Sosyal Medya

Köşe Yazıları

“Her kadın kendi hikayesini anlatana kadar hikayemi tam olarak anlatmış olmayacağım”

yazar

Yayınlayan

on

Burcu Özer Katmer

Yazar &Eğitmen

Röportajı gerçekleştiren : Özden Aliyagiç Uyar  

Londra’da Sosyalist Kadınlar Birliği bünyesinde kurulan ve Göçmen İşçiler Kültür Derneği’nde 2020 yılından bu yana faaliyetlerini sürdüren Rengin Kadın Korosu, sanatsal etkinlikleriyle göçmen kadınların kendilerini geliştirmeleri için çeşitli alanlar yaratıyor. Bunlardan biri bu sene ikincisi düzenlenen Rengin Göçmen Öykü Yarışması. Yazarların göçmen kadın olma koşuluyla katılım sağladığı yarışmada  ‘Küçük, Mavi Defter’ öyküsü ile Burcu Özer Katmer birinciliği paylaştı. Yarışmaya katılan yirmidört  öyküden derlenen kitap ise “Saklı Çekmece” adı ile yayımlandı. 

Sevgili Burcu ile bu ödülün hikayesini konuşmak hem de onu yazmaya iten güç ve yazarlık yolculuğu hakkında konuşmak adına bir araya geldik. 

Özden Aliyagiç Uyar : “Sevgili Burcu, öncelikle ödülün için seni yürekten tebrik ederim. Göçmen bir kadın olarak yeni bir ülkede hayat kurmak, tutunmak ve ürettikleri ile takdir görmek büyük bir gurur olmalı. Aldığın ödülün detaylarına geçmeden önce, seni daha yakından tanımak isteriz. Bize biraz ‘Yazar Burcu’yu ve yazma serüvenini anlatabilir misin?” 

Burcu Özer Katmer: Ben küçüklükten itibaren yazan biriydim. Hatta çok küçük yaşlarımda Milliyet Sanat yarışmasına gönderdiğim şiirlerim vardı. Belki de yazmanın ilk temelleri o günlerde atıldı. Yazmak benim hep hayatımın içinde olan bir şeydi. Fakat hayat beni bir dönem farklı bir yöne götürdü ve üniversite sonrası kendimi kurumsal hayatın ve o dünyanın akışı içinde buldum. Yazmak tabi o dönemde de hayatımın içinde hep vardı fakat sadece kendimi ifade etme aracı olarak yazıyordum. Kurumsal hayattan ayrıldığım dönemde koçlukla ilgili aldığım eğitimler ve o alana yönelimim ile birlikte ilk defa 32 yaşında koçluk hakkında bir kitap yazdım. “Mutluluğu Arayanlar İçin” kitabı kişinin kendine özel, mutluluk tanımını bulmaya yönelik olan bir koçluk kitabıydı. Bu benim de yazar olarak kendi arayışımın ve yazarak insanlara ulaşmanın ilk adımıydı aslında. Sonrasında tüm her şeyi geride bırakıp İsviçre’ye taşındığımda göçün etkisi ile kendimde bir duyguyu fark ettim. Hani kahramanın yolculuğunda kahraman bir zorlukla karşı karşıya kalır ve o zorluğu aşması için kahramanın eline bir sihirli güç verilir. Aslında o zaten kahramanın zaten içinde var olan bir güçtür ama onun sadece hatırlaması gerekir. Ben de yazmanın benim gücüm olabileceğini hissettim. 

ÖU:Rengin Kadın Korosu, kadın dayanışmasını güçlendiren ve ilham verici çalışmalara imza atan bir oluşum. Bu çalışmaların en anlamlılarından biri de Rengin Göçmen Öykü Yarışması. Peki, senin Rengin Göçmen Kadın Korosu ile yolun nasıl kesişti? Ayrıca, ödüle layık görülen hikayenden bize kısaca bahsedebilir misin?

BK:  Aslında Rengin Göçmen Öykü yarışmasında birincilik ödülüne layık görülen “Küçük, Mavi Defter” benim profesyonel olarak yazdığım ilk öykü denemesi. “Kendine Ait” romanından sonra yazdığım bir öyküydü. Rengin Göçmen Korosu’nu ve ortaya koydukları çalışmaları çok yakından takip ediyordum. Kadınların, özellikle kolektif bir kadın hareketinin parçası olan bir proje içinde olma fikri beni çok heyecanlandırdı. Öykü yarışmasının ilanını görünce bu öyküyü bu yarışmaya hemen gönderdim. 

