Sosyal Medya

Köşe Yazıları

LOZAN ANTLAŞMASI 101 YAŞINDA

yazar

Yayınlayan

on

Gürsel Demirok’un Yeni Kemer Gazetesi’ndeki yazısı      

Türkiye Cumhuriyeti’nin doğum senedi niteliğini taşıyan Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasından (24 Temmuz1923) bu yana 101 yıl geçti. Ülkemizin tapu senedi Lozan’ın mimarı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü, İsmet İnönü’yü ve milli mücadele kahramanlarımızı saygı ve minnetle anıyoruz.

Lozan Barış Antlaşması’nın 80. yıl dönümünü (24 Temmuz 2003) kutladığımız yıllarda Lozan’a 220 km. uzaklıktaki Zürih’te Başkonsolostum. 80. yıl vesilesiyle Başkonsolosluğumuz Atatürk salonunda, antlaşmanın anlam ve önemine ilişkin bir panel düzenlemiştik. Ayrıca Bern Büyükelçimiz Metin Örnekol ve İsviçre’deki Türk Toplumu temsilcileriyle birlikte Lozan’a giderek,Lozan Antlaşmasının müzakere edildiği Ouchy Şatosu ve Antlaşmanın eklerinin imzalandığı Beau-Rivage Palace’ı ziyaret etmiştik. Antlaşma müzakerelerine katılan heyetlere ilişkin hatıra albümünü incemiştik. En önemli müzakerelerinin cereyan ettiği Ouchy Şatosu’nun Şövalyeler “Salle des Chevallers” salonunda bir resepsiyon düzenlemiştik.

Aradan yıllar geçti. Her yıl dönümünde o ziyaretimizi özlemle anarım. Anlaşmanın imzalanmasından 80 yıl sonra o mekanda olmak bizlere büyük haz vermişti.Heyecanlandırmıştı. Büyükelçimiz Örnekol’un resepsiyonda yaptığı konuşmada belirttiği gibi, Dışişleri Bakanı İsmet İnönü başkanlığında Lozan Konferansı’na katılan Türk Heyeti mensupları, o mekanın “Şövalyeler Salonu” adına yakışır bir şekilde dönemin en güçlü ülkelerinin heyetlerine karşı çetin bir diplomatik ve hukuki mücadele vermişlerdi.

TBMM heyeti üyeleri ile İngiltere,Fransa, İtalya,Japonya,Yunanistan,Romanya,Bulgaristan,Portekiz,Belçika Yugoslavya temsilcilerinin katıldığı Lozan Barış Konferansı sonunda 24 Temmuz 1923’te imzalanan Antlaşma bir diplomasi zaferidir. Atatürk’ün önderliğinde halkımızın Milli Mücadele’de kazandığı zaferin ardından, zor koşullarda, çetin müzakereler sonucu üzerinde uzlaşma sağlanan bir belgedir.

Antlaşma, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığının, bağımsızlığının ve sınırlarının uluslararası alanda resmen ve hukuken tanınmasını sağlayan belgedir. Bağımsız ve egemen Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş senedi, Cumhuriyetin doğum senedi niteliğindedir. Bu antlaşma ile Türkiye’nin sınırları ve Boğazlar üzerinde egemenliği dünya tarafından tanındı, Kapitülasyonlar ve azınlıklarla ilgili sorunlar çözüldü. Lozan bir eşitlik belgesidir. Lozan, I. Dünya Savaşı’nı sona erdiren antlaşmalar içinde tek onurlu belgedir. Bu da kurulmakta olan yeni Türkiye’nin başarısıdır.

Ayrıca Lozan mazlum devletlere örnek olmuştur, bağımsızlık mücadelesi ateşini körüklemiştir. Lozan, bir ekonomik bağımsızlık belgesidir ve ekonomiyi millileştirmenin ilk adımıdır. Kapitülasyonların kaldırılması ve Dûyun-u Umumiye borçlarının ödenmesinin bir plana bağlanarak, 1954 yılında bitecek biçimde devlet tarafından ödenmesi planını oluşturmuştur. Ve tabii ki Lozan bir siyasal bağımsızlık belgesidir.

