Köşe Yazıları
Yürümeye övgü: Düşünüyorum, öyleyse yürüyorum!
Doğa yeni uyanıyor. Gökyüzü, rengine karar vermeye çalışırcasına pembeden turuncuya, alacalı görünüyor. Güneş cömertliğini henüz göstermemiş ama bugün pek de utangaç olmayacağı belli, hava şimdiden yumuşacık. Sadece adımlarımın altındaki otların hışırtılarının duyulduğu bir sessizlik içinde tepeye doğru yürüyorum. Üzüm bağlarına çıkan kısa ve dar bir patika bu. Sabahın taze kokusu içimi çocuksu bir sevinçle dolduruyor. Kayınların dallarının arasından sesinden büyüklüğünü kestiremediğim bir kuş sabahı selamlıyor. Düzenli soluk alıp vererek ve tempolu adımlar atarak geçen beş, altı dakikalık bir yürüyüşün ardından, tepenin yamacından Zürih Gölü’ne doğru sereserpe uzanmış şekilde tüm bereketli güzelliğini sunan üzüm bağlarına varıyoruz. Köpeğim Grissino’nun en sevdiği yer burası. Bağların arasındaki toprak yolda onu serbest bıraktığımda alev rengi tüylerini esintiye bırakarak özgürce koşuyor.
Ben onun ardından yürüyorum. Koşmayı tetikleyen hız ve ataklık isteğinin değil, yürümenin getirdiği sakinlik ve teslim olmanın peşindeyim. Öylece yürüyor ve vücudumun ritmine ruhumun çabasız bir doğallıkla ayak uydurmasını izliyorum. Adımlarım belli bir tempoya ulaştığında günlük hayatın zihnimde yaratmış olduğu gürültü, doğanın dinginliği ile birlikte eriyip gidiyor. Tüm yaşama telaşının geçici bir süreliğine geride kaldığını hissettiğim o noktada kendimle-veya en fazla köpeğimle-gerçek anlamda başbaşa olmanın tadına varıyorum.
Yürüyüşçü olma yolunda…
Yıllar önce İsviçre’ye geldiğimde pek çok İstanbullu gibi bir araba bağımlısıydım. O zamanlar Basel’de yaşayan eşimi ziyarete gelmiş ve akşam yemeğe giderken arabayı almak yerine taksi çağırmayı önermiştim. Nasıl da pratik bir düşünce! Basel’in ne kadar düzenli ve yürünesi bir şehir olduğunu, Ren Nehri boyunca yürüyerek şehrin her iki yakasını bir saat içinde bitirebileceğimi öğrenmek çok vaktimi almayacaktı. Neredeyse ekmek almaya bile arabasına atlayıp gitmeye alışmış bir metropol kadını için yepyeni bir keşif (!) hissiydi bu. Elbette bu müthiş buluşa adapte olabilmenin ilk koşulu, bavulumda Basel’e gelen yüksek topuklu ayakkabılarımdan rahat yürüyüş ayakkabılarına yumuşak bir geçiş yapmaktı.
Geçen yıllar içinde İsviçre ve İrlanda’daki yürüyüşlerim beni “kendimce” tecrübeli bir yürüyüşçüye dönüştürdü. Buna, son birkaç yıldır araba kullanmama özgürlüğü de eklenince, adımlarım ve zihnimin dostluğu pekişip güçlendi. İsviçrelilerin yürüyüşte kullanmayı pek sevdikleri o kayak batonu benzeri çubuklara kollarımı hapsetmiyor, adımlarıma uyum sağlamaları için onları serbest bırakıyorum; tıpkı özgür kalıp doğaya akan zihnim gibi. Konuşmaya gayret sarfetmemek ise işitme yetimi keskinleştiriyor. Sadece doğayı dinlediğimde her türlü irili ufaklı sesi farkedebiliyorum. Adeta Grissino ile yarışıyoruz doğaya kulak kabartmakta! O, yaşı ve ırkı gereği haliyle hızın peşinde. Ama yanımda yürürken benim yavaşlığıma ayak uydurmaya çalışıyor-yeter ki karşısına onu kontrolden çıkarıp atak cesurluğunu sergiletecek bir köpek veya kuş çıkmasın!
Yavaşlık ve düşünmek üstüne
Frederic Gros, çok severek okuduğum “Yürümenin Felsefesi”nde “Kendine güvenin ve cesaretin sahici göstergesi yavaşlıktır” der. Hızın zıddı olmayan bir yavaşlık burada bahsettiği. İyi yürüyüşçüye ait özellikler adımların son derece istikrarlı olması ve yeknesaklık ona göre. Kötü yürüyüşçü ise bazen hızlanıp, sonra yavaşlayabilir. Ani süratlenmelerle kazandığı hızın ardından soluk soluğa kalır. Yavaşlık ise tam olarak aceleciliğin zıddıdır Gros’un ifadesine göre.