“Küçük, Mavi Defter” 40 yaşına giren bir kadının öyküsü. Türkiye’ de kurumsal hayatın içinde başarıdan başarıya koşan bir kadın Semin. Tüm bu başarı çabası içindeyken içinde git gide büyüyen boşluğu fark edemiyor. Kendi ile bağı kopuk bir kadın olarak eşi ve çocuğu ile günden güne koptuğunu ve aralarına bir uçurumun girdiğini de fark edemiyor. Sonra bir gün kırk yaşında tek başına bir yolculuğa çıkmaya karar veriyor. Kırka geçerken koşullanmış benliklerini öldürmesi  gerektiğini hissediyor. Ben artık kendimi yaşamak istiyorsam daha fazla “mış” gibi yapamam, benden beklenilen kadınlar olamam, bu ölümü göze almalıyım diyor. Kırk yaşında artık kendini yaşamaya karar veriyor. Ve içindeki sahte benlikleri öldürmek için bir adım atıyor. Kendini özgürleştirirken kızını da özgürleştirmek istiyor. Bu aynı zamanda nesiller arası aktarılan koşullanmaları da ifade eden bir şey ve  biliyor ki kendini özgürleştirmeden ve sevmeden kızını da özgürleştiremeyecek ve kızına istediği sevgiyi sunamayacak. 

ÖA: Nasıl yazarsın; Bir yazma ritüelin var mı? 

BK: Yazılarımı bilgisayar ile yazıyorum. Bugün şu kadar süre yazmam gerek diye bilgisayarın başında oturmuyorum. Benim yazma ritüelim önce kendimi mevcut ve temiz bir kanal haline getirmek, oturmak ve geleni yazmak. Daha çok yazacağım şeyi gözlerimin

önüde görür ve ve onu yazar halde oluyorum. Önce mevcut olabilmek için nefes alıp veririm. Ana gelmek için mümkün olduğunca temiz bir zihin haline ulaşmaya çalışırım. Masanın başına otururum. Yazmak ilhamı bir nabız gibi gelir. Oturur; onu dinlerim ve bittiğinde masanın başından kalkarım. Saatlerce süren bir şey değildir benim için yazmak. Sonrasında edit süreci başlar.

ÖA: Yazdığın roman ve öykülerin ortaya çıkış süreci nasıl işliyor? Bize bu yaratım sürecinden biraz bahsedebilir misin?

BK: Ben çok sezgisel bir yerden yazıyorum. Şu an her şey kadınlar üzerinden akıyor.  Beliz Güçbilmez Hoca’nın dediği gibi hikayelerin ortak yolculuğunu oluşturan öykülerin bir temel meselesi olduğunu düşünüyorum. Bu çok organik bir şekilde oluşuyor. Sezgisel yazan birinde hikayeler çok planlı şekilde ortaya çıkmıyor. Göç romanında ben kadınları yazdım, örneğin önce Saliha karakteri ortaya çıktı. Saliha’yı dinlemeye başladım. Saliha bir kadın, derin bir meselesi var, göçmen. Sonrasında bütün hikaye Saliha’nın etrafında örülmeye başladı. Aslında şöyle demek doğru olabilir. Ben yazarlığı çok büyük ölçüde dinleme yolculuğu olarak görüyorum. Ben iyi bir dinleyiciyim. Bence bende yazmaya vesile olan şey de önce dinlemek. Merak ve yargısızca dinlemek. Beni kanal olarak seçmiş, benim

yaşadıklarımdan ve bugüne kadar çalıştığım onca kadının deneyimlerinden süzülüp ortaya çıkan hikayeler bunlar. Ben bu benim hikayem, bunu ben yarattım asla diyemiyorum.

Rengi Göçmen Korosu’nun da dediği gibi sandıkların altında kalmış onlarca kadın hikayeleri var. Ben her kadın kendi hikayesini anlatana kadar hiç bir zaman tam olarak hikayemi tam anlatmış olmayacağım. Audre Lord’ “Tüm kadınlar özgür olana kadar ben özgür olmayacağım” der. Ben de diyorum ki her bir kadının hikayesi anlatılana kadar hiçbirimizin hikayesi tam olarak anlatılmış olmayacak. Ben de o yüzden yarın ne olur bilmiyorum ama bugün hala kadın hikayelerini anlamak ve onları anlatmak istiyorum. 

“Benim amacım ortak insanlık deneyimini onurlandırmak. Benim amacın insanlara duyulduğunu hissettirmek”

ÖA: Öykü, roman, şiir senin için bu türler arasında bir önceliklendirme var mı?

BK: Ben türler ötesine inanıyorum. Bir hikaye anlatıcısı iseniz  ve ortak insanlık deneyimini onurlandırmak istiyorsanız içinde bulunduğunuz şartlarda neye akacaksa o şekilde form buluyor hikaye. Hangi kaba akacaksa oraya akıyor. Benim amacım insanlara duyulduğunu hissettirmek. Bu roman olur, öykü olur. Ben şöyle görüyorum; hikayeler beni ziyaret ediyor. Sonrasında kalemimle onları bir forma büründürüyorum. Burada ben sadece aracıyım, onları kelimelere döküyorum. Bir türü asla birinin önünde veya gerisinde asla görmüyorum.

ÖA: Hikayeler bana geliyor demiştin, Bu hikayeler sana nasıl ulaşıyor?

