Köşe Yazıları
Sosyal Medyadaki Replika İnsanlar

Geçmişten bugüne ünlü yıldızlar hep taklit edilirdi. Göz önünde olmaları onları hem özellikle moda konusunda bir rol model haline getirirdi, hem de sanki onlar gibi olursak biz de dikkat çekmeyi başarırız duygusu vardı. Ölümünün üzerinden yıllar geçmesine rağmen hala taklit edilen Marilyn Monroe, buna en güzel örneklerden biridir herhalde.

Ancak yeni moda bir taklitçilik türedi: replika kadınlar!!! Bu ne demek diye soracak olursanız anlatayım. Özellikle her gün sosyal medyada beş öğün karşımıza çıkan iki royal lady var Meghan ve Kate. Bunların pek çok replikası var. Yani sadece kıyafetlerini tanıtmakla kalmıyorlar, kıyafetin ve aksesuarların tıpatıp benzerini buluyor, giyiyor; saç ve makyajlarına kadar uygulayıp sosyal medya hesaplarından paylaşıyorlar. Birkaç hesaba gelen yorumları okudum takipçiler onlardan da beter. ‘’Harikasın’’, ‘’mükemmel olmuş’’ gibi tasdik edici yorumlar çoğunlukta.
Tabii başka ünlüleri de bu şekilde taklit eden var ancak ben en çok royal lady replikalarını görüyorum.
Çocuklarıma kimseyi taklit etmemeleri ve kendi kişilikleri ile gurur duyarak kendi tarzlarını benimsemelerini öğretmeye çalışan bir anne olarak bu replika insanlar beni çok endişelendiriyor. Yani hesaplara şöyle aşağılara doğru kaydırıp bakınca, zaman geçtikçe kendilerini bayağı bayağı bu ünlülerle özdeşleştirdiklerini görmek mümkün. Eminim kişiliklerinde de bir bozulma oluyordur.
Peki bu karbon kopya taklitçilik ihtiyacı nereden geliyor? Kendine güvensizlik mi, özenti mi, bir çıkar amacı mı anlamak mümkün değil.
Psikolojide Taklitçilik
Ünlüleri birebir taklit etme isteği birkaç psikolojik nedenle ilişkilendirilebilir:
Hayranlık ve İlgiden Kaynaklanan Motivasyon: Bir kişi, bir ünlüyü taklit etmeye yönlendiren en temel nedenlerden biri, o ünlüye karşı duyduğu hayranlık ve ilgidir. Bu kişi, ünlünün davranışlarını, konuşma tarzını ve hatta giyim tarzını taklit etmek suretiyle, ona olan hayranlığını ifade etmeye çalışabilir.
Özdeşim ve Benlik İnşası: Bir kişi, bir ünlüyü taklit ederek onunla özdeşleşmeye çalışabilir. Bu, kişinin kendini daha özgüvenli veya daha değerli hissetmesine yardımcı olabilir. Özellikle ergenlik döneminde, bireyler kendi kimliklerini bulmaya çalışırken, bir ünlüyü taklit etmek, kendi benliklerini inşa etmeye yardımcı olabilir.
Dikkat Çekme Arzusu: Bir kişi, bir ünlüyü taklit ederek çevresinden dikkat çekme arzusu içinde olabilir. Özellikle sosyal ortamlarda, bir ünlüyü taklit etmek, diğer insanların ilgisini çekebilir ve kişinin kendine olan güvenini artırabilir.
Güçlü Bir Bağlılık Duygusu: Bazı durumlarda, bir kişi bir ünlüyü taklit etmeye yönlendiren şey, ona karşı güçlü bir bağlılık duygusudur. Örneğin, bir hayranın, bir ünlüyü taklit etmesinin nedenlerinden biri, ünlüye karşı derin bir sevgi veya bağlılık duyması olabilir.
Sosyal Kabul ve Grup Kimliği: Belirli bir topluluğa veya grup kimliğine ait olma isteği, bir kişiyi o topluluğun takdir ettiği bir ünlüyü taklit etmeye yönlendirebilir. Bu durumda, kişi, grup içindeki sosyal kabulü artırmak amacıyla, o ünlünün davranışlarını taklit edebilir.
Bu nedenlerin her biri, bir kişinin bir ünlüyü taklit etme isteğinde rol oynayabilir, ancak her durum farklıdır ve kişinin öznel deneyimine ve kişisel motivasyonlarına bağlı olarak değişebilir. Yani tek bir nedenden dolayı da, birçok nedenin birleşmesinden dolayı da taklit olgusu oluşabilir. Herhalde en normal ve kabul edilebilir olanı gençlikte ünlülere duyulan hayranlıktır, çünkü o yaşlarda henüz insanın kimliği tam oluşmamış oluyor ve arayış devam ederken kendini sevdiğin ünlülerle özdeşleştirmek daha kolaylaşıyor.
Psikolojik olsun, çıkar uğruna olsun bu replika insanlar beni ürkütüyor. Her zaman özgün olmayı tercih ederim çünkü her birimiz eşsiziz bu dünyada. Sizler bu konuda ne düşünüyorsunuz? Düşüncelerinizi yorumlarda benimle paylaşırsanız sevinirim.

