Köşe Yazıları
Nedir şu İtalya’nın yarattığı büyü?


“Büyü” kelimesini kullanmam öylesine değil; haritada bile kendini topuklu çizme ile ayrıcalıklı bir şekilde ifade etmiş bu ülkenin tüm dünyaya yaydığı bir “aura”sı, bir “büyü”sü var çünkü. “Yurtdışında nereye gitmek istersin?” sorusuna çoğunlukla verilen yanıt ve hemen herkesin hayatında en az bir kez görmeyi hayal ettiği bir ülke İtalya.
İtalya temasını işleyen bazı filmleri gördüğümde aklıma hep şu gelir: dünyada böyle bir ülke olmasaydı, pek çok kişi için kendi yaşadığı yer neresi olursa olsun orada bir yerlerde tatlı bir hayatın mümkün olduğuna dair umut da daha az olurdu galiba. Çokça refah ancak fazlaca karanlık gökyüzü altında yaşamaktan bunalmış, tutku hasreti içindeki kuzey ülkeleri sakinleri mesela; bir gün her şeyi bırakıp tembel ve tutkulu İtalya güneşinin altına yerleşme umutlarının yerini başka ne alırdı?
Bir ülke düşünün ki zihinlerdeki algısı estetik, lezzet, tarih, sanat, doğa, moda, sıcakkanlı insanlar, yaşama sevinci ve müzikli bir dil kavramlarının hepsini birden içersin. Bavulunda hayatın tüm renklerini bir arada barındıran bir karakter İtalya. İtalyanları ise nerede olursa olsun görür görmez tanımak mümkün. Elleri kolları şıkır şıkır takılarla dolu, denizde bile süsünden ödün vermeyen, kimi zaman çaçaron, her ortamda kendilerini ifade etmekten çekinmeyen bakımlı kadınlar ile estetik zevklerini giyimlerine yansıtan, nasıl göründüklerini ve başkalarının ne düşündüğünü oldukça önemseyen, saçlarının aklaşma hızıyla aynı oranda canlı renkli gözlüklere geçiş yapan erkekler. Bu gürültülü, neşeli ve süslü millet, çocukları söz konusu olduğunda ise şaşırtacak kadar temkinli ve özenli. İtalyan annelerin Türk anneleriyle yarışabilir kapasitede baskın olan anaçlık duyguları farkedilmeyecek gibi değil. Çocukları üzerinde kontrolü ele almayı seven bu annelerin “onu yapma, hızlı koşma, köpeğe yaklaşma, denizde fazla açılma” şeklindeki bağırışları sokaklarda ve plajlarda İtalya’nın karakteristik gürültüsünün doğal bir parçası adeta. Kırsal bölgelere ve küçük şehirlere doğru gittikçe kadınlarda süsün göreceli azalmasıyla birlikte, belki de filmlerin çoğumuzun zihninde oluşturduğu “uzun bir masada kalabalık aileye makarna servisi yapan İtalyan mamma” görüntüsünün gerçek olma potansiyeli de artıyor. Yıllar önce üç kız arkadaş birlikte ev kiralayarak on gün kaldığımız unutulmaz Amalfi sahilleri tatilimizde gördüğüm şişman ve hafif bıyıklı ev sahibemiz aklıma geliveriyor bunu yazarken. Üç katlı eski aile evinin en üst katını bize kiralayıp, eve geç dönersek hangi kapıdan gireceğimizi, neleri yapıp neleri yapamayacağımızı sıkı sıkı tembihlemişti üç genç kızı karşısında görünce. O, çiçekli elbisesi ile el kol hareketleri ile konuşurken “demek ki İtalya sadece süslü kadınlardan ibaret değil” diye geçmişti aklımdan.