BK: Yukarıda da belirttiğim gibi şu an kadın hikayeleri temel alarak yazıyorum. Önce karakterler geliyor bana ve ben o karakterleri dinlemeye başlıyorum. Onları dinleyip onlara dair notlar almaya başlıyorum. Bir masada karşılıklı oturuyormuş gibi, nasıl gözüküyor, hayalleri, umutları neler, neler yaşamış, hayatının nasıl bir döneminde. Mesela Zürich Liest’de ödül alan  “Ayıp” adlı öyküdeki Nihal karakteri de tam bu bu şekilde oluştu. Zurich Liest için yarışma duyurusunu gördüğümde o kadını dinlemeye başladım ve 4 gün içinde hikayesini yazdım.

ÖA: İlk romanın “Kendine Ait” bir göç hikayesi. Kadın temasını baz alarak göç temasını ve duygusunu da yoğunluklu olarak hikayelerinde işlediğini görüyorum. Göç öncesinde planladığın ve bunun üzerine yazmalıyım dediğin bir şey miydi?  

BK: Yazarak kendimi ifade etmek, yazarak var olmak benim için. Başlarken göçe dair bir şey yazmak planladığım bir şey değildi. Yazma yolculuğunun içinde bunu fark ettim. Ben görece iyi şartlarda göçen bir kadınım. Fakat benden önce göç eden insanların neler yaşadıkları üzerine bolca araştırma yaptım ve okudum. Aslında kolektif bir deneyimin bir parçası oldum diyebilirim. Göçerek göçle ilgili o kadar çok duygu ve deneyime açıldım ki… Önce hikayenin

fikri geldi sonra bunu yazarak ifade etmeliyim, bu göç hikayeleri onurlandırmalıyım dedim.

“Sürekli yolumuzu kaybetsek de tekrar tekrar kendini bulmanın yolculuğunu anlatmaya çalışıyorum”

ÖA: Yazarlık yolculuğunda göçmen olmanın sana kattığı en büyük etki ne oldu? Göçmen kimliğin, anlatım dilini, hikayelerinin temasını veya karakterlerini nasıl şekillendiriyor? Yazma sürecine nasıl bir derinlik ve perspektif kattığını bizimle paylaşabilir misin?

BK: Bir kadın hayatı boyu sürekli döngülerden geçiyor. Clarissa Estes’ in dediği gibi hayatın birçok alanında Yaşam, Ölüm, Yaşam döngülerinden geçiyoruz. Bu döngüyü bir kadın her ay yaşıyor aslında. Göç de insan yaşamına büyük etkisi olan bir deneyim. Hiç göç etmemiş bir

kadının bile yaş döngüleri ile birlikte yaşayacağı çok fazla yaşam, ölüm, yaşam döngüsü oluyor. Göç ise görece kendini güven altına aldığın, kendini bir şeyle tanımladığın, seçtiğin kimlikleri de budayan bir yerden geldiği için seni kendinle, kendi gerçeğinle, kendi açmazlarınla ve aynı zamanda kendi potansiyelinle baş başa bırakıyor. Ben mesela; “Göçmeseydim de ben bu kitapları yazardım” diyemem. Ama şunun da altını çizmek isterim, ben göçmen bir kadın olduğum için sadece göçen kadınların hikayesini yazıyor da değilim. Yazdığım karakterlerin kendi içinde temsili bir göç, sürekli bir içsel dönüşüm, yıkma ve yeniden yaratma eylemi var. İçinde yaşadığımız dünya düzeninde bir kadının kendini kayıp

hissetmesi, gücüyle bağlantısını yitirmesi o kadar kolay ki. Ben kaybolsak da tekrar tekrar kendimizi bulmanın yolculuğunu anlatmaya çalışıyorum aslında. Bu benim de yolculuğum. Ben de bir kadın olarak yolumu kaybedip kaybedip yeniden buluyorum.

ÖA: Göçmen kadınların hikayelerini yazmanın edebiyat dünyasında nasıl bir yeri olduğunu düşünüyorsun? Sence bu tür hikayeler, okuyucular üzerinde nasıl bir etki yaratıyor? Göçmen deneyimlerini anlatmanın, toplumsal farkındalık ve empati açısından nasıl bir rolü var?

