Sosyal Medya

Köşe Yazıları

Nedir şu İtalya’nın yarattığı büyü?

yazar

Yayınlayan

on

“Büyü” kelimesini kullanmam öylesine değil; haritada bile kendini topuklu çizme ile ayrıcalıklı bir şekilde ifade etmiş bu ülkenin tüm dünyaya yaydığı bir “aura”sı, bir “büyü”sü var çünkü. “Yurtdışında nereye gitmek istersin?” sorusuna çoğunlukla verilen yanıt ve hemen herkesin hayatında en az bir kez görmeyi hayal ettiği bir ülke İtalya.

İtalya temasını işleyen bazı filmleri gördüğümde aklıma hep şu gelir: dünyada böyle bir ülke olmasaydı, pek çok kişi için kendi yaşadığı yer neresi olursa olsun orada bir yerlerde tatlı bir hayatın mümkün olduğuna dair umut da daha az olurdu galiba. Çokça refah ancak fazlaca karanlık gökyüzü altında yaşamaktan bunalmış, tutku hasreti içindeki kuzey ülkeleri sakinleri mesela; bir gün her şeyi bırakıp tembel ve tutkulu İtalya güneşinin altına yerleşme umutlarının yerini başka ne alırdı?

Bir ülke düşünün ki zihinlerdeki algısı estetik, lezzet, tarih, sanat, doğa, moda, sıcakkanlı insanlar, yaşama sevinci ve müzikli bir dil kavramlarının hepsini birden içersin. Bavulunda hayatın tüm renklerini bir arada barındıran bir karakter İtalya. İtalyanları ise nerede olursa olsun görür görmez tanımak mümkün. Elleri kolları şıkır şıkır takılarla dolu, denizde bile süsünden ödün vermeyen, kimi zaman çaçaron, her ortamda kendilerini ifade etmekten çekinmeyen bakımlı kadınlar ile estetik zevklerini giyimlerine yansıtan, nasıl göründüklerini ve başkalarının ne düşündüğünü oldukça önemseyen, saçlarının aklaşma hızıyla aynı oranda canlı renkli gözlüklere geçiş yapan erkekler. Bu gürültülü, neşeli ve süslü millet, çocukları söz konusu olduğunda ise şaşırtacak kadar temkinli ve özenli. İtalyan annelerin Türk anneleriyle yarışabilir kapasitede baskın olan anaçlık duyguları farkedilmeyecek gibi değil. Çocukları üzerinde kontrolü ele almayı seven bu annelerin “onu yapma, hızlı koşma, köpeğe yaklaşma, denizde fazla açılma” şeklindeki bağırışları sokaklarda ve plajlarda İtalya’nın karakteristik gürültüsünün doğal bir parçası adeta. Kırsal bölgelere ve küçük şehirlere doğru gittikçe kadınlarda süsün göreceli azalmasıyla birlikte, belki de filmlerin çoğumuzun zihninde oluşturduğu “uzun bir masada kalabalık aileye makarna servisi yapan İtalyan mamma” görüntüsünün gerçek olma potansiyeli de artıyor. Yıllar önce üç kız arkadaş birlikte ev kiralayarak on gün kaldığımız unutulmaz Amalfi sahilleri tatilimizde gördüğüm şişman ve hafif bıyıklı ev sahibemiz aklıma geliveriyor bunu yazarken. Üç katlı eski aile evinin en üst katını bize kiralayıp, eve geç dönersek hangi kapıdan gireceğimizi, neleri yapıp neleri yapamayacağımızı sıkı sıkı tembihlemişti üç genç kızı karşısında görünce. O, çiçekli elbisesi ile el kol hareketleri ile konuşurken “demek ki İtalya sadece süslü kadınlardan ibaret değil” diye geçmişti aklımdan.

Söz konusu olan mutfak olduğunda İtalyan kadını ve Anadolu kadını arasındaki benzerlik insana kendini evinde hissettiriyor. Sicilya’da doğup uzun yaşamlarını orada geçiren ve bir kaç yıl önce ardarda kaybettiğimiz eşimin yaşlı halaları Franca Hala ve Sarina Hala’yı ilk kez ziyarete gittiğimizde misafirlerini layıkıyla ağırlamak için günler önceden mutfağa girip hazırlık yapmaya başlamaları, bahçeden topladıkları rezene ile yaptıkları ev makarnası ve kurdukları mükemmel sofra beni hem etkilemiş, hem de cok tanıdık gelmişti. Sicilya’dan söz açılınca elbette deniz, tarih ve lezzet kokulu bu muhteşem adanın lezzetli mutfağını da övmeden geçmek olmaz; adanın her noktasından gerçekten de farklı bir lezzet fışkırıyor.