Kalori hesaplarının kurbanı olarak kan ter içinde yürüyenleri konumuzun dışında tutarsak, sadece aceleciler midir yürürken hızlanan? Bazen hatırlamak istemediğimiz şeylerden kaçmak, onları hafızamızdan bir an önce atmak için de hızlanır adımlarımız. Adımlarımızı daha hızlı attıkça o hatırlamak istemediğimiz anılar sanki daha hızlı çıkacaktır aklımızdan. Anımsamak istediğimizde ise yürüyüşümüz kendiliğinden yavaşlar. Yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasındaki gizli ilişki olarak tanımlar bunu Milan Kundera “Yavaşlık” kitabında. Yavaşlığın derecesi anının yoğunluğuyla, hızın derecesi ise unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır.
Bazen hızla yürürken nefes almadan da konuşan, adeta atılan her adıma mümkün olduğunca çok kelime sıkıştırmaya çalışan geveze yürüyüşçüler geçer yanımdan. Kelimelerin uğultusu uzaklaştıkça bir oh çekerim öyle anlarda! Yalnız yürümeyi tercih etmem de bu sebeptendir. Yürürken serbest kalan zihin belli bir berraklığa ulaşır, düşünceler billurlaşır. Öfkelendiren olaylara fevri tepki vermemek, önemliyi önemsizden ayırt etmek ve daha sağlıklı karar alabilmek kolaylaşıverir. O yüzden önemli kararlar öncesinde kullanılan “üstüne uyumak” kavramı gibi, benim için bir de “üstüne yürümek” yaklaşımı vardır.
Bir yerlerde okuduğum şu cümle bana ilham verici geldi: “Düşünmek, bir nevi kavramlar ile seyahat etmektir”. Bu zihinsel seyahate, beden de harekete geçerek eşlik ettiğinde düşünce ritmik bir eyleme dönüşüp daha kolay akıyor belki de. Metin Münir “Yürümek aklı da yürütür” demişti bir yazısında, ne kadar da doğru bir tanımlama.
Yürümek tarih boyunca hep önemli oldu
Tarih boyunca düşünce ile yürümenin ilişkisi üzerine o kadar şey yazılıp söylenmiş ki! Her kültür, yürümeyi farklı şekillerde yorumlamış, düşünürler ve sanatçılar yürürken düşünme ve fikir üretmeye övgü yapmışlar. Antik dönemden beri bilgeler, hep yürüyerek derin düşüncelerin peşine düşmüşler. Aristoteles’in bir aşağı bir yukarı yürüyerek ders anlattığını ve kurduğu okulda yetişen öğrencilerin, Yunanca “gezinmek, yürümek” anlamındaki “peripatein” kelimesinden türeyen “Peripatetik” ifadesi ile tanımlandıklarını görürüz örneğin. Bu gelenek İslam dünyasında da devam etmiş, Farabi, İbn Sina gibi İslam filozofları da Arapça “yürümek” anlamındaki “meşy” kökünden türemiş bir kelime olan “Meşşai” ile anılmışlardır.
Peki sadece doğada yürümek mi insana tüm bu özellikleri kazandırır? Ya yaşadıkları sokaklara ve ana caddelere sıkışmış büyük şehirliler? Elbette şehirde ve doğada yürüyüşe çıkmanın nitelikleri oldukça farklı. Şehirlerde kaldırım veya parklarda yürürken gündelik hayatın kalbindedir insan. Yine de zihnin gürültülerinden uzaklaşarak diğer insanlara ve hayata karşı gözlemci olma şansı yakalanır. Her gün yaşadığımız sokağı bile yeni bir gözle görmeye çalışmak, başımızı kaldırıp daha önce görmediğimiz detayları farkedebilmek keyifli ufak keşifler olabilir.
Düşünürlerin çoğu doğadan ilham almış olsa da, içlerinde şehirli yürüyüşçüler de olmuş elbette. Örneğin Kirkegaard, Kopenhag sokaklarında usanmadan yıllarca yürümüş. Her ne kadar bazı kaynaklarda yürüyüşlerinin sebebi olarak sevip de ulaşamadığı bir kadın gösterilse de (Regine Olsen’i sevdiği halde onu mutlu edememekten korktuğu için evlenmekten vazgeçen filozof, genç kadının evleneceğini duyduğunda melankoliye kapılmış) yürümek, onun yazılarının kaynağı olmuş ve dostlarına, yürüyebildiği sürece ölüm dahil hiçbir şeyden korkmadığını dile getirmiş. Caddelerde rastladığı insanlarla konuşmayı seven Kirkegaard’ın, bu sohbetlere verdiği yaratıcı bir de isim var: “İnsan banyosu”!
Son olarak şehirde yürüyüş deyince XIX. yüzyılda ortaya atılan ve XX. yüzyıl romanlarında da karşımıza çıkan Fransızca kökenli “flanör” ler geliyor aklıma. “Kenti karış karış gezen kişi” anlamına gelen bu sözcük farklı şekillerde yorumlansa da, kentin içindeki gerçek gözlemcilerdir flanörler. Aylak kent gezginleri olarak şehri en ücra köşelerine kadar arşınlar ve hayatı gözlemleyip düşünürler. “Aylak” ifadesi, aylaklığın işsiz güçsüz olmak şeklinde algılandığı günümüzde olumsuz bir imge oluştursa da, bazen aylaklık da iyi gelir insana. Kundera, eski aylaklıklara gönderme yaparak bir Çek atasözünü paylaşır okuyucularıyla:
“Aylaklar Tanrının pencerelerini seyrederler”.
