Sosyal Medya

Köşe Yazıları

Yürümeye övgü: Düşünüyorum, öyleyse yürüyorum!

yazar

Yayınlayan

on

Doğa yeni uyanıyor. Gökyüzü, rengine karar vermeye çalışırcasına pembeden turuncuya, alacalı görünüyor. Güneş cömertliğini henüz göstermemiş ama bugün pek de utangaç olmayacağı belli, hava şimdiden yumuşacık. Sadece adımlarımın altındaki otların hışırtılarının duyulduğu bir sessizlik içinde tepeye doğru yürüyorum. Üzüm bağlarına çıkan kısa ve dar bir patika bu. Sabahın taze kokusu içimi çocuksu bir sevinçle dolduruyor. Kayınların dallarının arasından sesinden büyüklüğünü kestiremediğim bir kuş sabahı selamlıyor. Düzenli soluk alıp vererek ve tempolu adımlar atarak geçen beş, altı dakikalık bir yürüyüşün ardından, tepenin yamacından Zürih Gölü’ne doğru sereserpe uzanmış şekilde tüm bereketli güzelliğini sunan üzüm bağlarına varıyoruz. Köpeğim Grissino’nun en sevdiği yer burası. Bağların arasındaki toprak yolda onu serbest bıraktığımda alev rengi tüylerini esintiye bırakarak özgürce koşuyor.

Ben onun ardından yürüyorum. Koşmayı tetikleyen hız ve ataklık isteğinin değil, yürümenin getirdiği sakinlik ve teslim olmanın peşindeyim. Öylece yürüyor ve vücudumun ritmine ruhumun çabasız bir doğallıkla ayak uydurmasını izliyorum. Adımlarım belli bir tempoya ulaştığında günlük hayatın zihnimde yaratmış olduğu gürültü, doğanın dinginliği ile birlikte eriyip gidiyor. Tüm yaşama telaşının geçici bir süreliğine geride kaldığını hissettiğim o noktada kendimle-veya en fazla köpeğimle-gerçek anlamda başbaşa olmanın tadına varıyorum.

Yürüyüşçü olma yolunda

Yıllar önce İsviçre’ye geldiğimde pek çok İstanbullu gibi bir araba bağımlısıydım. O zamanlar Basel’de yaşayan eşimi ziyarete gelmiş ve akşam yemeğe giderken arabayı almak yerine taksi çağırmayı önermiştim. Nasıl da pratik bir düşünce! Basel’in ne kadar düzenli ve yürünesi bir şehir olduğunu, Ren Nehri boyunca yürüyerek şehrin her iki yakasını bir saat içinde bitirebileceğimi öğrenmek çok vaktimi almayacaktı. Neredeyse ekmek almaya bile arabasına atlayıp gitmeye alışmış bir metropol kadını için yepyeni bir keşif (!) hissiydi bu. Elbette bu müthiş buluşa adapte olabilmenin ilk koşulu, bavulumda Basel’e gelen yüksek topuklu ayakkabılarımdan rahat yürüyüş ayakkabılarına yumuşak bir geçiş yapmaktı.

Geçen yıllar içinde İsviçre ve İrlanda’daki yürüyüşlerim beni “kendimce” tecrübeli bir yürüyüşçüye dönüştürdü. Buna, son birkaç yıldır araba kullanmama özgürlüğü de eklenince, adımlarım ve zihnimin dostluğu pekişip güçlendi. İsviçrelilerin yürüyüşte kullanmayı pek sevdikleri o kayak batonu benzeri çubuklara kollarımı hapsetmiyor, adımlarıma uyum sağlamaları için onları serbest bırakıyorum; tıpkı özgür kalıp doğaya akan zihnim gibi. Konuşmaya gayret sarfetmemek ise işitme yetimi keskinleştiriyor. Sadece doğayı dinlediğimde her türlü irili ufaklı sesi farkedebiliyorum. Adeta Grissino ile yarışıyoruz doğaya kulak kabartmakta! O, yaşı ve ırkı gereği haliyle hızın peşinde. Ama yanımda yürürken benim yavaşlığıma ayak uydurmaya çalışıyor-yeter ki karşısına onu kontrolden çıkarıp atak cesurluğunu sergiletecek bir köpek veya kuş çıkmasın!    

