Sosyal Medya

Köşe Yazıları

“Her kadın kendi hikayesini anlatana kadar hikayemi tam olarak anlatmış olmayacağım”

yazar

Yayınlayan

on

Burcu Özer Katmer

Yazar &Eğitmen

Röportajı gerçekleştiren : Özden Aliyagiç Uyar  

Londra’da Sosyalist Kadınlar Birliği bünyesinde kurulan ve Göçmen İşçiler Kültür Derneği’nde 2020 yılından bu yana faaliyetlerini sürdüren Rengin Kadın Korosu, sanatsal etkinlikleriyle göçmen kadınların kendilerini geliştirmeleri için çeşitli alanlar yaratıyor. Bunlardan biri bu sene ikincisi düzenlenen Rengin Göçmen Öykü Yarışması. Yazarların göçmen kadın olma koşuluyla katılım sağladığı yarışmada  ‘Küçük, Mavi Defter’ öyküsü ile Burcu Özer Katmer birinciliği paylaştı. Yarışmaya katılan yirmidört  öyküden derlenen kitap ise “Saklı Çekmece” adı ile yayımlandı. 

Sevgili Burcu ile bu ödülün hikayesini konuşmak hem de onu yazmaya iten güç ve yazarlık yolculuğu hakkında konuşmak adına bir araya geldik. 

Özden Aliyagiç Uyar : “Sevgili Burcu, öncelikle ödülün için seni yürekten tebrik ederim. Göçmen bir kadın olarak yeni bir ülkede hayat kurmak, tutunmak ve ürettikleri ile takdir görmek büyük bir gurur olmalı. Aldığın ödülün detaylarına geçmeden önce, seni daha yakından tanımak isteriz. Bize biraz ‘Yazar Burcu’yu ve yazma serüvenini anlatabilir misin?” 

Burcu Özer Katmer: Ben küçüklükten itibaren yazan biriydim. Hatta çok küçük yaşlarımda Milliyet Sanat yarışmasına gönderdiğim şiirlerim vardı. Belki de yazmanın ilk temelleri o günlerde atıldı. Yazmak benim hep hayatımın içinde olan bir şeydi. Fakat hayat beni bir dönem farklı bir yöne götürdü ve üniversite sonrası kendimi kurumsal hayatın ve o dünyanın akışı içinde buldum. Yazmak tabi o dönemde de hayatımın içinde hep vardı fakat sadece kendimi ifade etme aracı olarak yazıyordum. Kurumsal hayattan ayrıldığım dönemde koçlukla ilgili aldığım eğitimler ve o alana yönelimim ile birlikte ilk defa 32 yaşında koçluk hakkında bir kitap yazdım. “Mutluluğu Arayanlar İçin” kitabı kişinin kendine özel, mutluluk tanımını bulmaya yönelik olan bir koçluk kitabıydı. Bu benim de yazar olarak kendi arayışımın ve yazarak insanlara ulaşmanın ilk adımıydı aslında. Sonrasında tüm her şeyi geride bırakıp İsviçre’ye taşındığımda göçün etkisi ile kendimde bir duyguyu fark ettim. Hani kahramanın yolculuğunda kahraman bir zorlukla karşı karşıya kalır ve o zorluğu aşması için kahramanın eline bir sihirli güç verilir. Aslında o zaten kahramanın zaten içinde var olan bir güçtür ama onun sadece hatırlaması gerekir. Ben de yazmanın benim gücüm olabileceğini hissettim. 

ÖU:Rengin Kadın Korosu, kadın dayanışmasını güçlendiren ve ilham verici çalışmalara imza atan bir oluşum. Bu çalışmaların en anlamlılarından biri de Rengin Göçmen Öykü Yarışması. Peki, senin Rengin Göçmen Kadın Korosu ile yolun nasıl kesişti? Ayrıca, ödüle layık görülen hikayenden bize kısaca bahsedebilir misin?

BK:  Aslında Rengin Göçmen Öykü yarışmasında birincilik ödülüne layık görülen “Küçük, Mavi Defter” benim profesyonel olarak yazdığım ilk öykü denemesi. “Kendine Ait” romanından sonra yazdığım bir öyküydü. Rengin Göçmen Korosu’nu ve ortaya koydukları çalışmaları çok yakından takip ediyordum. Kadınların, özellikle kolektif bir kadın hareketinin parçası olan bir proje içinde olma fikri beni çok heyecanlandırdı. Öykü yarışmasının ilanını görünce bu öyküyü bu yarışmaya hemen gönderdim. 