Bulunduğu cografyanın hediyelerinden tatmin edici miktarda nasibini almiş bir ülke İtalya. Ülke ambleminde de yer alan zeytin ve meşe ağaçları ülkenin her tarafında insanın karşısına çıkıyor. Ama amblemde yer almasalar da Toskana’nın zarif selvilerini de unutmamak lazım. Uçsuz bucaksız Toskana ovalarına mağrur bir şekilde sıra sıra dizilen uzun boylu selviler benim her zaman favorilerim.

İtalya deyince zihnimde beliren sayısız imge var. İlk aklıma gelen daracık sokaklarda dolaştığım eski şehirler. Bazen bir araba geçmeye calışsa sıkışıp kalacağı kadar dar olan sokaklarda yürürken ansızın karşıma çıkan en iddiasız “Osteria”da kareli masa örtüleri üzerinde yenen şaşırtıcı lezzetler. Fondaki tarihi binalarla tatlı bir tezat oluşturacak şekilde caddelerde vızır vızır uçuşan rengarenk “Vespa”lar, irili ufaklı “piazza”lar (meydanlar), görkemli kilise ve katedraller, avlular, yüksek tavanlı otel odaları, her köşebaşında insanı içeri davet eden barlarda ayakta ama telaşsızca içilen espresso’lar, kaçmaya çalışsam da ısrarla peşimi bırakmayan “bombolone”ler (içi genellikle krema dolgulu bir nevi donut) ve çeşit çeşit kruvasanlar ile dolu karbonhidrat cenneti pastaneler-İtalyanların deyimiyle “bar” lar- güneş  gözlükleri ile her daim havalı görünmeyi başaran İtalyan jandarması “carabinieri”ler, “alt tarafı hepsi makarna işte” düşüncesi insanın aklından geçse de üzerine adeta bir literatür oluşturulabilecek  sayıda farklı makarna çeşitleri, dünyanın en lezzetli şarapları, köpeğim Grissino’nun hiçbirini kaçırmadığı her köşede ve meydanda karşımıza çıkan tarihi çeşmeler, portakal renkli “Aperol Spritz”ler, günün her saati  ama özellikle yazlık yerlerde geceleri yemekten sonra adet olan “gelato”lar (dondurma) ile kendine özgü ve hep yaşama umuduyla dolu İtalya!

Benim kendisiyle olan hikayeme gelince, bir ilk görüşte aşk değil bizimkisi. Daha doğru bir ifadeyle güzel yüzünü görmeden önce sesiyle büyüledi beni İtalya. Dilinin müziğine aşık olup konuşabilmeyi istediğimde yirmibeş yaşımı henüz tamamlamıştım. İş için gerekli olabilir diye rasyonel bir sebeple öğrendiğim ciddi mizaçlı, tutkusuz Almanca’dan sonra asıl sevdiğime kaçmak gibi bir şeydi benim için İtalyanca’yı hayatıma sokma kararı. Vakitsizlik ve diğer önceliklerden dolayı öğrenme sürecim yıllara yayılsa da, beş yıl sonra aldığım bir aylık bursla gittiğim Floransa’da dili geliştirmekten çok Floransa şehrinin tarihi büyüsüne kapılıp Toskana şarapları ve mutfağıyla dopdolu bir ay geçirsem de, İtalyanca ile ilişkimiz yıllar içinde artarak devam etti. Bir gün bir İtalyan’la evlenip ikinci vatandaşlığımı müjdeleyen pasaportumda “Italiana” yazacağını söyleseler kendim de inanmazdım sanırım.  

Nikahımıza ev sahipliği yaptığı için de bende özel bir yeri var İtalya’nın. Piemonte Bölgesi’nde Orta Gölü’nün kıyısında konumlanmış ufacık tarihi bir kasaba olan Orta San Giulio sadece bize çekici görünmemiş anlaşılan, özellikle Milano çevresinde yaşayanların evlenmek için seçtikleri romantik bir kasaba olduğunu öğreniyorum sonradan. Ama beni Orta Gölü hakkında en çok şaşırtan ise yine sonradan öğrendiğim Nietzsche hikayesi oldu. Yirmili yaşlarımdayken hayat hikayesini okuyup ilginç bulduğum Rus şair ve yazar Lou Andreas-Salomé’nin o dönemin entelektüel çevresindeki pek çok erkeği olduğu gibi Nietzsche’yi de ne kadar etkilediğini Irvin Yalom’un Nietzsche Ağladığında adlı kitabını okuyanlar hatırlarlar. Meğerse Nietzsche’nin aşkına hiç karşılık vermeyen Salomé ve ünlü filozof küçük bir grup olarak çıktıkları İtalya gezisi sırasında genç Lou’nun annesini atlatıp Orta Gölü’nde romantik birkaç saat geçirmişler. Söylentilere göre filozof genç kadına bu romantik ortamda evlenme teklifi de eder ama reddedilir.  

