Sosyal Medya

Köşe Yazıları

Nezaket Dilinin Önemi

yazar

Yayınlayan

on

Öncelikle İsviçre’ nin sesi okurlarını selamlayarak yazıma başlamak isterim. Zaman zaman sevgili okurlara, önem verdiğim konularda yazılar yazacağım. Bunlar toplum ve aile yaşamı, sağlık veya kitap önerileri gibi yazılar olacak. İlk yazım olarak, kendi blog sayfamda da sıkça değindiğim nezaket dilinin öneminden bahsetmek istedim. Ne yazık ki nezaket dilini unuttuk ve günümüz dünyasının iletişim şekli gittikçe kabalaşmaya başladı. Oysa ki her insan kendisi ile nazik bir şekilde konuşulmasından mutluluk duyar. En azından ben öyle düşünüyorum. Modern olmak, yeni deyimle trend olmak kaba olmak olarak anlaşılmamalı.

Gelin hep birlikte nezaket dilinin neden önemli olduğuna bakalım. Şimdiden keyifli okumalar dilerim.

Nezaket Dili Neden Önemlidir

Nezaket dili, iletişimdeki önemli bir unsurdur çünkü insanlar arasındaki etkileşimi olumlu bir şekilde yönlendirir. İşte nezaket dilinin iletişimdeki önemine dair bazı ana noktalar:

Saygı ve Höşgörü:

Nezaket dilinin kullanılması, karşılıklı saygıyı ve hoşgörüyü gösterir. İletişimdeki tarafların birbirlerini anladıklarını ve önemsediklerini hissettirir. Kaba bir tavır ve hitap şekli ise o insana ‘’sen benim için değersizsin’’ mesajı verir.

İyi İlişkilerin Oluşturulması:

Nezaket dili, insanlar arasında güçlü ve sağlıklı ilişkilerin oluşmasına yardımcı olur. İletişimdeki taraflar arasında samimi bir bağ kurulmasını sağlar.

Anlaşılabilirlik:

Nezaket dili, iletişimi daha net ve anlaşılır hale getirir. Duyguları ifade etme ve iletişim kurma sürecini kolaylaştırır. Dili doğru kullanmak, yanlış anlaşmaların da önüne geçer.

Olumsuz Durumların Azaltılması:

Nezaket dilinin kullanılması, çatışma ve gerilimleri azaltır. İletişimdeki taraflar arasında olası anlaşmazlıkları hafifletir ve olumsuz durumları önler. Özellikle yazarak bir mesaj ilettiğinizde, anında düzeltme şansınız olmayacağı için daha da dikkatli olmalısınız.

Empati ve Duyarlılık:

Nezaket dilinin kullanılması, empati ve duyarlılığı teşvik eder. İletişimdeki tarafların birbirlerini daha iyi anlamalarını sağlar ve duygusal bağ kurmalarına yardımcı olur.

Profesyonellik:

Nezaket dilinin kullanılması, iletişimde profesyonellik ve özveri hissi yaratır. İş dünyasında veya resmi durumlarda, nezaket dilinin kullanılması uygun davranışı yansıtır. Ayrıca iş dünyasında özellikle profesyonel bir mesafeyi korumak da çok önemlidir. 40 yıldır tanışıyormuşsunuz gibi bir samimiyet göstermek ve aşırı rahat tavırlar karşınızdaki kişiyi rahatsız edebilir.

Toplumsal Normların Yansıtılması:

Nezaket dilinin kullanılması, toplumsal normlara uygun davranışı yansıtır. İletişimde nezaket dili kullanmak, kültürel değerlere saygı göstermek anlamına gelir.

Sonuç olarak, nezaket dili iletişimde olumlu bir atmosfer yaratır, ilişkileri güçlendirir ve karşılıklı anlayışı artırır. Bu nedenle, nezaket dilini kullanmak, etkili ve sağlıklı iletişim için hayati öneme sahiptir. Profesyonel yaşamda artık iletişim uzmanlarından bir eğitim almak gibi bir şans var, ancak özel yaşam için doğru davranış şekillerini öğretmede ailelerin rolü çok önemli. Saygılı ve nazik bir iletişim, küçük yaşlarda öğrenilirse yaşam boyu kullanmak daha kolay olur.

