Köşe Yazıları
HAYATINIZ ROMAN OLSA

HEYECANLA OKUR MUYDUNUZ ?
Ben bu soruyu sıklıkla kendime sorarım. Acaba hayatım roman olsa okur muydum?
Daha da önemlisi, hayatım roman olarak yazılsa, öncelikle ne tür bir roman olurdu?
Beni iyi tanıyan herkesin diyeceği gibi, benim hayatım roman olsa ‘’Macera Romanı’’ olurdu. Buna nerdeyse eminim. Sakın bunu kendine her hangi bir paye verirmiş gibi söylediğim sanılmasın. Sadece kendim için değil, bunu tanıdığım bazı insanlar için de söyleyebilirim.
Kendim için söylememin sebebi, sadece yaşadığım onca, tuhaf-ilginç- iyi- kötü dönem-olay-iş-güç için değil. Benim kişiliğim gereği yaşadığım her şeyin bir hikayesi var. Daha doğrusu var-mış. Bunu fark etmem çok uzun yıllarımı aldı. Gerçi kendi kendime de keşfetmedim. Birilerine bir şeyleri anlatırken, yakınlarda fark ettim. (O da ayrı hikayeJ)
Mesela bizim evimizdeki her eşyanın, giydiğim her kıyafetin bir hikayesi var. Bir şeyi öylesine hiç almamışım. Ya da alırken her şeye bir hikaye eşlik etmiş. Ama bunu, o an fark etmemişim.
Zaten fark ederek yapsam, bir hikaye yaratmak çok zor olurdu. Kendiliğinden oluvermiş. İsviçre’ye ilk taşındığımızda, evi kiralamamızın bir hikayesi var, başlı başına roman. Her şey aşırı tesadüf ve tuhaf denecek kadar şans ve milim kaysa başka bir hikaye olacak kadar ince detaylara sahipJ Bir gün onu da yazarım.
Fark edişlerimin çoğunluğu da, İsviçre’ye taşındıktan sonra olmaya başladı. İstanbul’da yoğun yaşamanın koşuşturması içinde, bir şeyleri fark edebilenlere, gerçekten büyük aferin. Kolay değil çünkü.
Tabii böyle söylerken, çok keyifli, çok güzelmiş gibi geliyor. Oysa kısacık yaşadığın bir hikayeyi, azıcık çekip uzattığında, içinde ne kadar çok stres, korku, üzüntü, acı barındırdığına şaşırabiliyor insan. Yani sonuç, yüzde dingin bir gülümseme oluşturuyor, ne güzel. Ancak her gülümseme, diğer taraftan içinde birçok farklı duyguyu barındırıyor. Bu belki bazılarına tuhaf gelebilir, (tuhaf olmadığımı hiç söylemedim) bana izafiyet teorisini hatırlatıyor. Yani bilimsel olarak belki zorlama olabilir, ancak benim baktığım şekliyle hatırlatıyor. Fizikçi ve bilim insanı değilim, canım neyi isterse onu hatırlasın, ne yapayım, hatırlatıyor, kimse de engel olamaz, doğru ya da yanlış. Yani gülümsüyorum ve o gülümseme zamanda o anda oluyor, ancak o zamanı çekip uzatsam, içinden başka duygularda çıkıyor. Lütfen izafiyet teorisini benim söylediğim şekilde anlamaya çalışmayınJ Değil çünkü. Ben sadece hatırlatıyor dedim.
Okurken heyecanlı bir roman çok keyif verebilir. Elinizden bırakmadan okumak ve neler olduğunu öğrenmek istersiniz. Roman kahramanının hayatı nereye doğru evrilecek, neler olacak vs.vs. Yaşarken bu o kadar keyif vermeyebiliyor. Sadece durup, düşününce ve yaşadıklarınızı sadece bir romanmışçasına dışardan baktığınızda, sizi zamanında yerlerde süründürüp, diplere batıran şeyler bir anda, heyecanlı bir roman için, olmazsa olmazlar olarak görünebiliyor.