Beş dakika boş kalamayıp ekranlara kilitlenen günümüz insanını düşününce oldukça anlamlı gelen bir söz. Bugün ihtiyacımız olan belki de biraz daha fazla “aylak” olabilmek…
Köşe Yazıları
İLHAM VEREN HİKAYELER: Gül Şefika Balaban Brandenberger
Bu köşede zaman zaman üretkenlikleri, hayata bakışları ve yarattıkları eserler ile ilham veren kişilerle yaptığım röportajları paylaşacağım.
İlk konuğum İsviçre’de yaşayan Sanatçı Gül Şefika Balaban Brandenberger.
Şefika aslında Hacettepe Üniversitesi mezunu bir Ekonomist. Türkiye’de yıllarca farklı kurumlarda Ekonomist olarak çalıştıktan sonra en son 11 yıl boyunca görev aldığı Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nden ayrılıp, İsviçreli eşi ile evlenerek 2010 yılında İsviçre’ye yerleşmiş. Ankara’da iş hayatına devam ederken önce resim sanatı, ardından müzik terapisi, tasavvuf ve sema ile tanışan sanatçı, İsviçre’de Thalwil’de Institut APK-Ausbildung Prozessorientierung, Kunsttherapie & Komplementär -Therapie-APK Enstitüsü Süreç Odaklı Sanat Terapi ve Tamamlayıcı Terapi Merkezi’nde 3 yıl boyunca tekrar öğrenciliğe dönmüş. Geçen yıl ise Renklerle İç Yolculuğumuz-Ebru Sanatı Terapisi isimli kitabı Palme Yayınevi tarafından yayınlandı.
Gelin hikayesinin bundan sonraki kısmını kendisinden dinleyelim..
Sevgili Şefika, hoşgeldin. Ekonomistlikten sanatçılığa uzanan bu ilginç yolculuk nasıl gelişti, biraz anlatır mısın.
Ekonomist oldum ancak gençken sanatçı olmayı ve İstanbul’da Mimar Sinan Üniversitesi’nde okumayı çok istedim. Biz Kayserili bir aileyiz. Babam hep şöyle derdi “Ankara’da okuyabilirsin ama ya İstanbul nasıl olacak?”
İyi bir eğitim aldım, TED Kayseri Koleji’nin ardından Hacettepe Üniversitesi İ.İ.B.F. İktisat bölümünden mezun oldum. Aynı üniversitede yüksek lisans eğitimimi yaptım. Tez yazarken iş hayatına atıldım ve değişik kurumlarda severek çalıştım.
O sürede önce resim hocam Serap Demirağ, sonra Müzik Terapisti ve Sufi Rahmi Oruç Güvenç ile tanıştım. İkisi de hayatıma sanat bazlı inanılmaz engin alanlar açtı. Biri ile tasavvuf, diğeri ile resim ve quantum fiziği dünyasına girmiş oldum. Yüksek matematik okuduğum için matematikle aram hep iyi oldu. Matematik bakış açımı resim hocam Serap Demirağ analiz etti. Boş tuvale bakarken o tuvali yerleştirebilme yetimi görür, başlarda güler ve “Cahil cesareti” derdi. Daha sonra ise “İşte buradaki matematik, görüyorsun” şeklinde yorumlamaya başladı.
Ebru sanatı ile tanışma
Ebruyla tanışman nasıl oldu peki?
Yıllarca çok yoğun bir iş ortamında çalıştım. Yine zamana karşı yarıştığım bir günde sevdiğim bir arkadaşımın “Kastamonu Günleri var, ebru sanatçısı geliyor” demesi üzerine yazılacak onca rapora rağmen öğle tatili arasında koşup gittim. Kastamonu’ya hayranım, her şeyleri özel bence. Ama o gün orada beni büyüleyen bambaşka bir şey oldu.
Neydi o? Biraz anlatır mısın?
Sadece 1,5 saatim vardı ve direkt ebru sanatçısının yanına gittim. Sırada bekliyoruz. Rafet Hoca küçücük bir köşeye bir metrekare masasının üstüne teknesini koymuş, boyalarını dizmiş, önlüğüyle çok mütevazi görünüyordu. Herkese tek tek gösterdi. Orada ebruyu ilk kez denediğimde kağıdı çektiğim zamanki hissimi hiç unutmadım; suya baktım, su bomboş ancak kafam da bomboş. “İnanılmaz” dedim kendi kendime, “bu nasıl bir şey böyle”! Öyle bir rahatlık duygusu ki, adeta o anda bir mucize oluyor ve bir kapı açılıyor, hiç bilmediğimiz bir dünyadan bir alem gösteriliyor. Tam bir transformasyon. Tabi iş mi kalır! O açılan kapının peşine gittim ve bana verdiği mucize bir ebru kağıdıydı. Elimde kağıtla sırıtıyordum. Aynı gün eve giderken hemen çerçevelettim ve evin girişine astım.
Sanatın dönüştürücülüğü
Ne mutlu sana, dönüştürücü bir an olmuş. Peki bu ebruya has bir şey mi, yoksa bunu sanatın başka dallarında da yakalayabiliyor musun?