Sevgi ve Saygılarımla

Derya Soygül

Haberin Devamını Oku
7 Comments

7 Comments

  1. müjde dural

    23 Nisan 2024 at 07:51

    Öncelikle tekrar tebrik ediyorum. İlk yazı için harika bir konu seçmişsin. Nezaket dili, nazik olmak her zaman çok önemlidir. Belki kimi insanlar nezaketi başka bir şey sanıyor ne bileyim zayıflık, hakkını savunamamak, aptallık vs. artık akıllarına ne geliyorsa halbuki öyle değil, dün sosyal medyada bayat, küflü çikolata yüzünden bayağı bir olay oldu, sen de okumuşsundur; müşteri haklı olarak şikayet etmiş, firmanın CEO’su da ona nezaket dilinden çok uzakta, kaba bir yanıt vermişti. Ben bile şaşırdım, sonuç: CEO’luktan istifa etmek zorunda kaldı ve bol bol sosyal medyada linç edildi. (Gerçi firmanın sahibinin karısı mıymış neymiş? Ona bir şey olmaz) Tahminim bu kabalığının sebebi firmanın sahibi olmasıydı. Yoksa orada maaşla çalışan biri olsa böyle kaba yanıt vermezdi.Uzun yazıp başını ağrıtmayayım. Nezaket dili iyidir, güzeldir, zayıflık değildir.

    • Derya Soygül

      24 Nisan 2024 at 22:38

      Tatlı dil yılanı bile deliğinden çıkarır demişler☺️. Nezaket herkese iyi gelir. Hepimiz çevremize yayalım o bile yeter. Yorum için çok teşekkür ediyorum, sevgiler 🌺🌸

  2. Recep Hilmi TUFAN | rehitu.com

    23 Nisan 2024 at 08:52

    Türkiye’den selamlar, yayın hayatınızda başarılar diliyorum…

  3. Handan

    24 Nisan 2024 at 16:17

    Çok güzel ve önemli bir konuya değinmişsin, ne yazık ki nezaket zayıflık olarak algılanmaya başladı.

    • Derya

      12 Mayıs 2024 at 14:34

      Evet maalesef bu doğru. Güç saldırganlıkla özdeşleşti adeta.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

ZAMANIN SESSİZ ÇIĞLIĞI: İZA’NIN ŞARKISI

yazar

Yayınlayan

on

İza’nın Şarkısı, Macar edebiyatının güçlü kalemlerinden Magda Szabo’nun yalnızca bir anne-kız ilişkisini değil, aynı zamanda yaşlanmayı, kaybı ve sessizce büyüyen içsel fırtınaları anlattığı, derinlikli ve sarsıcı bir roman. Edebiyatın en çarpıcı anlatılarından biri olarak kabul edilen bu eser, her yaştan okura kendine dair bir şeyler fısıldıyor; kimi zaman bir suçluluk, kimi zaman iç burkan bir anlayış duygusu eşliğinde.

1917’de Debrecen’de doğan Szabo, yaşamı boyunca hem bireyin iç dünyasını hem de toplumsal yapıları incelikle gözlemleyen bir yazar oldu. Totaliter rejimlerin baskısını yaşamış, eserleri sansüre uğramış; ama tüm bunlara rağmen kaleminin derinliğinden ödün vermemiş, eserlerinde bu dönüşümlerin izini ustalıkla sürmüş bir isim. İza’nın Şarkısı, yazarın sade anlatımının ardında yatan büyük duygusal yoğunluğun belki de en çarpıcı örneklerinden biri.

Yazarın birikiminin ve gözlem gücünün adeta kristalize olduğu bu roman, elli yıla yakın bir evliliğin ardından eşini kaybeden yaşlı bir kadının, Etelka’nın hikâyesiyle başlar. Yaşamı boyunca alıştığı taşra düzeninden koparılır, kızı İza’nın yanına, Budapeşte’ye taşınmak zorunda kalır. Eşinin yokluğunda şekillenen bu yeni hayat, onun için hem bir yabancılaşma süreci hem de varoluşsal bir sorgulama alanıdır. Bu süreç, okura sürekli şu soruyu düşündürür: “Ölen mi şanslıdır, kalan mı?”