Tabii bunu her zaman bu kadar dinginlikle, yüzünüzde o romanın kahramanının tatmin duygusuyla yaşamıyorsunuz. Çoğunlukla, kendinizi, biraz etrafınızı, biraz olan olayları, biraz şansızlığınızı falan sorgulamayı bıraktığınızda görüyorsunuz.
Bu yazıyı yazarken niyetim, okuyanlarda kendi hayatlarına bu şekilde bakabilme olasılığı yaratabilir miyim düşüncesi… Acaba siz de hayatınıza bu açıdan bakabilir misiniz? Baktığınızda, hayatınızın romanı yazılsa ne tür roman olur, bunu düşünebilir misiniz? Merak ediyorum acaba ne tür romanlar çıkar? Ne tür roman kahramanları…
Hepimiz kendi romanımızın kahramanı mıyız? Aslında burada kahraman deyince, hani bir şeyleri başarmış bir ‘’Kahraman’’ hayal etmeyin. O anlamda söylemiyorum. İlla bir şeyleri en iyi şekilde yapmış olmak gerekmiyor. (Bunu da yeni anladım) Sadece yazılan romanın ana karakteri olmak gibi düşününün. Yani bir romanda bir sürü karakter olur. Ama bir karakterin gözünden olaylar ve diğer karakterler anlatılır. Yani kahraman yerine baş karakter demek belki daha doğru. Ama ben kahraman demeyi sevdim sanırım, kendi romanımızın kahramanı olamayacaksak ne anlamı var. Şu hayatta en azından kendi romanımızda kahraman olalım, ne dersiniz?
Edebi olarak baktığımızda roman türlerinde farklı sınıflandırmalar var. Ancak ben daha önce de dediğim gibi, o kadar kesin kurallar içinde değerlendirmiyorum. Yani siz de romanınızı kendiniz bulduğunuz bir kategoriye dahil edebilir siniz. Ya da ne bileyim farklı birkaç kategoriyi içinde barındırabilir. Romantik, macera, polisiye, bilim-kurgu ya da masal veya hikaye de diyebilir siniz… Madem kahraman biziz, kendi tarzımıza da kendimiz karar verelim. Şu hayatta bu kadar özgürlüğümüz olsun .
Ne dersiniz? Buldunuz mu kategorinizi ?
Romanınız heyecanlı mı? Yeniden yazsanız nasıl yazar dınız? Bakın bu da bambaşka yepyeni bir roman konusuJ Oturup romanımızı yeniden yazsak aynı mı yazardık? Ben bu hafta bunu düşüneceğim, cesaretimi toplarsam, farklı versiyonunu yazarım belki… Ama sır olarak…
Siz ne kadar cesur olabilirsiniz bu konuda??
Kafalarda onlarca soru…
Her gün, yeniden yazma şansımız olan romanlarımızı yazacağımız, harika günler olsun.
Herkese bol ilhamlı iyi haftalar…
Köşe Yazıları
Bilinmeyen İtalyanlar: SARDUNYALILAR

“Sardunyalıyım!”
İlk tanıştığımızda eşim böyle demişti bana. Sonraları, “İtalyanım” yerine “Sardunyalıyım” demenin bütün İtalya’da bilinen, bu adalılara özgü bir özellik olduğunu öğrenecektim.
Sardunya Adası’nda doğmuş büyümüş bir İtalyan’la evlenince hayatıma turkuaz renkli Sardunya Adası ve daha önce hiç bilmediğim Sardunyalılar da usulca giriverdiler.
Adalılara İtalyanca’da “Sarda” veya “Sardo” deniyor. Kelimelerin sonuna gelen “a” veya “o”, öznenin kadın veya erkek olmasına bağlı değişiyor.
Ana karadan sadece coğrafi olarak değil, kültürel olarak da ayrı bir ülke gibiler adeta. Onlarla biraz vakit geçirince, bu misafirperver ada halkının ne kadar kendilerine has olduklarını fark ediyor insan.