“Küçük, Mavi Defter” 40 yaşına giren bir kadının öyküsü. Türkiye’ de kurumsal hayatın içinde başarıdan başarıya koşan bir kadın Semin. Tüm bu başarı çabası içindeyken içinde git gide büyüyen boşluğu fark edemiyor. Kendi ile bağı kopuk bir kadın olarak eşi ve çocuğu ile günden güne koptuğunu ve aralarına bir uçurumun girdiğini de fark edemiyor. Sonra bir gün kırk yaşında tek başına bir yolculuğa çıkmaya karar veriyor. Kırka geçerken koşullanmış benliklerini öldürmesi  gerektiğini hissediyor. Ben artık kendimi yaşamak istiyorsam daha fazla “mış” gibi yapamam, benden beklenilen kadınlar olamam, bu ölümü göze almalıyım diyor. Kırk yaşında artık kendini yaşamaya karar veriyor. Ve içindeki sahte benlikleri öldürmek için bir adım atıyor. Kendini özgürleştirirken kızını da özgürleştirmek istiyor. Bu aynı zamanda nesiller arası aktarılan koşullanmaları da ifade eden bir şey ve  biliyor ki kendini özgürleştirmeden ve sevmeden kızını da özgürleştiremeyecek ve kızına istediği sevgiyi sunamayacak. 

ÖA: Nasıl yazarsın; Bir yazma ritüelin var mı? 

BK: Yazılarımı bilgisayar ile yazıyorum. Bugün şu kadar süre yazmam gerek diye bilgisayarın başında oturmuyorum. Benim yazma ritüelim önce kendimi mevcut ve temiz bir kanal haline getirmek, oturmak ve geleni yazmak. Daha çok yazacağım şeyi gözlerimin

önüde görür ve ve onu yazar halde oluyorum. Önce mevcut olabilmek için nefes alıp veririm. Ana gelmek için mümkün olduğunca temiz bir zihin haline ulaşmaya çalışırım. Masanın başına otururum. Yazmak ilhamı bir nabız gibi gelir. Oturur; onu dinlerim ve bittiğinde masanın başından kalkarım. Saatlerce süren bir şey değildir benim için yazmak. Sonrasında edit süreci başlar.

ÖA: Yazdığın roman ve öykülerin ortaya çıkış süreci nasıl işliyor? Bize bu yaratım sürecinden biraz bahsedebilir misin?

BK: Ben çok sezgisel bir yerden yazıyorum. Şu an her şey kadınlar üzerinden akıyor.  Beliz Güçbilmez Hoca’nın dediği gibi hikayelerin ortak yolculuğunu oluşturan öykülerin bir temel meselesi olduğunu düşünüyorum. Bu çok organik bir şekilde oluşuyor. Sezgisel yazan birinde hikayeler çok planlı şekilde ortaya çıkmıyor. Göç romanında ben kadınları yazdım, örneğin önce Saliha karakteri ortaya çıktı. Saliha’yı dinlemeye başladım. Saliha bir kadın, derin bir meselesi var, göçmen. Sonrasında bütün hikaye Saliha’nın etrafında örülmeye başladı. Aslında şöyle demek doğru olabilir. Ben yazarlığı çok büyük ölçüde dinleme yolculuğu olarak görüyorum. Ben iyi bir dinleyiciyim. Bence bende yazmaya vesile olan şey de önce dinlemek. Merak ve yargısızca dinlemek. Beni kanal olarak seçmiş, benim

yaşadıklarımdan ve bugüne kadar çalıştığım onca kadının deneyimlerinden süzülüp ortaya çıkan hikayeler bunlar. Ben bu benim hikayem, bunu ben yarattım asla diyemiyorum.

Rengi Göçmen Korosu’nun da dediği gibi sandıkların altında kalmış onlarca kadın hikayeleri var. Ben her kadın kendi hikayesini anlatana kadar hiç bir zaman tam olarak hikayemi tam anlatmış olmayacağım. Audre Lord’ “Tüm kadınlar özgür olana kadar ben özgür olmayacağım” der. Ben de diyorum ki her bir kadının hikayesi anlatılana kadar hiçbirimizin hikayesi tam olarak anlatılmış olmayacak. Ben de o yüzden yarın ne olur bilmiyorum ama bugün hala kadın hikayelerini anlamak ve onları anlatmak istiyorum. 

“Benim amacım ortak insanlık deneyimini onurlandırmak. Benim amacın insanlara duyulduğunu hissettirmek”

ÖA: Öykü, roman, şiir senin için bu türler arasında bir önceliklendirme var mı?

BK: Ben türler ötesine inanıyorum. Bir hikaye anlatıcısı iseniz  ve ortak insanlık deneyimini onurlandırmak istiyorsanız içinde bulunduğunuz şartlarda neye akacaksa o şekilde form buluyor hikaye. Hangi kaba akacaksa oraya akıyor. Benim amacım insanlara duyulduğunu hissettirmek. Bu roman olur, öykü olur. Ben şöyle görüyorum; hikayeler beni ziyaret ediyor. Sonrasında kalemimle onları bir forma büründürüyorum. Burada ben sadece aracıyım, onları kelimelere döküyorum. Bir türü asla birinin önünde veya gerisinde asla görmüyorum.