Antlaşma 23 Ağustos 1923’te TBMM tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. Ardından 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi. 101 yıldır ayakta olan Antlaşma, imzalandığı dönemin koşullarında yapılabilecek gerçekçi ve kalıcı uluslararası bir belge niteliğinde. Antlaşmayı, o zamanın koşullarına göre inceleyerek, özenle savunmak, korumak ve kollamak gerekiyor.

Ülkemizin tapu senedi Lozan Antlaşması’nın 101. Yılını gururla kutluyoruz.

Yenikemer #gürseldemirok #zürih #isviçre #Lozanantlaşması #101YılLozan #Türkiye #Haber #Haberler #Sondakika

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Yürümeye övgü: Düşünüyorum, öyleyse yürüyorum!

yazar

Yayınlayan

on

Doğa yeni uyanıyor. Gökyüzü, rengine karar vermeye çalışırcasına pembeden turuncuya, alacalı görünüyor. Güneş cömertliğini henüz göstermemiş ama bugün pek de utangaç olmayacağı belli, hava şimdiden yumuşacık. Sadece adımlarımın altındaki otların hışırtılarının duyulduğu bir sessizlik içinde tepeye doğru yürüyorum. Üzüm bağlarına çıkan kısa ve dar bir patika bu. Sabahın taze kokusu içimi çocuksu bir sevinçle dolduruyor. Kayınların dallarının arasından sesinden büyüklüğünü kestiremediğim bir kuş sabahı selamlıyor. Düzenli soluk alıp vererek ve tempolu adımlar atarak geçen beş, altı dakikalık bir yürüyüşün ardından, tepenin yamacından Zürih Gölü’ne doğru sereserpe uzanmış şekilde tüm bereketli güzelliğini sunan üzüm bağlarına varıyoruz. Köpeğim Grissino’nun en sevdiği yer burası. Bağların arasındaki toprak yolda onu serbest bıraktığımda alev rengi tüylerini esintiye bırakarak özgürce koşuyor.

Ben onun ardından yürüyorum. Koşmayı tetikleyen hız ve ataklık isteğinin değil, yürümenin getirdiği sakinlik ve teslim olmanın peşindeyim. Öylece yürüyor ve vücudumun ritmine ruhumun çabasız bir doğallıkla ayak uydurmasını izliyorum. Adımlarım belli bir tempoya ulaştığında günlük hayatın zihnimde yaratmış olduğu gürültü, doğanın dinginliği ile birlikte eriyip gidiyor. Tüm yaşama telaşının geçici bir süreliğine geride kaldığını hissettiğim o noktada kendimle-veya en fazla köpeğimle-gerçek anlamda başbaşa olmanın tadına varıyorum.

Yürüyüşçü olma yolunda

Yıllar önce İsviçre’ye geldiğimde pek çok İstanbullu gibi bir araba bağımlısıydım. O zamanlar Basel’de yaşayan eşimi ziyarete gelmiş ve akşam yemeğe giderken arabayı almak yerine taksi çağırmayı önermiştim. Nasıl da pratik bir düşünce! Basel’in ne kadar düzenli ve yürünesi bir şehir olduğunu, Ren Nehri boyunca yürüyerek şehrin her iki yakasını bir saat içinde bitirebileceğimi öğrenmek çok vaktimi almayacaktı. Neredeyse ekmek almaya bile arabasına atlayıp gitmeye alışmış bir metropol kadını için yepyeni bir keşif (!) hissiydi bu. Elbette bu müthiş buluşa adapte olabilmenin ilk koşulu, bavulumda Basel’e gelen yüksek topuklu ayakkabılarımdan rahat yürüyüş ayakkabılarına yumuşak bir geçiş yapmaktı.