Söz konusu olan mutfak olduğunda İtalyan kadını ve Anadolu kadını arasındaki benzerlik insana kendini evinde hissettiriyor. Sicilya’da doğup uzun yaşamlarını orada geçiren ve bir kaç yıl önce ardarda kaybettiğimiz eşimin yaşlı halaları Franca Hala ve Sarina Hala’yı ilk kez ziyarete gittiğimizde misafirlerini layıkıyla ağırlamak için günler önceden mutfağa girip hazırlık yapmaya başlamaları, bahçeden topladıkları rezene ile yaptıkları ev makarnası ve kurdukları mükemmel sofra beni hem etkilemiş, hem de cok tanıdık gelmişti. Sicilya’dan söz açılınca elbette deniz, tarih ve lezzet kokulu bu muhteşem adanın lezzetli mutfağını da övmeden geçmek olmaz; adanın her noktasından gerçekten de farklı bir lezzet fışkırıyor.
Bulunduğu cografyanın hediyelerinden tatmin edici miktarda nasibini almiş bir ülke İtalya. Ülke ambleminde de yer alan zeytin ve meşe ağaçları ülkenin her tarafında insanın karşısına çıkıyor. Ama amblemde yer almasalar da Toskana’nın zarif selvilerini de unutmamak lazım. Uçsuz bucaksız Toskana ovalarına mağrur bir şekilde sıra sıra dizilen uzun boylu selviler benim her zaman favorilerim.
İtalya deyince zihnimde beliren sayısız imge var. İlk aklıma gelen daracık sokaklarda dolaştığım eski şehirler. Bazen bir araba geçmeye calışsa sıkışıp kalacağı kadar dar olan sokaklarda yürürken ansızın karşıma çıkan en iddiasız “Osteria”da kareli masa örtüleri üzerinde yenen şaşırtıcı lezzetler. Fondaki tarihi binalarla tatlı bir tezat oluşturacak şekilde caddelerde vızır vızır uçuşan rengarenk “Vespa”lar, irili ufaklı “piazza”lar (meydanlar), görkemli kilise ve katedraller, avlular, yüksek tavanlı otel odaları, her köşebaşında insanı içeri davet eden barlarda ayakta ama telaşsızca içilen espresso’lar, kaçmaya çalışsam da ısrarla peşimi bırakmayan “bombolone”ler (içi genellikle krema dolgulu bir nevi donut) ve çeşit çeşit kruvasanlar ile dolu karbonhidrat cenneti pastaneler-İtalyanların deyimiyle “bar” lar- güneş gözlükleri ile her daim havalı görünmeyi başaran İtalyan jandarması “carabinieri”ler, “alt tarafı hepsi makarna işte” düşüncesi insanın aklından geçse de üzerine adeta bir literatür oluşturulabilecek sayıda farklı makarna çeşitleri, dünyanın en lezzetli şarapları, köpeğim Grissino’nun hiçbirini kaçırmadığı her köşede ve meydanda karşımıza çıkan tarihi çeşmeler, portakal renkli “Aperol Spritz”ler, günün her saati ama özellikle yazlık yerlerde geceleri yemekten sonra adet olan “gelato”lar (dondurma) ile kendine özgü ve hep yaşama umuduyla dolu İtalya!
Benim kendisiyle olan hikayeme gelince, bir ilk görüşte aşk değil bizimkisi. Daha doğru bir ifadeyle güzel yüzünü görmeden önce sesiyle büyüledi beni İtalya. Dilinin müziğine aşık olup konuşabilmeyi istediğimde yirmibeş yaşımı henüz tamamlamıştım. İş için gerekli olabilir diye rasyonel bir sebeple öğrendiğim ciddi mizaçlı, tutkusuz Almanca’dan sonra asıl sevdiğime kaçmak gibi bir şeydi benim için İtalyanca’yı hayatıma sokma kararı. Vakitsizlik ve diğer önceliklerden dolayı öğrenme sürecim yıllara yayılsa da, beş yıl sonra aldığım bir aylık bursla gittiğim Floransa’da dili geliştirmekten çok Floransa şehrinin tarihi büyüsüne kapılıp Toskana şarapları ve mutfağıyla dopdolu bir ay geçirsem de, İtalyanca ile ilişkimiz yıllar içinde artarak devam etti. Bir gün bir İtalyan’la evlenip ikinci vatandaşlığımı müjdeleyen pasaportumda “Italiana” yazacağını söyleseler kendim de inanmazdım sanırım.