Yavaşlık ve düşünmek üstüne 

Frederic Gros, çok severek okuduğum “Yürümenin Felsefesi”nde “Kendine güvenin ve cesaretin sahici göstergesi yavaşlıktır” der. Hızın zıddı olmayan bir yavaşlık burada bahsettiği. İyi yürüyüşçüye ait özellikler adımların son derece istikrarlı olması ve yeknesaklık ona göre. Kötü yürüyüşçü ise bazen hızlanıp, sonra yavaşlayabilir. Ani süratlenmelerle kazandığı hızın ardından soluk soluğa kalır. Yavaşlık ise tam olarak aceleciliğin zıddıdır Gros’un ifadesine göre.

Kalori hesaplarının kurbanı olarak kan ter içinde yürüyenleri konumuzun dışında tutarsak, sadece aceleciler midir yürürken hızlanan? Bazen hatırlamak istemediğimiz şeylerden kaçmak, onları hafızamızdan bir an önce atmak için de hızlanır adımlarımız. Adımlarımızı daha hızlı attıkça o hatırlamak istemediğimiz anılar sanki daha hızlı çıkacaktır aklımızdan. Anımsamak istediğimizde ise yürüyüşümüz kendiliğinden yavaşlar. Yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasındaki gizli ilişki olarak tanımlar bunu Milan Kundera “Yavaşlık” kitabında. Yavaşlığın derecesi anının yoğunluğuyla, hızın derecesi ise unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. 

Bazen hızla yürürken nefes almadan da konuşan, adeta atılan her adıma mümkün olduğunca çok kelime sıkıştırmaya çalışan geveze yürüyüşçüler geçer yanımdan. Kelimelerin uğultusu uzaklaştıkça bir oh çekerim öyle anlarda! Yalnız yürümeyi tercih etmem de bu sebeptendir. Yürürken serbest kalan zihin belli bir berraklığa ulaşır, düşünceler billurlaşır. Öfkelendiren olaylara fevri tepki vermemek, önemliyi önemsizden ayırt etmek ve daha sağlıklı karar alabilmek kolaylaşıverir. O yüzden önemli kararlar öncesinde kullanılan “üstüne uyumak” kavramı gibi, benim için bir de “üstüne yürümek” yaklaşımı vardır.     

Bir yerlerde okuduğum şu cümle bana ilham verici geldi: “Düşünmek, bir nevi kavramlar ile seyahat etmektir”. Bu zihinsel seyahate, beden de harekete geçerek eşlik ettiğinde düşünce ritmik bir eyleme dönüşüp daha kolay akıyor belki de. Metin Münir “Yürümek aklı da yürütür” demişti bir yazısında, ne kadar da doğru bir tanımlama.

Yürümek tarih boyunca hep önemli oldu

Tarih boyunca düşünce ile yürümenin ilişkisi üzerine o kadar şey yazılıp söylenmiş ki! Her kültür, yürümeyi farklı şekillerde yorumlamış, düşünürler ve sanatçılar yürürken düşünme ve fikir üretmeye övgü yapmışlar. Antik dönemden beri bilgeler, hep yürüyerek derin düşüncelerin peşine düşmüşler. Aristoteles’in bir aşağı bir yukarı yürüyerek ders anlattığını ve kurduğu okulda yetişen öğrencilerin, Yunanca “gezinmek, yürümek” anlamındaki “peripatein” kelimesinden türeyen “Peripatetik” ifadesi ile tanımlandıklarını görürüz örneğin. Bu gelenek İslam dünyasında da devam etmiş, Farabi, İbn Sina gibi İslam filozofları da Arapça “yürümek” anlamındaki “meşy” kökünden türemiş bir kelime olan “Meşşai” ile anılmışlardır. 

Peki sadece doğada yürümek mi insana tüm bu özellikleri kazandırır? Ya yaşadıkları sokaklara ve ana caddelere sıkışmış büyük şehirliler? Elbette şehirde ve doğada yürüyüşe çıkmanın nitelikleri oldukça farklı. Şehirlerde kaldırım veya parklarda yürürken gündelik hayatın kalbindedir insan. Yine de zihnin gürültülerinden uzaklaşarak diğer insanlara ve hayata karşı gözlemci olma şansı yakalanır. Her gün yaşadığımız sokağı bile yeni bir gözle görmeye çalışmak, başımızı kaldırıp daha önce görmediğimiz detayları farkedebilmek keyifli ufak keşifler olabilir.