Geçen yıllar içinde İsviçre ve İrlanda’daki yürüyüşlerim beni “kendimce” tecrübeli bir yürüyüşçüye dönüştürdü. Buna, son birkaç yıldır araba kullanmama özgürlüğü de eklenince, adımlarım ve zihnimin dostluğu pekişip güçlendi. İsviçrelilerin yürüyüşte kullanmayı pek sevdikleri o kayak batonu benzeri çubuklara kollarımı hapsetmiyor, adımlarıma uyum sağlamaları için onları serbest bırakıyorum; tıpkı özgür kalıp doğaya akan zihnim gibi. Konuşmaya gayret sarfetmemek ise işitme yetimi keskinleştiriyor. Sadece doğayı dinlediğimde her türlü irili ufaklı sesi farkedebiliyorum. Adeta Grissino ile yarışıyoruz doğaya kulak kabartmakta! O, yaşı ve ırkı gereği haliyle hızın peşinde. Ama yanımda yürürken benim yavaşlığıma ayak uydurmaya çalışıyor-yeter ki karşısına onu kontrolden çıkarıp atak cesurluğunu sergiletecek bir köpek veya kuş çıkmasın!    

Yavaşlık ve düşünmek üstüne 

Frederic Gros, çok severek okuduğum “Yürümenin Felsefesi”nde “Kendine güvenin ve cesaretin sahici göstergesi yavaşlıktır” der. Hızın zıddı olmayan bir yavaşlık burada bahsettiği. İyi yürüyüşçüye ait özellikler adımların son derece istikrarlı olması ve yeknesaklık ona göre. Kötü yürüyüşçü ise bazen hızlanıp, sonra yavaşlayabilir. Ani süratlenmelerle kazandığı hızın ardından soluk soluğa kalır. Yavaşlık ise tam olarak aceleciliğin zıddıdır Gros’un ifadesine göre.

Kalori hesaplarının kurbanı olarak kan ter içinde yürüyenleri konumuzun dışında tutarsak, sadece aceleciler midir yürürken hızlanan? Bazen hatırlamak istemediğimiz şeylerden kaçmak, onları hafızamızdan bir an önce atmak için de hızlanır adımlarımız. Adımlarımızı daha hızlı attıkça o hatırlamak istemediğimiz anılar sanki daha hızlı çıkacaktır aklımızdan. Anımsamak istediğimizde ise yürüyüşümüz kendiliğinden yavaşlar. Yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasındaki gizli ilişki olarak tanımlar bunu Milan Kundera “Yavaşlık” kitabında. Yavaşlığın derecesi anının yoğunluğuyla, hızın derecesi ise unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. 

Bazen hızla yürürken nefes almadan da konuşan, adeta atılan her adıma mümkün olduğunca çok kelime sıkıştırmaya çalışan geveze yürüyüşçüler geçer yanımdan. Kelimelerin uğultusu uzaklaştıkça bir oh çekerim öyle anlarda! Yalnız yürümeyi tercih etmem de bu sebeptendir. Yürürken serbest kalan zihin belli bir berraklığa ulaşır, düşünceler billurlaşır. Öfkelendiren olaylara fevri tepki vermemek, önemliyi önemsizden ayırt etmek ve daha sağlıklı karar alabilmek kolaylaşıverir. O yüzden önemli kararlar öncesinde kullanılan “üstüne uyumak” kavramı gibi, benim için bir de “üstüne yürümek” yaklaşımı vardır.     

Bir yerlerde okuduğum şu cümle bana ilham verici geldi: “Düşünmek, bir nevi kavramlar ile seyahat etmektir”. Bu zihinsel seyahate, beden de harekete geçerek eşlik ettiğinde düşünce ritmik bir eyleme dönüşüp daha kolay akıyor belki de. Metin Münir “Yürümek aklı da yürütür” demişti bir yazısında, ne kadar da doğru bir tanımlama.