Böyle hikayelere sahne olan bu ilham dolu ülke benim hayatımda da pek çok hikayeme tanıklık etti yıllar içinde. İlk kitabımın sonunu bir türlü tamamlayamadığımda Sicilya’nın Agrigento kırsalı bana son sözü yazmada ilham oldu. Yalnız yaşadığım ve özel hayat-iş hayat dengemin şaştığı bir dönemde ilk kez tecrübe ettiğim yalnız tatilim için yine İtalya’nın ilham dolu bir şehrini; bilgili (la Dotta) , kırmızı (la Rossa) ve şişman (la Grassa) olarak tanınan Bologna’yı seçtim. Bu zengin lakaplı şehrin “şişman” sıfatı tahmin edileceği gibi lezzetli mutfağından geliyor. Bu leziz şehirde geçirdiğim o birkaç günde gittiğim yemek kursunda öğrendiğim taze makarna yapımı ile dönüşte aileme ve arkadaşlarıma az ziyafet çekip hava atmadım! Babamın hayalini gerçekleştirip Venedik’e ailece yaptığımız gezinin tadı ise dün gibi aklımda. Ailede kayıplar başladığında bu anıları insan hiçbirşeye degişmiyor. Sardunya adası eşimin doğup büyüdüğü yer olduğu için ne sanslıyım ki hemen her yıl gittiğimiz tatil bölgemiz oldu. Ancak bu turkuaz ada başlıbaşına bir yazıyı hakeder. 

Hangi bölgesine, hangi şehrine gidersem gideyim her seferinde sürprizleri ile şaşırtmaya devam ediyor beni İtalya. Tam “burası mutfağıyla ünlü, bundan daha leziz şehir olmaz” dediğim bir yere gittikten sonra, bambaşka şehirlerde bambaşka lezzetler karşıladı beni. Ülkeyi daha iyi tanıdıkça ve kitaplarda yazılı olan yerler ile Italo Calvino, Dino Buzzati, Cesare Pavese, Luigi Pirandello gibi sevdiğim yazarların büyüdüğü veya yaşadığı şehirleri kendi gözümle gördükçe hepsi daha bir anlam kazandı, kişiliğe büründü benim için. İtalyan Kültür’e gittiğim yıllarda adını uzaktan duyduğum Beyoğlu’ndaki “Casa Garibaldi” binasının ismi o günlerde bana pek birşey ifade etmezken, bugün ülkenin siyasi birliğini sağlamış İtalyanların ulusal kahramanı Giuseppe Garibaldi, her meydanda gördüğüm görkemli heykeli ile gözümde canlı bir kimliğe dönüşmüş durumda.

Sevdiğim coğrafya ile akrabalık bağı da oluşunca kaç kere gittiğimi hatırlayamıyorum bile bu ülkeye. Şu anda da bu yazıyı çizmenin tam ortalarından , ülkenin yeşil kalbi Umbria’dan yazıyorum. Kaldığımız otel tam bir doğa oteli. Odamızın ahşap balkonu uçsuz bucaksız görünen yeşilli sarılı ovalarla, yeşil tepelerin arasından ışıldayan Trasimeno Gölü’ne bakıyor. Söylentiye göre Andersen’in meşhur çirkin ördek masalına da ilham olmuş Trasimeno Gölü ünlü masalcının bir gezisi sırasında. Buranın yeşili el değmemiş bir yeşil. Dün gece ormanın karanlıklarından bir hayvanın keskin çığlıklarını dinledik, muhtemelen bir kurttu.  Gölün etrafında irili ufaklı çok sayıda ortaçağdan kalma kasaba var. Dün, ömrünü bu bölgenin başkenti olan Perugia’da geçirmiş olan arkadaşımız Gianni’nin bizi götürdüğü eski Perugia şehri manzaralı bir restoranda ülkenin en iyi mutfaklarından biri olan Umbria mutfağını tattık. Bölgenin şarapları, mercimeği (Castelluccio di Norcia) ve trüf mantarı çok meşhur. İşin doğrusu Piemonte’nin beyaz mantarından sonra burası tam bir siyah trüf mantarı cenneti, festivali bile var. İtalya, sürprizleri hiç bitmeyen ülke. Gianni’nin anlattığına göre Perugia Caz Festivali ve Sagra Musicale Umbra festivali her yıl müzikseverleri bölgeye çekiyor. Perugia kendisi zaten başlıbaşına bir güzellik iken, sonraki günlerde etrafındaki kasabaların her birinin ayrı birer hazine olduğunu görüp büyüleniyorum. Kaprisli, biraz sinirli ve oldukça havalı kızkardeşi Toskana’ya kıyasla mütevazi, rustik, elinden iş gelen sağıklı ve gürbüz bir doğa adamı Umbria bana göre. Yüzyıllar boyunca Montaigne’den Charles Dickens’a , Hermann Hesse’den Virginia Woolf’a kadar çok sayıda yazara ilham olmuş bir bölge olduğunu duyunca hiç şaşırmıyorum. Zümrüt yeşili uçsuz bucaksız tepeleri, sarı yeşil ovaları, üzüm bağları ve olağanüstü mimarisi ile o kadar büyüleyici ki… Ayrıca bu güzel bölgenin yetiştirdiği dillere destan bir güzellik de var;  Monica Bellucci bu kasabalardan birinde , Citta di Castello’da doğmuş. Kasabalıların gururu olduğuna şüphem yok.