Düşünürlerin çoğu doğadan ilham almış olsa da, içlerinde şehirli yürüyüşçüler de olmuş elbette. Örneğin Kirkegaard, Kopenhag sokaklarında usanmadan yıllarca yürümüş. Her ne kadar bazı kaynaklarda yürüyüşlerinin sebebi olarak sevip de ulaşamadığı bir kadın gösterilse de (Regine Olsen’i sevdiği halde onu mutlu edememekten korktuğu için evlenmekten vazgeçen filozof, genç kadının evleneceğini duyduğunda melankoliye kapılmış) yürümek, onun yazılarının kaynağı olmuş ve dostlarına, yürüyebildiği sürece ölüm dahil hiçbir şeyden korkmadığını dile getirmiş. Caddelerde rastladığı insanlarla konuşmayı seven Kirkegaard’ın, bu sohbetlere verdiği yaratıcı bir de isim var: “İnsan banyosu”!

Son olarak şehirde yürüyüş deyince XIX. yüzyılda ortaya atılan ve XX. yüzyıl romanlarında da karşımıza çıkan Fransızca kökenli “flanör” ler geliyor aklıma. “Kenti karış karış gezen kişi” anlamına gelen bu sözcük farklı şekillerde yorumlansa da, kentin içindeki gerçek gözlemcilerdir flanörler. Aylak kent gezginleri olarak şehri en ücra köşelerine kadar arşınlar ve hayatı gözlemleyip düşünürler. “Aylak” ifadesi, aylaklığın işsiz güçsüz olmak şeklinde algılandığı günümüzde olumsuz bir imge oluştursa da, bazen aylaklık da iyi gelir insana. Kundera, eski aylaklıklara gönderme yaparak bir Çek atasözünü paylaşır okuyucularıyla:

Aylaklar Tanrının pencerelerini seyrederler”.

Beş dakika boş kalamayıp ekranlara kilitlenen günümüz insanını düşününce oldukça anlamlı gelen bir söz. Bugün ihtiyacımız olan belki de biraz daha fazla “aylak” olabilmek…

Haberin Devamını Oku
2 Comments

2 Comments

  1. Derya

    11 Eylül 2024 at 07:12

    Doğayı hissederek, dinleyerek ve hayallere dalarak yürümenin tadını bir kez alan bırakamaz. Bu güzel yazı için teşekkürler, keyifle okudum yürüyüş aşığı biri olarak 😊

  2. Meltem Soğuk Stropoli

    11 Eylül 2024 at 21:29

    Merhaba Derya Hanım, mesajınız için çok teşekkür ederim, ne mutlu bana okurken keyif aldıysanız. Bir gün yüzyüze de tanışmak mümkün olur umarım :). Sevgilerimle.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

VENEDİK MİMARLIK BİENALİ ZİYARETE AÇILDI

yazar

Yayınlayan

on

19.uncu Venedik  Mimarlık Bienali   Başladı… 23 Kasım 2025’e kadar ziyaret edilebilir…

Luzern’den DEON Mimarlık da, 25. Kuruluş Yıldönümünü Venedik Mimarlık  Bienal’i kapsamında bir sergi ile kutluyor…

Deon Mimarlık Sergisi  25 Yılın anısına yayınlanan, DEON Mimarlık kitabının lansmanını da içeriyor…                                                  

Venedik’in büyülü atmosferinde ünlü Rialto Köprüsü’nün hemen yanındaki muhteşem Palazzo Bembo’da yeralan sergi, Venedik Bienali süresince,

23 Kasım 2025’e kadar ziyarete açık olacak.

 300.000 ziyaretçisiyle dünyanın en büyük mimarlık sergisi olarak kabul edilen Venedik Mimarlık Bienali, bu yıl; ‘’zeka’’ kavramını genişleterek, mimarlığı, disiplinler arası bir laboratuvara dönüştürmeyi, iklim  krizine somut ve yaratıcı çözümler aramayı hedefliyor.

DEON Mimarlık;  Venedik Mimarlık Bienali kapsamında yer aldığı bu sergi ile hem 25. kuruluş yıldönümünü kutluyor, hem de  sergiyi ve 25. Yılını dev bir kitap ile kalıcı hale getiriyor.  528 sayfa ve 3.3 kg ağırlığındaki DEON kitabı, kuruluşundan bu yana gerçekleştirdikleri projelerden seçtikleri 19 projeyi içeriyor.

Projelerin; mücevher parçaları, ışıltılı taşlar, değerli kumaşlar gibi, özgün çizimleri ya da kabaca veya aceleyle çizilmiş taslakları, ya da taslaklar üzerine düşülmüş notları, bu günü bekleyip,  muhteşem kitapta yerini almış.