Nikahımıza ev sahipliği yaptığı için de bende özel bir yeri var İtalya’nın. Piemonte Bölgesi’nde Orta Gölü’nün kıyısında konumlanmış ufacık tarihi bir kasaba olan Orta San Giulio sadece bize çekici görünmemiş anlaşılan, özellikle Milano çevresinde yaşayanların evlenmek için seçtikleri romantik bir kasaba olduğunu öğreniyorum sonradan. Ama beni Orta Gölü hakkında en çok şaşırtan ise yine sonradan öğrendiğim Nietzsche hikayesi oldu. Yirmili yaşlarımdayken hayat hikayesini okuyup ilginç bulduğum Rus şair ve yazar Lou Andreas-Salomé’nin o dönemin entelektüel çevresindeki pek çok erkeği olduğu gibi Nietzsche’yi de ne kadar etkilediğini Irvin Yalom’un Nietzsche Ağladığında adlı kitabını okuyanlar hatırlarlar. Meğerse Nietzsche’nin aşkına hiç karşılık vermeyen Salomé ve ünlü filozof küçük bir grup olarak çıktıkları İtalya gezisi sırasında genç Lou’nun annesini atlatıp Orta Gölü’nde romantik birkaç saat geçirmişler. Söylentilere göre filozof genç kadına bu romantik ortamda evlenme teklifi de eder ama reddedilir.
Böyle hikayelere sahne olan bu ilham dolu ülke benim hayatımda da pek çok hikayeme tanıklık etti yıllar içinde. İlk kitabımın sonunu bir türlü tamamlayamadığımda Sicilya’nın Agrigento kırsalı bana son sözü yazmada ilham oldu. Yalnız yaşadığım ve özel hayat-iş hayat dengemin şaştığı bir dönemde ilk kez tecrübe ettiğim yalnız tatilim için yine İtalya’nın ilham dolu bir şehrini; bilgili (la Dotta) , kırmızı (la Rossa) ve şişman (la Grassa) olarak tanınan Bologna’yı seçtim. Bu zengin lakaplı şehrin “şişman” sıfatı tahmin edileceği gibi lezzetli mutfağından geliyor. Bu leziz şehirde geçirdiğim o birkaç günde gittiğim yemek kursunda öğrendiğim taze makarna yapımı ile dönüşte aileme ve arkadaşlarıma az ziyafet çekip hava atmadım! Babamın hayalini gerçekleştirip Venedik’e ailece yaptığımız gezinin tadı ise dün gibi aklımda. Ailede kayıplar başladığında bu anıları insan hiçbirşeye degişmiyor. Sardunya adası eşimin doğup büyüdüğü yer olduğu için ne sanslıyım ki hemen her yıl gittiğimiz tatil bölgemiz oldu. Ancak bu turkuaz ada başlıbaşına bir yazıyı hakeder.
Hangi bölgesine, hangi şehrine gidersem gideyim her seferinde sürprizleri ile şaşırtmaya devam ediyor beni İtalya. Tam “burası mutfağıyla ünlü, bundan daha leziz şehir olmaz” dediğim bir yere gittikten sonra, bambaşka şehirlerde bambaşka lezzetler karşıladı beni. Ülkeyi daha iyi tanıdıkça ve kitaplarda yazılı olan yerler ile Italo Calvino, Dino Buzzati, Cesare Pavese, Luigi Pirandello gibi sevdiğim yazarların büyüdüğü veya yaşadığı şehirleri kendi gözümle gördükçe hepsi daha bir anlam kazandı, kişiliğe büründü benim için. İtalyan Kültür’e gittiğim yıllarda adını uzaktan duyduğum Beyoğlu’ndaki “Casa Garibaldi” binasının ismi o günlerde bana pek birşey ifade etmezken, bugün ülkenin siyasi birliğini sağlamış İtalyanların ulusal kahramanı Giuseppe Garibaldi, her meydanda gördüğüm görkemli heykeli ile gözümde canlı bir kimliğe dönüşmüş durumda.