Yürümek tarih boyunca hep önemli oldu

Tarih boyunca düşünce ile yürümenin ilişkisi üzerine o kadar şey yazılıp söylenmiş ki! Her kültür, yürümeyi farklı şekillerde yorumlamış, düşünürler ve sanatçılar yürürken düşünme ve fikir üretmeye övgü yapmışlar. Antik dönemden beri bilgeler, hep yürüyerek derin düşüncelerin peşine düşmüşler. Aristoteles’in bir aşağı bir yukarı yürüyerek ders anlattığını ve kurduğu okulda yetişen öğrencilerin, Yunanca “gezinmek, yürümek” anlamındaki “peripatein” kelimesinden türeyen “Peripatetik” ifadesi ile tanımlandıklarını görürüz örneğin. Bu gelenek İslam dünyasında da devam etmiş, Farabi, İbn Sina gibi İslam filozofları da Arapça “yürümek” anlamındaki “meşy” kökünden türemiş bir kelime olan “Meşşai” ile anılmışlardır. 

Peki sadece doğada yürümek mi insana tüm bu özellikleri kazandırır? Ya yaşadıkları sokaklara ve ana caddelere sıkışmış büyük şehirliler? Elbette şehirde ve doğada yürüyüşe çıkmanın nitelikleri oldukça farklı. Şehirlerde kaldırım veya parklarda yürürken gündelik hayatın kalbindedir insan. Yine de zihnin gürültülerinden uzaklaşarak diğer insanlara ve hayata karşı gözlemci olma şansı yakalanır. Her gün yaşadığımız sokağı bile yeni bir gözle görmeye çalışmak, başımızı kaldırıp daha önce görmediğimiz detayları farkedebilmek keyifli ufak keşifler olabilir.

Düşünürlerin çoğu doğadan ilham almış olsa da, içlerinde şehirli yürüyüşçüler de olmuş elbette. Örneğin Kirkegaard, Kopenhag sokaklarında usanmadan yıllarca yürümüş. Her ne kadar bazı kaynaklarda yürüyüşlerinin sebebi olarak sevip de ulaşamadığı bir kadın gösterilse de (Regine Olsen’i sevdiği halde onu mutlu edememekten korktuğu için evlenmekten vazgeçen filozof, genç kadının evleneceğini duyduğunda melankoliye kapılmış) yürümek, onun yazılarının kaynağı olmuş ve dostlarına, yürüyebildiği sürece ölüm dahil hiçbir şeyden korkmadığını dile getirmiş. Caddelerde rastladığı insanlarla konuşmayı seven Kirkegaard’ın, bu sohbetlere verdiği yaratıcı bir de isim var: “İnsan banyosu”!

Son olarak şehirde yürüyüş deyince XIX. yüzyılda ortaya atılan ve XX. yüzyıl romanlarında da karşımıza çıkan Fransızca kökenli “flanör” ler geliyor aklıma. “Kenti karış karış gezen kişi” anlamına gelen bu sözcük farklı şekillerde yorumlansa da, kentin içindeki gerçek gözlemcilerdir flanörler. Aylak kent gezginleri olarak şehri en ücra köşelerine kadar arşınlar ve hayatı gözlemleyip düşünürler. “Aylak” ifadesi, aylaklığın işsiz güçsüz olmak şeklinde algılandığı günümüzde olumsuz bir imge oluştursa da, bazen aylaklık da iyi gelir insana. Kundera, eski aylaklıklara gönderme yaparak bir Çek atasözünü paylaşır okuyucularıyla:

Aylaklar Tanrının pencerelerini seyrederler”.

