklınıza gelebilecek her konuda hap bilgiler veren videolardan çok bir şey yok.
Yazı bile değil, video. Çünkü kimsenin okumaya tahammülü yok, atlaya atlaya, seyrederek, oturduğun yerden bul formulü..
Neyse aslında hepimizin bildiği bir konu, ufak bir saptama oldu bu arada..
Ama konumuz bu değil.
Konumuz; dünyada her yerde bu kadar “kötülük” varken, bunları görmezden gelip, hayatımıza devam edebilir miyiz? Ya da nasıl devam edebiliriz?
Bunun tam cevabı var mı bilemem. Ancak şunu söyleyebilirim, dünya her ne kadar sanki batıyormuş, gibi görünsede, farklı seviyelerde farklı şekillerde daha önce de benzer dönemler yaşanmış.
Tabii şu anda dönüp o dönemi yaşayan insanlara “o korkunç dönemi nasıl atlattınız? “ diye sorma şansımız yok.
Fakat günümüze kadar gelen birçok eser üretmiş kişiler çıkarmış o dönemler. Demek ki bir şekilde hayata tutunmanın yolunu, üreterek, sanatlarına yansıtarak bulmuşlar.
Picasso “Guernico” adlı eserini, İspanya iç savaşı sırasında, İspanya’nın Guernica şehrini Nazi’lere ait uçakların yerle bir etmesinin ardından üretmiş. Guernica’ya adamış. Keşke olmasaymış, ama olan olayı, tarihe unutturmamak adına kalıcı bir eser bırakmış. Günümüzde tabloya bakınca, sanki tüm acıları, ürkütücülüğü hissedebiliyoruz.
Bu tip eserler yaratılmış, kayda geçmiş de, gelecek nesiller ders almış mı? Günümüzde yaşananlara ve yapılanlara baktığımızda, cevap; maalesef “HAYIR”
Dünyada olanları izlerken, durdurmak için bir şey yapamazken, ruh sağlığımızı nasıl koruruzun tam cevabını bilmiyorum. İyi insan olmak için, kendi potansiyelimizi gerçekleştirmeye çalışıp, etrafa güzel enerji yaymaya çalışmak iyi fikir gibi geliyor. Sizin farklı fikirleriniz varsa yazın.
Böyle düşünüyorum da her zaman yapabiliyor muyum? O kadar kolay olmuyor..
Mesela şuan, “Paris, neden her zaman iyi fikirdir ?” başlıklı gayet de pozitif bir yazı yazmıştım. Kızım işi nedeniyle, “Paris Moda Haftası”na gidiyordu, ben de ona katıldım. Birlikte bir kaç gün Paris’teydik. Oradayken o yazıyı yazdım. Ama bir iki haber okumak, birden bütün ruh halimi değiştirdi. Yazının birden içi boşaldı. Bu yazı çıkıverdi, ben de o yazıyı gönderemedim..Belki gelecek sefere…. Bayatlayacak bir yazı değil zaten:)
Yani anlayacağınız, dünya bu kadar çirkinleşmişken, her zaman pozitif kalmak o kadar da kolay değil:) Her anımızı etkiliyor, değiştiriyor, dönüştürüyor..
Ama yine de enseyi karatmayalım..
Harika bir hafta ve güzel bir sonbahar diliyorum.
Gülten Yazıcı Dülger
gültenyazicidülger #isviçre #köşeyazısı
Köşe Yazıları
Dağlar içimizdeki zirveler mi?

Dolomitler’in eteklerinde birkaç gün
“Ben dağları sevmem, çocukluğumdan beri sevemedim. Üstüme üstüme geliyorlar gibi hissederim hep.”
İsviçreli arkadaşım Sandrine’le dağlar hakkında yaptığımız bir sohbette onun söylediği bu sözler beni oldukça şaşırtmıştı. Dağların görkeminden- hem de İsviçre gibi bir ülkenin Alpleri’nin ihtişamından etkilenmemek nasıl mümkün olabilirdi?
Bu cazibeli ülkeye yeni taşındığım yıllardı. Lozan’da yaşıyor, Leman Gölü’ne bakan mağrur Jura Dağları’nı büyülenerek seyrediyor ve yoğun iş tempomdan arta kalan zamanımı gölün etrafında dağ manzaralı yeni yerler keşfederek geçiriyordum.
Sandrine’le sohbetimizin üzerinden 10 yıl geçtiği ve ben İsviçre’nin başka bölgesine taşındığım halde ne zaman kafamı kaldırıp dağlarla gözgöze gelsem, her defasında ilk günkü gibi o güçlü çekim alanlarına giriyorum.