Köşe Yazıları
MELTEM RÜZGARI GİBİ İNSANLAR; RUHUMUZA ESEN HUZUR

📌 Köşe Yazısı – Saliha Zeynep Alcan
⏱️ Okuma süresi: 2 dakika
Meltem rüzgarını bilirsiniz… Yaz sıcağında birden esen o hafif, tatlı esinti. Ne kavurur ne ürpertir. Sadece sarar, serinletir, ferahlatır. İşte bazı insanlar da tam böyledir. Yanlarında bulunduğunuzda sanki ruhunuza bir meltem dokunur. Derin bir nefes alırsınız, hayat yavaşlar, kalbiniz hafifler.
Bu insanlar çok kalabalık değildir ama bir kez rastladınız mı, ruhunuz onları tanır. Sözleriyle değil, varlıklarıyla konuşurlar. Gözlerinde fırtına sonrası sakinlik, duruşlarında güven veren bir liman vardır. Yanlarında kaygılar çözülür, dertler susar.
Empatiyle yaklaşırlar. Hayatın yüklerini taşımakta zorlandığınızda, tek bir bakışları bile yeter güç toplamak için. Pozitif enerjileri bulaşıcıdır, umudu hatırlatırlar. Rutin dışına çıkmaları, hayata kattıkları renk, sizin de içinizdeki keşfetme arzusunu uyandırır.
Ve o denk geliş bir de deniz kokusuyla birleşti mi… O zaman ruhunuz özgürleşir. Ufuk çizgisine baktığınızda yalnızca denizi değil, hayalleri de görmeye başlarsınız. Bu insanlar rüzgar gibi gelip geçmez. Deniz kokusu gibi yer ederler. Hatıralarda kalır, kalpte yaşarlar. Tıpkı bir yaz rüyası gibi.
Hayatı daha yaşanabilir kılan şeyler aslında çok basit:
Yağmur sonrası toprak kokusu…
Taze ekmek…
Eski kitapların sararmış sayfaları…
Ve bir çiçeğin ilk açtığı an…
Ve işte bu insanlar, bütün bu güzelliklerin ruh bulmuş halidir.
Onlar sayesinde yeniden hatırlarız:
“Gerçek zenginlik, etrafımızda huzur veren şeyleri fark edebilmektir.”
🖋️ Saliha Zeynep Alcan
📱 @isvicreninsesi