İtalya gibi zengin bir konu hakkında yazmaya başlayınca sonu gelmiyor bir türlü. Biz yolculuğumuzun ikinci büyülü kısmına, Sardunya’ya geçerken ben de yazımı burada noktalamak istiyorum. Beni bu ülkede büyüleyen herşeyi yazamadım bile, yolda düşünmeye devam edeceğim. Peki sizin için İtalya’nın büyüsü ne sizce?

Haberin Devamını Oku
2 Comments

2 Comments

  1. KUBİLAY Kızıldenizli

    2 Temmuz 2024 at 21:23

    Bu enfes, akıcı, bilgilendirici makale için teşekkür ederim.
    Devamını sabırsızlıkla beklediğimizi bilmelisiniz, sevgiler.
    Kubilay

    • Meltem Soğuk Stropoli

      2 Temmuz 2024 at 23:49

      Çok teşekkür ederim, beğendiğinize çok sevindim, ne mutlu bana☺️
      Sevgiler

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

“Ülkemde sığınmacı istemiyorum” diyenler faşist midir?

yazar

Yayınlayan

on

By

Dünyanın artık neredeyse en önemli güncel sorunlarından biri göç ve sığınmacılar. İnsanlar, yaşadıkları ülkelerde güvenli bir şekilde yaşamaktan mahrum bırakılıyor. Her gün bir kadına taciz veya tecavüz ya da gençler arasında kavga haberi okuyoruz. Türkiye’nin en gözde semtlerinden biri olan Yeşilköy sahilinde geçtiğimiz günlerde bir etkinlik düzenlenmiş ve kalabalık olunca o gün sığınmacılar sahile gelmemiş. Türkler, “Uzun zamandan sonra sahilde biz Türkler eğlenebiliyoruz,” şeklinde paylaşımlar yapmışlar. Ne kadar acı, düşünebiliyor musunuz?

Ülkemde sığınmacı istemiyorum diyenler, sadece tiplerini veya saç şeklini beğenmedikleri için mi bu tarz isyanlarda bulunuyorlar sizce? Avrupa ülkelerinde de isyan eden halkın belirli korkuları ve kaygıları var. Bundan 10 yıl önce Avrupa’nın her ülkesinde kadınlar ve kızlar rahatça akşamları diledikleri yerde yalnız yürüyebiliyordu. Anneler kızları için endişelenmiyordu. Avrupa’nın birçok ülkesinde bahçeler vardır, güzel havalarda insanlar buralarda zaman geçirirdi. Ancak artık ne sahilde, ne göl kenarında, ne de yüzme havuzlarının bahçelerinde insanlar rahat değil.

Geçtiğimiz günlerde Kayseri’deki halkın ayaklanması provokasyon olabilir. Aralarında tahrik edenler de vardır. Ancak bu aslında Türkiye’nin nasıl bir ateşle oynadığını gösteren ve olabilecekleri işaret eden bir fragman.

Bir insan Keyfi ülkesini terkeder mi?

Göçmenler açısından da bakarsak: Bir insan, kendi ya da atalarının ömrünü geçirdiği bir ülkeyi keyfi olarak başka bir ülkeye gitmek için terk eder mi? Mecbur kalmadıkça gitmez. Düşünün, küçücük bir sırt çantanıza diplomanızı, hayatınızın o anından itibaren size lazım olabilecek en önemli belgeleri, bazı değerli eşyalarınızı alıp ülkenizi, atalarınızın yüzyıllarca yaşadığı toprakları terkedip, kucağınıza ya da sırtınıza bir ya da iki bebek veya çocuğunuzu alarak botlarla, dağları dereleri denizleri aşarak bilinmeyen bir yere sığınmak ve yaşam mücadelesi vermek zorunda kalacaksınız. Bunu ancak mecbur olan insanlar yapar. Ülkesinde saldırı, savaş, iç savaş gibi durumlar olanlar için kimsenin lafı yok.