İtalya’nın bilinmeyen heybetli yüzü: Dolomitler
İsviçre’nin Alpleri tarafından yıllardır yeterince baştan çıkartılmış olmam yetmezmiş gibi geçen hafta, İtalya’nın karizmatik Dolomitleri ile tanışmak bende adeta bir “ilk görüşte aşk” etkisi yarattı.
UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan bir doğa harikası olan Dolomitler, İtalya’nın Trentino ve İtalya/Avusturya sınırının her iki tarafında kalan Alto Adige bölgelerinin ortak alanında yer alıyor. İsimlerini aldıkları “dolomit” adlı bir mineral sayesinde gün batımında turuncu-pembemsi bir renge bürünüyorlar. Bölge halkı tarafından bu olayı tanımlamak için “pembeleşme” anlamında kullanılan kulağa çok hoş gelen Latin kökenli bir de kelime var: “enrosadira”.
İsviçre’nin zümrüt göllerine ve zirveleri neredeyse tüm yıl boyunca vanilyalı dondurma ile bezenmiş gibi görünen dağlarına ziyadesiyle alışkın, İtalya’nın cömert güzelliklerini de kanıksamış biri olarak Dolomitler’in etkileyiciliği karşısında gafil avlandığımı hissediyorum.
Gök delinmişçesine yağan yağmur nedeniyle ilk gün, iyice alçalmış bulutların içinde çözünmüş gibi görünen dağların heybeti bana belli belirsiz göz kırpsa da, ertesi gün pırıl pırıl bir güne uyanıp pencereyi açtığımda tüm ihtişamlarıyla karşımdalar! Baharın kıpırtısını coşkulu bir şekilde yansıtan Mayıs ayının da etkisiyle vadiler yeşile doymuş, gökyüzü alabildiğine açık, dağların zirveleri ise benim sevdiğim şekilde karlarla kaplı.
Yüksekliğin yalnızlığı, sessizliğin anlattığı
Bölgede fazla değil, topu topu iki buçuk gün kalıyoruz. Görkemli dağ manzaralarına doyduğumuz bu birkaç gün süresince ben dağların heybeti üzerine düşünüp duruyorum. Dolomitler’in ağırbaşlı zirveleri, yumuşak vadileri ve bıçak gibi keskin görünen yüksek kayalıkları insana öylesine net, öylesine güçlü bir duruşla bakıyor ki, yaşamdaki her şey o an için adeta silikleşiyor. İnsan orada öylece durup koygun sessizliğin içinde doğanın görkemini seyrederken ferahfeza bir duyguya kapılıyor; derin bir dinginlik ve doğayla bütünleşme duygusu.
“Dağların sessizliği ne çok şeyi susturuyor. Aynı zamanda ne çok şey söylüyor” diye düşünüyorum milli parkın içinde kayalıklara doğru yürürken. Dağlar sessiz. Ama bu sessizlik bir yokluk gibi değil; nasıl
desem, içi dopdolu bir varlık hali daha çok. Konuşmayan ama içimdeki tüm düşünceleri dinleyen dev bir varlık hissediyorum sanki.
“Bu yüzden mi acaba insan, dağlara bakarken yalnızlığın içinde yalnız olmadığını hissediyor?” diye soruyorum kendi kendime.
Gözümüzün görebildiği sınırların ötesine uzanan, göğe doğru yükselen o sessiz devler… Onlara baktığımızda yalnızca taş ve topraktan ibaret olduklarını söylemek mümkün mü? Düşünürler, şairler, yazarlar boşuna dağları sadece tabiatın bir unsuru olarak değil, insanın içsel dünyasına açılan bir kapı olarak görmemişler. Onlara bakarken, hepimiz biraz kendi içimize bakıyoruz galiba. İç dünyamızın, arayışlarımızın ve sınırlarımızın adeta birer metaforu dağlar. O heybetli tepeleri sadece yükseklikle değil, içsel derinliğimizle de özdeşleştiriyoruz belki de.
Sadece uzaktan seyretmek bile bunları düşündürtürken, zirvelere tırmananlar kimbilir yolculuk boyunca neler düşünüp, neler hissediyorlardır… Tepeye çıktıkça çevrenin netleşmesi ve o mutlak sessizlik, aynı zamanda düşüncenin berraklaşmasını da beraberinde getiriyor olmalı. Uçakla seyahat ederken bile belli oranda hissettiğim bir duygudur bu. Göğe yükselmek bir anlamda sanki, insanın içsel yükselişi de demek.
