Sosyal Medya

Köşe Yazıları

Hayaller.Umutlar. Çocuklar. Yeni Yıl.

yazar

Yayınlayan

on

“Hayallerimiz yok oldu ve onları geri getirecek hiçbir şey yok…”

Bu cümle zihnimde defalarca kez tekrar edip duruyor. Tesadüfen internette gördüğüm bir videodan, Gazze cehenneminde gözlerinin pırıltısı sönmüş dünyalar güzeli çocuklardan birisinin sözleri. Peşinden gelen küçük kardeşi ile birlikte ellerindeki kendilerinden büyük su kaplarını zorlukla taşırlarken bu umutsuz kelimeler dökülüyor küçük kızın ağzından.

Sadece o küçük kız değil videodan zihnime kazınan…

10 yaşlarında bir erkek çocuğu “Her şeyden bıktım, ölüp dinlenmek istiyorum artık” diyor gözlerindeki keskin acıyı adeta dünyaya haykırarak.

Ağlamaktan gözleri şişmiş ve kızarmış olan kızıl saçlı güzeller güzeli kız çocuğu “Bize bunu neden yaptıklarını anlamak istiyorum. Çünkü insanlar annesi ve babası olmadan yaşayamaz, hayatımda ilk defa annem ve babam yanımda yok.” derken bir yandan ağlıyor.

Bacağını kaybetmiş o küçük kız yanındakiler onun elini tutarken tekerlekli sandalyesinde “Allahım ayağımı istiyorum” diye hıçkırıyor.

Videoyu seyrederken hissettiklerimin tarifi yok. Acı, çaresizlik ve çocukların dünyasını karartan, binlerce çocuğun yaşamını elinden alan hırs, güç ve siyaset kavramlarına duyduğum öfke birbirine karışmış durumda. İçim acıyor. Hiçbir şey yapamıyorum, elimden hiçbir şey gelmiyor.

Amaçsızca internette dolaşmaya devam ediyorum. Sosyal medya dünyasının ışıltılı tarafına girince korkakça bir “oh” çekiyorum sanki. Biraz önceki çaresiz hüznün ağırlığından kurtulmak bir saniyeliğine nasıl da alçakça bir rahatlama sağlıyor. Yılbaşı videolarına bakıyorum boş gözlerle. Gülümseyen, şık giyimli bir kadın süslü bir mutfakta yılbaşına kadar her gün bir başka yılbaşı mezesi tarifi verdiğini anlatıyor. “Bugünlerde evde nar ve taze biberiye bulundurmalı” diyor. “Nar ve biberiye sofrada yılbaşı renklerini tamamlıyorlar”. Mezelerin hepsi çok güzel görünüyor. Ben de yılbaşı gecesi için böyle bir tarifi deneyebilirim diye düşünürken aklıma, biraz önceki videoda bir tas yemek için o kalabalıkta kimbilir ne zaman gelecek olan sırasını beklerken dayandığı parmaklığı yalayan aç çocuk geliyor. İçimi kaplayan suçluluk ve utanç duygusu ile hızlıca ekranı kapatıyorum.

…………………………….

Yeni bir yıla girmemize sadece bir gün kaldı. Yeni yıl çoğumuz için yeni hayaller ve umut demek. Önceki yıllarda yapamadıklarımızı gerçekleştirebilmek, yetişemediklerimize yetişebilmek, söyleyemediklerimizi söyleyebilmek için bir şans daha demek. İnsan, umutla yaşadığından ömründen bir yıl eksileceğini bile bile, her gelen yeni yılı heyecanla bekliyor. Heyecanın asıl sebebi ise geçip bitmiş olan yaşanmışlığın bilinmesi ve yaşanmamışlığın sürprizli bilinmezliği. “Kimbilir belki bu yıl güzel şeyler olur”. Bu umut içeren düşünce insana güç verip ayakta tutuyor.

Asıl iyileştiren, dışardan gelebilecek olanı beklemek yerine kendi içimize odaklanıp, bakış açımızı olumlu yönde değiştirebilmek olsa da, umut dolu beklentilerin çoğumuza iyi geldiği bir gerçek. Umut, insana sadece iyimser bir bakış açısı kazandırmakla kalmayan, aynı zamanda kendini gerçekleştirmesine olanak veren ve geleceğe hazırlayan bir dürtü. Hayallerin ve umutların olmadığı bir dünya ise karanlık. Hele de hayallerini kaybedenler dünyanın geleceği olan çocuklar ise….