Beş dakika boş kalamayıp ekranlara kilitlenen günümüz insanını düşününce oldukça anlamlı gelen bir söz. Bugün ihtiyacımız olan belki de biraz daha fazla “aylak” olabilmek…

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

10 YIL ÖNCEKİ KENDİNİZLE ARKADAŞ OLUR MUYDUNUZ?

yazar

Yayınlayan

on

Ne dersiniz?

Açıkçası bir süre önce, hayatta arkadaş olmam, kahve bile içmem derdim. Şu anda tekrar düşündüm de;  belki de o, benimle arkadaş olmak istemezdi.

 Doğruya doğru, o daha eğlenceliydi, o daha çok gülerdi,  çok daha fazla organizasyon yapardı, çok daha fazla sosyaldi vs. vs… Ama şimdiki ben de, yabani değilim sonuçta 🙂

Sadece şimdiki bende, daha dengeli olma arayışı var sanki…

Düşünceleri yazıya dökmenin böyle bir ilginçliği var. Bu soruyu birisi bana sorsa, ‘’10 yıl önceki kendimle arkadaş olmam, belki kırk yılda bir, bir kahve içerim o kadar’’ derken, oturup yazmaya başladığımda bir de baktım ki, belki de o beni beğenmeyebilirmiş.. 

Gerçi daha tepeden, bir bütün olarak baktığımda bu günkü kendimin ona göre birçok iyi yönü var. Sanırım şimdiki ben, kendine daha fazla önem veriyor olabilir. 10 yıl önceki bende, ‘’ben’’ sanki daha dışarı odaklıydı. Şimdiki ben, daha bir içe odaklı. Ya da biraz daha denge arayışında diyelim. Karbonatı azalttım yaniJ  Eski bende, hayatı yaşarken,  duygularımı hep karbonat atılmış gibi çok kabarık yaşardım. Sevgide, ilgide, üzülmekte, kırılmakta, alınmakta hep çok kabarıktı duygularım.

Tabii bu karbonatlı yaşam coşkusu, bir sürü şeyde etrafın çok işine yarardı. Çünkü ben genelde ve hatta çoğunlukla üzüldüğünde, kırıldığında içe çekilenlerdenim.

O duyguyu içerde karbonatla kabarıp yaşarken, kendime çok zarar verici oluyordu. Bunu uzun vadede anlıyor insan. O üzüntüler vücudunda tepkilere neden oldukça. Ben bunu epey yaşadım. Dışarı yansıttığın yüzünde daha çok coşkulu, enerjik, eğlenceli halin olunca, o güzel. Ama öfken, üzüntün, kırılganlığın da aynı coşkuda olup, onu da dışarıya yansıtmayarak, kendi kendine tamir etmeye çalışınca, çok yorucu oluyordu. 10 yıl önceki kendimle kahve içersem, niye böyle yaptığını ona sorabilirim. Ama onunla sürekli arkadaş olmak, o kadar kolay olmazdı sanırım. Onun o enerjisi, aşırı coşkusu şu anki beni yorardı.

Şimdi böyle kendi kişiliğimize geçmiş ve bugün açısından baktığımızda, herhangi bir ilişki kurmanın zorluğu veya bazen gereksizliğini görünce, insan bazı arkadaşlıkların, evliliklerin, ilişkilerin neden yürüyemediğini çok net anlıyor.

Hepimiz değişiyoruz. Her gün DNA’larımız bile değişiyor. Huylarımız, kişiliğimiz değişiyor, evriliyor, bazı yönlerden yukarıya, bazı yönlerden aşağıya doğru.  Bu evrilme ve değişimler, aynı yöne doğru olmayınca birlikte arkadaş, dost ya da eş kalabilmek gerçekten zor…Hatta ülke değiştirmeler bile anlaşılabilir bu açıdan bakıldığında… Herkesle her şeyle, hatta ülkenle, yaşadığın şehir ile bile ilişkin zorlaşıyor, kopuyor. Acı ama gerçek…

Eylül ayı benim için, iş hayatından da gelen bir alışkanlıkla, yeni bir dönemin başlangıcıdır. Bizim ailede de öyledir. Yeni yılda dilekler, istekler hayaller yazılır. Yaz tatili bitiminde, o dilekler istekler ne yöne doğru gidiyor, yaptıklarımız niyetlerimizle doğru orantılı mı hepsi bir bir gözden geçirilir.