Diğer yandan, dağların heybeti, doğanın en etkileyici tecellilerinden biri ve bu görkem, birçok kişi için yaratıcının kudretinin sessiz ama güçlü bir ifadesini de simgeler. O görkemde yaratıcıyı görebilmek, dağların sadece yüksekliklerini veya büyüklüklerini değil, o derin anlamı ve aşkınlık hissini de kavrayabilmek demektir.
Dağlar, pek çok öğretide, dinde ve kültürde hakikate ulaşma yolculuğunun bir parçası olarak görülür. Felsefede bilgelik arayışı, bilge kişinin kalabalıklardan uzaklaşıp dağa çekilmesi, çoğumuz için tanıdık kavramlardır.
Nietzsche’nin meşhur “Böyle Buyurdu Zerdüşt”ünde Zerdüşt, toplumda her alandaki çürümüşlüğe başkaldırı olarak dağda inzivaya çekilir. Dağ, bilge kişinin içsel arınmayı ve derin düşünceyi geliştirdiği yerdir. Dağda, hem içe dönüş, hem de dönüşüm gerçekleşir.
Dağ ve Sınav: Mücadele ve insan iradesi
Zerdüşt’ün hemen ardından aklıma bir iki yıl önce okuduğum bir kitap geliyor: İsviçreli yazar Max Frisch’ten Sessizliğin Yanıtı. Dağlarla içiçe yaşayan bir coğrafya olmasından dolayı Avrupa edebiyatında sık görülen dağ temasının bu kitapta çaba, irade ve benliğin aşılması kavramları ile nasıl ilişkilendirildiğini anımsıyorum. Kısacık romanda 30 yaşındaki bir adamın varoluşsal sorgulamalarına ve dağla kurdugu derin ilişkiye tanık oluruz. Kimsenin cesaret edemediği Nordgrat zirvesine tırmanma kararı, sadece fiziksel bir tırmanışı değil, aynı zamanda içsel bir yüzleşme ve varoluşsal sorgulamayı simgeler. Dağ onun için yaşamın sıradanlığına ve beyhudeliğine karşı bir sığınak, bir kaçış noktası, aynı zamanda kendini keşfetme alanıdır.
Dolomitler’den ayrılırken “İster Tanrı’yla yüzleşme, ister bilgeliğe ulaşma, ister içsel yükseliş demek olsun, dağ, aşkın olanın eşiği aslında.” diye düşünüyorum.
Bu birkaç günün ve dağların bana hissettirdiklerinden mutluyum. Doğa her zamanki gibi bana çok iyi geliyor, yol boyunca bize selam veren sıradağları izlerken kendi kendime gülümsüyorum.
Köşe Yazıları
Sirkeci’de Zaman Yolculuğu: İstanbul Demiryolu Müzesi

Bu sıralar benim için hayat oldukça koşturmacalı geçiyor. Okul, sınavlar, kurslar, çocuklar derken epey yoğun oluyorum. Böyle zamanlarda kendime ayırdığım küçük anlar daha da kıymetli hale geliyor. İşte tam da bu tempoda karşılaştığım, kendisi küçük ama içeriği dopdolu bir müzeden bahsedeceğim size 🤗 Şehrin kalbi Sirkeci Garı’nın içinde yer alan şirin bir Demiryolu Müzesi.
Sirkeci Garı, Alman mimar August Jasmund tarafından tasarlanmış ve 1890 yılında hizmete açılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’ndan günümüze kalan önemli bir kültürel miras olmasının yanı sıra, Avrupa ile Asya’yı birbirine bağlayan stratejik bir merkezdir. Özellikle Orient Express’in (Şark Ekspresi) son durağı olmasıyla ün kazanmıştır.
Orient Express, 1883 – 1977 yılları arasında Paris – İstanbul arasında ihtişamlı yolculuklar yapmış, edebiyata, sinemaya ve o dönemin popüler kültürüne ilham vermiş efsanevi bir tren 🤗 Polisiye roman severler hemen hatırlayacaktır: Agatha Christie’nin “Doğu Ekspresi’nde Cinayet” adlı eseri. Bu roman defalarca sinemaya ve tiyatroya da uyarlanmıştır.
İstanbul Demiryolu Müzesi, bir müzeden ziyade bende tarihte canlı bir yolculuk hissi uyandırdı. İçerisinde o döneme ait telgraf makineleri, iletişim araçları, haritalar, evraklar, fotoğraf albümleri, TCDD hastanelerine ait objeler, demiryolu aletleri, Orient Express yolcularına ait madalyalar, özel eşyalar, o dönemin gümüş yemek takımları ve ilk elektrikli trenin makinist bölümü bulunuyor.