Ancak bir de keyfi macera arayan, ekonomik koşullarını iyileştirmek için başka ülkelere gelen 20-25 yaşında çoğu gençler var. Yanlarında ne kadın ne çocuk. İşte bu gençler gittikleri her yerde kadınlara ve kızlara taciz, tecavüz ve her türlü sarkıntılığı yapıyor. Yerli halkta tecavüz ve taciz vakaları yok mu, elbette var. Ama istatistiklerde suç oranları ne yazık ki şu an her olayın başını çeken hep aynı ülke ve uyruklu kişiler.

Göçmenlere ve sığınmacılara kızmak belki gereksiz. Bunları yönetemeyen, halkla karşı karşıya getiren siyasilerin sorumluluğu. Ancak siyasilerin umursadığı yok. Halkın korkuyla yürüdüğü, geceleri kızının yolunu gözlediği annelerin yaşadıklarını o siyasiler ya da onların hanımları yaşamıyor. Kaos gibi, iyice gettolaşmış ve halkın ne oturmaya, ne dinlenmeye, ne de eğlenmeye gidemediği yerlere o siyasiler veya aileleri çocuklarıyla hiç uğramıyor. Helikopterle, uçakla üstünden geçiyorlar ancak. Ya da çakarlı araçlarla transit geçiyorlar.

Türkiye’de bir gerçek var ki, ne yazık ki sığınmacılar AB’ye karşı para alabilmek için bir koz olarak tutuluyor. Halkın ne yaşadığı, sığınmacıların ülkeye girdikten sonra ne yaşadığı kimsenin umrunda değil. Ne bir entegrasyon, ne eğitim planı ne de program var. Milyonlarca insan gelmiş, girmiş, hepsi bir şehire yerleşmiş hatta bir şehir oluşmuş. Kimsenin umrunda değil. Bayramlarda evlerine gidiyorlar, sonra gelip yeniden yerleştikleri yere. Arada bir Avrupa’ya ‘salarız bak ha’ gözdağı veriliyor sonra herkes işine dönüyor. Bugün il il sorun, hangi ilde kaç sığınmacı var diye, bir istatistik bile yoktur.

Halka bir de söylenen yalanlar var. Oysa bir tanı koyup, “bizim sığınmacı sorunumuz var” denilmeli. Bu da denilmiyor. İsyan eden halka inat, “gerekirse yine alırız, gerekirse milyonlarca insanı yine ülkemize alırızü bu kadar milyar harcadık bu kadar milyar daha harcarız” deniliyor.

Bir de kukla halk var. Oy verdikleri siyasiler sığınmacıları savunduğu sürece, onlar da aynı papağan gibi sosyal medyada bu siyasilerin savunuculuğunu yapıyor. Sığınmacılardan rahatsız olsalar bile yukarıdaki abileri ne söylerse onu tekrar ediyorlar. Ne zaman yukarıdakiler ağız değiştirirse, bunlar da anında ağız değiştiriyor. Hayatları boyunca kendi fikirleri olmamış kişiler. Trollerden bahsetmiyorum bile. Bunlar maaşlarını aldığı sürece ‘ülkede sığınmacı sorunu yok’ diyorlar.

Bu Misafirlik Çok Uzadı

Türkiye’nin birçok şehri artık eski Türkiye gibi değil. Sokaklarda dolaşırken Türkleri görmek zorlaştı. Bu durum, yazıyı okuyan herkesin kolaylıkla sayabileceği onlarca şehirde geçerlidir.

Ülkemde sığınmacı istemiyorum diyenler artık “bu misafirlik uzun sürdü” demek istiyor. Evime aldığım misafir aylarca kalacak, sonra ben ve çocuklarım evimizde huzursuz yaşayacağız, sonra sesimizi çıkarınca dayak yiyeceğiz. Bir şey dersek faşist olacağız, öyle mi? Geçin bunları.