ÖA: Hikayeler bana geliyor demiştin, Bu hikayeler sana nasıl ulaşıyor?

BK: Yukarıda da belirttiğim gibi şu an kadın hikayeleri temel alarak yazıyorum. Önce karakterler geliyor bana ve ben o karakterleri dinlemeye başlıyorum. Onları dinleyip onlara dair notlar almaya başlıyorum. Bir masada karşılıklı oturuyormuş gibi, nasıl gözüküyor, hayalleri, umutları neler, neler yaşamış, hayatının nasıl bir döneminde. Mesela Zürich Liest’de ödül alan  “Ayıp” adlı öyküdeki Nihal karakteri de tam bu bu şekilde oluştu. Zurich Liest için yarışma duyurusunu gördüğümde o kadını dinlemeye başladım ve 4 gün içinde hikayesini yazdım.

ÖA: İlk romanın “Kendine Ait” bir göç hikayesi. Kadın temasını baz alarak göç temasını ve duygusunu da yoğunluklu olarak hikayelerinde işlediğini görüyorum. Göç öncesinde planladığın ve bunun üzerine yazmalıyım dediğin bir şey miydi?  

BK: Yazarak kendimi ifade etmek, yazarak var olmak benim için. Başlarken göçe dair bir şey yazmak planladığım bir şey değildi. Yazma yolculuğunun içinde bunu fark ettim. Ben görece iyi şartlarda göçen bir kadınım. Fakat benden önce göç eden insanların neler yaşadıkları üzerine bolca araştırma yaptım ve okudum. Aslında kolektif bir deneyimin bir parçası oldum diyebilirim. Göçerek göçle ilgili o kadar çok duygu ve deneyime açıldım ki… Önce hikayenin

fikri geldi sonra bunu yazarak ifade etmeliyim, bu göç hikayeleri onurlandırmalıyım dedim.

“Sürekli yolumuzu kaybetsek de tekrar tekrar kendini bulmanın yolculuğunu anlatmaya çalışıyorum”

ÖA: Yazarlık yolculuğunda göçmen olmanın sana kattığı en büyük etki ne oldu? Göçmen kimliğin, anlatım dilini, hikayelerinin temasını veya karakterlerini nasıl şekillendiriyor? Yazma sürecine nasıl bir derinlik ve perspektif kattığını bizimle paylaşabilir misin?

BK: Bir kadın hayatı boyu sürekli döngülerden geçiyor. Clarissa Estes’ in dediği gibi hayatın birçok alanında Yaşam, Ölüm, Yaşam döngülerinden geçiyoruz. Bu döngüyü bir kadın her ay yaşıyor aslında. Göç de insan yaşamına büyük etkisi olan bir deneyim. Hiç göç etmemiş bir

kadının bile yaş döngüleri ile birlikte yaşayacağı çok fazla yaşam, ölüm, yaşam döngüsü oluyor. Göç ise görece kendini güven altına aldığın, kendini bir şeyle tanımladığın, seçtiğin kimlikleri de budayan bir yerden geldiği için seni kendinle, kendi gerçeğinle, kendi açmazlarınla ve aynı zamanda kendi potansiyelinle baş başa bırakıyor. Ben mesela; “Göçmeseydim de ben bu kitapları yazardım” diyemem. Ama şunun da altını çizmek isterim, ben göçmen bir kadın olduğum için sadece göçen kadınların hikayesini yazıyor da değilim. Yazdığım karakterlerin kendi içinde temsili bir göç, sürekli bir içsel dönüşüm, yıkma ve yeniden yaratma eylemi var. İçinde yaşadığımız dünya düzeninde bir kadının kendini kayıp

hissetmesi, gücüyle bağlantısını yitirmesi o kadar kolay ki. Ben kaybolsak da tekrar tekrar kendimizi bulmanın yolculuğunu anlatmaya çalışıyorum aslında. Bu benim de yolculuğum. Ben de bir kadın olarak yolumu kaybedip kaybedip yeniden buluyorum.

ÖA: Göçmen kadınların hikayelerini yazmanın edebiyat dünyasında nasıl bir yeri olduğunu düşünüyorsun? Sence bu tür hikayeler, okuyucular üzerinde nasıl bir etki yaratıyor? Göçmen deneyimlerini anlatmanın, toplumsal farkındalık ve empati açısından nasıl bir rolü var?