Bize Farklı Gelmeyen Sardunyalılar
Aslında misafirperverlikleri bize, Türklere hiç de yabancı değil. Sanki candan Anadolu halkını görüyor insan onlarda. İkramları, misafirlerini rahat hissettirme istekleri o kadar tanıdık ki!
Sadece bu özellikleri değil, köylülerinin Anadolu motiflerinin esintilerini taşıyan yerel kıyafetleri de Anadolu’yu anımsatıyor. Kadınlar, başlarındaki beyaz yemenileri ve rengârenk elbiseleriyle, erkekler de “Efe”vari mağrur duruşlarıyla bizden çok da farklı değiller.
Sardo/Sardalar misafirperver oldukları kadar aynı zamanda inatçılar da. Hatta bu konuda bütün ülkeye yayılmış ve İtalyan diline yerleşmiş bir de ünvanları var: Testa di Sardo — yani Sardunya Kafa!
Adanın Kırsalı
Sardunya, sadece içilebilir berrak ve turkuaz denizi, ilk kez ayak basan sizmişsiniz algısı yaratan kar beyazı kumlu sahilleri ve eşsiz şekillerdeki kayaların görkemli siluetleri ile değil; aynı zamanda kırsalı ile de özel.
Deniz kokusundan uzaklaşıp adanın orta kısımlarına doğru gittikçe adanın bambaşka bir çehresi gülümsüyor insana. Sicilya’dan sonra Akdeniz’in ikinci büyük adası olan Sardunya’nın orta kısımları, yüksek zirveleri olmayan dağlık arazilerden oluşuyor.
Bu yıl ilk defa yaz aylarında değil, baharda ziyaret ettiğimiz için, arabayla adanın yemyeşil orta kısmını gezmek, camları açıp yasemin, ardıç ve mersin kokularını içime çekmek bana çok iyi geliyor. Yüzüme cömert bir gülümseme yerleşiyor.
Hayvancılığın çok geliştiği adada, yol boyunca öbek öbek yeşil çimlerin keyfini çıkaran koyunları ve onların başlarındaki çobanları selamlıyorum.
Hayvancılığın bu kadar ön planda olduğu bu adada elbette et yemekleri de çok rağbet görüyor.
Benim gibi et yemeyen, ama deniz ürünlerini sevip bol bol balık ve deniz ürünü beklentisi içinde olan biri için Sardunya mutfağı biraz hayal kırıklığı yaratabilir; zira menüler bol bol et yemeği içeriyor.
Uzun Yaşayan İnsanların Bölgesi: Ogliastra
Yeme içmede etin bolluğunu vurgulayınca, Sardunya’nın sağlıklı bir mutfağının olmadığı algılansın istemem.
Aslında tescilli sağlıklı bölge diyebiliriz Sardunya için. Daha net ifade etmek gerekirse, dünyada ortalama yaşam süresinin en uzun olduğu coğrafi bölgeler olarak kabul edilen beş adet **“Mavi Bölge”**den (Blue Zone) biri adanın iç tarafındaki dağlık kırsal olan Ogliastra bölgesi.
Sardunyalı bilim adamı Gianni Pes’in memleketinde alışılmışın üzerinde yaşlı insanın bulunduğunu göstermek istediği araştırmalar bu terimin ortaya çıkmasına ilham kaynağı olmuş.
Tabii ki literatüre ilk geçen Mavi Bölge de Sardunya olmuş.
Ogliastra, dünyanın en yaşlı insanlarına ev sahipliği yapıyor. Hayatları boyunca genellikle çiftliklerde çalışan bu insanlar, dağlık bölgelerde yaşıyor ve yedikleri her şeyi kendileri üretiyorlar.
Yaşadıkları alan bol basamaklı sokaklardan oluşuyor.