“Çocuk” demek “umut” demek. Çocuklar umut eder, hayaller kurar. Bu dünyada bir yerlerde hayallerini tamamen kaybeden çocuklar olduğunu bilmek dünyayı ve yaşamı kökten sorgulatıyor insana. Sanki tüm yeni yıl dilekleri anlamsızlaşıyor ve kupkuru kalıyor.

Gözümü kapıyorum ve dünyadaki tüm çocukların hayallerine sıkı sıkı sarılabildikleri, umut dolu bir dünya hayal ediyorum. Yaşar Kemal’in sözleri tam da burada, şu an söylemek istediğime tercüman oluyor: “Yaşam, umutsuzluktan umut üretmektir”.

Umuda sarılmak istediğim bu anda yine bana bu yazıyı yazdıran video aklıma düşüyor. Bu kez videonun sonlarındaki çiçekli elbiseli küçük esmer kız gözümün önüne geliyor. Evinin önünde dururken gelen saldırı ile kolunu kaybeden bu masum çocuk, kameraya bakıp protez taktırmak istediğini söylüyor. Bu cesur küçük kızın yaşama sarılma isteği benim de içime umut serpiyor.

Haberin Devamını Oku
2 Comments

2 Comments

  1. Gül Şefika Balaban Brandenberger

    5 Ocak 2025 at 18:23

    Savaşlarda özellikle çocuklara Gazza’da yaşatılan ayıp o kadar büyük bir trajedi ki 2024’ ü uğurlarken de 2025’ i karşılarken de yaptığımız sema ve dualarımızda sadece barış istediğimizi ve adalete olan ihtiyacımızı gönülden dile getirdik. Ve sosyal medyada para toplayan kuruluşlara takıldım! Ağlayarak aç olduğunu söyleyen çocukları gösterip “Donate now” diyen mesajlarına… çoğuna size nasıl güvenebilirim kanıtlar mısınız diye mesaj attım! Bir cevap alamadım😒 Aklıma Türkiye’deyken ‘Işık Fenerine’ kaptırdığım yardım paralarımız geldi😨… Adalete olan ihtiyacın ne kadar önemli olduğunu her fırsatta daha çok hissediyoruz vesselam!.. Güvenilecek ve insanın insanlık için birbirine omuz verdiği bir dünya için yol alabilmek en büyük temennim. İyiliklerle dolu bir yıl olsun 2025, inşallah…

  2. Meltem Soğuk Stropoli

    6 Ocak 2025 at 10:15

    Ne guzel yazmissin Sefikacigim. Dunya senin gibi farkindaligi ve vicdani olan insanlarla cok daha umut verici bir yer…Hepimiz icin, tum dunya icin guzellikler getirsin 2025.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

VENEDİK MİMARLIK BİENALİ ZİYARETE AÇILDI

yazar

Yayınlayan

on

19.uncu Venedik  Mimarlık Bienali   Başladı… 23 Kasım 2025’e kadar ziyaret edilebilir…

Luzern’den DEON Mimarlık da, 25. Kuruluş Yıldönümünü Venedik Mimarlık  Bienal’i kapsamında bir sergi ile kutluyor…

Deon Mimarlık Sergisi  25 Yılın anısına yayınlanan, DEON Mimarlık kitabının lansmanını da içeriyor…                                                  

Venedik’in büyülü atmosferinde ünlü Rialto Köprüsü’nün hemen yanındaki muhteşem Palazzo Bembo’da yeralan sergi, Venedik Bienali süresince,

23 Kasım 2025’e kadar ziyarete açık olacak.

 300.000 ziyaretçisiyle dünyanın en büyük mimarlık sergisi olarak kabul edilen Venedik Mimarlık Bienali, bu yıl; ‘’zeka’’ kavramını genişleterek, mimarlığı, disiplinler arası bir laboratuvara dönüştürmeyi, iklim  krizine somut ve yaratıcı çözümler aramayı hedefliyor.