Çok güzel bir soru. Sanırım benim o anki ihtiyacım o kafa yoğunluğumun boşalmasi idi ve ebru bunun için çok uygun bir sanattı. Mükemmel bir sanat. Şu anda benim ebruyu bu kadar derinlemesine incelememe sebep olan transformasyon da o duygu ve onun arkasındaki sır.
Bu sana has, senin hissettiğin bir şey mi, yoksa ebrunun amacı bu mu?
Ebru sanatının içinde, var olan her şeyi birleştirici bir güç var. Biz her şeyle bir bütünüz ya. Hani bir şeyi merak edersin, sonra bir bakarsın ki hiç açmadığın televizyonu açıyorsun ve o anda haberlerde senin merak ettiğin o bilgi var. Veya birdenbire bir kitap alırsın, bir sayfasını açarsın. Önüne o aradığın bilgi gelir. Her şey bize hizmet için zaten var etrafımızda, biz yeter ki doğru soruları sormayı bilelim ya da kendimizin ihtiyacı olan cevapların farkına varalım. Zaten cevaplar hep veriliyor, ama ebru sanatının çok özgün olduğunu düşünüyorum, kendi içinde kainatta olan birçok elementi taşıyor. Rahmetli Oruç Güvenç’ten 19 yıl boyunca müzik terapisi, hareket terapisi, baksı dansları gibi eğitimler aldık. Ankara’da ayda bir onun gönüllü organizatörlüğünü de yapıyordum. Bu eski geleneksel entrümanların, bazı hareketlerin insana ne kadar şifa verdiğinin farkındaydım. Ancak ebrunun verdiği şifayı ilk kez orada kendimde tecrübe ettim. Yani o kadar yoğun bir dönemde olmadan normal sıradan bir iş günü olsa belki ebruya da hemen gitmezdim, Kastamonu ekmeğimi alır, biraz bakınır, ebruyu da öylesine yapar dönerdim. Ancak öyle yoğun bir günde, başımın çok ağrıdığı bir anda ebru sanatını deneyimleyince bomboş oldum, ağrı falan yok oldu.
Biraz da 2024’te yayımlanan Ebru Sanatı Terapisi isimli kitabından bahsedelim. APK Enstitüsü’nde öğrendiklerini ebru sanatına da uyguladın diye anlıyorum. Örneğin kitabında da bahsettiğin 9 aşama; bunları APK’da mı öğrendin yoksa zaten uygulanan bir yöntem mi?
APK Enstitüsü kurucuları süreç odaklı terapiyi ortaya çıkarıp eğitimlerini bunun üstüne oturtmuşlar. Bir kişiye resim yaptırdığın zaman bu soruları soruyorsun, hepsini aralıklı olarak veya sıralı olarak sorabilirsin. Bazı cevapları sanat terapisi sırasında kendin de gözlemleyebilirsin. Tabi sanat terapisinde sadece 9 aşama üzerine eğitim almadık, onlarca değişik terapi yöntemi öğrendik. Bu sadece APK’nın bazında ortaya koyduğu süreç odaklı terapinin 9 aşaması.
O zaman ebruya uygulamak senin fikrindi, ama çok da güzel bütünleşmiş.
Evet ilk defa gerçekten bir sanat terapi okulunun bazına konmuş prosesi ebru sanatına uyarlayan benim. Bunu ben öğrencilerime de uyguluyorum elbette. Ebru kursu vermeye başladığımdan beri gittiğim yerlerden, Brezilya’dan, Kayseri’den, oradan buradan, hep farklı toprak toplardım. Toprağı ezerek pigment haline getirmek çok zor bir iş, artık fabrikalarda yapılıyor tabi ama eski üstatların böyle ezdiğini biliyorum. Toprağı ezerken aklıma şu geldi; taşı ezerken dahi çok dikkatli ve insana layık davranmamız lazım. İnsan-ı Kamil yolcusu olmak zor bir şey. O sebeple sonsuzluk (∞) sembolünü bu sanata çok uygun bulup uygulamaya başladım.
Tasavvuf yolculuğu
Nedir tam olarak İnsan-ı Kamil olmak?
İnsan-ı Kamil tasavvufta tam anlamıyla insan olmak için yolda olmak anlamında kullanılır. Varlığında yok olabilmiş insana derlermiş. Benim için İnsan-ı Kamil’e örnek verebileceğim insanlar kim diye sorarsan başta Atatürk derim. Atatürk kendi potansiyelini kullanmış nadir insanlardan biridir. İnsan-ı Kamil olmak, kendisinde ortaya çıkması gereken her potansiyelin insana faydalı olacak, hayatını, frekansını değiştirecek, ya da hizmet etmesini sağlayacak şekilde ortaya çıkması demektir. Hepimizde potansiyeller var. Yanlış hatırlamıyorsam Kevser Yeşiltaş demisti galiba, onun bazı dijital seminerlerine de katıldım; herkeste ortaya çıkması gereken en önemli 3 yetenek varmış.
Sen kendininkileri buldun mu?
Şöyle bir düşününce resim yapmayı birinci sıraya alabilirim, ikincisi tasavvuf ve semazen olma yolunda yaptığım çalışmalar ki – orada kendimi bulduğum bir alan var. Üçüncüsünü de yazı yazmak diye düşünüyorum. Senin köşe yazılarına yorum yazarken bile “yazıyorum” çünkü çok önemsiyorum. Senin düşünce gücünden o anda aldığım bilgi ve senin bana yarattığın o atmosfer ile, bende aktif olmaya hazır olan şey arasında bir bağlantı kuruluyor, benden çıkması gerekenler de yazıya dökülüyor, bir akış başlıyor.
