Köşe Yazıları
Her birimiz ne kadar özgürüz?

Günlük hayatımızda üzerinde çok da düşünmediğimiz bir kavram olan özgürlüğün önemi, ancak yaşamlarımızda bazı şeylerin kısıtlandığını hissettiğimizde aklımıza geliyor galiba. Türkiyemizde geçen hafta yaşananlar çoğu kişide olduğu gibi bende de karışık hislere yol açtı ve pek çok konuyu tekrar düşünmeye yönlendirdi. Bunlardan en önemlisi de “özgürlük” kavramı oldu.
Bu kelimenin üzerinde düşünüp biraz da kavramsal olarak araştırdığımda farkettim ki çoğu zaman anlamından uzak şekillerde kullanıyoruz özgürlük kelimesini.
“Özgürlüğüm kısıtlandı, istediğimi yapamıyorum…” Örnegin günlük hayatlarımızda sık sık böyle serzenişler duyar, belki kendimiz de aynı şekilde söyleniriz.
Oysa özgürlük gerçekten de tam olarak canımızın istediğini yapabilmek midir? Bu sorudan kastım başkalarına zarar vermeme fikrini sorgulamak değil. Zaten Fransız Devrimi’nde yazılan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde [26 Ağustos 1789] özgürlük “Başkasına zarar vermeden her şeyi yapabilmektir’’ diye geçtiğinden beri bu tanım, hemen hemen bütün demokratik ülkelerin anayasasında ve özgürlük tanımlarında yer almaktadır.
Yukarıdaki sorumda özgürlüğün gerçekten de kişinin canının istediğini yapabilme yetisi olup olmadığını kastediyorum. Özgürlük insanın kendisini tanıması, emeği ve bilgisi ile gelişen bir kavram. Bilincimiz ve farkındalığımız bizi insan yapan. İnsan olabildiğimiz oranda da özgürüz aslında. İnsanı diğer canlılardan ayıran tam da bu. İnsan, dürtülerine hakim olabildiği, yaşamsal güdüleri ile değil, bilinçli seçimleri ile varolabildiği sürece özgür. Hayvanlar ise dürtüleri ile davranan canlılar.
O zaman daha doğru bir ifadeyle “İstediğimizi yapmama iradesidir bizi özgür kılan” diyebiliriz. İradenin olmadığı yerde özgürlükten bahsedebilmek mümkün değil.
Özgürlükle ilişkili önemli görünen bir diğer kavram ise “değerler”. Ancak hırslarımızla değil de değerlerimizle karar verip, eyleme geçebildiğimizde özgür olduğumuzu söyleyebiliriz. Bazı durumlarda kararlarımız çıkarlarımızla örtüşmese bile, belli değerler çerçevesinde bu kararı sürdürebiliyorsak, bu gerçek özgürlüktür aslında.
Özgürlükle ilgili engeller dış koşullardan önce temelde öznel. Yani kişinin kendi zihniyle ilgili. İç özgürlüğünü sağlayamayan bir kişi tamamen dış şartlara bağlı olarak yaşadığından, koşulların değişmesi, beklenmedik fiziksel zorluklar, hatta gelen en basit bir eleştiri bile öfkelenmesine, hoşgörü gösterememesine yol açabilir. Zor ya da kolay, bizden bağımsız koşullar hep var olduğuna göre ve çoğunlukla da değiştirmesi tamamen bize bağlı olmadığından, temel olan iç özgürlüğümüzü güçlendirebilmek. Viktor Frankl’a göre hayatta bir amacımızın olması ve umudu koruyabilmek de insanı özgürleştirir. İnsan varlığı sonlu elbette ve özgürlüğü de kısıtlı. Yaşarken de hepimiz farklı koşullar ve zorluklardan geçiyoruz. İşte önemli olan da koşullardan özgürleşmeyi hedeflemek değil, koşullara karşı bir duruş alabilmemiz.
Zaten koşulların olmadığı duruma (sınırsızlık söz konusu olsa bile) özgürlük denmesi zor olurdu. Özgürlük bir sınırsızlık değil çünkü. Aslında özgürlük, sorumluluklara göre yaşanmadığı sürece tamamen suistimal edilme tehlikesini de barındırır. Bu yüzden Viktor Frankl, Doğu Yakası’ndaki Özgürlük Anıtı’nın karşısına, Batı Yakası’na, Sorumluluk Anıtı’nın konmasını bile önermiştir.
Sonuçta “insan akıl sahibi özgür bir varlıktır” denildiğinde bu aynı zamanda, “insan sorumlu bir varlıktır” anlamına gelmektedir.
Özgürlük üzerine 20. yüzyılda en fazla yoğunlaşmış düşünürlerden olan Jean-Paul Sartre’a göre özgürlük anlayışı beraberinde sorumluluğu da getirir. İnsan, seçimleri ve tercihleriyle kendisini var eder. Dolayısıyla seçimlerimizin ve eylemlerimizin sorumluluğunu da almamız gerekir. Sorumluluk ise başına gelenleri sorgulamadan öylesine kabullenmek değildir. Sartre “Varlık ve Hiçlik” kitabında insanın durumunu şöyle bir örnekle anlatır:
“Dünyanın içinde terk edilmiş bir durumdayım, tabi bu suyun üstünde yüzen bir tahta parçası gibi pasif kalacağım anlamına gelmez. Ne olursa olsun ve ne yaparsam yapayım sorumluluklarımdan asla kaçamam; çünkü sorumluluklarımdan kaçma isteğimden bile sorumluyum.”
Özgürlük aslında ontolojik olarak bize doğuştan verilmiş gizli bir özellik. Dünyaya geldiğimizde henüz farkında olmadığımız, uzunca bir süre varlığını keşfedemediğimiz bir hediye. Yukarıda bahsettiğim özelliklerle içsel özgürlüğünü geliştirmeyi başaranlar kendisini ve dünyasını genişletebiliyor.
Bu kavramın, yani doğuştan verilen özgürlüğün, felsefede tanımlanmış yeri de var. Üç ana türe ayrılabilen özgürlüğün birincisi işte bu “Tür Olarak İnsanın Özgürlüğü”. Bir diğer deyişle bir “olanak” olarak özgürlük kavramı.
İkinci özgürlük ise “Kişilerin Özgürlüğü- yani etik (ahlaksal) olarak özgürlük”. Aslında yazımın başından beri paylaştığım özellikler ile bu olanak gerçekleştirilebildiğinde özgürlük bir “kişi özelliği” olarak olarak karşımıza çıkıyor. Yani kişi kendi kendini özgürleştirebiliyor.
Gelelim üçüncü tür özgürlüğe ve bence en zorlusuna; yani “Toplumsal Özgürlük” kavramına. Şu ana kadar sözünü ettiğim özellikler kişiye bağlı ve bireyin kontrolünde iken, toplumsal özgürlük- adı üstünde- toplumun koşullarına bağlı. Bir insanın temel hakları sayılan tüm nesnel özgürlükler (politik, sosyal, ekonomik, davranış ve söz özgürlüğü) üst sınırları bulunan özgürlükler. Nesnel özgürlüklerin üst sınırı da toplum içerisinde eşitlik ve adaleti sağlayacak şekilde belirlenir çünkü bunların herhangi bir gerekçe ile aşılması eşitlik ve insancıllık ilkesi ile çelişir.
Buraya kadar kulağa güzel geliyor. Asıl soru işareti, bu üst sınırların nasıl belirlendiği. Burada önemli olan nokta, bir ülkedeki toplumsal özgürlüğün, o ülkenin yönetimindeki kişilerin etik özgürlüğüne bağlı olduğu gerçeği. Dolayısıyla birbirinden ayrı kavramlar gibi görünse de toplumsal özgürlük ile etik özgürlük birbirine direk bağlı. Toplumsal özgürlüğün sürekli gerçekleşebilmesi, ancak etik olarak özgür kişilerin sağlayabileceği bir durum.
Cevabı herkesin hayata bakışına göre değişecek olsa da, belki de başlığı şu şekilde yenilemem daha doğru olacaktır:
“Her birimiz etik olarak ne kadar özgürüz?”
Köşe Yazıları
EN POPÜLER MODA AKIMLARI