Buralarda yaptıkları yürüyüşler, dostluğa verdikleri önem ve arkadaşlarıyla düzenli olarak içtikleri birer kadeh yöresel kırmızı şarap, onları 100 yaşını aşan dünyanın en uzun ömürlü insanları arasına katmış.
Sardunyalı Akrabalarım
Eşimin 91 yaşındaki teyzesi Vita Teyze’yi görünce de hiç şaşırmıyorum. Vita Teyze, Ogliastra’da değil, ama nefis bir deniz şehri olan Cagliari’de yalnız yaşıyor ve son derece bakımlı ve sağlıklı görünüyor.
Sadece sağlık açısından değil, dış görünüşe verilen önem açısından da bana İtalya’da olduğumu hatırlatıyor.
Küt kesilmiş, bakımlı kahverengi saçlarıyla kuaförden yeni çıkmış gibi görünüyor.
Üzerinde son derece zarif bir kıyafet ve boynunda kalın iki kat inci kolye var. İtalyan moda markalarından birine ait olan kocaman güneş gözlükleri yüzünde, aydınlık bir gülümsemeyle sarılıyor bana.
Birlikte onun mahallesinde yer alan deniz manzaralı balık lokantasında nefis ada lezzetleri tadıyoruz.
Bana sağlıklı yeme ve yaşam alışkanlıkları ile tüm hayatı boyunca düzenli olarak sürdürdüğü (hala da devam eden) spor aktivitelerini anlatıyor.
Paskalya Yemeği
Yeme içmeden söz açmışken, geçtiğimiz Pazar günü Hristiyan takviminin en önemli bayramı olan Paskalya için eşimin ailesiyle birlikte yediğimiz uzun yemeği de atlamak olmaz.
İtalyanlar için Paskalya günü, mutlaka aile ile yenen uzun bir öğle yemeği demek.
Tüm ülkede var olan “agriturismo” kavramı Sardunya’da çok yaygın.
Bir nevi tarım işletmelerinin gelirlerini artırmak amaçlı başlayan ve çiftlik turizmi olarak da adlandırabileceğimiz bu yerlerde hem konaklama yapılabiliyor hem de mekânın kendi yetiştirdiği ürünlerden oluşturdukları menüleri tadabiliyorsunuz.
Tatmak deyince ufak porsiyonlar akla gelmesin, patlayana kadar yemek ikramından bahsediyorum!
Arka arkaya gelen tabaklar neredeyse insana isyan ettirecek yoğunlukta.
İşte biz de Paskalya gününde yaklaşık 3,5 saat boyunca böyle bir agriturismo’da aile yemeği yiyoruz.
Birbiri ardına ikram edilen yerel lezzetleri tatmak ve masalardaki gürültülü, neşeli İtalyan ailelerini gözlemlemek benim için başlı başına renkli bir tecrübe oluyor.
Dil ve Sardunyalılar
Aile içinde bir araya gelince gürültülü olsalar da aslında Sardunyalılar, İtalyanlar’ın genel özelliği olan konuşkanlığa biraz mesafeli duruyorlar.
Özellikle yabancılara karşı genel olarak daha mesafeli ve daha az konuşkanlar bu ufak tefek Akdenizliler.
Diğer taraftan adada bir de dil zenginliği var.
Tek bir ada olmasına rağmen adanın farklı bölgelerinde dört farklı dil konuşuluyor.
Benim gibi İtalyanca’sını geliştirmek isteyenler, ada halkının konuşmasını anlamazlarsa moralleri bozulmasın.
Bilin ki bunun sebebi, İtalyanca’dan oldukça farklı olan dilleri.
Hatta adanın kuzey batısında konuşulan Katalanca bile var.
- yüzyılın sonu ve 17. yüzyılın başlarında Osmanlı donanmasının üç kez saldırısına maruz kalan Sardunya’da, Osmanlı başarılı olmuş olsaydı bugün belki Türkçe de konuşulan dillerden biri olurdu, kim bilir!