Tasavvuf ve Ebru ilişkisi
Peki tasavvuf ve ebru ilişkisini de sormak isterim. Kitabında bu konuda güzel ifadeler var. Bununla ilgili olarak burada paylaşmak istediğin şeyler var mı?
Ebru sanatında aslında insan bedeninde olan bir çok element var. Tasavvufa bakarsak, insanın yüksek değerlerine layık olma yolundaki yolculuğudur. Sema yapmak için yerle de cok güçlü bağlantıda olman lazım. Ayaklarının da zemine güçlü basması gerekiyor. Bedensel yorgunluklara takılmamayı öğrenmek veya hatırlamak mı desem, şartlanmalardan kurtulmak gerekiyor. Biliyor musun maraton koşucularına öğretilen bir bilgi varmış; yorgunluktan bittim dediğin an, o zamana kadar katettiğin yol kadar daha potansiyelin olduğunu anlaman istenirmiş. Tasavvuf da insana bu yönünü göstermeye çalışır, yani aslında ne kadar güçlü olduğunu. Biz cocukluğumuzdan beri her şeyi kafamızda limitlerle öğreniyor, öyle biliyoruz. “Uyku saatin geldi, yemek saatin geçiyor” şeklinde şartlandırıyoruz kendimizi. Bunların üzerine çıktığımız zaman potansiyelimizi de görme şansımız oluyor.
Kitabımda da yazmaya çalıştığım aslında ebru sanatında toprak pigmentinin suyun üstünde durma aşamasına gelebilmesi, oradan sanatçının kendi istediği özgün şekilleri verebilmesi, onu kağıdın üstüne alabilmesi…tüm bu süreç ebrunun sırlarından. Sonsuza kadar o enerjiyi orada tutabilecek hale geliyorsun. Suyun üstüne gelmiş bir pigment farklı proseslerden geçmiş oluyor. Hani “hiç bilenle bilmeyen bir olur mu” deriz ya, işte onun gibi. Hiç çalışılmış bir toprakla çalışılmamış toprak aynı olur mu? İlk haline bak toprak, ikincisine bak kağıdın üstünde bir sekil! Ebrunun üstüne gelmiş olan desenler, renk renk pigmentlerin bir arada olması, tüm o süreçte ulaşılan bir sonuç var insana mutluluk veren. Hatta ilk ebru çalışmamı bitirince salona koymuştum. Daha sonra enerjisini hissettiğimde şaşırmıştım. Her geçtiğimde “Burada ne var” diyordum. Çağrı gibi bir şey hissediyordum. Bir baktım ki ebru çalışmam var o geçtiğim yerde. Aslında duyarlılık hepimizde var, beş duyumuzun üstüne geçtiğimizde sezgilerimiz devreye giriyor. Son zamanlarda sıkça duyduğumuz üçüncü boyut denilen, bu hayatın en alttaki katmanında olan bilinçaltımız konusu ortaya çıkıyor. Yani biz bilinçaltımızı aydınlatıp sezgilerimizi geliştirebildiğimizde, insan olmak yolunda da ilerliyoruz aslında. Duyularımızı kullanırken güzel görüp, güzel söz söyleyip, doğru işitip, her duyguya ihtiyacı olan ne ise mümkün olan en layık olanı verebildiğimizde ve yargılamaktan vazgeçebildiğimizde zaten bu boyuttan geçmeye hazırlanıyoruz.
Sezgilerini nasıl geliştirebilir insan?
Bunun bir yolu meditasyon. Ayrıca tabiatta yürümek, kendinle kalabilmen, çiçekler-bitkilerle, hayvanlarla ilgilenmek. Örneğin senin tatlı bir köpeğin var, düşünsene onu hissedebiliyorsun, onun söylemek istediklerini işitebiliyorsun, işte bu bir sezgi. Son zamanlarda zaten bütün hayvanlar dillendi. İnanılmaz boyuta erişti. Sadece insanlar gelişmiyor ki, bütün canlılar birlikte gelişiyoruz.
Bütünün parçası olduğumuzu hatırlamak belki asıl önemli olan, öyle değil mi?
Aynen öyle. Hiçbirimiz birbirimizden ayrı değiliz. Sadece frekanslarımızın birbirine daha yakın olduğu atmosferlerde olduğumuzda daha kendimiz oluyoruz. Daha rahat olup kendimizi tanıtma ihtiyacı duymuyoruz. Yargılanmak hiçbirimizin layık oldugu bir şey değil. Yargı zaten kaba zan demektir, yani bilip araştırmadan hüküm vermek, hemen bir karara varmak anlamında. Her insanın kendi içinde bir yolculuğu var. O yolculukta ihtiyacımız olan şeyler de hayatımızda ona göre farklı biçimlerde yer alıyor. Karşılaştığımız bir çok bilgili ve duyarlı insan ile kendimizi tanımak, sevgi boyutunu idrak edebilmek, hayatımıza farkındalık katan değerleri alabilmek en güzeli. Değer vermek, zaman ayırmak. Es geçmemek… Tabii bu arada kendi özgün alanımızı korumak ve sağlıklı seçimler yapabilmek hayat kalitemizi etkiliyor haliyle.