Etelka’nın hikâyesi yalnızca bir yas süreci değil; aynı zamanda yaşlılığın, aidiyet kaybının ve sessiz içsel çöküşlerin anlatısı, alışkanlıkların ve geçmişe tutunma çabasının da romanıdır. Onun için eski bir koltuk, yıllardır aynı pencere kenarına düşen ışık, ölen eşinin gömleği bile hayata tutunma nedenidir.

Kızı İza ise modern dünyanın temsilcisidir: Mantıklı, düzenli, hızlı düşünen ve duygularını kontrollü yaşayan biri. İyi niyetli olsa da annesinin duygusal ihtiyaçlarını göremeyen, sevgisini davranışlarına tam olarak yansıtamayan bir figür. Sevgi var, evet. Ama anlayış eksik. Böylece aynı evde iki kadın yaşar; ama iki ayrı dünya gibi…

Roman boyunca en çok hissedilen temalardan biri de suskunluktur. Szabo’nun karakterleri konuşmaktan çok düşünür, susar, geri çekilir. Oysa suskunluk, bazen bir duvar kadar soğuk ve aşılmazdır. Etelka, hislerini dile getiremez; çünkü onun kuşağı konuşarak değil, susarak yaşar. İza ise her şeyi aklıyla çözmeye çalışır; duygularını yönetmeye çalışırken onları bastırır. Böylece iki sevgi dolu insan, birbirlerine en uzak iki kıyıda kalakalır.

Szabo, iki kadın arasındaki bu görünmez uçurumu büyük bir ustalıkla anlatır. Ne dramatik sahnelere başvurur, ne büyük trajedilere. Romanında dramatik anlara abartılı bir dil yüklemeden, yaşamın kendi sadeliği içinde acıyı, yalnızlığı ve anlaşılmama hissini ilmek ilmek örer. Anlatımındaki sadelik, romanın duygusal gücünü daha da çarpıcı kılar. Okur, bir noktada Etelka’nın yalnızlığına üzülürken, bir başka noktada İza’nın çaresizliğini de hisseder. Bu geçişler, eserin çok katmanlı yapısını oluşturur.

İza’nın Şarkısı, yalnızca bireysel bir dram değil; kuşaklar arası çatışmaların da evrensel bir temsilidir. Bir dönemin kapanışını ve başka bir döneme uyum sağlama çabasının sancılarını gözler önüne serer. Yaşlılıkla gelen yalnızlık, geçmişe bağlılıkla geleceğe uyum sağlama çabası, sevgiyi göstermenin ve hissettirmenin farklı yolları… Tüm bu meseleler romanın dokusuna ince ince işlenmiştir. Eser, sevginin yalnızca bir duygu değil, bir eylem, bir sorumluluk olduğunu hatırlatır. Belki de en sarsıcı soruyu şöyle sorar: “Sevgi sadece hissetmek midir, yoksa çaba göstermeyi de gerektirir mi?”

Magda Szabo, bu romanla yalnızca anneliği, evlat olmayı, yaşlılığı değil; aynı zamanda kayıplarla şekillenen hayatlarımızı da sorgulatıyor. İza’nın Şarkısı, her sayfasıyla bizi kendimize döndüren bir ayna gibi. Kimi sevdik ama nasıl sevdik; ne söyledik ama nerelerde sustuk; yas tutmak, sadece kaybettiğimiz kişiye mi, yoksa geride kalan hayatımıza mı? Tüm bu sorular, kitabın kapanışında içimizde çınlamaya devam ediyor.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Zehir gibi bir “Z” nesli!

yazar

Yayınlayan

on

Onlar son haftalarda ülkemizin kahramanları oldular. İnançları ve azimleri ile kendilerini ifade etmekten, seslerini duyurmaktan korkmadılar. Sokaklara dökülerek birlik olup meramlarını dile getirdiler.

Onları merakla, en çok da umutla izledik, izliyoruz. İsimlerinin “Z kuşağı” olduğu zihinlerimize kazındı.