Kitabın tasarımı ve projenin gerçekleştirilmesi heykeltraş, fotoğrafçı ve serbest sanatçı Hansjürg Buchmeier tarafından gerçekleştirildi. Buchmeier, uzun yıllardır DEON Mimarlık’a sanat danışmanı olarak destek veriyor.

Deon Kitabı, sadece içindeki projeler ve özgün sunumları florasan fuşya rengi kapağı ile  girdiği kütüphanelerde ve satışa sunulan kitapçılarda ilgi çekeceğe benziyor.

Bienal kapsamında açılan sergide konuşan Deon Mimarlık kurucusu ve başkanı Luca Deon yaptığı konuşmada, 25 yıl boyunca Deon Mimarlık olarak mimarlık anlayışlarının, estetik standartları ve fonksiyonelliği, insan odaklı ve sürdürülebilir çevre anlayışıyla sürdürdüklerinin altını çizdi. Ayrıca ziyaretçilere, 25 yıllık mimarlık yolculuklarını ve geleceğe bakışlarını özetledi…

Profesör Luca Deon, İsviçre- Luzern’de doğdu.

Albert Einstein’in  eğitim görüp, sonrasında da konuk Profesör olarak çalışmasıyla dünyaya adını duyurmuş, ETH  Zürih (Eidgenössiche Technische Hochschule) Mimarlık Fakültesi’ni bitirdi.

Universiteyi bitirdikten sonra, EPF Lozan (Ecole Politecnique  Federal Lausanne)’da üç yıl boyunca Asistan olarak çalıştı.

Daha sonra  Yverdon-les- Bains Arteplage deki Expo.02’de mimari konseptten sorumlu olarak görev aldı.  (İsviçre Ulusal Sergisi olarak tanımlayabileceğimiz sergi; ‘’Ben ve Evren’’ teması ile tasarlanmış ve İsviçre’nin hem geçici mimarisi ile hem kamusal mekanlar yaratarak, İsviçre’nin modern mimari hafızasında unutulmaz bir iz bıraktı)

Daha sonra uzun yıllar, İsviçre’nin en eski Mimarlık Galerilerinden biri olan Architekturgalerie Luzern’in  direktörlüğünü üstlendi. Eski tarihi mekanlarda ve geçici mekanlarda sergiler düzenleyerek, mimarlık kültürünü yaymayı amaçlayan bu platformda, çok sayıda önemli projeler gerçekleştirdi.

Hochshule Luzern’de  2003 yılından bugüne Tasarım ve Yapı Profesörü olarak, Görsel Tasarım konusunda dersler veriyor.

Ayrıca Mısır Universitesi’nde (MIU Misr International University) de konuk Profesor olarak dersler vermiştir.

Katsushika Hokusai’ye ve Japon kültürüne olan ilgisi onun bir süreliğine Japonya’ya gidip orada ilhamla dolacak zamanlar geçirmesine neden oldu.

Orada kaldığı süre içinde ünlü Japon mimar Riken Yamamoto ( Riken Yamomato, 2024 yılında Mimarlığın Oskarı sayılan Pritzer Prize Ödülünü kazandı) ile yakın bir şekilde çalıştı.  Bazı mimari yarışmalara katıldı. Japonların depremlere karşı geliştirdikleri yapı modelleri ve estetiği onu derinden etkiledi. Japonların doğaya karşı değil, Hokusai’nin dalgaları gibi bilhassa onu kucaklayan tarzları ona İsviçre’de türünün ilk örneği ahşap gökdelen yapma fikrini verdi.

Luca Deon, ailesiyle birlikte İstanbul ve Türkiye’nin farklı bölgelerini de ziyaret edip,  tarihinden, çok katmanlı ve çok faklı kültürleri barındıran mirasından çok etkilendiğini de sıklıkla dile getirmektedir.

Luca Deon, 1999 yılında kurmuş olduğu DEON AG Mimarlık Şirketinde (www.deonag.ch) İsviçre ve dünyanın farklı yerlerinde özgün projeler üretmeye devam etmektedir.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Satır Arasındaki İzler – SU – Buket Uzuner

yazar

Yayınlayan

on

“Aklın süsü dil, dilin süsü sözdür.
Kişinin süsü yüz, yüzün süsü gözdür.”
Kutadku Bilig- Yusuf Has Hacib

Buket Uzuner İle tanışmam, lise yıllarımın sıcak bir yaz tatili sonrasına denk düşer. Çocukluk arkadaşım, yıllarca aynı sırayı paylaştığım Pınar Bulut’un, lise yaz tatili dönüşü “Sana bir kitap getirdim, bunu mutlaka okumalısın,” diyerek elime tutuşturduğu romanla hayatımda yepyeni bir kapı aralanmıştı.