B.K: Biz büyük bir göç dalgası yaşadık, yaşıyoruz ama henüz yarattığı etkilerin tümünü konuşabilir halde değiliz. Göçün ailelere nasıl yansıdığını tam olarak bilmiyoruz. Göçerken kariyerini bırakan, hayatını değiştirmek zorunda kalan çok kişinin hikayesini dinleme imkanı buldum. Göçmek bir seçim yapmak demek. Kadınlar özelinde konuşursak göçmen kadınların neler deneyimlediğini çok daha fazla konuşmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu aslında yaşadığımız hayatların iyi yönlerini göz ardı etmek değil, aynı zamanda bu hem yasımızı tutup, hem de minnettar olabilmek. Tek bir duygu yaşamak zorunda değiliz. Hatta yasımızı tutabilir, duygularımızı ağırlayabilirsek, bulunduğumuz yerde keyif alabileceğimiz şeylere de daha fazla açılabileceğimize inanıyorum. Bir duyguyu hissetmeyeyim derken diğerlerini de hissetmemeye başlıyor insan. Yaslarımızı geride bıraktığımız hikayeleri, bazen özlemimizi ( aile, geçmiş, sosyal hayat, Türkiye’de de sahip olduğun güç vs) güvenli alanlarda rahatlıkla konuşabilmeliyiz. Ben bu yüzden bu hikayeleri yazabilmek ve bu hikayeler onları okuyan kadınlar da bir etki bırakıyorsa oturup bunlar üzerine sonra da konuşmak istiyorum. Alan tutan kimliğimle, kadınların  önce kendileri, sonra birbirleri ile olan

bağlarını güçlendirmek için destek olmayı amaçlıyorum. Sadece yazmakla ilgili bir süreç de

değil. Bunu podcastler, eğitimler, etkinlikler ile de destekliyorum.

ÖA: Yazma sürecinde sana ilham veren belirli bir yazar veya kültürel miras var mı? Bu kişiler veya kültürler, yazma tarzını nasıl şekillendirdi?

BK: Herkes yaratıcı hayatını farklı formlarda ifade edebilir. Benim yaratıcı hayatımda, yazarak ifade etme yolculuğumda ruhsal annem Clarissa Estes olmuştur. “Kurtlarla Koşan Kadınlar” daki arketipsel yolculuk, yıllardır içinden tekrar tekrar geçtiğim, kitabın sayfalarını her açtığımda, kendimi her kayıp hissettiğimde, olduğum yerden elimin tutulduğunu hissettiğim bir yolculuk. Bu bana şu konuda da umut veriyor. Yıllar önce yazılmış, altmış yayınevi tarafından reddedilmiş bir kitabın, zamanlar ötesini geçip benim elimi tutması demek, benim de yazdıklarımın bir yerlerde bunları duymaya, kendini hatırlamaya ihtiyacı olan bir kadına el uzatabileceği anlamına geliyor. Bana bu umudu aşılayan en önemli isim Clarissa Estes’tir. “Kabilesini Arayan Kadınlar” podcastimi dinleyen kadınlarla birlikte “Kurtlarla Koşan Kadınlar”ı beraber okuduk. İki sene süren bir yolculuktu. Bu kitabın etrafında çok fazla kadınla bir araya geldik. O yüzden en büyük ilhamım odur benim.

ÖA: Şu ana kadar seni en derinden etkileyen hikaye/ler nedir? 

BK:  Kurtlarla Koşan Kadınlar’ da yer alan “Fok Kadın” ve bir çocuk hikayesi olarak düşünülen “Çirkin Ördek Yavrusu” en sevdiğim masallardan. Çirkin Ördek Yavrusunda aidiyet teması vardır. Ve aidiyet de benim temel meselelerimden biri. Aidiyete ait çok kıymetli şeyler verir. O hikaye tekrar sürümüzü bulma yolunda, yanlış yerde olan birinin ait olduğu sürüyü bulması için ona yola çıkma umudu veren güzel bir masaldır.

“Fok Kadın”  ise aslında tam da bizim yaşadığımız bir hikaye. Masal bu ya; bir gün bir fok kadın yeryüzüne çıkıyor ve bir avcı ile tanışıp bir çocuk doğuruyor. Avcı ona  yedi yıl sonra tekrar suya geri döneceğine dair söz veriyor. Fakat avcı sözünü yerine getirmiyor ve kadın kendi çocuğu ve ait olduğu dünya arasında bir seçim yapmaya zorlanıyor. En sonunda Fok Kadın çocuğunu bırakıp bu dünyayı terk ediyor ama çocuğuna iki dünyanın da kapılarını

aralıyor. Clarissa Estes şöyle diyor: “ Ruh ile egoyu evlendirdiğimiz bir yer vardır, oradan tin

çocuk doğar”.  Öyle bir denge bulmalıyız ki, hem ruhumuzun yaratmayı arzuladığımız şeylere yönelen, kendimize ait bir dünyamız olabilmeli; hem de dış dünyada sağlıklı bir benlik yaratabilmek için egomuzu doğru şekilde besleyebilmeliyiz. Çok zor olsa da ruhumuzu

yaşamaktan vazgeçmemeyi hatırlamamız gerekiyor. Çünkü bir kadın ruh dünyasından yani Fok Kadın gibi o su altından uzak kaldığında derisi kurumaya başlıyor. O kadın kuru bir kadın, katı bir kadın oluyor.

ÖA: Son zamanlarda severek okuduğun yazarlar kimler?