İtiraf edelim, bazılarımızın (belki de pek çoğumuzun) bu gençler ile ilgili oradan buradan duyduğumuz bilgilere, veya anne baba evlerindeki çocuksu nazlı davranışlarının gözlemine dayanan soyut bir algımız- belki de önyargımız vardı.

Ah bu yeni nesil! Ellerindeki telefonlardan kafalarını kaldırmazlar, sorumluluk almayı sevmezler, sıkıntıya gelemez hemen yakınırlar, dirençli değildirler” vs vs…….

Oysa şu son birkaç haftadaki duruşları hafızalarda yeni bir “Z kuşağı algısı” yarattı, önyargılar kırıldı. Adeta bambaşka bir yeni nesil kimliği oluştu.

Bu hayatta ne çok önyargımız var değil mi? Gördüğümüzü, bildiğimizi sandığımız hiçbir şeyin göründüğü gibi olmayabileceğini aklımıza getirmeyebiliyoruz. Belki de “biraz miskin” bulduğumuz bu gençlerin müthiş bir örgütlenme yeteneği ile taşkınlık çıkarmadan koordine olabildiklerini, kendilerini cesurca ifade ettiklerini, bunu yaparken de sağduyu ve birbirlerine saygıyı elden bırakmadıklarını gördük. Grup halinde metroda giderken bağırarak attıkları sloganlardan korkan bir küçük çocuğu eğlendirmek icin hep birlikte “Kırmızı Balık” şarkısını söyleyebilecek kadar da empati yeteneği yüksek bir gençlik izledik.

İçimizde geleceğe dair UMUT filizlendi.

Peki kim bu Z nesli denilen gençler?

“Z” harfi ile anılmalarının sebebi nesillerin isimlendirilmesinde alfabetik sıralamanın kullanılması ve onların da Y kuşağının arkasından gelen nesil olmaları. Alfabenin son harfine ek olarak aynı zamanda IGen, Post Gen, Digital Natives gibi isimleri de var. Doğum aralığına ilişkin çeşitli tartışmalar ve farklı veriler olsa da ortalama olarak 1997 ve 2012 yılları arasında doğduklarını söyleyebiliriz.

Dünyaya geldikleri andan itibaren internetle iç içe olmuş, internetsiz hayatı hiç tanımamış bir nesilden söz ediyoruz. “Digital Natives” ünvanı da buradan geliyor.

Bilgisayar dünyasının gelişimini adım adım yaşayan anne babaları “X”ler, veya cep telefonları, WiFi gibi teknolojik yenilikleri büyürken yaşayan kendilerinden önceki “Y”lerden farklı olarak, tüm dijital gelişmelere doğumdan beri tanık olan bir kuşak Z’ler. Ceplerindeki telefonları onların en değerli ganimetleri. Alışverişten oyuna, flörtten iş başvurularına kadar her işlerini cep telefonlarıyla halletmeye alışkınlar.

Z kuşağı ve dünya

“Z” çocuklarının gözlerini açtıkları dünya sadece dijital yeniliklere ev sahipliği yapan bir yer değil elbette. Savaşlar, ekonomik krizler, terör olayları ve iklim sorunlarının olduğu bir dünyayı tanıdılar onlar. Farklı kuşaklardan olanlarımız belki çok farketmese de, daha gencecik yaşlarında şahit oldukları COVID-19 pandemisi, yüksek işsizlik oranları, siyasi kargaşalar ve yapay zekanın iş dünyasını tamamen değiştirme potansiyeli gibi şartlar, bu gençleri kaygılı ve belki de yalnız bir nesil haline getirdi.

Evet kaygılılar ama diğer taraftan, ellerindeki araçları ve hızlı ulaşabildikleri bilgiyi nasıl etkili kullanacaklarını da biliyorlar. Dolayısıyla sorunların hızlıca farkına varıp çözüm üretmeye yönelebiliyorlar. X ve Y’lere zor gelip gözlerinde büyüyen bir konuyu bir Z gencinin zorlanmadan anında çözmesi pek de şaşırtıcı değil!