Sevdiğim coğrafya ile akrabalık bağı da oluşunca kaç kere gittiğimi hatırlayamıyorum bile bu ülkeye. Şu anda da bu yazıyı çizmenin tam ortalarından , ülkenin yeşil kalbi Umbria’dan yazıyorum. Kaldığımız otel tam bir doğa oteli. Odamızın ahşap balkonu uçsuz bucaksız görünen yeşilli sarılı ovalarla, yeşil tepelerin arasından ışıldayan Trasimeno Gölü’ne bakıyor. Söylentiye göre Andersen’in meşhur çirkin ördek masalına da ilham olmuş Trasimeno Gölü ünlü masalcının bir gezisi sırasında. Buranın yeşili el değmemiş bir yeşil. Dün gece ormanın karanlıklarından bir hayvanın keskin çığlıklarını dinledik, muhtemelen bir kurttu. Gölün etrafında irili ufaklı çok sayıda ortaçağdan kalma kasaba var. Dün, ömrünü bu bölgenin başkenti olan Perugia’da geçirmiş olan arkadaşımız Gianni’nin bizi götürdüğü eski Perugia şehri manzaralı bir restoranda ülkenin en iyi mutfaklarından biri olan Umbria mutfağını tattık. Bölgenin şarapları, mercimeği (Castelluccio di Norcia) ve trüf mantarı çok meşhur. İşin doğrusu Piemonte’nin beyaz mantarından sonra burası tam bir siyah trüf mantarı cenneti, festivali bile var. İtalya, sürprizleri hiç bitmeyen ülke. Gianni’nin anlattığına göre Perugia Caz Festivali ve Sagra Musicale Umbra festivali her yıl müzikseverleri bölgeye çekiyor. Perugia kendisi zaten başlıbaşına bir güzellik iken, sonraki günlerde etrafındaki kasabaların her birinin ayrı birer hazine olduğunu görüp büyüleniyorum. Kaprisli, biraz sinirli ve oldukça havalı kızkardeşi Toskana’ya kıyasla mütevazi, rustik, elinden iş gelen sağıklı ve gürbüz bir doğa adamı Umbria bana göre. Yüzyıllar boyunca Montaigne’den Charles Dickens’a , Hermann Hesse’den Virginia Woolf’a kadar çok sayıda yazara ilham olmuş bir bölge olduğunu duyunca hiç şaşırmıyorum. Zümrüt yeşili uçsuz bucaksız tepeleri, sarı yeşil ovaları, üzüm bağları ve olağanüstü mimarisi ile o kadar büyüleyici ki… Ayrıca bu güzel bölgenin yetiştirdiği dillere destan bir güzellik de var; Monica Bellucci bu kasabalardan birinde , Citta di Castello’da doğmuş. Kasabalıların gururu olduğuna şüphem yok.
İtalya gibi zengin bir konu hakkında yazmaya başlayınca sonu gelmiyor bir türlü. Biz yolculuğumuzun ikinci büyülü kısmına, Sardunya’ya geçerken ben de yazımı burada noktalamak istiyorum. Beni bu ülkede büyüleyen herşeyi yazamadım bile, yolda düşünmeye devam edeceğim. Peki sizin için İtalya’nın büyüsü ne sizce?
Köşe Yazıları
EN POPÜLER MODA AKIMLARI

31.05.2025
MODA AKIMLARININ YARATTIĞI EN POPÜLER TARZLAR
Moda kavramı; tarihler boyunca insanların giyinme ihtiyacının ötesine çıkarak; yaşam koşullarına, dönemsel olaylara, endüstriyel ve ekonomik gelişimlerine, doğa ve doğa üstü koşullara ve onları etkileyen her doneden etkilenerek farklı giyimlerin ve giyim tarzlarının ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Günümüze geldiğimizde ise popüler kültürün, hızlı tüketimin, güncel yaşamsal olayların, siyasi, ekonomi ve coğrafi koşulların, teknolojinin gelişmesiyle birlikte, en çok etkileyen faktörlerden olan dijital-sanal dünyanın ve tabiki sosyal medyanın etkisiyle hızla değişkenlik gösteren “moda” kavramının güncel değişkenliğe indirgendiği bir dönemi yaşamaktayız. Buna göre de hızla değişen trendlere, hızla değişen tarzlar eklenmeye devam ediyor.