Bu kendine özgü adaya her geldiğimde yeni bir yer, yeni bir özellik keşfediyor ve ada sakinlerinin o gösterişsiz ve yalın hallerine rağmen adanın kültürel, arkeolojik ve tarihi zenginliğinden etkileniyorum.
Geçen yılki ziyaretimde, İtalya’nın Nobel edebiyat ödüllü ilk kadın yazarı Grazia Deledda’nın Sardunyalı olduğunu öğrenmiş, yazarın yaşayıp büyüdüğü evi gezme şansı yakalamıştım.
Deledda, adanın ortalarına yakın bir şehir olan Nuoro’da yaşamış olmasına rağmen, farklı bölgelerde onun izlerine rastlamak mümkün.
Geçen hafta adanın kuzeydoğusunda kaldığımız küçük aile otelinin isminin, Deledda’nın en popüler kitaplarından biri olan Canne al Vento — Rüzgârdaki Kamışlar olması bana güzel bir sürpriz oldu.
Her bölgesi ve her şehri ayrı bir sürpriz olan Sardunya, eminim ki beni her ziyaretimde sürprizleriyle şaşırtmaya ve etkilemeye devam edecek.





Köşe Yazıları
ZAMANIN SESSİZ ÇIĞLIĞI: İZA’NIN ŞARKISI

İza’nın Şarkısı, Macar edebiyatının güçlü kalemlerinden Magda Szabo’nun yalnızca bir anne-kız ilişkisini değil, aynı zamanda yaşlanmayı, kaybı ve sessizce büyüyen içsel fırtınaları anlattığı, derinlikli ve sarsıcı bir roman. Edebiyatın en çarpıcı anlatılarından biri olarak kabul edilen bu eser, her yaştan okura kendine dair bir şeyler fısıldıyor; kimi zaman bir suçluluk, kimi zaman iç burkan bir anlayış duygusu eşliğinde.
1917’de Debrecen’de doğan Szabo, yaşamı boyunca hem bireyin iç dünyasını hem de toplumsal yapıları incelikle gözlemleyen bir yazar oldu. Totaliter rejimlerin baskısını yaşamış, eserleri sansüre uğramış; ama tüm bunlara rağmen kaleminin derinliğinden ödün vermemiş, eserlerinde bu dönüşümlerin izini ustalıkla sürmüş bir isim. İza’nın Şarkısı, yazarın sade anlatımının ardında yatan büyük duygusal yoğunluğun belki de en çarpıcı örneklerinden biri.
Yazarın birikiminin ve gözlem gücünün adeta kristalize olduğu bu roman, elli yıla yakın bir evliliğin ardından eşini kaybeden yaşlı bir kadının, Etelka’nın hikâyesiyle başlar. Yaşamı boyunca alıştığı taşra düzeninden koparılır, kızı İza’nın yanına, Budapeşte’ye taşınmak zorunda kalır. Eşinin yokluğunda şekillenen bu yeni hayat, onun için hem bir yabancılaşma süreci hem de varoluşsal bir sorgulama alanıdır. Bu süreç, okura sürekli şu soruyu düşündürür: “Ölen mi şanslıdır, kalan mı?”
Etelka’nın hikâyesi yalnızca bir yas süreci değil; aynı zamanda yaşlılığın, aidiyet kaybının ve sessiz içsel çöküşlerin anlatısı, alışkanlıkların ve geçmişe tutunma çabasının da romanıdır. Onun için eski bir koltuk, yıllardır aynı pencere kenarına düşen ışık, ölen eşinin gömleği bile hayata tutunma nedenidir.