Güven veren bir nesil

Y kuşağını gücendirmek istemem ama kuşaklarla ilgili araştırmalara bakınca Z nesli Y kuşağına göre daha girişimci, güvenilir, hoşgörülü, para ile motivasyona karşı daha düşük beklentili, dürüstlüğe önem veren ve gelecek konusunda Y kuşağından çok daha iyimser bir tutuma sahip şeklinde tanımlanıyor. Çevre sorunları ile de genel olarak yakından ilgililer. Farkındalıkları yüksek. Doğaya ve doğal kaynaklara karşı sorumluluklarının farkındalar.

İşin ilginç yanı, beklenenin aksine Z kuşağı hemen kendilerinden önce gelen Y kuşağına değil de anne babaları kabul edilebilecek X kuşağına daha çok benzetiliyorlar. Aslında bunun altında basit bir sebep yatıyor; kuşaksal özelliklerin döngüsel olması ve nesillerin ebeveynlerinin davranışsal özellikleriyle şekillenmesi. Dolayısıyla Z nesli de kuşkulu ve bireysellik odağı olan X kuşağı ebeveynlerine, yaşlarının yakın olduğu Y kuşağından daha fazla benziyorlar.

Diğer taraftan anne babalarından çok daha sabırsız gençler bu Z’ler. Yokluk, zorluk, tahammül, sabır gibi kavramlara yabancılar. Kaynaklara hızlı ulaşabilmenin getirdiği bir özellik olsa gerek. Herşeyin hızlandığı bu dijital çağda beklemeye tahammülleri yok. Tüm kaynaklara ulaşabilmek onlara hem avantaj hem de dezavantaj olarak dönebiliyor. Örneğin kendilerinden önceki kuşakların biraz da kuşkuyla yaklaştığı, kullansalar bile açıkça itiraf edemedikleri flört uygulamaları Z’lerin hayatlarının olağan bir parçası. Teknoloji, mesafelerden bağımsız olarak karşı cinsle tanışma olasılığını o kadar artırıyor ki, bu aynı zamanda  fazla sayıda reddedilme olasılığı olarak da dönebiliyor! Büyük umutlar ve belki de ardından gelen büyük hüsranlar. Benzer durum profesyonel hayat ve iş başvuruları için de geçerli. İş ilanlarına ve eleman arayan şirketlere ulaşabilmek eskisinden çok daha kolay görünse de, dijital platformlar üzerinden başvuru yapan gençler, yüksek sayıdaki adayın içinde sıradanlaşıp çoğu zaman bir yanıt bile alamıyor.

Dünyadaki finansal krizlere rağmen iyimser tutumları sayesinde Z kuşağı bugünün ekonomisinde girişimcilik arzuları yüksek. XYZ University araştırmasına  göre, bu kuşağın yüzde 58’si gelecekte kendi işinin sahibi olmak istiyor.

Onlar ülkemizin geleceği

Türkiye’mizin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik kaosun Z kuşağını çok zorladığı bir gerçek. Öngörülebilirlik, güvenilirlik ve özgürlük arayışıyla yurtdışına gitmek isteyen çok fazla genç var. Diğer taraftan siyasi sistemimizdeki kaos, onlara dahil olmak ve fark yaratmak konusunda fırsat da verdi. Toplum sorunlarından uzak kalmamak, çözümün parçası olmak ve yarınları yaratabilmek istiyorlar. Cüretliler. Tutkulular. Tam da bunlara ihtiyacımızın olduğu şu günlerde ülkemizin geleceği adına insana nasıl da güven veriyor bu his…

Bu zehir gibi gençlere Türkiye’mizin, hepimizin ihtiyacı var!

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Bir Toplumsal Çöküş Distopyası

yazar

Yayınlayan

on

 Peygamberin Şarkısı-Paul Lynch  

Karanlık zamanlarda söylenecek mi şarkılarda? Evet, şarkılarda söylenecek, karanlık zamanlar hakkında.

Bertol Brecht

İrlandalı yazar Paul Lynch’in 2023 Booker Ödüllü romanı Peygamberin Şarkısı tam da bu karanlık zamanlar için yazılmış, çağımızın vicdanını sorgulayan, acı bir şarkı gibi. İrlanda’da geçen ama evrensel bir faşizm eleştirisi sunan roman, karakterlerin ve toplumun içine düştüğü sıkışmışlığı bir nefes darlığı çeker gibi okura hissettiriyor. Gerilim, atmosfer ve duygu katman katman inşa ediliyor. Ve ortaya çıkan şey: sert, sarsıcı, acımasız, aynı zamanda distopik bir kurgu olsa da inanılmaz gerçek bir hikâye.