B.K: Biz büyük bir göç dalgası yaşadık, yaşıyoruz ama henüz yarattığı etkilerin tümünü konuşabilir halde değiliz. Göçün ailelere nasıl yansıdığını tam olarak bilmiyoruz. Göçerken kariyerini bırakan, hayatını değiştirmek zorunda kalan çok kişinin hikayesini dinleme imkanı buldum. Göçmek bir seçim yapmak demek. Kadınlar özelinde konuşursak göçmen kadınların neler deneyimlediğini çok daha fazla konuşmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu aslında yaşadığımız hayatların iyi yönlerini göz ardı etmek değil, aynı zamanda bu hem yasımızı tutup, hem de minnettar olabilmek. Tek bir duygu yaşamak zorunda değiliz. Hatta yasımızı tutabilir, duygularımızı ağırlayabilirsek, bulunduğumuz yerde keyif alabileceğimiz şeylere de daha fazla açılabileceğimize inanıyorum. Bir duyguyu hissetmeyeyim derken diğerlerini de hissetmemeye başlıyor insan. Yaslarımızı geride bıraktığımız hikayeleri, bazen özlemimizi ( aile, geçmiş, sosyal hayat, Türkiye’de de sahip olduğun güç vs) güvenli alanlarda rahatlıkla konuşabilmeliyiz. Ben bu yüzden bu hikayeleri yazabilmek ve bu hikayeler onları okuyan kadınlar da bir etki bırakıyorsa oturup bunlar üzerine sonra da konuşmak istiyorum. Alan tutan kimliğimle, kadınların  önce kendileri, sonra birbirleri ile olan

bağlarını güçlendirmek için destek olmayı amaçlıyorum. Sadece yazmakla ilgili bir süreç de

değil. Bunu podcastler, eğitimler, etkinlikler ile de destekliyorum.

ÖA: Yazma sürecinde sana ilham veren belirli bir yazar veya kültürel miras var mı? Bu kişiler veya kültürler, yazma tarzını nasıl şekillendirdi?

BK: Herkes yaratıcı hayatını farklı formlarda ifade edebilir. Benim yaratıcı hayatımda, yazarak ifade etme yolculuğumda ruhsal annem Clarissa Estes olmuştur. “Kurtlarla Koşan Kadınlar” daki arketipsel yolculuk, yıllardır içinden tekrar tekrar geçtiğim, kitabın sayfalarını her açtığımda, kendimi her kayıp hissettiğimde, olduğum yerden elimin tutulduğunu hissettiğim bir yolculuk. Bu bana şu konuda da umut veriyor. Yıllar önce yazılmış, altmış yayınevi tarafından reddedilmiş bir kitabın, zamanlar ötesini geçip benim elimi tutması demek, benim de yazdıklarımın bir yerlerde bunları duymaya, kendini hatırlamaya ihtiyacı olan bir kadına el uzatabileceği anlamına geliyor. Bana bu umudu aşılayan en önemli isim Clarissa Estes’tir. “Kabilesini Arayan Kadınlar” podcastimi dinleyen kadınlarla birlikte “Kurtlarla Koşan Kadınlar”ı beraber okuduk. İki sene süren bir yolculuktu. Bu kitabın etrafında çok fazla kadınla bir araya geldik. O yüzden en büyük ilhamım odur benim.

ÖA: Şu ana kadar seni en derinden etkileyen hikaye/ler nedir? 

BK:  Kurtlarla Koşan Kadınlar’ da yer alan “Fok Kadın” ve bir çocuk hikayesi olarak düşünülen “Çirkin Ördek Yavrusu” en sevdiğim masallardan. Çirkin Ördek Yavrusunda aidiyet teması vardır. Ve aidiyet de benim temel meselelerimden biri. Aidiyete ait çok kıymetli şeyler verir. O hikaye tekrar sürümüzü bulma yolunda, yanlış yerde olan birinin ait olduğu sürüyü bulması için ona yola çıkma umudu veren güzel bir masaldır.

“Fok Kadın”  ise aslında tam da bizim yaşadığımız bir hikaye. Masal bu ya; bir gün bir fok kadın yeryüzüne çıkıyor ve bir avcı ile tanışıp bir çocuk doğuruyor. Avcı ona  yedi yıl sonra tekrar suya geri döneceğine dair söz veriyor. Fakat avcı sözünü yerine getirmiyor ve kadın kendi çocuğu ve ait olduğu dünya arasında bir seçim yapmaya zorlanıyor. En sonunda Fok Kadın çocuğunu bırakıp bu dünyayı terk ediyor ama çocuğuna iki dünyanın da kapılarını

aralıyor. Clarissa Estes şöyle diyor: “ Ruh ile egoyu evlendirdiğimiz bir yer vardır, oradan tin

çocuk doğar”.  Öyle bir denge bulmalıyız ki, hem ruhumuzun yaratmayı arzuladığımız şeylere yönelen, kendimize ait bir dünyamız olabilmeli; hem de dış dünyada sağlıklı bir benlik yaratabilmek için egomuzu doğru şekilde besleyebilmeliyiz. Çok zor olsa da ruhumuzu

yaşamaktan vazgeçmemeyi hatırlamamız gerekiyor. Çünkü bir kadın ruh dünyasından yani Fok Kadın gibi o su altından uzak kaldığında derisi kurumaya başlıyor. O kadın kuru bir kadın, katı bir kadın oluyor.