31.05.2025
MODA AKIMLARININ YARATTIĞI EN POPÜLER TARZLAR
Moda kavramı; tarihler boyunca insanların giyinme ihtiyacının ötesine çıkarak; yaşam koşullarına, dönemsel olaylara, endüstriyel ve ekonomik gelişimlerine, doğa ve doğa üstü koşullara ve onları etkileyen her doneden etkilenerek farklı giyimlerin ve giyim tarzlarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Günümüze geldiğimizde ise popüler kültürün, hızlı tüketimin, güncel yaşamsal olayların, siyasi, ekonomi ve coğrafi koşulların, teknolojinin gelişmesiyle birlikte, en çok etkileyen faktörlerden olan dijital-sanal dünyanın ve tabiki sosyal medyanın etkisiyle hızla değişkenlik gösteren “moda” kavramının güncel değişkenliğe indirgendiği bir dönemi yaşamaktayız. Buna göre de hızla değişen trendlere, hızla değişen tarzlar eklenmeye devam ediyor.
Z kuşağının Y kuşağının hatta bütün kuşakların giyim tarzlarının iç içe girdiğini de söylemeliyiz.
Siz moda akıllarından hangisini benimsiyorsunuz? Yada farkından olmadan hangi moda akımı sizin tarzınız olmuş? Şimdi anlatmaya başlayalım…
SESSİZ LÜKS (QUIET LUXURY)