Ülkeye 10-15 milyon sığınmacı gelmiş, ancak siyasiler “Efendim, 3 milyon yok, hepsi 5 milyon” diyerek halkı kandırıyor. Bazen göstermelik yanına birkaç kameraman alıyorlar, ‘bakın gönderdik, gönderiyoruz’ algısı vermek için. Şu an durum ap açık ülkenin demografik yapısını bozmak. Neyin projesiyse adını öyle koyabiliriz. Bir yerler bombalanıyor, o ülkenin içi boşaltılıyor, sonra insanlar başka bir ülkeye yönlendiriliyor. Avrupa için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Aynı tehlike Avrupa için de geçerli. Artık kadınlar ve kızlar yalnız dolaşamıyor. Türkiye’de sahillere gidemiyorlar. Ama alttan alıyorlar. Seslerini çıkarmıyorlar, ortam gerilmesin diye.

Aç, evi yurdu yıkılmış kocası savaşta ölmüş kadın, yetim çocuk, kimsesiz ve yaşlı bu insanlara kimsenin söyleyecek sözü yok. Ama iş öyle çığrından çıktı ki, artık kontrolden çıktı. Bu şekilde giderse Kayseri’deki fragmanın daha büyüğü başka şehirlerde de yaşanabilir.

”Sen göçmensin sığınmacıları niye eleştiriyorsun? ‘

Bir de şöyle bir kafa var: “Sen göçmensin, sen niye sığınmacılara karşı çıkıyorsun?” Bu nasıl bir düşünce? Cahilce zihniyete laf anlatmaktan insan o kadar yoruluyor ki. Ben göçmen kökenliyim diye diğer göçmen kökenlilerin her yaptığı saygısızlığı hoş görmeli, susmalı mıyım? Ben Türküm diye Türklerin işlediği her türlü suça göz mü yummalıyım? Kürdüm diye Kürt kökenlilerin topluma verdiği her türlü zararı dile getirmemeli miyim? Müslümanım diye Müslümanların Müslümana yakışmayan türdeki olaylara karşı sessiz mi kalmalıyım? İsviçreliyim diye İsviçrelilerin her türlü aşırılığını mı hoş görmeliyim? Yabancıyım diye yabancıları kollamalı mıyım? Peki bunların yaptıklarının ilk zararını kim çekiyor, ilk hedef kim oluyor? Bir Müslüman olumsuz bir olaya karıştığında bütün Müslümanlar hedef oluyor. Türk pasaportlu birinin yaptığı bir olay manşet olunca tüm Türkler genelleme yapılıyor. Yabancı biri manşet olunca yine aynı şey yaşanıyor. Bu nasıl bir mantık? Eğer elma ile armudu ayırt edemiyorsan bu yazıyı okuma, sana da laf anlatacağız diye bizi uğraştırma. Türkiye’de de Avrupa’da da yabancı olduğu ülkede misafirliğini bilmeli. Ev sahibi de ev sahibine yakışanı yapmalı.

Demokratik haklar çerçevesinde tepki koymak, sokak protestoları dahil insanların memnuniyetsizliğini dile getirmesi çok doğal. Ancak hangi ülkede olursa olsun, bir konuda halk bir kitleye ceza vermeye kalkışmamalı. Kayseri’de yaşanan son olaylarda olduğu gibi, her önüne geleni yakıp yıkmamalı. Şiddet ve saldırı asla meşrulaştırılmamalı, gerekçesi ne olursa olsun. Devletin ve yetkililerin yapacağını halk yapmamalı.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

BURADAN ORAYA, ORADAN BURAYA BAKMAK…BAKABİLMEK…

yazar

Yayınlayan

on

Başlık, İsviçre’den Türkiye’ye bakmak da olabilirdi. Ama daha genel olsun diye böyle yazmayı seçtim. İsviçre yerine farklı ülkeleri yazabiliriz diye düşünüyorum.

Son yıllarda, Türkiye’den Avrupa, Kanada ve Amerika’ya bir göç dalgası olduğu inkar edilemeyecek boyutlara geldi ( bence).

Benim gözlemim; gidenler daha çok, Avrupa  ülkeleri ve Kanada ağırlıklı. Amerika eskisi kadar popüler değil sanki.

Gerçi istatistiki bir veri olarak değil, sadece kendi etrafımda, tanıdığım kişilerden ve duyduklarımdan yola çıkarak söylüyorum..

Şimdi bunun sebepleri üzerine bir şeyler söylemek, sosyolojik, psikolojik, ekonomik yorum yapmak değil amacım.  Zaten bu konuda konuşacak bilgi birikimine sahip de değilim. Ayrıca üzerine konuşabileceğim, bildiğim bir araştırma vs de yok.  (Belki vardır, ben bilmiyorum)

Kendim ve ailem adına konuşursam, iş ile ilgili sebeplerle geldik. Ancak daha önceki yıllarda da işle ilgili, birçok kez farklı ülkelerde yaşama olasılığımız olmaz mıydı?  Elbette olurdu. Ancak hiçbir zaman böyle bir isteğimiz olmadığından, çıkan fırsat ve olasılıkların farkında bile değildik.