ÖA: Son zamanlarda severek okuduğun yazarlar kimler?

BK: Son zamanlarda çok severek okuduğum yazar ilk kitabı le Pulitzer ödülü de kazanan Jhumpa Lahiri. Yazarın Saçında Gün Işığı kitabını büyülenerek okudum. Lahiri, bana başka bir dilde yazmak konusunda da ilham veren bir isim. Hint asıllı yazar ABD’ de büyüyor, fakat  Hindistan kültürünü ve o toprağın insanlarının göç hikayelerini yazıyor. Kocası ile İtalya’ ya taşınıyor ve buraya taşındıktan sonra İtalyanca yazmaya başlıyor. “Roman Stories” adlı öykü kitabında Roma’da geçen göç hikayeleri var. Yazarla ilk olarak ödül aldığı öykü kitabı Dert Yorumcusu’ nda yer alan bir öyküsü ile tanışmıştım. Çocuklarını kaybeden Hint  asıllı bir çiftin hikayesini anlatıyordu. Güçlü dili ile hikayelerinde kültürlerarasılığa bolca yer veren bir yazar. Ben de çok severek okuyorum kitaplarını.

Çağdaş yazarlardan ilk aklıma gelen dostum Melisa Kesmez’in öyküleri. Onun öykülerini de çok severek okuyorum. 

ÖA: Son olarak önümüzdeki dönem için bizi neler bekliyor? Yolda olan yeni bir roman veya öykü kitabın var mı? 

BK:  Dünyanın farklı yerlerinde geçen kadın öykülerinden derlediğim öykü kitabını yeni bitirdim. Uzun keyifli bir yazma yolculuğu oldu benim için. Okurlarla buluşmasını heyecanla bekliyorum.

ÖA: Bu keyifli röportaj için çok teşekkür ederim. Yeni öykü kitabın ve alacağın yeni ödüllerin üzerine tekrar konuşmak dileğiyle. 

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Anadilim Olmadan Asla: Dil Üzerine Düşünceler

yazar

Yayınlayan

on

Ülkemden uzakta yaşamaya başlayalı 12 yıl oldu. Heyecan, hayalkırıklığı, merak, öğrenme, mutluluk, üzüntü, minnet, hasret gibi birbirinden farklı duyguları tecrübe ettiğim oldukça uzun bir süre…

Belli bir yaştan sonra ülkesinden ayrı yaşamaya başlayanların çok iyi bildiği bir gerçek vardır; taşınma sebebimiz ne olursa olsun müphem bir özlem, gizli bir gölge gibi hep yanıbaşımızdadır. Diğer taraftan,  yelken açılan yeni coğrafyada keşfedilmeyi, üzerine emek verilmeyi bekleyen heyecanlı, aynı zamanda endişe uyandıran uzun bir liste vardır. Listenin tepesine de o ülkenin dili yerleşir çoğu zaman. Yeni kültüre uyum sağlayabilmenin bir koşulu-belki de en temeli- bir an önce o ülkenin dilini öğrenebilmektir. Hummalı bir telaş başlar; dil kursları, dijital uygulamalar, özel öğretmen, sohbet grupları derken yaşam koşturmasında çoğu zaman yabancı dilde bir türlü tam istenen seviyeye gelinmez. Bitmek bilmeyen, belki de yaşam boyu devam edecek bir süreçtir bu.

Dil ile ilişkim

“Dil” ile ilişkili kendi kişisel tarihime baktığımda Türkçe’yi doğru konuşmayı her zaman önemsediğimi, yabancı dil öğrenmeye ise ilk gençlik yıllarımda adeta bir hobi gibi ilgi duyduğumu hatırlıyorum. Benimle aynı tutkuyu paylaşan ve hepimiz yüzde yüz (!) Türk olduğumuz halde birkaç arkadaş birlikte, öğrenmeyi hedeflediğimiz dilde düzenli olarak telefon sohbetleri yaptığımızı, kelimeleri küçük kağıtlara yazıp etrafa yapıştırarak veya sayfalara ardarda yazarak ezberlemeye çalıştığımı anımsıyorum. Geçen zaman içinde beynin biriktirdikleri fazlasıyla çoğalınca kapasitesi mi azalıyor, yoksa öğrenme ve hafıza öncelikleri mi değişiyor- her ne, nasıl oluyorsa- yeni dil öğrenmek ve kelime ezberlemek de dünyanın en zorlu işlerinden biri olmaya başlıyor. Gençlikte bir hevesle taklit edilen havalı aksanlar, kendi anadilinden o dile yansıyan aksandan utanma duyguları, zaman içinde yerlerini niteliğe odaklanmaya bırakıveriyor. Kendini içerik açısından rahat ve doğru ifade edebilmenin insanın hayatına kattığı değer, olgunluk yıllarında şekilciliği önceliklendirmeyi de anlamsız kılıyor. 