🕰 Giriş ücretsiz.
Ziyaret saatleri: Salı – Cumartesi / 09.00-12.30 & 13.00-17.00
📍 Yer: Sirkeci Garı, İstanbul
Tarihin raylarında kısa ama unutulmaz bir yolculuk yapmak isteyen herkese tavsiye ederim 🤗
Huzurla kalın 🍀




Köşe Yazıları
“Her kadın kendi hikayesini anlatana kadar hikayemi tam olarak anlatmış olmayacağım”

Burcu Özer Katmer
Yazar &Eğitmen
Röportajı gerçekleştiren : Özden Aliyagiç Uyar
Londra’da Sosyalist Kadınlar Birliği bünyesinde kurulan ve Göçmen İşçiler Kültür Derneği’nde 2020 yılından bu yana faaliyetlerini sürdüren Rengin Kadın Korosu, sanatsal etkinlikleriyle göçmen kadınların kendilerini geliştirmeleri için çeşitli alanlar yaratıyor. Bunlardan biri bu sene ikincisi düzenlenen Rengin Göçmen Öykü Yarışması. Yazarların göçmen kadın olma koşuluyla katılım sağladığı yarışmada ‘Küçük, Mavi Defter’ öyküsü ile Burcu Özer Katmer birinciliği paylaştı. Yarışmaya katılan yirmidört öyküden derlenen kitap ise “Saklı Çekmece” adı ile yayımlandı.
Sevgili Burcu ile bu ödülün hikayesini konuşmak hem de onu yazmaya iten güç ve yazarlık yolculuğu hakkında konuşmak adına bir araya geldik.
Özden Aliyagiç Uyar : “Sevgili Burcu, öncelikle ödülün için seni yürekten tebrik ederim. Göçmen bir kadın olarak yeni bir ülkede hayat kurmak, tutunmak ve ürettikleri ile takdir görmek büyük bir gurur olmalı. Aldığın ödülün detaylarına geçmeden önce, seni daha yakından tanımak isteriz. Bize biraz ‘Yazar Burcu’yu ve yazma serüvenini anlatabilir misin?”
Burcu Özer Katmer: Ben küçüklükten itibaren yazan biriydim. Hatta çok küçük yaşlarımda Milliyet Sanat yarışmasına gönderdiğim şiirlerim vardı. Belki de yazmanın ilk temelleri o günlerde atıldı. Yazmak benim hep hayatımın içinde olan bir şeydi. Fakat hayat beni bir dönem farklı bir yöne götürdü ve üniversite sonrası kendimi kurumsal hayatın ve o dünyanın akışı içinde buldum. Yazmak tabi o dönemde de hayatımın içinde hep vardı fakat sadece kendimi ifade etme aracı olarak yazıyordum. Kurumsal hayattan ayrıldığım dönemde koçlukla ilgili aldığım eğitimler ve o alana yönelimim ile birlikte ilk defa 32 yaşında koçluk hakkında bir kitap yazdım. “Mutluluğu Arayanlar İçin” kitabı kişinin kendine özel, mutluluk tanımını bulmaya yönelik olan bir koçluk kitabıydı. Bu benim de yazar olarak kendi arayışımın ve yazarak insanlara ulaşmanın ilk adımıydı aslında. Sonrasında tüm her şeyi geride bırakıp İsviçre’ye taşındığımda göçün etkisi ile kendimde bir duyguyu fark ettim. Hani kahramanın yolculuğunda kahraman bir zorlukla karşı karşıya kalır ve o zorluğu aşması için kahramanın eline bir sihirli güç verilir. Aslında o zaten kahramanın zaten içinde var olan bir güçtür ama onun sadece hatırlaması gerekir. Ben de yazmanın benim gücüm olabileceğini hissettim.
ÖU:Rengin Kadın Korosu, kadın dayanışmasını güçlendiren ve ilham verici çalışmalara imza atan bir oluşum. Bu çalışmaların en anlamlılarından biri de Rengin Göçmen Öykü Yarışması. Peki, senin Rengin Göçmen Kadın Korosu ile yolun nasıl kesişti? Ayrıca, ödüle layık görülen hikayenden bize kısaca bahsedebilir misin?