Z kuşağının Y kuşağının hatta bütün kuşakların giyim tarzlarının iç içe girdiğini de söylemeliyiz.
Siz moda akıllarından hangisini benimsiyorsunuz? Yada farkından olmadan hangi moda akımı sizin tarzınız olmuş? Şimdi anlatmaya başlayalım…
SESSİZ LÜKS (QUIET LUXURY)

Son iki yıldır özellikle en öne çıkan trendlerden biri olan “Sessiz Lüks”; sadelikten gelen şıklığın, zarafetin, asil görünmenin tonlarının olduğu ve asla kocaman bir lüks markanın logosuna ihtiyaç duyulmayan, zengin görünmenin aslında tamda bu minimalist ve çabasız şıklıktan geçmesinin tanımıdır.
Dünya moda markalarının tasarımcıları tarafından lüks moda markalarının defilelerinde “Sessiz Lüks” vurgusu tasarımlara yansırken artık sokak stilinin vazgeçilmez bir tarzı haline geldi.
OLD MONEY tarz AKIMI
Old Money; köklerden gelen zenginliği temsil eden, elit , soylu bir yaşam tarzını yansıtmayı amaçlayan, genellikle uzun süreli zengin ailelerle ilişkilendirilen bir giyim ve yaşam tarzıdır. Bu tarzın hedefi gösterişten uzak kaliteli yaşam tarzını yansıtan parçalardan oluşan kombinler yaratmayı , sade, şık ve zarafeti vurgulamaktadır.

Renk paletinde beyaz, nötr tonlar, bejler, ten tonları, kahveler, lacivert, gri renkler ve pastel tonlar kullanılır. Kombinlerde asla canlı ve parlak renkler kullanılmaz.
KORE K-POP TARZI

Kore tarzı; son yıllarda popüler olan Kore müzik grubu K-POP ve Kore dizilerinden ilham alarak ortaya çıkmış bir tarzdır. Bu tarz minimal etkiler taşıdığı gibi rahat görünümü yansıtan şık parçalardan oluşur. Bol pantolonlar, oversize üstler, yırtık kot pantolon, sweatshirtler, gömlekler, tişörtler ve kombinlerde üst üste giyerek yaratılan bir tarz olarak benimsenmiştir.
RETRO TARZ

Retro tarz; yakın geçmişte moda olan akımların tekrar popüler trendler arasına ggirmesidır. Örneğin 60’li, 70’li yıllarda giyilen bol paça pantolon, platform ayakkabı, puantiyeli elbiseler gibi parçaların günümüzde tekrar moda olarak giyilmesidir. Retro ve Vintage giyim sıkca karıştırılabilir. Retro, yakın bir geçmişte oluşmuş moda akımlarının tekrar ortaya çıkmasıdır. Vintage ise bir dönemden günümüze kalmış kıyafet ve aksesuarların oluşturduğu bir giyim tarzıdır.
PIN-UP TARZI

1940 ve 1950’lerdeki dergi kapak kızlarından ilham alan onların giyim tarzını benimseyen bir moda akımıdır. Döneme damgasını vuran Hollywood yıldızı Marilyn Monroe’nun tarzı tam olarak bu akımı yansıtmaktadır. Günümüzde Pin-Up tarzı olarak geçen bu stile sahip olmak istiyorsanız , vücut hatlarını ön plana çıkaran elbiseler, bluzlar, diz altında biten etekler, elbiseler, Maryjane ayakkabılar ve tabiki dönemi yansıtan saç ve makyajla sizde pin up kadını olabilirsiniz..
BOHEM TARZI
Bohem tarzı; rahat, bol, dökümlü, salaş kıyafetlerden oluşan, etnik desenlerle zenginleştirilmiş elbiseler, bluzlar, pantolonlar, deri sandalet ve aksesuarlarla kombinlenen bir tarzdır.