Son iki yıldır özellikle en öne çıkan trendlerden biri olan “Sessiz Lüks”; sadelikten gelen şıklığın, zarafetin, asil görünmenin tonlarının olduğu ve asla kocaman bir lüks markanın logosuna ihtiyaç duyulmayan, zengin görünmenin aslında tamda bu minimalist ve çabasız şıklıktan geçmesinin tanımıdır.
Dünya moda markalarının tasarımcıları tarafından lüks moda markalarının defilelerinde “Sessiz Lüks” vurgusu tasarımlara yansırken artık sokak stilinin vazgeçilmez bir tarzı haline geldi.
OLD MONEY tarz AKIMI
Old Money; köklerden gelen zenginliği temsil eden, elit , soylu bir yaşam tarzını yansıtmayı amaçlayan, genellikle uzun süreli zengin ailelerle ilişkilendirilen bir giyim ve yaşam tarzıdır. Bu tarzın hedefi gösterişten uzak kaliteli yaşam tarzını yansıtan parçalardan oluşan kombinler yaratmayı , sade, şık ve zarafeti vurgulamaktadır.

Renk paletinde beyaz, nötr tonlar, bejler, ten tonları, kahveler, lacivert, gri renkler ve pastel tonlar kullanılır. Kombinlerde asla canlı ve parlak renkler kullanılmaz.
KORE K-POP TARZI

Kore tarzı; son yıllarda popüler olan Kore müzik grubu K-POP ve Kore dizilerinden ilham alarak ortaya çıkmış bir tarzdır. Bu tarz minimal etkiler taşıdığı gibi rahat görünümü yansıtan şık parçalardan oluşur. Bol pantolonlar, oversize üstler, yırtık kot pantolon, sweatshirtler, gömlekler, tişörtler ve kombinlerde üst üste giyerek yaratılan bir tarz olarak benimsenmiştir.
RETRO TARZ

Retro tarz; yakın geçmişte moda olan akımların tekrar popüler trendler arasına ggirmesidır. Örneğin 60’li, 70’li yıllarda giyilen bol paça pantolon, platform ayakkabı, puantiyeli elbiseler gibi parçaların günümüzde tekrar moda olarak giyilmesidir. Retro ve Vintage giyim sıkca karıştırılabilir. Retro, yakın bir geçmişte oluşmuş moda akımlarının tekrar ortaya çıkmasıdır. Vintage ise bir dönemden günümüze kalmış kıyafet ve aksesuarların oluşturduğu bir giyim tarzıdır.
PIN-UP TARZI