Köşe Yazıları
Bir Cümleyle Başlayan Yolculuk

Temmuz geldi
Hava, gri bulutlarını ardında bırakıp kavurucu sıcaklara teslim oldu. Yılın yarısını geride bırakmanın burukluğu var içimde. Bu dönem benim için sadece takvimde bir dönüm noktası değil; aynı zamanda bir iç muhasebe zamanı. İlk altı ayın Z raporunu çıkarıyorum😊: Neleri başardım, neleri hayata geçiremedim, okunacaklar ve yapılacaklar listemde kaç satırın yanına “tamamlandı” yazabildim?
Yeni altı aya planlar, projeler, uzun okuma listeleri eşlik ediyor.
Deniz, güneş ve kum üçgeninde yaşarken zihnimin hala üretken kalması, yeni fikirlerin sessizce aklımda dolanması beni mutlu ediyor. Defterlerimi karıştırdıkça şu cümle yankılanıyor içimde:
Zihnimde kira vermeden yaşayan bu fikirler için zaman ne de kısa; kırktan sonra nasıl da hızla akıyor zaman…
Günün sıcak ve nemli saatlerinde neredeyse pelteye dönen beynim, akşamın serinliğiyle yeniden can buluyor. Fonda Chopin’in Nocturne minör B.49’u çalıyor, kalemim kendi ritmiyle içindekileri sayfalara döküyor.
Yazmak, benim için hala küçük bir mucize. Harflerden örülü kelimelerin bir akarsu gibi satırlara dökülmesi…
Elimde son okuduğum kitap R.F. Kuang’ın çarpıcı kitabı Sarı Yüz var. Aldığım notları derliyorum. İçinde geçen bir cümle ise günlerdir zihnimin bir köşesinde dönüp duruyor:
“Yazmak gerçek sihre en yakın şey. Hiçlikten bir şey yaratmak, başka diyarlara kapılar açmak demek. Gerçek dünya canınızı fazla acıttığında, kendi dünyanızı şekillendirme gücü verir insana. Yazmayı bırakırsam ölürüm.”
Ben de çocukluğumdan beri hep okudum. Ve zamanla, yazmaya da başladım.
İsviçre’ye taşındığımda, her şeyden önce kitaplara tutundum. Beni başka dünyalara götüren o tanıdık sığınağa.
Nilay Örnek’in bir podcastinde, en sevdiği yazarlar arasında Agota Kristof’un adını duyduğumda, dikkat kesildim. İsmi ilk anda Agatha Christie ile karıştırılıyor olsa da anlatılanlar başka bir hikayeye açılıyordu.
Ve böylece karşıma çıktı Okumaz Yazmaz.
Kristof da bir göç hikayesinin kahramanı. Macaristan’dan İsviçre’ye, yirmi bir yaşında, bebeği ve eşiyle mülteci olarak geliyor. Lozan’da bir saat fabrikasında çalışarak geçen yıllar. Yeni bir dil: Fransızca.
Asla tam anlamıyla sahiplenemediği ama sonunda o dilde unutulmaz eserler verdiği bir yaşam.
Onun satırları, göçün ve yabancılaşmanın kalpte açtığı yarayı sessizce tarif ediyor:
“Ülkemi terk etmeseydim nasıl bir hayatım olurdu? Daha zor, daha yoksul sanırım, ama daha az yalnız, daha az parçalanmış, mutlu belki de.”
Bu cümle günlerce kulağımda yankılanıyor. Dilini bilmediğin bir ülkede, geçmişinle bağ kurmanın ve geleceğe tutunmanın tek yolu bazen bir kelimeye çıkıyor: Yazmak.
Kristof’un “Ayrılığın acısına dayanabilmek için tek bir çözüm kalacak bana: Yazmak.” cümlesi, benim için bir çıkış kapısına dönüşüyor. Beni ayağa kaldırıyor ve yazma isteğimi daha da büyütüyor.
O yüzden bugün, burada bu yazıyı kaleme alırken, bu yolculukta elimden tutanlardan biri olan Agota Kristof’u anmak istedim.
Onu daha yakından tanımak isteyenlere, kısa ama derinlikli bir otobiyografik anlatı olan Okumaz Yazmaz’ı öneririm. Ardından ise dünya edebiyatında hala ses getiren “Büyük Defter – Kanıt – Üçüncü Yalan” üçlemesine geçebilirsiniz.
Bu satırlar, belki birilerine ilham olur.
Belki de yalnız olmadığını hatırlatır birine…
Agota Kristof’tan Tekinsiz Bir Bellek Üçlemesi: Büyük Defter – Kanıt – Üçüncü Yalan
Agota Kristof’un bu çarpıcı üçlemesi, savaşın yıktığı bir coğrafyada, isimsiz bir ülkede, isimsiz bir zamanda geçiyor. Bu belirsizlik, metnin temel ruhuna da sirayet ediyor. Gerçeklik duygusu daha en baştan parçalanıyor. Her şey bir masal gibi başlıyor, ama masallardaki “iyi”ler çoktan yitip gitmiş.
Hikayenin merkezinde, savaş nedeniyle anneleri tarafından kırsaldaki büyükannelerine bırakılan iki küçük ikiz erkek çocuk yer alıyor. Açlık, yokluk, ölüm, istismar… Hayatın en sert halleriyle çok erken tanışıyorlar. Bu dünyada hayatta kalmanın yolu, duyguları törpülemekten, sistemli bir dayanıklılık geliştirmekten geçiyor. Ve tam bu noktada, kitap adeta bir sorgulamaya dönüşüyor: Ahlaki sınırlar, kişisel hakikatler, kimlik ve hayatta kalma dürtüsü arasındaki o ince çizgi sürekli test ediliyor.
Birinci bölüm Büyük Defter, ikizlerin acımasız ama sistematik gözlemleriyle örülüyor. Duygudan arındırılmış bir anlatımla yazılmış bölüm, okuru duygu değil, gerçekle sarsıyor.
İkinci kitap Kanıt, bir ayrılığın ardından geride kalanın hikayesine geçiş yapıyor. Ama artık her şey puslu. Gerçekten kim ayrıldı? Geride kim kaldı?
Sanki artık bir kişinin zihninin içindeyiz. Gerçekle hayal, geçmişle şimdi birbirine karışıyor. Anlatıcı değişiyor, hatta anlatılanın anlatıcıya ait olup olmadığından bile emin olamıyoruz.
Üçüncü kitap Üçüncü Yalan ise her şeyi yerle bir ediyor. Öğrendiklerimiz, sandıklarımız, inandıklarımız paramparça. Kime inanmalı? Anlatılanlar mı kurgu, yoksa biz mi gerçekliği yanlış hatırlıyoruz? Sayfalar ilerledikçe, anlatılanların hangi düzlemde geçtiğine dair güvenimiz sarsılıyor. İnsanlar var ama hayalet gibi; yaşanmışlıklar anlatılıyor ama rüyadaymış gibi.
Savaşın, sürgünün, yoksulluğun, ötekileştirmenin ve yalnızlığın insan ruhunda açtığı derin yaralar, Kristof’un soğukkanlı, neredeyse cerrahi anlatımıyla satırlara işliyor.
Kitabı okudukça, okuduğumuzun bir roman mı, bir zihinsel çöküşün güncesi mi, yoksa yazının varoluşsal gücüyle örülmüş çok katmanlı bir metin mi olduğundan emin olamıyoruz.
Köşe Yazıları
Sevgi Her Şeyi İyileştirir mi?