Özgür ruhlu bir imajı temsil eden Bohem tarz:aynı zamanda sanatsal etkilerde taşır. Özellikle rahatlığın ön plana çıkardığı için bahar ve yaz aylarının vazgeçilmez stilleri arasında yer alır. Uçuş uçuş etnik desenli elbiseler, tahta renkli boncuklu kolyeler, bereler, saç bantlarıyla kombinlenerek giyilir.

GOTİK TARZ
Gotik ögeleri barındıran, karanlık, esrarengiz, dramatik bir görünümü yansıtan bir moda akımıdır. Siyah giyinmek en temel özelliğidir. Tüller, deri, kadifelerden yapılmış deri ceketler, etekler, uzun marjinal kesimli elbiseler bu tarzı yansıtan en önemli parçalardır. Kalın tabanlı bot tarzları, piercingler, file çoraplar, gösterişli takılar, deri şapkalar gibi aksesuarlar gotik giyimin en önemli tamamlayıcılarıdır.
En az aksesuarlar kadar koyu renkli makyajlarda soluk ten imajı da bu akımın en belirgin özelliğidir.

YAZAN VE HAZIRLAYAN : AYŞENUR DEMİRKAN
Köşe Yazıları
Firuzan

Araftaki Kadınlar
Fatih Gezer ismini ilk kez, üyesi olduğum Göçmen Kitapseverler Kulübü aracılığı ile duydum. Bu kulüp, dünyanın dört bir yanına savrulmuş biz göçmen kuşları; dilin, hikayenin ve edebiyatın sıcaklığıyla birbirine bağlayan bir topluluk. Her ay bir yazar ya da çevirmeni konuk ettiğimiz bu kolektif alanda, yalnızca kitapları değil; yaşamlarımızı da paylaşıyor, ortak soruların peşinden birlikte yürüyoruz. Telegram grubumuzda Fatih Gezer’in adı sıklıkla geçmeye başlayınca,içime bir merak düştü. İlk Türkiye ziyaretimde kitaplarını edinmek üzere notumu aldım.
Başlangıçta 2021 Vedat Türkali İlk Roman Ödülü’nü de alan Ölüler Kıraathanesi’ni okumayı planlamıştım; fakat İstanbul’da geçirdiğim süre boyunca kitaba ulaşamamam sebebiyle o günlerde raflarda yeni yerini alan Firuzan ile Zürih’e döndüm. Kitabı elime aldığım an, sadece bir roman değil; katman katman açılan bir anlatı, bir ağıt, bir direniş metniyle karşı karşıya olduğumu anladım.
Dünyanın neresinde olursak olalım, kadına yönelik şiddet hala tüm çirkinliğiyle hayatlarımızın içinde. 21. yüzyılda bu acıyı konuşuyor olmak tarifsiz bir utancı da beraberinde getiriyor. Belki de bu yüzden, kadınların sesini duyurabilen her anlatı, benim için çok özel. Firuzan da, yalnızca kadınların yaşadığı acıları anlatmakla kalmıyor; bunu şiirsel, incelikli ve çok katmanlı bir dille yaparak okurunu hem sarsıyor hem de büyülüyor.
Bu güçlü anlatıya geçmeden önce, yazarın kendisine de yakından bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Fatih Gezer, yalnızca bir yazar değil; müzik, yayıncılık ve gazeteciliği bir arada yürüten çok yönlü bir anlatıcı. Grup Hertelden ve Ötekiler Müzik Topluluğu’nda solist ve gitarist olarak yer alan Gezer, İstanbul Aydın Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü birincilikle tamamlıyor. 2016 yılında “Anlarlar mı?” adlı söz ve müziği kendisine ait olan beş şarkıdan oluşan albümü çıkaran Gezer, hâlen Düşün adlı derginin genel yayın yönetmenliğini sürdürüyor ve bir gazetede düzenli köşe yazıları kaleme alıyor. Ölüler Kıraathanesi, Suni Tebessüm ve Ruhunu Satanlar Derneği adlı eserlerinin ardından 2025 yılında yayımlanan Firuzan, onun edebi çizgisinde önemli bir eşik.