DEON Mimarlık;  Venedik Mimarlık Bienali kapsamında yer aldığı bu sergi ile hem 25. kuruluş yıldönümünü kutluyor, hem de  sergiyi ve 25. Yılını dev bir kitap ile kalıcı hale getiriyor.  528 sayfa ve 3.3 kg ağırlığındaki DEON kitabı, kuruluşundan bu yana gerçekleştirdikleri projelerden seçtikleri 19 projeyi içeriyor.

Projelerin; mücevher parçaları, ışıltılı taşlar, değerli kumaşlar gibi, özgün çizimleri ya da kabaca veya aceleyle çizilmiş taslakları, ya da taslaklar üzerine düşülmüş notları, bu günü bekleyip,  muhteşem kitapta yerini almış.

Kitabın tasarımı ve projenin gerçekleştirilmesi heykeltraş, fotoğrafçı ve serbest sanatçı Hansjürg Buchmeier tarafından gerçekleştirildi. Buchmeier, uzun yıllardır DEON Mimarlık’a sanat danışmanı olarak destek veriyor.

Deon Kitabı, sadece içindeki projeler ve özgün sunumları florasan fuşya rengi kapağı ile  girdiği kütüphanelerde ve satışa sunulan kitapçılarda ilgi çekeceğe benziyor.

Bienal kapsamında açılan sergide konuşan Deon Mimarlık kurucusu ve başkanı Luca Deon yaptığı konuşmada, 25 yıl boyunca Deon Mimarlık olarak mimarlık anlayışlarının, estetik standartları ve fonksiyonelliği, insan odaklı ve sürdürülebilir çevre anlayışıyla sürdürdüklerinin altını çizdi. Ayrıca ziyaretçilere, 25 yıllık mimarlık yolculuklarını ve geleceğe bakışlarını özetledi…

Profesör Luca Deon, İsviçre- Luzern’de doğdu.

Albert Einstein’in  eğitim görüp, sonrasında da konuk Profesör olarak çalışmasıyla dünyaya adını duyurmuş, ETH  Zürih (Eidgenössiche Technische Hochschule) Mimarlık Fakültesi’ni bitirdi.

Universiteyi bitirdikten sonra, EPF Lozan (Ecole Politecnique  Federal Lausanne)’da üç yıl boyunca Asistan olarak çalıştı.

Daha sonra  Yverdon-les- Bains Arteplage deki Expo.02’de mimari konseptten sorumlu olarak görev aldı.  (İsviçre Ulusal Sergisi olarak tanımlayabileceğimiz sergi; ‘’Ben ve Evren’’ teması ile tasarlanmış ve İsviçre’nin hem geçici mimarisi ile hem kamusal mekanlar yaratarak, İsviçre’nin modern mimari hafızasında unutulmaz bir iz bıraktı)

Daha sonra uzun yıllar, İsviçre’nin en eski Mimarlık Galerilerinden biri olan Architekturgalerie Luzern’in  direktörlüğünü üstlendi. Eski tarihi mekanlarda ve geçici mekanlarda sergiler düzenleyerek, mimarlık kültürünü yaymayı amaçlayan bu platformda, çok sayıda önemli projeler gerçekleştirdi.

Hochshule Luzern’de  2003 yılından bugüne Tasarım ve Yapı Profesörü olarak, Görsel Tasarım konusunda dersler veriyor.

Ayrıca Mısır Universitesi’nde (MIU Misr International University) de konuk Profesor olarak dersler vermiştir.

Katsushika Hokusai’ye ve Japon kültürüne olan ilgisi onun bir süreliğine Japonya’ya gidip orada ilhamla dolacak zamanlar geçirmesine neden oldu.

Orada kaldığı süre içinde ünlü Japon mimar Riken Yamamoto ( Riken Yamomato, 2024 yılında Mimarlığın Oskarı sayılan Pritzer Prize Ödülünü kazandı) ile yakın bir şekilde çalıştı.  Bazı mimari yarışmalara katıldı. Japonların depremlere karşı geliştirdikleri yapı modelleri ve estetiği onu derinden etkiledi. Japonların doğaya karşı değil, Hokusai’nin dalgaları gibi bilhassa onu kucaklayan tarzları ona İsviçre’de türünün ilk örneği ahşap gökdelen yapma fikrini verdi.