Kızı İza ise modern dünyanın temsilcisidir: Mantıklı, düzenli, hızlı düşünen ve duygularını kontrollü yaşayan biri. İyi niyetli olsa da annesinin duygusal ihtiyaçlarını göremeyen, sevgisini davranışlarına tam olarak yansıtamayan bir figür. Sevgi var, evet. Ama anlayış eksik. Böylece aynı evde iki kadın yaşar; ama iki ayrı dünya gibi…
Roman boyunca en çok hissedilen temalardan biri de suskunluktur. Szabo’nun karakterleri konuşmaktan çok düşünür, susar, geri çekilir. Oysa suskunluk, bazen bir duvar kadar soğuk ve aşılmazdır. Etelka, hislerini dile getiremez; çünkü onun kuşağı konuşarak değil, susarak yaşar. İza ise her şeyi aklıyla çözmeye çalışır; duygularını yönetmeye çalışırken onları bastırır. Böylece iki sevgi dolu insan, birbirlerine en uzak iki kıyıda kalakalır.
Szabo, iki kadın arasındaki bu görünmez uçurumu büyük bir ustalıkla anlatır. Ne dramatik sahnelere başvurur, ne büyük trajedilere. Romanında dramatik anlara abartılı bir dil yüklemeden, yaşamın kendi sadeliği içinde acıyı, yalnızlığı ve anlaşılmama hissini ilmek ilmek örer. Anlatımındaki sadelik, romanın duygusal gücünü daha da çarpıcı kılar. Okur, bir noktada Etelka’nın yalnızlığına üzülürken, bir başka noktada İza’nın çaresizliğini de hisseder. Bu geçişler, eserin çok katmanlı yapısını oluşturur.
İza’nın Şarkısı, yalnızca bireysel bir dram değil; kuşaklar arası çatışmaların da evrensel bir temsilidir. Bir dönemin kapanışını ve başka bir döneme uyum sağlama çabasının sancılarını gözler önüne serer. Yaşlılıkla gelen yalnızlık, geçmişe bağlılıkla geleceğe uyum sağlama çabası, sevgiyi göstermenin ve hissettirmenin farklı yolları… Tüm bu meseleler romanın dokusuna ince ince işlenmiştir. Eser, sevginin yalnızca bir duygu değil, bir eylem, bir sorumluluk olduğunu hatırlatır. Belki de en sarsıcı soruyu şöyle sorar: “Sevgi sadece hissetmek midir, yoksa çaba göstermeyi de gerektirir mi?”
Magda Szabo, bu romanla yalnızca anneliği, evlat olmayı, yaşlılığı değil; aynı zamanda kayıplarla şekillenen hayatlarımızı da sorgulatıyor. İza’nın Şarkısı, her sayfasıyla bizi kendimize döndüren bir ayna gibi. Kimi sevdik ama nasıl sevdik; ne söyledik ama nerelerde sustuk; yas tutmak, sadece kaybettiğimiz kişiye mi, yoksa geride kalan hayatımıza mı? Tüm bu sorular, kitabın kapanışında içimizde çınlamaya devam ediyor.

Köşe Yazıları
Zehir gibi bir “Z” nesli!

Onlar son haftalarda ülkemizin kahramanları oldular. İnançları ve azimleri ile kendilerini ifade etmekten, seslerini duyurmaktan korkmadılar. Sokaklara dökülerek birlik olup meramlarını dile getirdiler.
Onları merakla, en çok da umutla izledik, izliyoruz. İsimlerinin “Z kuşağı” olduğu zihinlerimize kazındı.
İtiraf edelim, bazılarımızın (belki de pek çoğumuzun) bu gençler ile ilgili oradan buradan duyduğumuz bilgilere, veya anne baba evlerindeki çocuksu nazlı davranışlarının gözlemine dayanan soyut bir algımız- belki de önyargımız vardı.
“Ah bu yeni nesil! Ellerindeki telefonlardan kafalarını kaldırmazlar, sorumluluk almayı sevmezler, sıkıntıya gelemez hemen yakınırlar, dirençli değildirler” vs vs…….
Oysa şu son birkaç haftadaki duruşları hafızalarda yeni bir “Z kuşağı algısı” yarattı, önyargılar kırıldı. Adeta bambaşka bir yeni nesil kimliği oluştu.