Dört Nesil, Bir Kader
Firuzan son zamanlarda okuduğum en sarsıcı kadın anlatılarından biri. Kadınların hikâyesi anlatılmadıkça dünya tam anlamıyla dönmeyecek gibi hissediyorum. Dünya döndükçe de değişmeyen kadın hikâyeleriyle yeniden yüzleşeceğimizi ucu paslı bir bıçak ile kalbimizi delerek hatırlatıyor Firuzan. Kuşaklar değişse de kadına reva görülen yazgı değişmiyor.
“Gülmeyi unutanlardan kahkaha ummak boşunadır.” cümlesi ile aralanıyor hikaye.
Roman, erken yaşta yaşamla bağını koparan bir kadının, Firuzan’ın kendi ipini çekerek hayata veda etmesi ile başlıyor. Acısına sebep olan bütün erkekleri, hayattan alacaklı günlerini tekmeler gibi ittiriyor ayağının altındaki tabureyi. Öldükten sonra da huzurla göğe yükselemiyor ve arafta kalıyor. Geçmişin izini sorgularken, orada kendi soyundan kadınlarla karşılaşıyor. Okuru, büyük ninesi Umay’dan kendi annesine kadar uzun bir yolculuğa çıkarıyor.
1658 yılında büyük büyük nine Umay’la başlayan hikaye, dört kuşak kadının sesiyle çoğalıyor. Bu kadınların her biri, kendi döneminin karanlık yüzüyle hesaplaşırken, yaşadıkları felaketlerin kişisel olduğu kadar toplumsal olduğunu da gösteriyor. Umay ile başlayan kadim bir lanet, nesilden nesile devredilirken, her kadın bir sonrakine daha güçlü bir ses bırakmaya çalışıyor. Umay Nine, Rojda, Hacı Meryem Anne (Maria), Firuzan, Nigâr… Hikâyenin tamamında erkek eliyle açılan yaraları olan bu kadınların, seslerini duyurmayı başarıp başaramadıkları ise romanın temel sorularından biri olarak karşımıza çıkıyor.
Zaman zaman Firuzan’ın öte dünyadan yükselen sesiyle, zaman zaman da Umay’ın, Dapir’in geçmişin sislerinden gelen fısıltılarıyla şekillenen bu anlatı, erkekler tarafından yazılmış resmi tarihe karşı kadınların sözünü öne çıkaran bir direniş metnine dönüşüyor.
Firuzan, toplumsal belleği, kuşaklar arası kadın deneyimini ve geçmişle hesaplaşma temasını odağına alan; diliyle, kurgusuyla ve biçimiyle edebi bir bütünlük sunan çarpıcı bir roman.Firuzan ayrıca işitsel de bir deneyim. Kitabın içine yerleştirilmiş QR kodlar aracılığıyla dinlenebilen özgün besteler, anlatıya eşlik ediyor. Böylece metin, okurun yalnızca zihnine değil, duyularına da sesleniyor. Her şarkı, romanın duygusal haritasında yeni bir bölge açıyor; karakterlerin sesi notalarla daha da derinleşiyor.
Köşe Yazıları
GEÇMİŞİN İZİNDE, RENKLERİN İÇİNDE: FENER VE BALAT

Ne zaman giderseniz gidin, bir anda takvim yapraklarının değiştiğine şahitlik edeceksiniz. Ruhunuz geçmişin izlerinde bir gezintiye çıkacak.
Fener, adını eskiden burada bulunan deniz fenerinden alır. Türkiye’de resmi adı “Fener Rum Patrikhanesi”, dünyada bilinen adıyla “Constantinopolis Ekümenik Patrikhanesi”, Ortodoks dünyasının ruhani liderliğini üstlenen bu kurum, semtin en etkileyici yapılarındandır. Ana ibadethanesi olan Aya Yorgi (Aziz George) Kilisesi’nde bulunan ikonastis (ikona duvarı) üzerinde marangozların 40 yıl çalıştığı rivayet edilir. Kilisede, Hz. İsa’nın kırbaçlandığı sütun ile birlikte üç Azize’nin bedenleri gümüş ve bakır tabutlarda muhafaza edilmektedir. Ayrıca birçok Meryem Ana ikonasına da ev sahipliği yapar. Dışarıdan mütevazı görünen bu yapı, içinde sadelik ve görkemi bir arada barındırır. Ziyaret saatleri: 08.00 – 16.00.