Luca Deon, ailesiyle birlikte İstanbul ve Türkiye’nin farklı bölgelerini de ziyaret edip,  tarihinden, çok katmanlı ve çok faklı kültürleri barındıran mirasından çok etkilendiğini de sıklıkla dile getirmektedir.

Luca Deon, 1999 yılında kurmuş olduğu DEON AG Mimarlık Şirketinde (www.deonag.ch) İsviçre ve dünyanın farklı yerlerinde özgün projeler üretmeye devam etmektedir.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Satır Arasındaki İzler – SU – Buket Uzuner

yazar

Yayınlayan

on

“Aklın süsü dil, dilin süsü sözdür.
Kişinin süsü yüz, yüzün süsü gözdür.”
Kutadku Bilig- Yusuf Has Hacib

Buket Uzuner İle tanışmam, lise yıllarımın sıcak bir yaz tatili sonrasına denk düşer. Çocukluk arkadaşım, yıllarca aynı sırayı paylaştığım Pınar Bulut’un, lise yaz tatili dönüşü “Sana bir kitap getirdim, bunu mutlaka okumalısın,” diyerek elime tutuşturduğu romanla hayatımda yepyeni bir kapı aralanmıştı.

“Kumral Ada Mavi Tuna”, o yıllarda sadece bizim değil, birçok gencin hayatına damga vurmuştu. Ada’nın coşkulu halleri, Aras’ ile yaşadığı masum aşk, masumiyeti sarsan kayıplar… Tüm bu duygular arasında, yıllara inat direnen bir çocukluk aşkı saklıydı satır aralarında. Kitabı ne zaman hatırlasam, gözlerimin kenarında bekleyen bir damla usulca kendini hatırlatır.

Sonrasında Buket Uzuner’in diğer kitaplarıyla da yolum kesişti. İki Yeşil Su Samuru, İstanbullular, Gelibolu ve daha niceleri… Her biri hayatımın başka bir dönemine eşlik etti; iz bıraktı. Derken yıllar geçti. Uzuner, zihnimde her zaman saygıyla andığım bir yazar olarak yerini korudu, ama yollarımız bir süreliğine ayrıldı. Ta ki 2023 yılına, İsviçre’ye taşındığım o ilk yıla dek. Dilini bilmediğim yabancı bir ülke, tanımadığım insanlar, bana ait olmayan eşyaların yer aldığı bir ev… Yanımda sadece birkaç bavul eşya, biraz hayal, çokça korku ve geride bıraktığım koca bir geçmiş vardı. Bir de çantama sığdırabildiğim 5-10 kitap. Onlardan biri, Buket Uzuner’in Su-Toprak-Hava-Ateş dörtlemesinin ilk kitabı Su’ ydu.

Yeni hayatımın sessizliğinde, o kitapla baş başa kaldım. Ve yine tuttu elimden Buket Uzuner. Zamanı, mekanı, kim olduğumu unutturan o tanıdık dille başka bir serüvene sürüklendim. O an, hikâyem yeniden başladı.

 Suyun Hafızasıyla Yazılmış Bir Roman: SU

“Yaşamak, tabiatın efendisi değil, onun parçası olduğunu hissetmektir, çünkü ona döneceğiz!”

Buket Uzuner’in kaleminden çıkan Su, yalnızca bir roman değil; kadim bir sesin; toprağın, rüzgarın ve en çok da suyun hafızasında yankılanan çağrısıdır. Yazar, bu eserinde Anadolu’da binlerce yıldır var olan Kamanlık (Şamanizm) geleneğini dört element üzerinden ele alarak “Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları” başlıklı dörtlemenin ilk durağında, okuru doğa, tarih, mitoloji ve bugünün toplumsal gerçekliği ile örülü katmanlı bir anlatıya davet ediyor.