BK: Son zamanlarda çok severek okuduğum yazar ilk kitabı le Pulitzer ödülü de kazanan Jhumpa Lahiri. Yazarın Saçında Gün Işığı kitabını büyülenerek okudum. Lahiri, bana başka bir dilde yazmak konusunda da ilham veren bir isim. Hint asıllı yazar ABD’ de büyüyor, fakat  Hindistan kültürünü ve o toprağın insanlarının göç hikayelerini yazıyor. Kocası ile İtalya’ ya taşınıyor ve buraya taşındıktan sonra İtalyanca yazmaya başlıyor. “Roman Stories” adlı öykü kitabında Roma’da geçen göç hikayeleri var. Yazarla ilk olarak ödül aldığı öykü kitabı Dert Yorumcusu’ nda yer alan bir öyküsü ile tanışmıştım. Çocuklarını kaybeden Hint  asıllı bir çiftin hikayesini anlatıyordu. Güçlü dili ile hikayelerinde kültürlerarasılığa bolca yer veren bir yazar. Ben de çok severek okuyorum kitaplarını.

Çağdaş yazarlardan ilk aklıma gelen dostum Melisa Kesmez’in öyküleri. Onun öykülerini de çok severek okuyorum. 

ÖA: Son olarak önümüzdeki dönem için bizi neler bekliyor? Yolda olan yeni bir roman veya öykü kitabın var mı? 

BK:  Dünyanın farklı yerlerinde geçen kadın öykülerinden derlediğim öykü kitabını yeni bitirdim. Uzun keyifli bir yazma yolculuğu oldu benim için. Okurlarla buluşmasını heyecanla bekliyorum.

ÖA: Bu keyifli röportaj için çok teşekkür ederim. Yeni öykü kitabın ve alacağın yeni ödüllerin üzerine tekrar konuşmak dileğiyle. 

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Annemin Uyurgezeler Geceleri

yazar

Yayınlayan

on

Beni tanıyanlar, sıkı bir Ayfer Tunç hayranı olduğumu çok iyi bilir. Üstelik bu hayranlık sanıldığı kadar eskiye dayanmıyor. Türkiye’de pazarlama yöneticisi olarak çalıştığım dönemde, kitap tutkunu iş arkadaşım Gülşah’la sürekli kitap değiş tokuşu yapar, birbirimize kitaplar önerirdik. Ben ona Oya Baydar’ın unutulmaz ikilemesi Sıcak Külleri Kaldı ve Erguvan Kapısı ile yolu açtım, üzerine Elena Ferrante’nin Napoli Serileri’ni ekledim. O da bir gün, yüzündeki o “acil öneri” ifadesiyle gelip, “Osman’ı okuyorum, elimden düşüremiyorum. Sen bu kitaba bayılırsın,” dedi. İşte o cümle Ayfer Tunç evrenine giriş biletim oldu.

  Osman’ı bir solukta bitirdiğimde hissettiğim şey yalnızca okuma keyfi değildi; “Bu kadın nasıl yazıyor böyle?” diye kendime sorduğumu hatırlıyorum. Ve araştırırken bunun bir üçleme olduğunu öğrendiğimde, abartmıyorum, sevinçten havalara uçtum. İlk iki kitabı okumadan son kitaba dalmış olmamı da çok önemsemedim açıkçası; hemen Kapak Kızı’nı aldım ve tabiri caizse bir gecede yuttum. Ardından Yeşil Peri Gecesi geldi; günlerim gecelerime karıştı adeta, karakterlerle baya arkadaş oldum. Kitabı bitirdiğim hafta kendimi Şile’deki romanda adı geçen deniz fenerine sarılırken bulmam, yaşadığım etkiyi anlatmaya yeter sanırım. (Kitabı okuyanlar ne demek istediğimi çok iyi anlamıştır.)

  Ayfer Tunç maceram bununla sınırlı kalmadı elbette. Peşi sıra Suzan Defter, Aziz Bey Hadisesi, Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek, Aşıklar Delidir, Kuru Kız, Memleket Hikayeleri derken bir baktım, yazarın dünyası hayatımda özel bir yer tutmaya başlamış. En son kitabının yakında çıkacağı ile ilgili yorumlar kulağıma geldikçe heyecanım arttı. Fakat yurtdışında yaşamanın o küçük ama can sıkıcı ayrıntısı yine karşıma çıktı: istediğin kitaba hemen ulaşamamak. Kitap yayımlanır yayımlanmaz sosyal medyada herkes kitabı paylaşırken, itiraf ediyorum, kıskançlıktan içim içimi yedi. Ta ki çok sevdiğim biri kitabı bana sürpriz yapıp gönderene kadar.

  Kitabı elime alır almaz kahvemi yaptım ve kendimi sessizliğe bıraktım. Ve işte yine o tanıdık duygu: “Bu nasıl bir kurgu!” Matruşka gibi açıldıkça açılan hikayeler, her satırda başka bir sokağa savuran anlatılar. Bir noktada fark ettim ki Tunç, sadece hikaye anlatmıyor; okuru kendi labirentine davet ediyor. Döner misiniz, kaybolur musunuz, tamamen size kalmış.