Kitap hakkında
Kitabın o kadar çok şeyi içinde barındırıyor ki, aslında sen çok güzel anlattın. Tasavvuftan tut, ebru sanatına, felsefeden, sanat terapisine ve insanın farkındalığına çok zengin bir içeriğe sahip. Ayrıca insan olma yolunda sadece terapide kullandığın 9 aşama ile değil, son bölümdeki “işlem analizi” süreci ile de insanın kendini gözlemlemesi ve kendisi için önemli olanı tercih edebilmesi adına önemli bilgiler paylaşıyorsun. Peki sence kimler senin kitabını okusun?
Çok teşekkür ederim Meltem. Öncelikle çocukluğumuzda şartlandırıldığımız, ebeveynler için olmak zorunda bırakıldığımız rollerden arınmamız ve kişilik ve karakterimize uygun olanı anlamamız için bu son bölüm çok önemli… Dediğin gibi kitabın adı sanki sadece ebru sanatıyla sınırlanmış gibi görünse de, içeriğine bakan herkes insan yolculuğunda kendinin az da olsa farkına varabilmesi için ortaya çıkarılmış, detaylandırılarak birçok bakış açısı ile değerlendirilmiş pek çok süreç, somut örnekler ve yollar görüyor. Bunların çoğu kendi deneyimim ile yazıldı. Yani sadece okunmuş bir bilgelik değil, bizzat üzerinde durduğum zaman verilmiş, çaba gösterilmiş, deneyimlenmiş konular. Kitabın arka kapağında da belirttiğim gibi, kitapta yer alan terapik bilgiler kendisiyle keyifli yol almak isterken yaratıcı çözümler arayan herkesi ilgilendirebilir. Tabi bu cümlenin altında derin Jungvari felsefi bir görüş var ama sadece o değil. Tasavvuf erbabları da özellikle 12. ve 13. yy. dan itibaren insanlara kendilerini çözmek istiyorlarsa arayışta olmalarını, sorgulamalar yapmalarını ve yaratıcı bir çok işle aktif olmalarını önermişler. Yani nasıl yaratıcı bir seyler üretebilirim, kendimi nasıl çözebilirim demek isteyen herkes kitaptan bir şeyler bulabilir.
Peki bu yaratıcı çözüm illa ebru olmak zorunda mı? Bu kitabı okuyan biri ebruya başlamasa bile yaratıcı bir konuyla ilgilenip kendini daha iyi çözümleyebilir mi?
Çok güzel vurgu yaptın. Tabii, kesinlikle. Herkes kendine iyi gelen ne varsa ona göre fikirler üretebilir, yapmaktan zevk aldığı şeyleri başka bir perspektif ile yapmayı deneyimleyebilir. Fransız ressam Henri Matisse bunun en güzel örneğidir. Hastalanıp resim yapamaz hale gelmiş. Yatalak olduğunda kağıtları kesip yapıştırarak resimlerine öyle devam etmiş. Şimdi kolaj dediğimizde Henri Matisse bir numara. Ebru sanatı burada terapi süreçlerine uygunluğu ve birçok kadim değeri barındırması açısından çok güzel bir araç oldu.
Kitabın “Ebru Sanatı Terapisi”ni okumak isteyenler nereden temin edebilirler?
İsviçre’de yaşayanlar Amazon’dan sipariş edebilirler.
Peki son olarak; Şefika’nın ruhunu neler besler, neler okur, neler izler?
Kendi ruhsal gelişimime katkıda bulunan ve zihnimi açan her türlü bilim kurgu ve fantastik film seviyorum. Hatta eski sufileri de çok “New Age” bulurum. O dönemlerde öyle şeyler söylemişler ki bugün Hollywood filmlerini bile etkileyecek düzeyde. Örneğin ABD’de İbni Sina Enstitüsü kurmuşlar. İlgilenen bazı arkadaşlarımla biz de bu konularla ilgili aramızda bir grup kurduk. Önce Rahmetli R. Oruç Güvenç’in Hz. Mevlana kitabını okuduk. Şimdi Ş. Suhreverdi’nin Nur Heykelleri isimli kitabını okuyoruz; onların farkındalıklı halini algılayabilmek için hayaller kuruyor, fikirler öne sürüyoruz…
Kitaplarını sevdiğim yazarların içinde klasiklerden Çernişevksi, Dostyoyevksi, Ömer Seyfettin, Sebahattin Ali gibi çok önceleri okumuş olduklarım var. Üçüncü Göz, İkinci Beden gibi fantastik romanları da ilgiyle okudum. Türk yazarlarımızı seviyorum: Buket Uzuner, Deniz Erten, Azra Kohen, Zülfü Livaneli, Elif Şafak, Murat Menteş, Erhan Kolbaşı severek okuduklarım arasında olanlar. Son zamanlarda Edebiyat Kitap Klubümüz’den Burcu Özer Katmer’in Kendine Ait kitabından, göç etmiş Türklerin ve çocuklarının parçalanmış hayatlarıya ilgili çok şeyin farkına varmaya başladım. Ve Meltem Soğuk Stropoli; senin kitabını ilgiyle okudum: Yeşil Mavi Hayat!.. Farkındalık kazandıran, düşündüren ve seçimlerimizi hatırlatan, insan için ve insana ait çok özel kitaplardan…
Biraz da hikaye ile bilgelik karışık olursa ilginç buluyorum. Örneğin Elif Şafak’ın Aşk romanı tasavvuf açısından da edebiyatımız için iyi bir örnek oldu, dünyada pek çok kişinin zihnini açtı. Tabii bir de neredeyse 15-20 yıldır ara sıra açıp okuduğum Filibeli A. Hilmi’nin kitabı Amak-ı Hayal’i hala severek okurum.