BK: Aslında Rengin Göçmen Öykü yarışmasında birincilik ödülüne layık görülen “Küçük, Mavi Defter” benim profesyonel olarak yazdığım ilk öykü denemesi. “Kendine Ait” romanından sonra yazdığım bir öyküydü. Rengin Göçmen Korosu’nu ve ortaya koydukları çalışmaları çok yakından takip ediyordum. Kadınların, özellikle kolektif bir kadın hareketinin parçası olan bir proje içinde olma fikri beni çok heyecanlandırdı. Öykü yarışmasının ilanını görünce bu öyküyü bu yarışmaya hemen gönderdim.
“Küçük, Mavi Defter” 40 yaşına giren bir kadının öyküsü. Türkiye’ de kurumsal hayatın içinde başarıdan başarıya koşan bir kadın Semin. Tüm bu başarı çabası içindeyken içinde git gide büyüyen boşluğu fark edemiyor. Kendi ile bağı kopuk bir kadın olarak eşi ve çocuğu ile günden güne koptuğunu ve aralarına bir uçurumun girdiğini de fark edemiyor. Sonra bir gün kırk yaşında tek başına bir yolculuğa çıkmaya karar veriyor. Kırka geçerken koşullanmış benliklerini öldürmesi gerektiğini hissediyor. Ben artık kendimi yaşamak istiyorsam daha fazla “mış” gibi yapamam, benden beklenilen kadınlar olamam, bu ölümü göze almalıyım diyor. Kırk yaşında artık kendini yaşamaya karar veriyor. Ve içindeki sahte benlikleri öldürmek için bir adım atıyor. Kendini özgürleştirirken kızını da özgürleştirmek istiyor. Bu aynı zamanda nesiller arası aktarılan koşullanmaları da ifade eden bir şey ve biliyor ki kendini özgürleştirmeden ve sevmeden kızını da özgürleştiremeyecek ve kızına istediği sevgiyi sunamayacak.
ÖA: Nasıl yazarsın; Bir yazma ritüelin var mı?
BK: Yazılarımı bilgisayar ile yazıyorum. Bugün şu kadar süre yazmam gerek diye bilgisayarın başında oturmuyorum. Benim yazma ritüelim önce kendimi mevcut ve temiz bir kanal haline getirmek, oturmak ve geleni yazmak. Daha çok yazacağım şeyi gözlerimin
önüde görür ve ve onu yazar halde oluyorum. Önce mevcut olabilmek için nefes alıp veririm. Ana gelmek için mümkün olduğunca temiz bir zihin haline ulaşmaya çalışırım. Masanın başına otururum. Yazmak ilhamı bir nabız gibi gelir. Oturur; onu dinlerim ve bittiğinde masanın başından kalkarım. Saatlerce süren bir şey değildir benim için yazmak. Sonrasında edit süreci başlar.
ÖA: Yazdığın roman ve öykülerin ortaya çıkış süreci nasıl işliyor? Bize bu yaratım sürecinden biraz bahsedebilir misin?
BK: Ben çok sezgisel bir yerden yazıyorum. Şu an her şey kadınlar üzerinden akıyor. Beliz Güçbilmez Hoca’nın dediği gibi hikayelerin ortak yolculuğunu oluşturan öykülerin bir temel meselesi olduğunu düşünüyorum. Bu çok organik bir şekilde oluşuyor. Sezgisel yazan birinde hikayeler çok planlı şekilde ortaya çıkmıyor. Göç romanında ben kadınları yazdım, örneğin önce Saliha karakteri ortaya çıktı. Saliha’yı dinlemeye başladım. Saliha bir kadın, derin bir meselesi var, göçmen. Sonrasında bütün hikaye Saliha’nın etrafında örülmeye başladı. Aslında şöyle demek doğru olabilir. Ben yazarlığı çok büyük ölçüde dinleme yolculuğu olarak görüyorum. Ben iyi bir dinleyiciyim. Bence bende yazmaya vesile olan şey de önce dinlemek. Merak ve yargısızca dinlemek. Beni kanal olarak seçmiş, benim
yaşadıklarımdan ve bugüne kadar çalıştığım onca kadının deneyimlerinden süzülüp ortaya çıkan hikayeler bunlar. Ben bu benim hikayem, bunu ben yarattım asla diyemiyorum.
Rengi Göçmen Korosu’nun da dediği gibi sandıkların altında kalmış onlarca kadın hikayeleri var. Ben her kadın kendi hikayesini anlatana kadar hiç bir zaman tam olarak hikayemi tam anlatmış olmayacağım. Audre Lord’ “Tüm kadınlar özgür olana kadar ben özgür olmayacağım” der. Ben de diyorum ki her bir kadının hikayesi anlatılana kadar hiçbirimizin hikayesi tam olarak anlatılmış olmayacak. Ben de o yüzden yarın ne olur bilmiyorum ama bugün hala kadın hikayelerini anlamak ve onları anlatmak istiyorum.