Unutamayan Bir Belleğin Kişisel Muhasebesi

  Ayfer Tunç okurları bilir; Bu kalem insanın elinden tutup sizi karanlık bir odaya sokar ama içerideki her gölgeyi de tek tek gösterir. Annemin Uyurgezer Geceleri tam da böyle bir roman. Üç kuşak kadının yarım kalmış hayatlarını, eksik bırakılmış sevdalarını, konuşulmamış acılarını ve yıllar boyunca kimsenin dokunmaya cesaret edemediği aile sırlarını açıyor önümüze. Yaşanamamış bir aşk, yaşanmış ama tamamlanamamış bir diğeri ve yaralı bir anneanne. Tunç yine o kendine özgü sakin ama içe işleyen diliyle, okuru daha ilk sayfada derin bir psikolojik kazının içine bırakıyor.

  Romanın merkezinde Şehnaz var. Onun güçlü belleği ve koku hafızası, hikayenin hem taşıyıcısı hem de açılan her düğümün anahtarı. Şehnaz’ın hatırlama biçimi bir tür lanet aslında. Unutmuyor ve unutmadıkça geçmişi içindeki yerinden hiç kımıldamıyor. Tam da bu yüzden roman bazı bölümlerde insana karın ağrısı yaşatıyor.

 Hikayenin kırılma noktası, Şehnaz’ın annesi Ayhan Hanım’ı bir gece uyurgezer olduğunu fark etmesiyle başlıyor. Bu sahne öyle bir sahne ki, romanı tutan bütün kolonlar yerinden oynuyor. Anne, gecelerin dilini kullanarak sakladığı her şeyi dışarı döküyor: yıllarca üzeri örtülmüş sırlar, susturulmuş travmalar, eksik bırakılmış gerçekler. Anneannesinin genç kızlığından, anne Ayhan Hanım’ın evliliğine, baba eksikliğine ve ailenin dört kuşağa yayılan yalnızlığına kadar her şey yeniden görünür oluyor. Tunç burada kader kavramını, genetik bir miras gibi kuşaktan kuşağa aktarıyor. Üç kadın değil, aynı kaderin üç farklı zamanı sanki.

  Şehnaz ve E. ilişkisi ise romanın başka bir yangın alanı. Bir yasak aşk hikayesi gibi başlıyor ama aslında bir bağımlılık döngüsünün anatomisi. E. karizmatik ve zeki, ama bir o kadar bencil, kırıcı ve tüketici. Şehnaz’ın tam otuz yıl boyunca bu ilişkide kendinden nasıl eksildiğini, nasıl görünmezleştiğini okurken içiniz sızlıyor. Kitabı okurken 2024 Uluslararası Booker Ödüllü Kairos aklıma geliyor. Orada da aynı bu E. karakterinin benzeri bir karakter Hans tüm çirkinliği ile hafızamda canlanıyor. Ve kitap boyunca E.’ye olan nefretim katlanarak artıyor. Tunç bu noktada romantik bir hikaye anlatmıyor; tam tersine, “aşkın” gölgesinde yaşanan toksik bir teslimiyetin ne kadar yıpratıcı olabileceğini gösteriyor ve ataerkil düzeni güçlendiren erkeklerin entellektüel seviyede de var olduğunun altını çiziyor.

  Romanın en etkileyici taraflarından biri de dönem ruhunu çok ince bir dille aktarması. Sosyolojik atmosfer, kadınların üzerindeki toplumsal baskı, erkek egemen bir dünyada görünmeden hayatta kalmaya çalışan kadınların hikâyeleri. Aslında ahlaki temsili yerine getirmek zorunda kalan kadınların bir baş kaldırısı bu kitap. Hepsi romanda nefes alıyor. Yazar bir yandan karakterleri anlatırken, bir yandan da okuru kendi geçmişiyle yüzleştiren bir aralık açıyor.

 Annemin Uyurgezer Geceleri, benim için Tunç bibliyografyasında çok özel bir yere oturdu. Çok acıklı, çok gerçek ve insanın içini sessizce kemiren bir roman. Üç kuşak kadının yalnızlığını, acısını ve taşıyamadıkları duyguları okurken, anlatının ağırlığı sayfaların arasından sızıyor. Kitap sizi derin sorguların eşiğinde bir yol kenarına atıyor. Oradan dön dönebilirsin.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

ANADOLU’NUN KADİM SESİ “Doğrunun gölgeside doğru olur “

yazar

Yayınlayan

on

Biz Türkler olarak, atasözlerinin paha biçilmez mirası dışında, birçok özlü söze de sahibiz. Anadolu irfanının süzgecinden geçen bu kadim sözler, içlerinde derin bilgelikler taşır. Yüzyıllık tecrübeyi birkaç kelimeye sığdırırken, aynı zamanda ahlaki ve felsefi derinliğe de sahiptir.