Aynı duyguyu hissettiren ve yine bu bölgede bulunan Demir Kilise (Sveti Stefan)‘den bahsetmeden geçemem. Bir mühendislik harikası olarak anılan bu kilise, 19. yüzyılda Bulgarların Fener Rum Patrikhanesi’nden ayrılarak kendi kilise ve okullarına sahip olmak istemesi üzerine, Stefan Bogoridi’nin bağışladığı arsa üzerine ahşap bir yapı olarak kurulur. 1849’da ibadete açılan kilise, onun anısına Sveti Stefan (Aziz Stefan) olarak anılır. 1890’daki büyük yangında tamamen yok olduktan sonra, daha kalıcı ve gösterişli bir yapı inşa edilmek istenir. Tümüyle demirden inşa edilen bu yeni kilise, Viyana’daki Waagner Firması tarafından prefabrik olarak üretilir. Yaklaşık 500 ton ağırlığındaki parçalar Tuna Nehri ve Boğazlar üzerinden İstanbul’a getirilir ve 1898’de yeniden ibadete açılır. 2018’de restorasyonu tamamlanan kilise, haftanın her günü 09.00 – 17.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir. Küçük bir not: İçeride fotoğraf çekmek yasaktır.
Balat ise bir rivayete göre Rumca “saray” anlamına gelen “Palation” kelimesinden türetilmiştir. Blaherna Sarayı’na yakınlığı sebebiyle bu ismi aldığı söylenir. Bizans döneminden günümüze kadar birçok medeniyete ev sahipliği yapmış olan bu mahalle, hâlâ bu medeniyetlerin izlerini taşır.
Haliç’in kıyılarında uzanan Fener ve Balat, adeta yaşayan birer hafıza gibidir. Farklı inanç ve kültürlerin uyum içinde yaşadığı bu mahalleler, sahip oldukları değerli yapılarla bir açık hava müzesi görünümündedir. Daracık Arnavut kaldırımlı sokakları, cumbalı evleri, sinagogları, camileri ve kiliseleriyle büyüleyici bir tarih sunar. UNESCO Dünya Mirası kapsamında yenilenen renkli evleri, rengarenk merdivenleri, otantik kafeleri, duvar yazıları ve antikacılarıyla özellikle fotoğraf severler için eşsiz kareler sunar.
İstanbul’un kadim ruhunu taşıyan bu semtler, geçmişin kültürüyle bugünün hareketliliğini harmanlayan çok özel bir yerdir.
Bu bölgede ziyaret edilebilecek bazı önemli yapılar:
- Kanlı Kilise (Moğolların Meryemi Kilisesi)
- Fener Rum Erkek Lisesi (Kırmızı Mektep)
- Balat Çarşısı (Çıfıt Çarşısı)
- Gül Camii
- Atik Mustafa Paşa Camii
- Balat Oyuncak Müzesi









-
E-Dergi1 yıl önce
İsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
Ekonomi1 yıl önce
İsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
İsviçre1 yıl önce
Dünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Yaşam1 yıl önce
Kıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
Gündem7 ay önce
ERDOĞAN KARŞITI PAYLAŞIMLARI SIĞINMA BAŞVURUSUNDA HAKLI GEREKÇE OLARAK GÖRÜLMEDİ
-
Dünya7 ay önce
META’NIN COVİD-19 AŞILARIYLA İLGİLİ YANILTICI BİLGİ KARARI: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLIYOR MU?
-
Gündem7 ay önce
TÜRKİYE’DEN GELEN SIĞINMA BAŞVURULARINA GETİRİLEN SERT UYGULAMALARA TEPKİ
-
Kültür Sanat1 yıl önce
Ferdi Tayfur’un Mücadele Dolu Hikayesi: Şeker Hastalığı ve Organ Nakli