Kelimelerle koşmak

İlk kez uluslararası iş ortamında çalışmaya başladığımda sabahın erken saatlerinden günün sonuna kadar yabancı dilde konuşmak ve düşünmek o kadar yorucu geldi ki, bu süreçte gözlemlediğim bir konu beni oldukça rahatsız etmeye başladı. Biz Türkler için Türkçemizi düzgün konuşmak ne kadar “tane tane” konuşmak demekse, çoğu Avrupalı ve özellikle de Amerikalı için de dillerini konuşmak kelimelerle koşmak demek! Kendi ölçütlerime göre, o iyi bildiğimi düşündüğüm İngilizce, çoğu iş arkadaşımın, işle ilgili teknik konular tartışılırken bile arkalarından birileri kovalıyormuş gibi hızlı konuşması ve cümleyi hızlıca tamamlamazsam dinlenme oranının da düşük olacağı endişesi yüzünden beni giderek yormaya başladı. Üstelik sadece İngilizce değil, eşimden dolayı geliştirmeye çalıştığım İtalyanca ve yaşadığım İsviçre’de farklı kantonların dilleri olduğu için ilerletmeye çalıştığım Almanca ve Fransızca için de aynı durum söz konusuydu. 

Benim beynim miydi yavaşlayan yoksa onlar hiç düşünmeden konuşacak kadar mı zekiydiler? Üstelik sadece iş arkadaşlarım ve yeni tanıştığım kişiler değil, televizyon programlarında izlediklerim ve haber sunucuları bile nefes molası vermeden konuşuyorlardı. Herkes söz birliği etmişçesine adeta maratona katılmış gibi birbiri ile kelimelerinin hızını yarıştırıyordu. O dönemde elimde sihirli bir “pause” düğmesi olsa “Herkes biraz sussun!” diyerek bütün dünyayı birkaç saniyeliğine susturmak isterdim herhalde.  

Yıllarca öğretmenlerimden ve aynı zamanda ilkokulda ilk öğretmenim de olan annemden duyduğum “Tane tane konuş” cümlesi, geldiğim bu yeni coğrafyada geçerli değil miydi? Tıpkı internette ilk birkaç saniye içinde ilgi çekemeyen videoların kapatılıp başkasına geçilmesi gibi, kelimelerim yeterince hızlı değilse karşımdaki kişinin ilgisi kaybolacak ve konuşan başka birine mi yönelecekti? 

Dil ve Kültür

Bu “dil” ikilemleri ile geçen ilk yılın ardından durumu sükunetle kabullendim. Aslında ne benim beynim çok yavaş, ne de onlar çok zekiydi. Durumun açıklaması tamamen kültür ve dil ilişkisiydi. Bir başka deyişle, bana böyle hissettiren, öğrenilenlerin ve tüm birikimlerin dilin konuşma biçimine yansımasıydı. Dil, çok zengin bir konu. Hatta bir toplumun kültürünün en önde gelen unsuru. Benim ilk deneyimim hız üzerine oldu. Ancak kültür-dil ilişkisi o kadar güçlü ki, dilin varlığını inceleyerek bir ulusun yaşadığı koşullar, inançları, gelenekleri ve tarih boyunca içinde bulunduğu kültür hareketleri hakkında bilgi edinebilmemiz mümkün. 

Jean-Jacques Rousseau, Dillerin Kökeni Üzerine Deneme’sinde Kuzey ve Güney dillerine değinir örneğin. Doğanın cömert olduğu güney iklimlerinde ihtiyaçların tutkulardan doğduğunu, doğanın cimri olduğu soğuk iklimlerde ise tutkuların ihtiyaçlardan doğduğunu vurgulayarak, güney dillerinin canlı, sesli, vurgulu ve yumuşak, kuzey dillerinin ise sert ve kulak tırmalayıcı olduğunu belirtir. İtalyan diline yakın ve Almanca’ya hala mesafeli duran biri olarak buna katılmamam mümkün değil. Ancak Rousseau’nun fikirlerinin içinde benim en hoşuma giden, Türklerle ve konuşmayla ilgili olan bölüm: 

Bir Frenk, çok söz  sarf etmek icin çırpınıp durur, bedenini sıkıntıya sokarken, bir Türk, piposunu bir an için ağzından çıkarır, kısık sesle iki kelime söyler ve bir cümleyle onu ezer.” 

18. yüzyılda Fransız bir düşünürün “Türk” algısı kulağa oldukça karizmatik geliyor doğrusu!  