Roman, Dublin’de yaşayan Stack ailesi üzerinden totaliter rejimin sıradan hayatları nasıl paramparça ettiğini anlatıyor. Ailenin babası Larry, öğretmenler sendikasında yöneticilik yapan, hak savunucusu bir öğretmen. Bir gün ansızın devletin yeni istihbarat teşkilatı olan GUHB (Kamu Düzeni Yüksek Bürosu) tarafından tutuklanıyor. O andan itibaren roman, bilim insanı olan anne Eilish’in gözünden anlatılıyor. Eilish, dört çocuğuyla birlikte hem eşine ne olduğunu anlamaya hem de ülkesinin içine yuvarlandığı karanlıktan ailesini korumaya çalışıyor.



Paul Lynch’in ilham kaynakları arasında Suriye iç savaşı, 2015’te Muğla’nın Bodrum ilçesi sahilinde cansız bedeni bulunan Aylan bebek ve Herman Hesse var. Bu üç öğe, romanın vicdanını, öfkesini ve derinliğini anlamak için önemli. Çünkü Peygamberin Şarkısı, sadece bir annenin direniş hikâyesi değil, aynı zamanda “olmaz” dediğimiz her şeyin nasıl mümkün kılındığını anlatan bir toplumsal çöküş romanı.

Romanda zamanla iç savaşın eşiğine gelen İrlanda, seçimleri kazanan aşırı sağcı bir partinin baskılarıyla dönüşüyor. Kurumlar çökertiliyor, medya ele geçiriliyor, insanlar “sessizce” kayboluyor. Lynch, bu yolculukta özgürlük kavramını paramparça ediyor: “Eskiden özgür iradeye inanırdım, ‘kuşlar kadar özgürüm’ sanırdım ama artık o kadar emin değilim.”diyor Eilish.

Roman, sadece olayları anlatmakla kalmıyor; okura bir duvar gibi çarpıyor. George Orwell’in 1984’ü, Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’i gibi klasik distopyalardan biraz daha farklı bir kurgu ile, bir annenin yanan kalbinden yükselen haykırışla yaklaşıyor distopyaya. Bu anlamda Lynch’in yazarlığı yalnızca anlatıcı değil, aynı zamanda tanık. Olaylar, kendi kendini devindiren bir felaket zincirine dönüşüyor; tıpkı gerçek hayattaki gibi.

Peygamberin Şarkısı aynı zamanda bir unutmaya karşı direniş. Çünkü insanoğlu bazı savaşlar, bazı ölümler, bazı kayıplar hep başkalarının başına gelecekmiş gibi sanıyor. Lynch bu yanılgıyı okurun elinden alıyor. İktidarı eline geçirenlerin nasıl aynı karanlığa bulaştığını, insan doğasının içinde uyuyan kötülüğün fırsatını bulduğunda nasıl harekete geçtiğini, özgürlük dediğimiz şeyin ancak mücadeleyle var olabildiğini gözümüzün içine baka baka anlatıyor.

Roman boyunca “gerçek” dediğimiz şeyin ne kadar kolay dönüştürülebileceğini, medyanın tekrar tekrar söylediği her şeyin nasıl bir hakikate evrildiğini görüyoruz. Herkes “yeni düzene” sessizce alışıyor. En çok da sessiz kalanlar günün sonunda neler kaybettiklerini çok acı bir şekilde tecrübe ediyor.


Paul Lynch’in Peygamberin Şarkısı, bugünün dünyasına yazılmış bir uyarı niteliğinde. İçine çektiği o dipsiz kuyudan çıkamıyor, gerçekliğin içinde karanlık zamanların şarkısını söylerken buluyorsunuz kendinizi. Kitap boyunca Queen’in aynı adlı parçası kulağınızda çalarken, roman bittiğinde bile bu melodi zihninizde yankılanmaya devam ediyor.

Haberin Devamını Oku

Trendler