Eşimin de, benim de, İstanbul dışında bir yerde yaşamak konusunda en ufak bir hayalimiz yoktu. Hani İstanbul’da yoğun çalışan ‘’beyaz yakalı’’ diye tanımlanan grubun bir çoğunun, günün birinde, güneye, Bodrum’a, Çeşme’ye taşınma hayali vardır ya, bizde o bile yoktu.

Biz, “yaşlanınca, esas İstanbul’da yaşamak güzel” diyen, annemin ekolündendik.

Sözün özü, biz İstanbul’dan gittik ya, “herkes bir gün gidebilir” . Hani o kadar İstanbul insanıydık.

Yaklaşık yedi yıldır İsviçre’de yaşıyoruz, Luzern’de… Burada yaşarken, İstanbul’u özlemiyor muyuz.  Tabii ki çok özlüyoruz. 

Ancak her gidişimizde, İstanbul bize hem çok tanıdık, hem de çok yabancı geliyor.

Acayip bir ruh hali bu. Tanımlamak çok zor.

 İstanbul’da olduğumuzda, ada (Büyükada), Pera (Beyoğlu-Galata-Şişhane arasındaki bölge) üçgeninde oluyoruz.

Ada’ya her gittiğimizde,  dünyanın hiçbir yeri adanın yerini tutamaz diyoruz. Ta ki, bir Pazar günü ada vapuruna binene kadar…

( İstanbul o kadar kalabalık ki, artık nüfus ve toprak parçası arasında  bir denge kurmak imkansız halde. Böyle olunca da, ne adaya gelen insanlara bir şey diyebilirsiniz, ne de kalabalıktan deliren insanlara.. Belli ki, bu pirinç bu suyu kaldırmıyor:(  Bu arada; “hani ekonomi kötü, her yer dolu” deniyor ya, -ki yalan yok bende diyorum- 😉 o kadar kalabalık şehirde, her yerin dolu olmasından daha normal bir şey olamaz.

Bir de turist olarak gelenleri de katarsak, bu çok doğal bir sonuç. Doğal bir sonuç olması, böyle yaşamanın doğru olduğu ,sonucunu doğurmuyor tabii. )

Ya da gece yarısı, Pera’da aşağıya inip, sokağın sanki gündüz saat dört beş gibi, kalabalık olduğunu,  hayatın devam ettiğini görüp, katılmasak bile, tuhaf bir iç rahatlığı ile eve çıkıp, sokaktan gelen o bağrış çağrış içinde, uyuyabilmenin tanıdıklığı, paha biçilmez diyoruz.

Luzern’de hafta sonu saat beşten sonra, açık herhangi bir yer bulabilmenin imkansızlığını hatırlayınca…

Ancak, sokakta yaya geçidinde yürürken, arabanın üzerinize gelip, üstelik suçluymuşsunuz gibi dat dat korna çalması ile o akşamki iç huzurumuz,  huzursuzluğa dönüşebiliyor.

Ya da araba kullanırken, yol tabelasında 50 km hız sınırını görüp, ona uyduğum için, arkadaki arabanın durmadan korna çalıp, sonrada hızla yanıma gelerek,- uyuyor musun, git evinde uyu- demesiyle kan beynime çıkabiliyor. Ustelik hız tabelasını elimle işaret ettiğimde, eliyle delisin hareketini yapıp, gaza basıp, korkutarak önüme geçmesiyle ; yok, imkanı yok, burada yaşamam çok zor, noktasına gelmem, bir saniyemi alıyor.

İsviçre’de yaşamaya başladıktan sonra,  Türkiye’ye her gittiğimizde, artan fiyatlarla, giderek dünyanın en pahalı,  ama aynı zamanda en zengin ülkelerinden biri olan, İsviçre’den daha çok para harcamamız gerektiğinden, bahsetmiyorum bile…Ki İsviçre zengin olduğuna göre, pahalılığı da açıklayabiliyor. Zengin olmayıp, zengin ülke fiyatları olunca,  tabii durum ekstra içinden  çıkılmaz hale dönüşüyor.

Bu arada, burada gerek , Türkiye’den gelenlerden oluşan topluluklarda tanıştığımız kişiler, gerekse İsviçre ve diğer ülkelerden tanıdıklarımızla konuşmalarda, Türkiye ile ilgili hikayeler, daha çok, onları dolaştırıp kandıran taksiler, fiyatı ile orantılı olmayan otel hizmetleri ve yurt dışında yaşayan Türkleri kandırmaya çalışma hikayeleri. Bu çok can acıtıcı.