Bu hayatta ne çok önyargımız var değil mi? Gördüğümüzü, bildiğimizi sandığımız hiçbir şeyin göründüğü gibi olmayabileceğini aklımıza getirmeyebiliyoruz. Belki de “biraz miskin” bulduğumuz bu gençlerin müthiş bir örgütlenme yeteneği ile taşkınlık çıkarmadan koordine olabildiklerini, kendilerini cesurca ifade ettiklerini, bunu yaparken de sağduyu ve birbirlerine saygıyı elden bırakmadıklarını gördük. Grup halinde metroda giderken bağırarak attıkları sloganlardan korkan bir küçük çocuğu eğlendirmek icin hep birlikte “Kırmızı Balık” şarkısını söyleyebilecek kadar da empati yeteneği yüksek bir gençlik izledik.
İçimizde geleceğe dair UMUT filizlendi.
Peki kim bu Z nesli denilen gençler?
“Z” harfi ile anılmalarının sebebi nesillerin isimlendirilmesinde alfabetik sıralamanın kullanılması ve onların da Y kuşağının arkasından gelen nesil olmaları. Alfabenin son harfine ek olarak aynı zamanda IGen, Post Gen, Digital Natives gibi isimleri de var. Doğum aralığına ilişkin çeşitli tartışmalar ve farklı veriler olsa da ortalama olarak 1997 ve 2012 yılları arasında doğduklarını söyleyebiliriz.
Dünyaya geldikleri andan itibaren internetle iç içe olmuş, internetsiz hayatı hiç tanımamış bir nesilden söz ediyoruz. “Digital Natives” ünvanı da buradan geliyor.
Bilgisayar dünyasının gelişimini adım adım yaşayan anne babaları “X”ler, veya cep telefonları, WiFi gibi teknolojik yenilikleri büyürken yaşayan kendilerinden önceki “Y”lerden farklı olarak, tüm dijital gelişmelere doğumdan beri tanık olan bir kuşak Z’ler. Ceplerindeki telefonları onların en değerli ganimetleri. Alışverişten oyuna, flörtten iş başvurularına kadar her işlerini cep telefonlarıyla halletmeye alışkınlar.
Z kuşağı ve dünya
“Z” çocuklarının gözlerini açtıkları dünya sadece dijital yeniliklere ev sahipliği yapan bir yer değil elbette. Savaşlar, ekonomik krizler, terör olayları ve iklim sorunlarının olduğu bir dünyayı tanıdılar onlar. Farklı kuşaklardan olanlarımız belki çok farketmese de, daha gencecik yaşlarında şahit oldukları COVID-19 pandemisi, yüksek işsizlik oranları, siyasi kargaşalar ve yapay zekanın iş dünyasını tamamen değiştirme potansiyeli gibi şartlar, bu gençleri kaygılı ve belki de yalnız bir nesil haline getirdi.
Evet kaygılılar ama diğer taraftan, ellerindeki araçları ve hızlı ulaşabildikleri bilgiyi nasıl etkili kullanacaklarını da biliyorlar. Dolayısıyla sorunların hızlıca farkına varıp çözüm üretmeye yönelebiliyorlar. X ve Y’lere zor gelip gözlerinde büyüyen bir konuyu bir Z gencinin zorlanmadan anında çözmesi pek de şaşırtıcı değil!
Güven veren bir nesil
Y kuşağını gücendirmek istemem ama kuşaklarla ilgili araştırmalara bakınca Z nesli Y kuşağına göre daha girişimci, güvenilir, hoşgörülü, para ile motivasyona karşı daha düşük beklentili, dürüstlüğe önem veren ve gelecek konusunda Y kuşağından çok daha iyimser bir tutuma sahip şeklinde tanımlanıyor. Çevre sorunları ile de genel olarak yakından ilgililer. Farkındalıkları yüksek. Doğaya ve doğal kaynaklara karşı sorumluluklarının farkındalar.