Hayatın farkındalık kısmını çok seviyorum. Çünkü ne zaman ve nerede sizi aydınlatacağı belli olmuyor. Fırsat buldukça film izlemeyi seven biri olarak, geçtiğimiz günlerde izlediğim bir filmde geçen şu soru zihnimi meşgul etti:
“Sevgi her şeyi iyileştirir mi?”
Bu soru bende bir beyin fırtınasına yol açtı. Gerçekten, sevgi her şeyi iyileştirebilir mi?
Tarih boyunca bu düşünce sanatın, edebiyatın ve felsefenin birçok alanında sorgulandı. Elbette, fiziksel hastalıklar, savaşlar, ciddi psikolojik rahatsızlıklar ve ekonomik sıkıntılar sadece sevgiyle çözülebilecek meseleler değildir.
Kanser hastası bir birey ne kadar çok sevilirse sevilsin, tıbbi desteğe ihtiyaç duyar. Savaşların sona ermesi ya da ekonomik zorlukların aşılması ise ortaklaşa çabaları ve somut çözümleri gerektirir.
Yani, sevgi sihirli bir değnek değildir.
Ama…
Sevginin hayatımızdaki yerini de yok sayamayız.
Çünkü sevgi, bir tedavi yöntemi değil belki ama tedavi sürecinin en güçlü destekleyicisidir.
Yapılan bilimsel araştırmalar da bunu destekliyor:
Sevgi dolu bir ortamda bulunmak;
- stres seviyesini azaltıyor,
- bağışıklık sistemini güçlendiriyor,
- kalp krizi riskini düşürüyor,
- uyku kalitesini artırıyor,
- ve Oksitosin, Dopamin, Serotonin, Endorfin gibi mutluluk hormonlarının seviyesini yükseltiyor.
Hastayken sevildiğimizi hissettiğimizde belki fiziksel acımız geçmez ama umutlu hissederiz. Sevdiğimiz birini kaybettiğimizde, karanlığımız bize gösterilen şefkatle hafifler.
Yalnız olmadığımızı bilmek, bu yükü tek başımıza taşımadığımızı hissetmek…
İşte bu, yavaş da olsa bir iyileşmedir.
Sevgi, bizi birbirimize bağlayan en güçlü bağdır.
Ama burada küçük bir detayı da unutmamak gerekir:
İnsan önce kendini sevmeli.
Hatalarımızla, eksiklerimizle, yaralarımızla…
Kendimizi olduğumuz gibi kabul ettiğimizde dönüşüm başlar.
Çünkü içten bir sevgiyle kendini kabul eden insan, başkasını da daha derin ve şefkatli sevebilir.
Özetle:
Sevmek bir seçimdir.
Paylaştıkça çoğalır.
Ruhsal ve fiziksel dayanıklılığın temelidir.
Karanlıkları aydınlığa çıkaran yegâne güçtür.
Sevgi olmadan geçen bir hayat, eksik bir hayattır.

-
E-Dergi1 yıl önce
İsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
Ekonomi1 yıl önce
İsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
İsviçre1 yıl önce
Dünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Yaşam1 yıl önce
Kıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
Gündem8 ay önce
ERDOĞAN KARŞITI PAYLAŞIMLARI SIĞINMA BAŞVURUSUNDA HAKLI GEREKÇE OLARAK GÖRÜLMEDİ
-
Dünya8 ay önce
META’NIN COVİD-19 AŞILARIYLA İLGİLİ YANILTICI BİLGİ KARARI: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLIYOR MU?
-
Gündem7 ay önce
TELEGRAM’DA ŞOK EDEN GRUPLAR: TECAVÜZ AĞLARI VE K.O. DAMLALARI
-
Gündem8 ay önce
TÜRKİYE’DEN GELEN SIĞINMA BAŞVURULARINA GETİRİLEN SERT UYGULAMALARA TEPKİ