1940 ve 1950’lerdeki dergi kapak kızlarından ilham alan onların giyim tarzını benimseyen bir moda akımıdır. Döneme damgasını vuran Hollywood yıldızı Marilyn Monroe’nun tarzı tam olarak bu akımı yansıtmaktadır. Günümüzde Pin-Up tarzı olarak geçen bu stile sahip olmak istiyorsanız , vücut hatlarını ön plana çıkaran elbiseler, bluzlar, diz altında biten etekler, elbiseler, Maryjane ayakkabılar ve tabiki dönemi yansıtan saç ve makyajla sizde pin up kadını olabilirsiniz..
BOHEM TARZI
Bohem tarzı; rahat, bol, dökümlü, salaş kıyafetlerden oluşan, etnik desenlerle zenginleştirilmiş elbiseler, bluzlar, pantolonlar, deri sandalet ve aksesuarlarla kombinlenen bir tarzdır.
Özgür ruhlu bir imajı temsil eden Bohem tarz:aynı zamanda sanatsal etkilerde taşır. Özellikle rahatlığın ön plana çıkardığı için bahar ve yaz aylarının vazgeçilmez stilleri arasında yer alır. Uçuş uçuş etnik desenli elbiseler, tahta renkli boncuklu kolyeler, bereler, saç bantlarıyla kombinlenerek giyilir.

GOTİK TARZ
Gotik ögeleri barındıran, karanlık, esrarengiz, dramatik bir görünümü yansıtan bir moda akımıdır. Siyah giyinmek en temel özelliğidir. Tüller, deri, kadifelerden yapılmış deri ceketler, etekler, uzun marjinal kesimli elbiseler bu tarzı yansıtan en önemli parçalardır. Kalın tabanlı bot tarzları, piercingler, file çoraplar, gösterişli takılar, deri şapkalar gibi aksesuarlar gotik giyimin en önemli tamamlayıcılarıdır.
En az aksesuarlar kadar koyu renkli makyajlarda soluk ten imajı da bu akımın en belirgin özelliğidir.