Bu güzel sohbet için çok teşekkürler Şefika. İkinci kitabınla buluşmayı merakla bekliyoruz.
Davetin, ilgin ve özellikle ilham aldığını belirttiğin için ben çok teşekkür ederim Meltemciğim.
Avrupa
ÇOCUK SAHİBİ OLMAYAN KADINLARA ÖDÜL VERİLMESİ GEREKTİĞİNİ SAVUNUYORUM
Verena E. Brunschweiger Köşe Yazısı
Almanya, 09.01.2025
Çok Fazla İnsan, İyi Yaşamı Tehdit Ediyor
Alman yazar Verena Brunschweiger, çocuk sahibi olmayan kadınlara ödül verilmesini öneriyor.
Brunschweiger, İsviçre Nau’deki köşe yazılarında düşük doğum oranlarının bir endişe kaynağı değil, bir sevinç kaynağı olması gerektiğini vurguluyor.
“Doğum oranlarının düşük olmasını kutlayın!” (Celebrate low birth rates) sloganı, Portekiz ve Hollanda’da sokaklarda görülebilirken, Almanca konuşulan dünyada pek anlaşılabilir bir olgu olarak karşılanmıyor.
Azalan Nüfus Bir Şanstır
İngiliz ekonomist ve üniversite öğretim üyesi Adair Turner, sayımızın azalmasının bir nimet olduğunu yazdı. Otomasyonun artması ve makinelerin insanlar yerine iş yapması, bu düşüncenin ana dayanağını oluşturuyor.
Brunschweiger, düşük doğum oranlarının pek çok konuda olumlu etkiler yaratacağına dikkat çekiyor ve bu olgunun Almanca konuşulan ülkelerdeki katı savunmalarla karşılaştığını belirtiyor.
“Gerçek sürdürülebilirlikten” bahsedebilmek için nüfus artışını durdurmanın gerekliliğine dikkat çekiyor.
Nüfus Artışı Krizleri Şiddetlendiriyor
Avustralya’da yer alan “Commission for the Human Future”, nüfus artışının, 21. yüzyılın büyük krizlerini daha da şiddetlendirdiğini vurguluyor: kaynak kıtlığı, türlerin yok oluşu, habitat kaybı, çevre kirliliği, iklim değişikliği, savaşlar ve hastalıklar.
Brunschweiger, dünya çapında kaynakların tükenmesiyle birlikte, batı toplumlarının daha az kaynak harcaması gerektiğini savunuyor. Ayrıca, iklim değişikliği nedeniyle Batı’nın daha az kaynak tüketmesi gerektiğini, çünkü küresel Güney’deki ülkelerin zaten çok az kaynak tükettiklerini belirtiyor.
Çocuklar ve Emeklilik Sistemi
Çocukların emeklilik sistemi için gerekli olduğu fikrinin bir yanıltmaca olduğunu söyleyen Brunschweiger, pek çok sağcı görüşlünün bu görüşü savunduğunu belirtiyor. Ancak, sadece çocukların sayısını artırmak, ilerleyen yıllarda çevresel felaketi engellemeyecek.
Sürdürülebilir Bir Gelecek İçin Çocuk Sahibi Olmayan Kadınlara Ödül
Brunschweiger, 2019’da ortaya attığı ve “Club of Rome” tarafından 1970’lerde önerilen bir fikirle, her çocuk sahibi olmayan kadına 50 yaş günlerinde ödül verilmesini talep ediyor. Bu ödül, Dünya’nın korunmasına katkı sağlayan bir eylem olarak görülecek ve üreme sorumluluğu taşıyan kadınlar ödüllendirilecek.
Sonuç: Düşünmek ve Tartışmak
Yazar, toplumun yaşlanan nüfusu ve sürdürülebilir yaşam için bu gibi ödüllerin gerekliliği üzerinde duruyor. Ancak, yaşlanan bir toplumun yalnızca olumsuz bir şekilde algılanmasının, toplumda yaşa dayalı ayrımcılığı körüklediğine dikkat çekiyor.
Brunschweiger’ın düşünceleri, herkes için farklı tepkiler yaratabilir.
Köşe Yazıları
YENİ YIL GELDİ HOŞ GELDİ !
EE HADİ ŞİMDİ NE OLACAK?