“Benim amacım ortak insanlık deneyimini onurlandırmak. Benim amacın insanlara duyulduğunu hissettirmek”
ÖA: Öykü, roman, şiir senin için bu türler arasında bir önceliklendirme var mı?
BK: Ben türler ötesine inanıyorum. Bir hikaye anlatıcısı iseniz ve ortak insanlık deneyimini onurlandırmak istiyorsanız içinde bulunduğunuz şartlarda neye akacaksa o şekilde form buluyor hikaye. Hangi kaba akacaksa oraya akıyor. Benim amacım insanlara duyulduğunu hissettirmek. Bu roman olur, öykü olur. Ben şöyle görüyorum; hikayeler beni ziyaret ediyor. Sonrasında kalemimle onları bir forma büründürüyorum. Burada ben sadece aracıyım, onları kelimelere döküyorum. Bir türü asla birinin önünde veya gerisinde asla görmüyorum.
ÖA: Hikayeler bana geliyor demiştin, Bu hikayeler sana nasıl ulaşıyor?
BK: Yukarıda da belirttiğim gibi şu an kadın hikayeleri temel alarak yazıyorum. Önce karakterler geliyor bana ve ben o karakterleri dinlemeye başlıyorum. Onları dinleyip onlara dair notlar almaya başlıyorum. Bir masada karşılıklı oturuyormuş gibi, nasıl gözüküyor, hayalleri, umutları neler, neler yaşamış, hayatının nasıl bir döneminde. Mesela Zürich Liest’de ödül alan “Ayıp” adlı öyküdeki Nihal karakteri de tam bu bu şekilde oluştu. Zurich Liest için yarışma duyurusunu gördüğümde o kadını dinlemeye başladım ve 4 gün içinde hikayesini yazdım.
ÖA: İlk romanın “Kendine Ait” bir göç hikayesi. Kadın temasını baz alarak göç temasını ve duygusunu da yoğunluklu olarak hikayelerinde işlediğini görüyorum. Göç öncesinde planladığın ve bunun üzerine yazmalıyım dediğin bir şey miydi?
BK: Yazarak kendimi ifade etmek, yazarak var olmak benim için. Başlarken göçe dair bir şey yazmak planladığım bir şey değildi. Yazma yolculuğunun içinde bunu fark ettim. Ben görece iyi şartlarda göçen bir kadınım. Fakat benden önce göç eden insanların neler yaşadıkları üzerine bolca araştırma yaptım ve okudum. Aslında kolektif bir deneyimin bir parçası oldum diyebilirim. Göçerek göçle ilgili o kadar çok duygu ve deneyime açıldım ki… Önce hikayenin
fikri geldi sonra bunu yazarak ifade etmeliyim, bu göç hikayeleri onurlandırmalıyım dedim.
“Sürekli yolumuzu kaybetsek de tekrar tekrar kendini bulmanın yolculuğunu anlatmaya çalışıyorum”
ÖA: Yazarlık yolculuğunda göçmen olmanın sana kattığı en büyük etki ne oldu? Göçmen kimliğin, anlatım dilini, hikayelerinin temasını veya karakterlerini nasıl şekillendiriyor? Yazma sürecine nasıl bir derinlik ve perspektif kattığını bizimle paylaşabilir misin?
BK: Bir kadın hayatı boyu sürekli döngülerden geçiyor. Clarissa Estes’ in dediği gibi hayatın birçok alanında Yaşam, Ölüm, Yaşam döngülerinden geçiyoruz. Bu döngüyü bir kadın her ay yaşıyor aslında. Göç de insan yaşamına büyük etkisi olan bir deneyim. Hiç göç etmemiş bir
kadının bile yaş döngüleri ile birlikte yaşayacağı çok fazla yaşam, ölüm, yaşam döngüsü oluyor. Göç ise görece kendini güven altına aldığın, kendini bir şeyle tanımladığın, seçtiğin kimlikleri de budayan bir yerden geldiği için seni kendinle, kendi gerçeğinle, kendi açmazlarınla ve aynı zamanda kendi potansiyelinle baş başa bırakıyor. Ben mesela; “Göçmeseydim de ben bu kitapları yazardım” diyemem. Ama şunun da altını çizmek isterim, ben göçmen bir kadın olduğum için sadece göçen kadınların hikayesini yazıyor da değilim. Yazdığım karakterlerin kendi içinde temsili bir göç, sürekli bir içsel dönüşüm, yıkma ve yeniden yaratma eylemi var. İçinde yaşadığımız dünya düzeninde bir kadının kendini kayıp
hissetmesi, gücüyle bağlantısını yitirmesi o kadar kolay ki. Ben kaybolsak da tekrar tekrar kendimizi bulmanın yolculuğunu anlatmaya çalışıyorum aslında. Bu benim de yolculuğum. Ben de bir kadın olarak yolumu kaybedip kaybedip yeniden buluyorum.