YAZAN VE HAZIRLAYAN : AYŞENUR DEMİRKAN
Köşe Yazıları
Firuzan

Araftaki Kadınlar
Fatih Gezer ismini ilk kez, üyesi olduğum Göçmen Kitapseverler Kulübü aracılığı ile duydum. Bu kulüp, dünyanın dört bir yanına savrulmuş biz göçmen kuşları; dilin, hikayenin ve edebiyatın sıcaklığıyla birbirine bağlayan bir topluluk. Her ay bir yazar ya da çevirmeni konuk ettiğimiz bu kolektif alanda, yalnızca kitapları değil; yaşamlarımızı da paylaşıyor, ortak soruların peşinden birlikte yürüyoruz. Telegram grubumuzda Fatih Gezer’in adı sıklıkla geçmeye başlayınca,içime bir merak düştü. İlk Türkiye ziyaretimde kitaplarını edinmek üzere notumu aldım.
Başlangıçta 2021 Vedat Türkali İlk Roman Ödülü’nü de alan Ölüler Kıraathanesi’ni okumayı planlamıştım; fakat İstanbul’da geçirdiğim süre boyunca kitaba ulaşamamam sebebiyle o günlerde raflarda yeni yerini alan Firuzan ile Zürih’e döndüm. Kitabı elime aldığım an, sadece bir roman değil; katman katman açılan bir anlatı, bir ağıt, bir direniş metniyle karşı karşıya olduğumu anladım.
Dünyanın neresinde olursak olalım, kadına yönelik şiddet hala tüm çirkinliğiyle hayatlarımızın içinde. 21. yüzyılda bu acıyı konuşuyor olmak tarifsiz bir utancı da beraberinde getiriyor. Belki de bu yüzden, kadınların sesini duyurabilen her anlatı, benim için çok özel. Firuzan da, yalnızca kadınların yaşadığı acıları anlatmakla kalmıyor; bunu şiirsel, incelikli ve çok katmanlı bir dille yaparak okurunu hem sarsıyor hem de büyülüyor.
Bu güçlü anlatıya geçmeden önce, yazarın kendisine de yakından bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Fatih Gezer, yalnızca bir yazar değil; müzik, yayıncılık ve gazeteciliği bir arada yürüten çok yönlü bir anlatıcı. Grup Hertelden ve Ötekiler Müzik Topluluğu’nda solist ve gitarist olarak yer alan Gezer, İstanbul Aydın Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü birincilikle tamamlıyor. 2016 yılında “Anlarlar mı?” adlı söz ve müziği kendisine ait olan beş şarkıdan oluşan albümü çıkaran Gezer, hâlen Düşün adlı derginin genel yayın yönetmenliğini sürdürüyor ve bir gazetede düzenli köşe yazıları kaleme alıyor. Ölüler Kıraathanesi, Suni Tebessüm ve Ruhunu Satanlar Derneği adlı eserlerinin ardından 2025 yılında yayımlanan Firuzan, onun edebi çizgisinde önemli bir eşik.
Dört Nesil, Bir Kader
Firuzan son zamanlarda okuduğum en sarsıcı kadın anlatılarından biri. Kadınların hikâyesi anlatılmadıkça dünya tam anlamıyla dönmeyecek gibi hissediyorum. Dünya döndükçe de değişmeyen kadın hikâyeleriyle yeniden yüzleşeceğimizi ucu paslı bir bıçak ile kalbimizi delerek hatırlatıyor Firuzan. Kuşaklar değişse de kadına reva görülen yazgı değişmiyor.
“Gülmeyi unutanlardan kahkaha ummak boşunadır.” cümlesi ile aralanıyor hikaye.
Roman, erken yaşta yaşamla bağını koparan bir kadının, Firuzan’ın kendi ipini çekerek hayata veda etmesi ile başlıyor. Acısına sebep olan bütün erkekleri, hayattan alacaklı günlerini tekmeler gibi ittiriyor ayağının altındaki tabureyi. Öldükten sonra da huzurla göğe yükselemiyor ve arafta kalıyor. Geçmişin izini sorgularken, orada kendi soyundan kadınlarla karşılaşıyor. Okuru, büyük ninesi Umay’dan kendi annesine kadar uzun bir yolculuğa çıkarıyor.
1658 yılında büyük büyük nine Umay’la başlayan hikaye, dört kuşak kadının sesiyle çoğalıyor. Bu kadınların her biri, kendi döneminin karanlık yüzüyle hesaplaşırken, yaşadıkları felaketlerin kişisel olduğu kadar toplumsal olduğunu da gösteriyor. Umay ile başlayan kadim bir lanet, nesilden nesile devredilirken, her kadın bir sonrakine daha güçlü bir ses bırakmaya çalışıyor. Umay Nine, Rojda, Hacı Meryem Anne (Maria), Firuzan, Nigâr… Hikâyenin tamamında erkek eliyle açılan yaraları olan bu kadınların, seslerini duyurmayı başarıp başaramadıkları ise romanın temel sorularından biri olarak karşımıza çıkıyor.
Zaman zaman Firuzan’ın öte dünyadan yükselen sesiyle, zaman zaman da Umay’ın, Dapir’in geçmişin sislerinden gelen fısıltılarıyla şekillenen bu anlatı, erkekler tarafından yazılmış resmi tarihe karşı kadınların sözünü öne çıkaran bir direniş metnine dönüşüyor.
Firuzan, toplumsal belleği, kuşaklar arası kadın deneyimini ve geçmişle hesaplaşma temasını odağına alan; diliyle, kurgusuyla ve biçimiyle edebi bir bütünlük sunan çarpıcı bir roman.Firuzan ayrıca işitsel de bir deneyim. Kitabın içine yerleştirilmiş QR kodlar aracılığıyla dinlenebilen özgün besteler, anlatıya eşlik ediyor. Böylece metin, okurun yalnızca zihnine değil, duyularına da sesleniyor. Her şarkı, romanın duygusal haritasında yeni bir bölge açıyor; karakterlerin sesi notalarla daha da derinleşiyor.
Köşe Yazıları
GEÇMİŞİN İZİNDE, RENKLERİN İÇİNDE: FENER VE BALAT