Hemen her yıl hep bu şekilde başlıyor bence…
Yılın son günlerinde acayip bir heyecan, dilekler, ritüeller, dualar, umutlar, çok şükür bu yıldan kurtuluyoruz nidaları…
Sonra büyük coşkuyla o beklenen yıla girilir. Bazıları çok eğlenceli, bazıları kederli, bazıları her günün akşamına benzer…
Ama bir şekilde içten içe hep bir beklenti vardır : ‘’Bu yıl her çok güzel olacak.’’
Sonra sabah olur, herkes uyanır, eline telefonunu alır, haberlere bakar ve hoop hiçbir şey değişmemiş. Sürpriz….Yeni güzel hiç bir şey yok… Dünya hala aynı…
Aptalca güç savaşları, para, su, enerji, sonsuz yaşam isteği, gençlik, güzellik artık adını siz koyun.. Tek tek veya hepsi birden istendiği için devam eden kavgalar..
Bir sürü insanı, ona biçilen sınırlı ömürden önce öldürme çabası hiç bitmez insanoğlunda… Halbuki, herkes bir gün ölecek, sana verilen ömrün keyfini sür, başka canlıya zarar vermeden, elindekilerle ne yapabileceğine bir bak…
Bir gün bir arkadaşım anlatmıştı, gerçek ve traji komik bir hikaye… Göl kenarına yakın bir yerde yazlık ev almışlar ve önlerinde de acayip sazlık var. Babası çok ciddi para harcayıp o sazlıkları temizletmiş, adamlar tutmuş, nakliyeler, çöpe götürme vs.vs. Ev kadar para harcadık şu işe diye de sık sık tekrarlar dururmuş. Ciddi olarak ekonomik krize girmiş vs.vs Aradan zaman geçmiş, yakınlardaki arsayı birileri almış ve onlarda oraya ev yaptıracaklar diye beklerken, onlar o sazlıkları kendi iş alanları haline getirip, ihraç etmişler, bir sürü işte kullanılıyormuş o sazlıklar… Sonrasında da çok ciddi birikim yapmışlar, üzerine bir de ev de kondurmuşlar.
Aslında o arkadaşım bana anlatırken, babasının şansızlığından dem vurarak anlatmıştı. Babasını kaybetmişti vs. Ama hikayeyi dinleyince bende farklı tesir yaptı. İnsan bazen elindekilerle ne yapacağını bilemiyor. Hem enerjisini boşa harcıyor, hem de kendisini mutsuz ediyor. Oysa elimde bu var, ben bununla ne yapabilirim diye farklı bakış açısıyla düşünse, farklı sonuçlara gidebilir. Bu hikayeden bunu çıkardım diye, her an bunu yapabildiğim sanılmasın. Ama zaman zaman hatırlayıp yapmaya çalışıyorum. Ne zaman bunalsam, sazlıkları hatırlıyorum, birine dert, birine derman olmuş.
Yunus Emre’nin dediği gibi: ‘’Derdim bana derman imiş’’
Yeni yıla girdik, umut dolu bir yazı olsun, hani dünyada her şey aynı çirkinlikte ilerliyor diye enseyi karartmayalım yazısı yazayım dedim. Haber kaynakları, haber değeri olduğu için negatif haber- pozitif haber diye ayıramıyor tabii, hepsini yayınlıyor doğal olarak. Ancak sürekli bu haberlere maruz kalınca insan ister istemez, bazen umudunu kaybedebiliyor. Böyle zamanlarda hemen toparlanarak, sazlıkları hatırlayalım…Tek tek hepimiz dünyayı daha güzel bir yer haline getirebilmek için de, önce içimizi temizleyelim, hem fiziken hem ruhen sonra da dolaplarımızdan başlayalım, sonra evimizi, sonra kapımızın önünü.. Ve Sezen Aksu’nun dediği gibi gülümseyelim…
Gülümse, hadi gülümse bulutlar gitsin,
Yoksa ben nasıl yenilenirim? Gülten Yazici Dülger
-
E-Dergi12 ay önce
İsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
Ekonomi11 ay önce
İsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
Yaşam9 ay önce
Kıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
İsviçre11 ay önce
Dünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Dünya2 ay önce
META’NIN COVİD-19 AŞILARIYLA İLGİLİ YANILTICI BİLGİ KARARI: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLIYOR MU?
-
Gündem2 ay önce
ERDOĞAN KARŞITI PAYLAŞIMLARI SIĞINMA BAŞVURUSUNDA HAKLI GEREKÇE OLARAK GÖRÜLMEDİ
-
Gündem2 ay önce
TÜRKİYE’DEN GELEN SIĞINMA BAŞVURULARINA GETİRİLEN SERT UYGULAMALARA TEPKİ
-
Kültür Sanat1 yıl önce
Ferdi Tayfur’un Mücadele Dolu Hikayesi: Şeker Hastalığı ve Organ Nakli
Derya
11 Eylül 2024 at 07:12
Doğayı hissederek, dinleyerek ve hayallere dalarak yürümenin tadını bir kez alan bırakamaz. Bu güzel yazı için teşekkürler, keyifle okudum yürüyüş aşığı biri olarak 😊
Meltem Soğuk Stropoli
11 Eylül 2024 at 21:29
Merhaba Derya Hanım, mesajınız için çok teşekkür ederim, ne mutlu bana okurken keyif aldıysanız. Bir gün yüzyüze de tanışmak mümkün olur umarım :). Sevgilerimle.