Su, bir yaz akşamı Kadıköy’deki Barış Manço vapuruna binen gazeteci Defne Kaman’ın gizemli kayboluşuyla başlıyor. Ancak bu roman, klasik bir polisiye gibi ilerlemiyor; hatta baş karakteri Defne Kaman, roman boyunca bir gölge gibi, daha çok geride bıraktığı izlerle var oluyor. Anlatının eksenini; onu aramakla görevli Komiser Ali Ümit, bilge sahaf Semahat ve Defne’nin Kam (şaman) olan ninesi Umay Bayülgen oluşturuyor. Böylece roman, bir kayboluş hikayesi olmaktan çok, bir uyanış ve sorgulama serüvenine dönüşüyor.

Mitolojik ve metafizik katmanlarla bezenmiş romanın temel çatısı, modern dünyanın unuttuğu doğa bilgeliği üzerine kurulu. Buket Uzuner, suyu yalnızca bir element olarak değil; canlı, düşünen ve unutmayan bir varlık olarak ele alıyor. Suyun hafızası vardır; insanınkinden eski, daha duru ve daha ısrarlı bir hafıza… Ve bu hafıza, hem roman karakterlerine hem de okura şu soruyu yöneltiyor: “Doğayı gerçekten duyuyor muyuz?”

Yazar, Kutadgu Bilig’e yaptığı referanslarla, Türk düşünce tarihinin derinliklerinden bugüne uzanan bir anlam köprüsü kuruyor. Yusuf Has Hacib’in eseri, romanda yalnızca bir motif değil, bir şifreler kitabı gibi konumlanıyor. Böylece “Su”, hem edebi hem felsefi bir sorgulama alanına dönüşüyor.

Romanın asıl gücü, mitolojik öğeleri günümüz Türkiye’sinin sosyo-politik meseleleriyle iç içe geçirmesinde yatıyor. Kadın cinayetlerinden bireysel özgürlüklere, çevre tahribatından HES projelerine, toplumsal baskılardan mezhep ayrımcılığına kadar birçok mesele, karakterlerin yaşamı üzerinden hikayeye doğal bir şekilde sızıyor. Gazeteci Defne Kaman’ın sistem karşıtı yazıları, yalnız yaşayan sahaf Semahat’ın kadın olmanın yüküyle verdiği mücadele, Komiser Ümit’in iç çatışmaları… Hepsi, modern Türkiye’nin ruh haritasına dair önemli ipuçları sunuyor.

Buket Uzuner, bu eserinde eko-feminist bir bakışı da ön plana çıkarıyor. Doğa ile kadının kaderini ortaklaştıran yaklaşımı, ne romantize edici ne de didaktik. Aksine, zarif ve derinlikli. Özellikle su metaforu üzerinden geliştirilen anlatı dili, hem şiirsel hem de çağrışımlarla dolu bir okuma deneyimi sunuyor.

“Su”, sadece kaybolan bir kadının değil, kaybolmuş bir kültürün, bastırılmış bir bilgelik mirasının izini sürüyor. Her satırında geçmişle bugün, inançla şüphe, doğayla insan çarpışıyor; kimi zaman uyumla, kimi zaman sarsıcı bir çatışmayla. Buket Uzuner’in bu romanı, okuru sadece bir hikayeye değil, kadim bir bilince kulak vermeye davet ediyor. Ve bu davet, günümüzün gürültüsünde kulağımızı en çok unuttuğumuz yere, içimizdeki suya çeviriyor.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

İsmimiz Kaderimiz Olabilir mi?

yazar

Yayınlayan

on

Japon yazar Haruki Murakami, Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları isimli romanında, adı “renksiz” olduğu için derin bir değersizlik hissi ile kıvranan Tsukuru Tazaki ile tanıştırır bizi. 

Tsukuru’nun lise arkadaş grubunda herkesin soyadında bir renk vardır; örneğin gruptaki diğer iki erkekten birinin ismi “kızıl çam” anlamına gelen Akamatsu, diğeri de “mavi deniz” anlamındaki Oumi’dir. Tsukuru’nun ismi ise öylesine dümdüz ve renksizdir.

Tsukuru kendini eksik ve önemsiz görür, gruptan dışlanmış hissetmeye başlar. Zamanla bu dışlanma hissi gerçek bir travmaya dönüşür. Arkadaşları tarafından terk edilmiştir. Kimliğiyle ilgili sorunları derinleşir ve kitap boyunca Tsukuru, kimliğini yeniden inşa etmeye çalışır.