Ne zaman giderseniz gidin, bir anda takvim yapraklarının değiştiğine şahitlik edeceksiniz. Ruhunuz geçmişin izlerinde bir gezintiye çıkacak.
Fener, adını eskiden burada bulunan deniz fenerinden alır. Türkiye’de resmi adı “Fener Rum Patrikhanesi”, dünyada bilinen adıyla “Constantinopolis Ekümenik Patrikhanesi”, Ortodoks dünyasının ruhani liderliğini üstlenen bu kurum, semtin en etkileyici yapılarındandır. Ana ibadethanesi olan Aya Yorgi (Aziz George) Kilisesi’nde bulunan ikonastis (ikona duvarı) üzerinde marangozların 40 yıl çalıştığı rivayet edilir. Kilisede, Hz. İsa’nın kırbaçlandığı sütun ile birlikte üç Azize’nin bedenleri gümüş ve bakır tabutlarda muhafaza edilmektedir. Ayrıca birçok Meryem Ana ikonasına da ev sahipliği yapar. Dışarıdan mütevazı görünen bu yapı, içinde sadelik ve görkemi bir arada barındırır. Ziyaret saatleri: 08.00 – 16.00.
Aynı duyguyu hissettiren ve yine bu bölgede bulunan Demir Kilise (Sveti Stefan)‘den bahsetmeden geçemem. Bir mühendislik harikası olarak anılan bu kilise, 19. yüzyılda Bulgarların Fener Rum Patrikhanesi’nden ayrılarak kendi kilise ve okullarına sahip olmak istemesi üzerine, Stefan Bogoridi’nin bağışladığı arsa üzerine ahşap bir yapı olarak kurulur. 1849’da ibadete açılan kilise, onun anısına Sveti Stefan (Aziz Stefan) olarak anılır. 1890’daki büyük yangında tamamen yok olduktan sonra, daha kalıcı ve gösterişli bir yapı inşa edilmek istenir. Tümüyle demirden inşa edilen bu yeni kilise, Viyana’daki Waagner Firması tarafından prefabrik olarak üretilir. Yaklaşık 500 ton ağırlığındaki parçalar Tuna Nehri ve Boğazlar üzerinden İstanbul’a getirilir ve 1898’de yeniden ibadete açılır. 2018’de restorasyonu tamamlanan kilise, haftanın her günü 09.00 – 17.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir. Küçük bir not: İçeride fotoğraf çekmek yasaktır.
Balat ise bir rivayete göre Rumca “saray” anlamına gelen “Palation” kelimesinden türetilmiştir. Blaherna Sarayı’na yakınlığı sebebiyle bu ismi aldığı söylenir. Bizans döneminden günümüze kadar birçok medeniyete ev sahipliği yapmış olan bu mahalle, hâlâ bu medeniyetlerin izlerini taşır.
Haliç’in kıyılarında uzanan Fener ve Balat, adeta yaşayan birer hafıza gibidir. Farklı inanç ve kültürlerin uyum içinde yaşadığı bu mahalleler, sahip oldukları değerli yapılarla bir açık hava müzesi görünümündedir. Daracık Arnavut kaldırımlı sokakları, cumbalı evleri, sinagogları, camileri ve kiliseleriyle büyüleyici bir tarih sunar. UNESCO Dünya Mirası kapsamında yenilenen renkli evleri, rengarenk merdivenleri, otantik kafeleri, duvar yazıları ve antikacılarıyla özellikle fotoğraf severler için eşsiz kareler sunar.
İstanbul’un kadim ruhunu taşıyan bu semtler, geçmişin kültürüyle bugünün hareketliliğini harmanlayan çok özel bir yerdir.
Bu bölgede ziyaret edilebilecek bazı önemli yapılar:
- Kanlı Kilise (Moğolların Meryemi Kilisesi)
- Fener Rum Erkek Lisesi (Kırmızı Mektep)
- Balat Çarşısı (Çıfıt Çarşısı)
- Gül Camii
- Atik Mustafa Paşa Camii
- Balat Oyuncak Müzesi









-
E-Dergi1 yıl önce
İsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
Ekonomi1 yıl önce
İsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
İsviçre1 yıl önce
Dünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Yaşam1 yıl önce
Kıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
Gündem7 ay önce
ERDOĞAN KARŞITI PAYLAŞIMLARI SIĞINMA BAŞVURUSUNDA HAKLI GEREKÇE OLARAK GÖRÜLMEDİ
-
Dünya7 ay önce
META’NIN COVİD-19 AŞILARIYLA İLGİLİ YANILTICI BİLGİ KARARI: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLIYOR MU?
-
Gündem7 ay önce
TÜRKİYE’DEN GELEN SIĞINMA BAŞVURULARINA GETİRİLEN SERT UYGULAMALARA TEPKİ
-
Gündem6 ay önce
TELEGRAM’DA ŞOK EDEN GRUPLAR: TECAVÜZ AĞLARI VE K.O. DAMLALARI