Eylül ayının bu rutin yaşama dönüş enerjisi ile hem dışa hem içe bakışla bu soru düştü aklıma…

Siz ne düşünüyorsunuz? 10 yıl önceki kendinizle arkadaş olur muydunuz? Ya da o sizinle arkadaş olur muydu?

Harika bir hafta ve güzel başlangıçlarla dolu yeni sezon diliyorum…

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Bu Nasıl Haber? ..İsviçreninsesi’nde Bu haber Ne Alaka?

yazar

Yayınlayan

on

Son zamanlarda sosyal medyada ve çeşitli platformlarda, İsviçreninsesi’nde de yayınlanan haberlerde bazı olumsuz yorumları gözlemliyoruz. 10 bin takipçiden birkaçı, bazı paylaşımların altında yorumlarda içerik hakkında “Bu haberden bize ne?”, “Bu ne biçim haber?” ya da “İsviçreninsesi ile bunun ne alakası var?” şeklinde eleştirilerde bulunuyor. Elbette eleştirinin yapıcı olması önemlidir, ancak bu tür yorumların genellikle başka motivasyonlar taşıdığını da unutmamalıyız. Nedeni yazının devamında.

Yapıcı Eleştiriler ve Medeniyet

Bazıları öyle yapıcı ve nazik eleştirilerde bulunuyor ki, bu eleştiriler gerçek bir değer taşıyor. Eleştiri yapmak elbette önemlidir; bu hem İsviçreninsesi hem de diğer haber kanalları için geçerlidir. Gelen beğeni ve eleştiriler, yapılan çalışmanın doğru veya yanlış olduğunu gösterebilir ve yetkililere geri bildirim sağlar. Ancak, eleştiri illa ki hakaret ya da küfürle değil, kısa bir şekilde “Bu görüşe katılmıyorum” veya “Ben farklı düşünüyorum” diyerek medenice yapılabilir. İsviçre ve Almanya medyasında, haberlerin altında binlerce yorumda insanlar, medenice görüşlerini yazar ve tartışabilirler. Ne yazık ki, Türkiye’deki sosyal medya platformlarında insanlar sanki küfür etmek için fırsat kolluyor gibi görünüyor. Eleştiriler yapılabilir; ancak aynı kişi beğendiği haberlerde de olumlu yorumlar yaparak dengeyi sağlamalıdır.

İsviçreninsesi’nin Misyonu ve İçerik

Öncelikle belirtmek isterim ki, İsviçreninsesi haber portalı tamamen ücretsiz olarak hizmet sunar. Buradaki haberler için sizden herhangi bir abonelik ücreti talep edilmemektedir. Platform, emek verilerek hazırlanan ve çeşitli konuları ele alan haberleri kullanıcılarına sunar. Bu haberler arasında bazen herkesin ilgisini çekmeyen konular olabilir; ancak bu haberlerin de kendine özgü bir değeri vardır.

Medya Türleri ve İçerik Uyuşmazlıkları

Bu bir eleştiri konusudur: Adı “Magazin” olan bir kanalda yüzde 90 siyaset veya günlük yaşam sorunları haber oluyorsa, burada bir tutarsızlık vardır. Benzer şekilde, adında “Siyaset” veya “Günlük” geçen bir medyada da yüzde 90 magazin haberi yer alıyorsa, bu da bir yanlışlık gösterir. Aynı şekilde, adında “İsviçreninsesi” bulunan bir haber portalında eğer yüzde 10 İsviçre haberi, yüzde 90 magazin veya Türkiye haberleri yer alıyorsa, burada da bir uyumsuzluk söz konusudur.