Böyle şeyler ancak romanlarda ve filmlerde olur

Alt tarafı bir isimhayatta daha büyük dertler var

Aklınızdan benzer düşünceler mi geçiyor? 

Oysa ki isimlerimiz belki de hayatımız üzerinde bizim sandığımızdan daha fazla etkiye sahiptir. 

Bir kelimeden öte

Biz henüz bu dünyaya gelmeden burada bizi bekleyen,bize ait olan ilk şeydir ismimiz. Küçücük bir bebekken büyülü bir kelime gibi kulağımıza ezanla fısıldanır. 

Kimi zaman bir aile mirası olarak kökünde geçmişin izlerini taşıyarak gelir. Daha yeni gözümüzü açtığımız taze yaşamımıza tarihin ağırlığını ve yaşanmışlıklarını yükler. 

Zaman zaman anne veya babanın hayran olduğu biriyle ilgili sessiz bir beklenti ile giriverir hayatımıza o beklentinin izini ömür boyu üzerimizde bırakarak.

Bazen bir şarkıdan alınmış bir ilham, bazen de sadece kulağa hoş gelen bir sestir. O sesi sevsek de sevmesek de hayatımız boyunca en çok duyacağımız, hiç bıkmayacağımız melodi olur.

İsmimiz, göründüğü gibi sadece basit bir kelimeden ibaret değildir; adeta bir renk gibidir. Ya kişiliğimize tatlı tatlı dokunarak kolaylıkla uyum sağlar yuvasına, ya da zorlanır; uyumsuzdur, sessiz sessiz bağırır. Bir türlü örtüşmez ait olmaya çalıştığı yerle ve kişiyle.

Kendi ismi insana bazen aidiyet duygusu hissettirirken, bazen de özgürlük arzusu uyandırır. İnsan isminin kendisini sınırladığını hissettiğinde, o sınırları aşma isteğiyle yanıp tutuşur. Belki de bu yüzdendir ki kimileri isimlerini değiştirmek, kendi adlarını yeniden yazarak bir bakıma kaderlerinin kontrolünü de ellerine almak isterler.

Yıllar geçtikçe ismimiz bizi bir anlamda tanımlar, şekillendirir. Hayat boyu taşırız onu; bazen gururla, bazen de omuzlarımızdaki bir yük gibi.

Bir isim, aslında yalnızca harflerden oluşmuş bir sözcük gibi görünse de içinde bir hayat, bir anlam, bir hafıza taşır. Sadece bize ne hissettirdiği değil, başkalarına ne hissettirdiği de bir oranda yaşamımızı  etkiler. Hayat boyu iletişim kurduğumuz herkesin hafızasında ismimiz bir duyguya dönüşür. Hafızada oluşan kimliktir bu.

İsmimiz aslında varoluşumuzun ve kimliğimizin sesidir.

Uzun lafın kısası, diyeceğim odur ki, bir isim, bireyi tanımlayan birkaç harf ve tınıdan çok daha fazlasıdır. Doğarken o küçücük bebeğe verilen bir ismin taşıdığı anlam, birey olduğunda onun toplum içindeki yerini belirleyip, gelecekteki tercihlerini bile yönlendirebilir.

Adımız kadar  varız?

Çocuklarımıza isim koyarken bu açıdan pek düşünmesek de, isim seçim süreci sadece estetik bir tercih değil, aynı zamanda psikolojik, sosyolojik ve kültürel sonuçları olan bir karardır.

İtalyanlar “Nomen Omen” derler buna. Latince kökenli bu deyiş, insanın isminin kişiliğini ve hayatını nasıl şekillendirebildiğini iki kelimeyle özetleyiverir. 

Carl Jung’un psikolojideki benlik kavramına göre, bireyin içsel algısı ile dış dünyaya yansıtılan kimliği arasında bir denge vardır. İsimler de, bireyin kendilik algısını şekillendirmede etkilidir.

Bu konuda yapılan çok sayıda araştırma bile var. 

Örneğin, yaygın ve olumlu anlamlar taşıyan isimlere sahip bireyler daha yüksek özgüven seviyelerine sahip olabiliyorlar.