Yakın zamanda duyduğum ve toplum olarak hatırlamaya çok ihtiyacımız olduğuna inandığım bir özlü söz, yüreğimin en derinine işledi: “Doğrunun gölgesi de doğru olur.” Bu cümlenin bende bıraktığı duygu, hayranlıktan ziyade, geçmişte kaybettiğimiz değerlere karşı bir özlem hissettirdi.

​İnsanlık olarak ne kadar da yorgun düştük! Hangi gölgenin gerçek, hangi parıltının sahte olduğunu anlamaya çalışmaktan yorulduk. 

Çağımız, özün değil, imajın önemsendiği, gürültünün dürüstlüğün sesini boğduğu bir karmaşaya dönüştü. İnsanlar kendilerini hayatlarını ikiye bölmeye adadı adeta: “Gözler önündeki ‘öz’ ve kimsenin görmediği ‘gölge’.” Oysa atalarımız bize sesleniyor: “Temelin eğriyse, üzerine inşa ettiğin her şey yamuk olacak.”

Bu özlü söz, aynı zamanda kendimize bir şefkat dersi de verir. Duvarı düzeltmek, kendi ruhumuzu korumak için bir görevdir; çünkü o duvar, öz değerimizi, iç huzurumuzu çevreler.

Eğer bir insanın niyeti duru, vicdanı aydınlık ise; onun attığı her adım, kurduğu her cümle, hatta hiç konuşmadan duruşu bile etrafına güven ve huzur yayar. O kişinin gölgesine sığınan korkmaz, zira bilir ki o gölge, yalanın ve hilenin sıcağını değil, hakikatin serinliğini taşır. Bu, sahtelikle mücadele eden ruhlar için ne büyük bir teselli!

Toplum olarak bu sözü hatırlamaya ihtiyacımız var. Güvenin yıkıldığı, sözün kıymetinin azaldığı bir zamanda, ihtiyacımız olan tek şey, gölgesine bile inanabileceğimiz kadar doğru insanlar yetiştirmek. Sadece kendimiz için değil, çocuklarımızın huzur bulacağı, vicdan pusulasının şaşmayacağı, aydınlık bir gelecek için.

Bırakalım bu kadim söz, kalbimizin derinliklerinden yükselen bir Anadolu türküsü gibi ruhumuzu sarsın. Bizi, gölgemizden utanmayacağımız, aksine gölgesinde dinleneceğimiz bir hayata davet etsin.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

                      En Hüzünlü Eylül

yazar

Yayınlayan

on

  Bazı kitaplar vardır; sayfalarında sizi neyin beklediğini bilirsiniz de eliniz gitse de kalbiniz engel olur. Çünkü o kitabın yalnızca okunmayacağını, insanın ruhunda bir yerleri paramparça edeceğini sezersiniz. En Hüzünlü Eylül tam da böyle bir kitaptı benim için. Elime almam biraz sancılı oldu.

  Aslında Osman Balcıgil’in adını çok sık duymuş olmama rağmen, onun kitabını okumak ancak yakın zamanda nasip oldu. İsviçre Türk Edebiyat Kulübü olarak düzenlediğimiz “Şairler Limanı – Sabahattin Ali Gecesi” için içerik hazırladığım günlerde, Bodrum Sahafçısı’nın kitapları arasında kaybolmuşken, Balcıgil’in Yeşil Mürekkep’i elime düştü. Siz tesadüf deyin; ben tevafuk. Bir solukta okudum ve “Kim bu Osman Balcıgil, böyle yazmak nasıl bir birikimin sonucu?” diye düşünürken, yılların deneyimiyle yoğrulmuş bir araştırmacı gazeteciyle karşılaştığımı anladım. O anda taşlar yerine oturdu.
  Böyle bir kalemi bulmuşken bırakır mıyım? Elbette hayır. Zürih’e dönerken En Hüzünlü Eylül’ü bavuluma, diğer kitapların arasına özenle yerleştirdim. Elim her seferinde ona gitse de kalbim “Henüz zamanı değil,” diyordu.
Ta ki geçen haftaya kadar.

Parçalanmış Ruhlar ve Bir Şehir

  6-7 Eylül’ü anlatan belki ona yakın kitap okumuşumdur; her seferinde aynı sarsıcı his: İnsan denen varlığın kötülüğü nasıl bu kadar hızlı örgütleyebildiğini, “öteki” ilan edilen kim varsa ona nasıl bu kadar kolay vahşileşilebildiğini yeniden ve yeniden sorgulamak… Din mi, ırk mı, kimlik mi, bizi bir anda barbarlığa sürükleyen o karanlık dürtü? Bu sorular her okumada büyür içimde.