ÖA: Göçmen kadınların hikayelerini yazmanın edebiyat dünyasında nasıl bir yeri olduğunu düşünüyorsun? Sence bu tür hikayeler, okuyucular üzerinde nasıl bir etki yaratıyor? Göçmen deneyimlerini anlatmanın, toplumsal farkındalık ve empati açısından nasıl bir rolü var?
B.K: Biz büyük bir göç dalgası yaşadık, yaşıyoruz ama henüz yarattığı etkilerin tümünü konuşabilir halde değiliz. Göçün ailelere nasıl yansıdığını tam olarak bilmiyoruz. Göçerken kariyerini bırakan, hayatını değiştirmek zorunda kalan çok kişinin hikayesini dinleme imkanı buldum. Göçmek bir seçim yapmak demek. Kadınlar özelinde konuşursak göçmen kadınların neler deneyimlediğini çok daha fazla konuşmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu aslında yaşadığımız hayatların iyi yönlerini göz ardı etmek değil, aynı zamanda bu hem yasımızı tutup, hem de minnettar olabilmek. Tek bir duygu yaşamak zorunda değiliz. Hatta yasımızı tutabilir, duygularımızı ağırlayabilirsek, bulunduğumuz yerde keyif alabileceğimiz şeylere de daha fazla açılabileceğimize inanıyorum. Bir duyguyu hissetmeyeyim derken diğerlerini de hissetmemeye başlıyor insan. Yaslarımızı geride bıraktığımız hikayeleri, bazen özlemimizi ( aile, geçmiş, sosyal hayat, Türkiye’de de sahip olduğun güç vs) güvenli alanlarda rahatlıkla konuşabilmeliyiz. Ben bu yüzden bu hikayeleri yazabilmek ve bu hikayeler onları okuyan kadınlar da bir etki bırakıyorsa oturup bunlar üzerine sonra da konuşmak istiyorum. Alan tutan kimliğimle, kadınların önce kendileri, sonra birbirleri ile olan
bağlarını güçlendirmek için destek olmayı amaçlıyorum. Sadece yazmakla ilgili bir süreç de
değil. Bunu podcastler, eğitimler, etkinlikler ile de destekliyorum.
ÖA: Yazma sürecinde sana ilham veren belirli bir yazar veya kültürel miras var mı? Bu kişiler veya kültürler, yazma tarzını nasıl şekillendirdi?
BK: Herkes yaratıcı hayatını farklı formlarda ifade edebilir. Benim yaratıcı hayatımda, yazarak ifade etme yolculuğumda ruhsal annem Clarissa Estes olmuştur. “Kurtlarla Koşan Kadınlar” daki arketipsel yolculuk, yıllardır içinden tekrar tekrar geçtiğim, kitabın sayfalarını her açtığımda, kendimi her kayıp hissettiğimde, olduğum yerden elimin tutulduğunu hissettiğim bir yolculuk. Bu bana şu konuda da umut veriyor. Yıllar önce yazılmış, altmış yayınevi tarafından reddedilmiş bir kitabın, zamanlar ötesini geçip benim elimi tutması demek, benim de yazdıklarımın bir yerlerde bunları duymaya, kendini hatırlamaya ihtiyacı olan bir kadına el uzatabileceği anlamına geliyor. Bana bu umudu aşılayan en önemli isim Clarissa Estes’tir. “Kabilesini Arayan Kadınlar” podcastimi dinleyen kadınlarla birlikte “Kurtlarla Koşan Kadınlar”ı beraber okuduk. İki sene süren bir yolculuktu. Bu kitabın etrafında çok fazla kadınla bir araya geldik. O yüzden en büyük ilhamım odur benim.
ÖA: Şu ana kadar seni en derinden etkileyen hikaye/ler nedir?