İsviçreninsesi’nin İçerik Öncelikleri

Ancak İsviçreninsesi haber portalının merkezinde İsviçre ve bu ülkedeki yaşam ile ilintili haberler bulunmaktadır. Bu, portalın pratikte de uyguladığı bir prensiptir. İsviçreninsesi adından da anlaşılacağı gibi, İsviçre merkezli haberler ve gurbetçi denilen Avrupa Türklerini, göçmenleri ilgilendiren konular, turizmi ve Avrupa’daki gelişmeleri öncelikli olarak ele alır. Kars’ın bir mahallesindeki yol yapımı ya da Adana’dan, Denizli’den, Edirne’den, İstanbul Güngören’deki mahalle kavgası gibi haberler, buradaki muhtarlık ya da belediye seçimleri İsviçreninsesi okuyucularının önceliği arasında değildir. Ancak, Türkiye’den de olsa bazı haberler, Avrupa’da yaşayan insanlar için ilgi çekici olabilir. Sosyal medyada trend olmuş, gündem haline gelmiş konular, geniş bir kitleyi ilgilendirir. Kendi memleketinde olan bir konu, Avrupa’da yaşayan Türkleri de ilgilendirebilir ve bu nedenle haber portallarında yer bulabilir.

Haberlerin İçeriği ve Evrensellik

İsviçre’nin dışından gelen bazı haberlerin burada yer alması, İsviçre’de yaşayan yerel halkın bilgilendirilmesi gereken konular arasında olabilir ve bu, platformun çeşitli ilgi alanlarına hitap etme çabasının bir parçasıdır. Herkesin aynı tür haberlere ilgi göstermesi beklenemez. Dolayısıyla, bazı haberlerin hoşunuza gitmemesi doğal bir durumdur. Eğer size hitap etmeyen bir haberi görüyorsanız, onu geçmek en basit ve sağlıklı çözüm olacaktır. Ancak hesap sorup “Bundan bize ne, bu haber ne alaka?” şeklinde yorum yapmak, gerçek bir eleştiri değildir. Ayrıca, aynı kişinin 1000 haberde tek bir olumlu yorumu yoksa ve sadece bir haberde bu tarz yorum yapıyorsa, bu genellikle iyi niyetten uzak bir yaklaşımın ve kişinin hayatındaki mutsuzlukların sosyal medya üzerinden yansımasının göstergesidir.

Hakaretler ve Yapıcı Eleştiriler

Hakaret içerikli bir yorumdan sonra kalkıp “eleştiriye açık olmalısınız” diyerek kendini haklı çıkarmak etkili bir yaklaşım değildir. Nasıl hitap ediyorsan, aynı dilde cevap alabilirsin. Günlük hayatta da böyledir: Karşındakine küfür ediyorsan veya hakaret ediyorsan, onun da sana benzer bir şekilde cevap vereceğini, hoşuna gitmeyen şeyler duyabileceğini kabul etmelisin.

Medya Kapsamı ve Uluslararası Örnekler

Örneğin, Deutsche Welle sadece Almanya’dan haber sunmuyor; global bir perspektif sunarak dünyanın dört bir yanından gelişmeleri aktarıyor. New York Times da sadece New York’tan yaşam haberleriyle sınırlı kalmıyor; uluslararası haberlerle geniş bir kapsama sahip. Kimse New York Times’taki Türkiye haberine “Bu haberin bize ne alakası var?” demiyor. Aynı şekilde, 20Min gibi İsviçre medyası, Türkiye’den haberler sunarken kimse “Sizin adınız 20Min; sadece 20 dakikalık haber sunmanız lazım” şeklinde bir eleştiride bulunmuyor. Frankfurt Allgemeine Zeitung da haberlerini sadece Frankfurt’tan gelen bilgilerle sınırlamıyor; geniş bir coğrafyadan ve çeşitli konulardan haberler sunuyor.