12 yıllık yurt dışı tecrübem sonucunda benim dillerle ilgili geldiğim noktaya dönecek olursak, galiba yabancı dilleri konuşma şeklimi de kendi kültürüme adapte ederek hızdan arındırdım. Kelimelerin hakkını vermeden koşmak yerine Türkçe gibi sakin ve tane tane konuşmak bana çok daha gerçek geliyor, varsın “Yabancı dilleri Türkçe aksanlı konuşuyor” desinler! 

Anadilim olmadan asla…

Herşeyin ötesinde, yurtdışında farklı kültürlerle geçen bu yıllar en çok da şu konu üzerine düşünmemi sağladı; insan kaç dil öğrenirse öğrensin, istediği kadar akıcı konuşabildiğine inansın, hiçbir yabancı dil, anadilin verdiği konforu, keyfi ve zenginliği vermiyor. 

Anadil insanın kültürü demek. İnsanın varoluşunu ifade edebilmesi, düşüncelerini dile getirebilmesi, hislerini yansıtabilmesi, şarkılarla efkarlanıp, şiirlerle umutlanması sadece anadilde tam karşılığını buluyor. 

Anadil paylaşım demek. Dost sıcaklığını hissedebilmek, doyumsuz sohbetlere dalabilmek bile anadilde daha anlamlı. İletişim kurma şeklimizi, seçtiğimiz kelimeleri,  hatta vücut dilimizi bile anadilimiz belirliyor. 

Anadil bir milletin kimliği demek. 

Anadilim, kim olduğumu ve özümü de bana hatırlatıyor. Geçtiğimiz haftasonu, üyesi olduğum İsviçre Türk Edebiyat Kulübü tarafından düzenlenen Şairler Limanı adlı etkinlik bunu bana bir kez daha hatırlattı. Nazım Hikmet’in dizeleriyle duygulanıp, onun şiirlerinden bestelenen şarkılarla coştuğumuz gecede,  hepimizi bir arada tutan ve dostluğumuzu pekiştiren en önemli bağ anadilimizdi. Dizeler kelimelerle canlandı, bizimle bütünleşti, şarkıların sözleri bizleri Zürih Gölü’nden Türkiye’nin binbir köşesine, anılarımıza götürdü. 

Kalplerimizi sıcacık yapan bu duyguyu hangi yabancı dil yaratabilir bu hayatta? 

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

2025 Yaz EN MODA TRENDLER

yazar

Yayınlayan

on

YAZAN VE HAZIRLAYAN: AYŞENUR DEMİRKAN

2025 YAZ’IN ÖNE ÇIKAN EN MODA TRENDLERİ

29.05.2025

Sıcak kumlardan serin sulara atlama hayalleriyle yaz’a kavuşmayı heyecanla beklediğimiz şu günlerde, vitrinler çoktan yaz koleksiyonlarıyla süslenmeye başladı. Gardırobunuzu yaza hazırlamadan, çılgınca alışveriş yapmadan önce yeni sezonun öne çıkan en hit trendlerini sizin için derledim.

Bu sezon karmaşadan uzak, daha yalın, sade, spor şıklığın öne çıktığı, tüllerle romantik etkiler taşıyan, bir taraftan minimalist detaylar, bir taraftan zarif çiçeklerle bezeli harika bir yaz bizleri bekliyor. Bu yaz trendleri, size daha net çizgilerle tarzınızı yansıtma fırsatı sunuyor.

Yazın öne çıkan en güzel trendlerini anlatmaya başlayalım.

SPOR LÜKS

Sporun hayatımızdaki önemini vurgulamak isteyen trendsetterlar  ilham aldıkları spor dallarından esinlenerek tasarladıkları birbirinden şık tasarımları, sweatshirtten tayta birçok parçayı sokak stilini en hit parçaları haline dönüştürdüler.

DİOR’UN tek omuzdan askılı top, su geçirmez etek

 ve diz üstü spor çorabı kombini, OFF-WHİTE ın vücudu saran sweatiyle, tül etek ve topuklu sandalet kombini, FERRAGAMO’nun yoga dan çıkmışcasına tayt, şort ve top’ı topuklu sandaletle kombinlemesi artık spordan çıkar çıkmaz görünümünüzle ve topuklu sandaletlerinizle her yere gidebilirsiniz diyorlar..

ÇİÇEKLİ ŞIKLIK

İlkbahar/Yaz sezonlarının vazgeçilmez deseni, doğanın güzellikleri çiçekler, elbiselerimizde renk renk yeniden açıyor. Baskılardan işletmelere kumaşları süsleyen çiçek desenleri; elbiselerde, gömleklerde, eteklerde, bluzlarda farklı renk kombinleriyle favori trendler arasında yer alıyor.

PUDRA PEMBESİ

Bu sezon yaz gardırobunuzun en hit rengi pudra pembesi olacak. Şimdiden birçok hazır giyim markasının vitrinlerinde görmeye başladığımız pudra pembesi giysiler, dünya moda markalarının da bu yaz için en favori rengi olarak öne çıkıyor.