BK: Kurtlarla Koşan Kadınlar’ da yer alan “Fok Kadın” ve bir çocuk hikayesi olarak düşünülen “Çirkin Ördek Yavrusu” en sevdiğim masallardan. Çirkin Ördek Yavrusunda aidiyet teması vardır. Ve aidiyet de benim temel meselelerimden biri. Aidiyete ait çok kıymetli şeyler verir. O hikaye tekrar sürümüzü bulma yolunda, yanlış yerde olan birinin ait olduğu sürüyü bulması için ona yola çıkma umudu veren güzel bir masaldır.
“Fok Kadın” ise aslında tam da bizim yaşadığımız bir hikaye. Masal bu ya; bir gün bir fok kadın yeryüzüne çıkıyor ve bir avcı ile tanışıp bir çocuk doğuruyor. Avcı ona yedi yıl sonra tekrar suya geri döneceğine dair söz veriyor. Fakat avcı sözünü yerine getirmiyor ve kadın kendi çocuğu ve ait olduğu dünya arasında bir seçim yapmaya zorlanıyor. En sonunda Fok Kadın çocuğunu bırakıp bu dünyayı terk ediyor ama çocuğuna iki dünyanın da kapılarını
aralıyor. Clarissa Estes şöyle diyor: “ Ruh ile egoyu evlendirdiğimiz bir yer vardır, oradan tin
çocuk doğar”. Öyle bir denge bulmalıyız ki, hem ruhumuzun yaratmayı arzuladığımız şeylere yönelen, kendimize ait bir dünyamız olabilmeli; hem de dış dünyada sağlıklı bir benlik yaratabilmek için egomuzu doğru şekilde besleyebilmeliyiz. Çok zor olsa da ruhumuzu
yaşamaktan vazgeçmemeyi hatırlamamız gerekiyor. Çünkü bir kadın ruh dünyasından yani Fok Kadın gibi o su altından uzak kaldığında derisi kurumaya başlıyor. O kadın kuru bir kadın, katı bir kadın oluyor.
ÖA: Son zamanlarda severek okuduğun yazarlar kimler?
BK: Son zamanlarda çok severek okuduğum yazar ilk kitabı le Pulitzer ödülü de kazanan Jhumpa Lahiri. Yazarın Saçında Gün Işığı kitabını büyülenerek okudum. Lahiri, bana başka bir dilde yazmak konusunda da ilham veren bir isim. Hint asıllı yazar ABD’ de büyüyor, fakat Hindistan kültürünü ve o toprağın insanlarının göç hikayelerini yazıyor. Kocası ile İtalya’ ya taşınıyor ve buraya taşındıktan sonra İtalyanca yazmaya başlıyor. “Roman Stories” adlı öykü kitabında Roma’da geçen göç hikayeleri var. Yazarla ilk olarak ödül aldığı öykü kitabı Dert Yorumcusu’ nda yer alan bir öyküsü ile tanışmıştım. Çocuklarını kaybeden Hint asıllı bir çiftin hikayesini anlatıyordu. Güçlü dili ile hikayelerinde kültürlerarasılığa bolca yer veren bir yazar. Ben de çok severek okuyorum kitaplarını.
Çağdaş yazarlardan ilk aklıma gelen dostum Melisa Kesmez’in öyküleri. Onun öykülerini de çok severek okuyorum.
ÖA: Son olarak önümüzdeki dönem için bizi neler bekliyor? Yolda olan yeni bir roman veya öykü kitabın var mı?
BK: Dünyanın farklı yerlerinde geçen kadın öykülerinden derlediğim öykü kitabını yeni bitirdim. Uzun keyifli bir yazma yolculuğu oldu benim için. Okurlarla buluşmasını heyecanla bekliyorum.
ÖA: Bu keyifli röportaj için çok teşekkür ederim. Yeni öykü kitabın ve alacağın yeni ödüllerin üzerine tekrar konuşmak dileğiyle.

-
E-Dergi1 yıl önce
İsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
Ekonomi1 yıl önce
İsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
İsviçre1 yıl önce
Dünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Yaşam1 yıl önce
Kıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
Gündem7 ay önce
ERDOĞAN KARŞITI PAYLAŞIMLARI SIĞINMA BAŞVURUSUNDA HAKLI GEREKÇE OLARAK GÖRÜLMEDİ
-
Dünya7 ay önce
META’NIN COVİD-19 AŞILARIYLA İLGİLİ YANILTICI BİLGİ KARARI: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLIYOR MU?
-
Gündem7 ay önce
TÜRKİYE’DEN GELEN SIĞINMA BAŞVURULARINA GETİRİLEN SERT UYGULAMALARA TEPKİ
-
Kültür Sanat1 yıl önce
Ferdi Tayfur’un Mücadele Dolu Hikayesi: Şeker Hastalığı ve Organ Nakli