İşin ilginç yanı, beklenenin aksine Z kuşağı hemen kendilerinden önce gelen Y kuşağına değil de anne babaları kabul edilebilecek X kuşağına daha çok benzetiliyorlar. Aslında bunun altında basit bir sebep yatıyor; kuşaksal özelliklerin döngüsel olması ve nesillerin ebeveynlerinin davranışsal özellikleriyle şekillenmesi. Dolayısıyla Z nesli de kuşkulu ve bireysellik odağı olan X kuşağı ebeveynlerine, yaşlarının yakın olduğu Y kuşağından daha fazla benziyorlar.
Diğer taraftan anne babalarından çok daha sabırsız gençler bu Z’ler. Yokluk, zorluk, tahammül, sabır gibi kavramlara yabancılar. Kaynaklara hızlı ulaşabilmenin getirdiği bir özellik olsa gerek. Herşeyin hızlandığı bu dijital çağda beklemeye tahammülleri yok. Tüm kaynaklara ulaşabilmek onlara hem avantaj hem de dezavantaj olarak dönebiliyor. Örneğin kendilerinden önceki kuşakların biraz da kuşkuyla yaklaştığı, kullansalar bile açıkça itiraf edemedikleri flört uygulamaları Z’lerin hayatlarının olağan bir parçası. Teknoloji, mesafelerden bağımsız olarak karşı cinsle tanışma olasılığını o kadar artırıyor ki, bu aynı zamanda fazla sayıda reddedilme olasılığı olarak da dönebiliyor! Büyük umutlar ve belki de ardından gelen büyük hüsranlar. Benzer durum profesyonel hayat ve iş başvuruları için de geçerli. İş ilanlarına ve eleman arayan şirketlere ulaşabilmek eskisinden çok daha kolay görünse de, dijital platformlar üzerinden başvuru yapan gençler, yüksek sayıdaki adayın içinde sıradanlaşıp çoğu zaman bir yanıt bile alamıyor.
Dünyadaki finansal krizlere rağmen iyimser tutumları sayesinde Z kuşağı bugünün ekonomisinde girişimcilik arzuları yüksek. XYZ University araştırmasına göre, bu kuşağın yüzde 58’si gelecekte kendi işinin sahibi olmak istiyor.
Onlar ülkemizin geleceği
Türkiye’mizin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik kaosun Z kuşağını çok zorladığı bir gerçek. Öngörülebilirlik, güvenilirlik ve özgürlük arayışıyla yurtdışına gitmek isteyen çok fazla genç var. Diğer taraftan siyasi sistemimizdeki kaos, onlara dahil olmak ve fark yaratmak konusunda fırsat da verdi. Toplum sorunlarından uzak kalmamak, çözümün parçası olmak ve yarınları yaratabilmek istiyorlar. Cüretliler. Tutkulular. Tam da bunlara ihtiyacımızın olduğu şu günlerde ülkemizin geleceği adına insana nasıl da güven veriyor bu his…
Bu zehir gibi gençlere Türkiye’mizin, hepimizin ihtiyacı var!
-
E-Dergi1 yıl önce
İsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
Ekonomi1 yıl önce
İsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
İsviçre1 yıl önce
Dünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Yaşam1 yıl önce
Kıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
Gündem5 ay önce
ERDOĞAN KARŞITI PAYLAŞIMLARI SIĞINMA BAŞVURUSUNDA HAKLI GEREKÇE OLARAK GÖRÜLMEDİ
-
Dünya5 ay önce
META’NIN COVİD-19 AŞILARIYLA İLGİLİ YANILTICI BİLGİ KARARI: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLIYOR MU?
-
Gündem5 ay önce
TÜRKİYE’DEN GELEN SIĞINMA BAŞVURULARINA GETİRİLEN SERT UYGULAMALARA TEPKİ
-
Kültür Sanat1 yıl önce
Ferdi Tayfur’un Mücadele Dolu Hikayesi: Şeker Hastalığı ve Organ Nakli