TÜLLERİN İÇİNDEN…

Birkaç sezondur popüler olan transparan görünüm, bu sezon kumaş detayıyla tekrar trendler arasına giriyor. Şeffaf, transparan uçuş uçuş etkili elbiseler, tunikler, gömlekler tarzına gizemli, seksi, cesur hava katmak isteyenleri bekliyor.

ATLETLER

Sıradan bir atlet diyip dolabınızın kenarına attığınız tüm topları en ön raflara koyma zamanı geldi. Çünkü şuan Gucci, Ralph Lauren, Prada gibi birçok dünya markasında en pahalı parçalar arasında!!.. İnce yada kalın askılı yada u kesimli atletler artık en moda!.. Bazen sıradan bir parçayı farklı bir kombinle çok şık bir detaya dönüştürebilirsiniz. Bu yazın anahtar kelimeleri kesinlikle rahat, spor ve şık..

DENİZCİ TARZI

Biraz yakın zaman retrosuyla denizci tarzı bu sezonda karşımıza çıkıyor. Çizgililer, mavi beyaz kombinleri, denizci mavileri, tamda yazın en sevilen renkleri bu yazda gardrobumuzun hisleri olacak gibi görünüyor…

ŞAPKALAR

Bu sezonun en hit en güzel aksesuarı, sahil stilimizin vazgeçilmezi büyük hatta devasa şapkalar olacak. Güneşli günlerin en şık parçasını alışveriş listenize eklemeyi unutmayın.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

BEYOĞLU’NUN KALBİNDE BİR HUZUR ADASI: GALATA MEVLEVİHANESİ

yazar

Yayınlayan

on

Saliha Zeynep Alcan

İstanbul’un eski ruhunu hissettiren her ilçesini çok seviyorum. Tabii ki bunlardan biri de Beyoğlu. Her Beyoğlu’na gidişimde mutlaka Finiküler kullanırım. Finiküler’in kapısı kapanır kapanmaz Beyoğlu’nun büyüsü başlar. Tünel’de inip salına salına Galata’ya doğru ilerlerken, sol tarafta sessiz sedasız ama bir o kadar da vakur bir edayla bizleri bekleyen Galata Mevlevihanesi Müzesi’nden bahsetmek istiyorum size.

İstanbul’un ilk mevlevihanesi olma özelliğini taşıyan Galata Mevlevihanesi (Kule Kapısı Mevlevihanesi olarak da anılır), 1491 yılında İskender Paşa tarafından kurulmuş. Müzenin ilk şeyhi ise Semai Mehmed Dede imiş. Zaman içerisinde yapıya çeşitli eklemeler ve onarımlar yapılmış. Ancak 1925 yılında çıkarılan tekke ve zaviyelerin kapatılması kanunuyla kapatılmış ve bir dönem ilkokul ile lojman gibi amaçlara hizmet etmiş. 1975 yılında Divan Edebiyatı Müzesi adıyla tekrar ziyarete açılmış, 2011 yılından itibaren ise Galata Mevlevihanesi Müzesi adıyla ziyaretçilerini ağırlamaya başlamıştır.

İçerisinde Semahane, derviş odaları, Halet Efendi Kütüphanesi, sebil ve türbesi, Şeyh Galib Türbesi, Hasan Ağa Çeşmesi, sarnıç, Hamûşân ve Adile Sultan Şadırvanı gibi tarihi yapılar bulunan Galata Mevlevihanesi, Beyoğlu’nun tam ortasında adeta bir huzur adası gibidir.

Bu arada ‘Hamûşân’ Farsça kökenli bir kelimedir ve “susmuşlar, sessizler” anlamına gelir. Mevleviler, ölene “hamûş oldu” dermiş. Bu nedenle dergâhların çevresinde genellikle ‘Hamûşân’ yani susmuşların, sessizlerin yeri bulunurmuş. Galata Mevlevihanesi Müzesi’ni gezerken her seferinde derin bir huzuru hissedeceğinize eminim. Üstelik bahçesinde çok tatlı meyve ağaçları da sizi karşılıyor. 🍀

Galata Mevlevihanesi Müzesi’ne girişler Müze Kart ile yapılmaktadır. Müze, pazartesi günleri kapalı olup diğer günlerde 09.00-19.00 saatleri arasında ziyarete açıktır.

Size küçük bir ipucu daha vereyim: Galata Mevlevihanesi’ni gezdikten sonra, hemen yakınındaki Konak Kafe’de Boğaz’ın eşsiz manzarasına karşı içeceğiniz bir kahvenin tadı gerçekten bambaşka oluyor. 🤗

Huzurla kalın! 🍀

Haberin Devamını Oku

Trendler