Diğer yandan toplumda bazı isimler sosyal sınıflarla, etnik kökenle veya dini kimlikle de özdeşleştirilebiliyor. Bu toplumsal önyargı, işe alım süreçlerinde ne yazık ki “isim ayrımcılığı” gibi olgulara kadar varabiliyor. Örneğin Batı’da yapılan bir çalışmada, “klasik” ya da “elit” isimlere sahip bireylerin özgeçmişlerinin daha fazla geri dönüş aldığı gösterilmiş.

Bir de değişik teoriler var ki, aynı zamanda biraz da eğlenceliler doğrusu. Örneğin “Adlandırma Etkisi” (name-letter effect) teorisine göre kişiler kendi isimlerindeki harflerden oluşan adları olan kişilere sempati duyuyor! Bir diğer teori olan “İsim Kaderi Hipotezi”ne (nominative determinism) göre kişilerin isimleri, kişilik gelişimleri ve hatta meslek seçimleri üzerinde etkili olabiliyor. Örneğin Deniz isimli birinin denizcilik ile ilgili meslek seçmesi şaşırtıcı değil bu teoriye göre!

Kültürlerde isimler

İsimlere verilen önem de kültürden kültüre değişir. Örneğin Japon kültüründe isimler çoğunlukla doğa ve sembollerle ilişkilidir. Bu, Tsukuru’nun isminin “renksizliği”nin onu, toplum içinde silik bir figür yapmasını bize açıklar.

Afrika kültürlerinde doğum koşullarına, aile geçmişine ve toplumsal rollere göre isim verilirken, Katolik kültürlerde manevi bir rehberlik biçimi olarak çocuklara azizlerin ismi verilir-ki bu da benim eşimde olduğu gibi bazen soyadının önünde üç, dört isim olmasına yol açar! 

Türkçemizde isimlerimizin çoğunun bir anlamının olması dilimize ve kültürümüze ne büyük zenginlik katar. Yurtdışında her yeni tanıştığım kişiye özellikle ismimin anlamını söyler, saklayamadığım bir gurur duygusu ile bizim kültürümüzde çoğu ismin anlamı olduğu bilgisini paylaşırım.   

Bizim isimlerimizin çoğunun bir anlamı vardır; benim ismim de yazın Ege ve Akdeniz’de esen serin, tatlı rüzgar demek.”

Bu cümle, tanıştığım herkesin yüzünde aydınlık bir gülümseme yaratır.  

İsmini sevmek

Sizi bilmem ama ben ismini sevenlerdenim. 

Annemden öğrendiğim kadarıyla isim annem ise, annemle birlikte aynı anda hastanede doğum yapmak üzere olan bir başka kadınmış. Annemle babam tarafından önerilen isim beğenilince ben de Meltem olmuşum. Bir insanın hiç tanımadığı bir başka insanın hayatına dokunmasına, onda kalıcı bir etki bırakmasına ne özel bir örnek benim isim hikayem.

Fonetik açıdan sevdiğim “Meltem” isminin etimolojik kökeninin Türkçe olduğunu düşünürken, bir Yunanistan seyahatimde Yunanca’da “Meltemi” olarak kullanıldığını ve anavatanının da Yunanistan olduğunu öğrendiğimde önce şaşırmıştım. Ama düşününce, Ege rüzgarına başka hangi köken daha fazla yakışırdı ki?

Adımın edebiyatta bir kitabın satırlarından bana gülümsemesi çoğu zaman beni çok mutlu eden bir sürpriz olur. (Evet, galiba ismimizi duymanın egomuzu okşayan bir etkisi de var!) Geçtiğimiz günlerde okuduğum Elif Şafak’ın Kayıp Ağaçlar Adası isimli kitabından “Adı yumuşacık, kendiyse şaşırtıcı derecede sert” ifadeleri yine satırlardan gülümsedi bana.

Cümlenin tamamını değil de adımla ilgili olan ilk kısmını nedense yazar sanki benim için söylemişçesine sorgulamadan benimsedim. Hemen ardından da “ismin kendilik algısı üzerindeki gücü” fikrini düşünmeden edemedim.

Haberin Devamını Oku
Reklam

Trendler