Sosyal Medya ve Eleştiri Kültürü

Sosyal medyada bu durum genel bir sorun haline gelmiştir. İnsanlar, kolayca hakaret edebilir ve başkalarını küçümseyebilirler. Saatlerce emek verilmiş bir haberin sadece başlığına takılarak, “Milleti kandırmayın, yalancısınız!” şeklinde yalancılıkla itham etmek yorum yapmak yaygın bir davranış haline gelmiştir. Ayrıca, “Yandaş, taraflı haber yapmayın” gibi yorumlar da sıkça karşılaşılmaktadır. Herkes karşısındakini kendi bakış açısına göre değerlendirir; size göre farklı düşünenler her zaman yandaş veya taraflı olarak nitelendirilebilir. Aynı kişinin doğru bulduğu haber medya kanalı tek taraflı olabilir ama onun tarafından yayınlandığı için ona göre objektif ve tarafsızdır.

Teşekkür ve Takdirin Önemi

Eleştirilerinizi yaparken, emek verilerek hazırlanan haberlere teşekkür etmeyi de unutmamak önemlidir. Beğendiğiniz ve faydalı bulduğunuz haberlerde olumlu yorumlar yaparak, eleştirilerinizi daha dengeli ve yapıcı bir şekilde ifade edebilirsiniz. Hiç düşündünüz mü? Bir kuruş maddi talep edilmeden sunulan haberler, arkasında birçok saatlik emek barındırır. Belki sadece 2 dakikada başlığını okuyup geçtiğiniz bir haber, aslında büyük bir çabanın ve araştırmanın ürünüdür.

Genel Sonuç ve Medya Etik Kuralları

Bu durum sadece İsviçreninsesi için geçerli değil; Instagram, YouTube ve diğer platformlarda da benzer bir durum söz konusudur. İnsanlar, çeşitli platformlarda emek vererek saatlerce hazırlık yapar, araştırma yapar ve canlı yayınlarla ya da farklı yayınlarla bilgi sunarlar. Bir beğeni atıp “like” yapmayı, teşekkür etmeyi çok görüyorsunuz; ancak hoşunuza gitmeyince kolayca hesap sorup, “Bu haber ne?” diyorsunuz.

Sonuç olarak, hayatın her alanında eleştirilerinizi yaparken teşekkür etmeyi ve takdir etmeyi alışkanlık haline getirin. Bu, hem daha yapıcı bir yaklaşım sağlar hem de haber portallarının ve içerik üreticilerinin kalitesini artırmaları için bir motivasyon sunar. Unutmayın, her haberin arkasında bir emek var ve bu emeğe saygı göstermek, hem bizlerin hem de içerik üreticilerinin daha iyi sonuçlar elde etmesine katkıda bulunur. Her haber portalında hatalı haberler olabilir; ancak kasıtlı propaganda yapılmadığı sürece, bir haberin başlığında veya içeriğinde olan eksiklikler yüzünden “yalancısınız, yanlısınız” şeklinde yorum yapmak yerine, resmin tamamına bakmak daha yapıcı olacaktır. Eleştiri yaparken, her haberde olumlu gördüğünüz şeyleri de yazın ki denge sağlanmış olsun. Aksi takdirde, 1000 haberde adı görülmeyen bir kişinin sadece bir haberde ortaya çıkıp yaptığı kasıtlı saldırı içerikli yorumlar asla ciddiye alınmaz.

#İsviçreninsesi #YapıcıEleştiri #SosyalMedyaEtiği #MedyaKalitesi #EleştiriVeTeşekkür #HaberVeEmek #GörüşleriniziPaylaşın #DengeliYorum #TürkMedya #İsviçreTürkleri #cemilbaysal #isviçrehaberleri #köşeyazıları #Almanya #Avrupa

Haberin Devamını Oku
Reklam

Trendler