  Ama bu kitapta yaşadığım daha kapsamlıydı. Çünkü Balcıgil yalnızca o karanlık günleri anlatmıyor; derin araştırmalarla ortaya çıkan belgeleri, dönemin tanıklıklarını ve arşiv gerçekliğini öyle bir kurguyla örüyor ki, okur olarak tarihle yüzleşmenin ağırlığını bütün hücrelerinizde hissediyorsunuz. Daha önce aynı acıyı defalarca hissetmiş olsam da, bu kez hissettiğim sızı çok daha keskin; çünkü bu anlatı yalnızca acıyı hatırlatmıyor, onun nasıl örgütlendiğini, nasıl planlandığını, nasıl adım adım büyütüldüğünü de çarpıcı bir netlikle göz önüne seriyor.

 Ne diyebilirim ki…
 Bu kez sadece sarsılmadım; parçalandım ve her bir parçamı ayrı yerde bıraktım.

 Hüzünlüdür İstanbul… Hele Eylül 1955’ten beri.


  Bu kadim kentin destansı tarihinde, 6-7 Eylül 1955’in yarattığı büyük yıkım, sadece toplumsal değil, bireysel hafızalarda da derin bir çentik bırakır. En Hüzünlü Eylül romanı tam da bu çentiğin içine eğiliyor.

  Roman “Söyledim ve ruhumu kurtardım” cümlesiyle başlıyor. Bu söz romanın taşıyıcı kolonu. Çünkü En Hüzünlü Eylül, yalnızca geçmişi anlatan bir metin değil; aynı zamanda susmanın, görmezden gelmenin de suç ortaklığı olduğuna dair bir yüzleşme çağrısı.

  Suzan’ın gözünden okuduğumuz hikaye, Türkiye–Yunanistan arasındaki gerilimlerin, Kıbrıs meselesinin ve milliyetçiliğin adım adım yükseldiği yıllarda geçiyor. Bu süreçte “iyi niyetli bir dayanışma hareketi” olarak sunulan Kıbrıs Türktür Derneği’nin aslında derin devlet bağlantılarıyla Anadolu’nun ve İstanbul’un çeşitli semtlerinde halkı sistemli biçimde örgütlediğini görüyoruz.

  Dönemin İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay’ın, yaşanacakların vahametini Cumhurbaşkanı ve İçişleri Bakanı’na defalarca aktarmasına rağmen Ankara’dan yükselen sessizlik, fırtınanın yaklaşmakta olduğunu açıkça gösteriyor. Roman, devlet koridorlarında duyulan bu sessizliğin, aslında gürültülü bir hazırlığın parçası olduğunu acı bir gerçeklikle hatırlatıyor. Nitekim olaylardan sonra ortaya çıkan belgeler, 6-7 Eylül’ün fitilinin bizzat devlet tarafından ateşlendiğini ortaya koyuyor.

  Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atıldığına dair yayılan, sonradan asılsız olduğu anlaşılan haberle birlikte İstanbul’un kalbinin nasıl bir anda harap olduğuna tanık oluyoruz: Önceden hazırlanmış kamyonlar, el altından dağıtılan demir sopalar, birbiri ardına yağmalanan evler, kiliseler, okullar…

  Daha da acısı: Yassıada’daki yargılamalarda sorumluların önemli bir kısmının devletin kendi yargıçları tarafından serbest bırakılması. Adalet, tıpkı o günlerdeki evlerin pencereleri gibi kırık; ama kimse o camları toplama cesareti göstermemiş.

  Bu politik karanlığın içinde Suzan ile Yorgo’nun büyük aşkı paramparça oluyor. Suzan’ın beş yıl süren kesintisiz yasına tutunan roman, okura yalnızca “ne oldu?”yu değil, “neden oldu?”yu da düşündürüyor. Ve belki de daha acısı: “Bir daha olur mu?” sorusunu.

  Kitabın sonunda verilen hatırlatma, yüzleşmenin neden şart olduğunu bir kez daha vurguluyor:
“6-7 Eylül’ü doğuran karın yenilerine gebe kalmıştır. Bunu Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta acıyla öğrendik.”

  En Hüzünlü Eylül, bir aşk romanından öte bir yüzleşme metni.
İstanbul’da Türkler ve Rumların aynı sofraya oturduğu günlerin nasıl bir gecede altüst olduğunu gösteriyor. “Biz nasıl buraya geldik?” sorusuna cevap arayan herkese, tarihin sadece uzak geçmişte kalmadığını hatırlatıyor.

  Roman bittiğinde, girişteki bu söz kulaklarda yankılanmaya devam ediyor.
                    “Söyledim ve ruhumu kurtardım.”

  Osman Balcıgil, bir röportajında bu cümlenin arka planını şöyle anlatıyor:
“Belleğimin karanlık bir köşesinde saklamayı sürdürmedim. Bu kitabımla ‘azınlık’ yurttaşlarımızdan, en azından kendi adıma özür dilemiş oldum. Allah konuşmayanları, susanları, düşüncelerini kendileriyle birlikte cehenneme götürecek olanları da kurtarsın.”

  Belki de bu tür hikayeleri okumak, konuşmak, hatırlamak ve anlatmak da bizim kendi ruhumuzu kurtarma çabamızdır.

Haberin Devamını Oku

Trendler