İsviçre’den geliyorsan 500 TL’lık bir şey sana 1000 TL, Afrika’nın fakir bir ülkesinde yaşasam 100 TL mi olacaktı?. diyesim geliyor.

Bir fiyatın ve hizmetin bedeli vardır. Bu gelen insanın gelir düzeyine göre değişmez. Tabii bu açık açık da yapılmıyor. Benim de İstanbul’da başıma çok geldi maalesef:( Artık bir şekilde İstanbul’da yaşamadığımı anlayan birilerine Ankara’dan geldim diyorum. Bazen İzmir’den:) O anki ruh halime göre, şehir değişiyor:)

Tabii güzel hikayeler de çok. Ben aslında  “hep güzellikleri paylaşalım” fikrindeyim, ancak tabii düzeltmemiz gerekenleri de sakince ifade etmek işe yarayabilir.

Bu karmaşık duyguları yaşarken, insan olarak bizi en çok ahlaklı olmanın birleştireceği fikrine varıyorum…

Çünkü ahlak; insanları herhangi bir şekilde sınıflandırmadan, aynı şekilde kibar ve saygılı davranmayı gerektiriyor diye düşünüyorum. Ahlaklı bir insan bunu doğal olarak yapıyor zaten.

Sanılanın aksine, din, milliyet, dil değil, ahlak insanları birleştirir diye nerdeyse içimden ısrar ediyorum:) Karşımda biriyle  tartışır gibi.

Ahlak saygıyı ve sevgiyi de doğurur diyorum.

Bu duygularla birlikte,  Türkiye ile ilişkimiz farkında olmadan, tam Avrupalı turist gibi oluyor.

Gel, gör, biraz takıl eğlen, sonra insani koşullarla yaşadığın evine geri dön. Ancak bizim ana vatanımız Türkiye.. Tamamen Avrupalı  bir turist gibi hissetmemizde çok zor..

Enteresan bir duygu.

Bu ne zaman böyle oldu. Tam çözebilmiş değilim.

Ya siz çözebildiniz mi?

Ancak tamamen umutsuz da değilim.

Birkaç kez çok güzel hislerde yaşadım.

Yolda yayalara yol verdiğimde, arkamdan dat dat korna  çalan taksi şoförünü, dikiz aynasından takip ettiğimde, benden sonra yayaya yol verdiğini gördüm.

Yaşadığımı bu olayı, gün içinde karşılaştığım herkese coşkuyla anlatırken, bakın hala umut var diyorum. İçim sevinçle doluyor.

İyi davranışlarda bulaşıcı, aynı kötü olanlar gibi…

Yaz tatili geliyor. Birçoğumuza Türkiye yolu göründü…

İyilikleri bulaştırabilmek dileğiyle, iyi haftalar…

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

En uzun yol insanın iç dünyasında geçer

yazar

Yayınlayan

on

İnsanın içindeki en uzun yol, kendi benliğini keşfetme ve geliştirme sürecidir; kendi değerlerini bulma, yaşam amacını keşfetme ve içsel huzuru yakalama çabasını gösterir.

Bu yolculuk, duygusal derinliklerin, bilgiye açılan kapıların ve kişisel büyümenin bir arayışıdır.

Kendi içsel dünyasını anlamak, hayatta anlam bulmaya ve daha bütün bir insan olmaya yönelik bir süreçtir.

İnsanın bu yolculuğu, zorluklarla dolu olsa da, bu süreç kendi güçlü ve zayıf yanlarını anlama, kabul etme ve üzerinde büyümeye imkân sunabilir.

İçsel keşif, kişinin yaşamına anlam katarken, başkalarıyla daha derin bağlantılar kurmasına da yardımcı olabilir.

Ayrıca, başkalarına daha anlayışlı ve empatik bir şekilde yaklaşma yeteneğini artırarak, daha derin insan ilişkileri kurdurabilir.

İnsan ilişkilerinde bu süreç, kendi güçlü ve zayıf yanlarını anlama, kabul etme ve üzerinde çalışmaya yön açabilir.

Kişi, duygusal derinliklerdeki karmaşıklıkları idrak etme ve sorgulama fırsatı, geçmişi, deneyimleri ve duygusal tepkileri üzerinde düşünmek, daha büyük bir içsel anlayış geliştirmek için bir fırsattır.

Bu süreç, kişinin kendi değerlerini ve inançlarını sorgulamasını, bu değerleri güçlendirmesini veya değiştirmesini içerir.

Haberin Devamını Oku

Trendler