“Kumral Ada Mavi Tuna”, o yıllarda sadece bizim değil, birçok gencin hayatına damga vurmuştu. Ada’nın coşkulu halleri, Aras’ ile yaşadığı masum aşk, masumiyeti sarsan kayıplar… Tüm bu duygular arasında, yıllara inat direnen bir çocukluk aşkı saklıydı satır aralarında. Kitabı ne zaman hatırlasam, gözlerimin kenarında bekleyen bir damla usulca kendini hatırlatır.

Sonrasında Buket Uzuner’in diğer kitaplarıyla da yolum kesişti. İki Yeşil Su Samuru, İstanbullular, Gelibolu ve daha niceleri… Her biri hayatımın başka bir dönemine eşlik etti; iz bıraktı. Derken yıllar geçti. Uzuner, zihnimde her zaman saygıyla andığım bir yazar olarak yerini korudu, ama yollarımız bir süreliğine ayrıldı. Ta ki 2023 yılına, İsviçre’ye taşındığım o ilk yıla dek. Dilini bilmediğim yabancı bir ülke, tanımadığım insanlar, bana ait olmayan eşyaların yer aldığı bir ev… Yanımda sadece birkaç bavul eşya, biraz hayal, çokça korku ve geride bıraktığım koca bir geçmiş vardı. Bir de çantama sığdırabildiğim 5-10 kitap. Onlardan biri, Buket Uzuner’in Su-Toprak-Hava-Ateş dörtlemesinin ilk kitabı Su’ ydu.

Yeni hayatımın sessizliğinde, o kitapla baş başa kaldım. Ve yine tuttu elimden Buket Uzuner. Zamanı, mekanı, kim olduğumu unutturan o tanıdık dille başka bir serüvene sürüklendim. O an, hikâyem yeniden başladı.

 Suyun Hafızasıyla Yazılmış Bir Roman: SU

“Yaşamak, tabiatın efendisi değil, onun parçası olduğunu hissetmektir, çünkü ona döneceğiz!”

Buket Uzuner’in kaleminden çıkan Su, yalnızca bir roman değil; kadim bir sesin; toprağın, rüzgarın ve en çok da suyun hafızasında yankılanan çağrısıdır. Yazar, bu eserinde Anadolu’da binlerce yıldır var olan Kamanlık (Şamanizm) geleneğini dört element üzerinden ele alarak “Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları” başlıklı dörtlemenin ilk durağında, okuru doğa, tarih, mitoloji ve bugünün toplumsal gerçekliği ile örülü katmanlı bir anlatıya davet ediyor.

Su, bir yaz akşamı Kadıköy’deki Barış Manço vapuruna binen gazeteci Defne Kaman’ın gizemli kayboluşuyla başlıyor. Ancak bu roman, klasik bir polisiye gibi ilerlemiyor; hatta baş karakteri Defne Kaman, roman boyunca bir gölge gibi, daha çok geride bıraktığı izlerle var oluyor. Anlatının eksenini; onu aramakla görevli Komiser Ali Ümit, bilge sahaf Semahat ve Defne’nin Kam (şaman) olan ninesi Umay Bayülgen oluşturuyor. Böylece roman, bir kayboluş hikayesi olmaktan çok, bir uyanış ve sorgulama serüvenine dönüşüyor.

Mitolojik ve metafizik katmanlarla bezenmiş romanın temel çatısı, modern dünyanın unuttuğu doğa bilgeliği üzerine kurulu. Buket Uzuner, suyu yalnızca bir element olarak değil; canlı, düşünen ve unutmayan bir varlık olarak ele alıyor. Suyun hafızası vardır; insanınkinden eski, daha duru ve daha ısrarlı bir hafıza… Ve bu hafıza, hem roman karakterlerine hem de okura şu soruyu yöneltiyor: “Doğayı gerçekten duyuyor muyuz?”

Yazar, Kutadgu Bilig’e yaptığı referanslarla, Türk düşünce tarihinin derinliklerinden bugüne uzanan bir anlam köprüsü kuruyor. Yusuf Has Hacib’in eseri, romanda yalnızca bir motif değil, bir şifreler kitabı gibi konumlanıyor. Böylece “Su”, hem edebi hem felsefi bir sorgulama alanına dönüşüyor.

Romanın asıl gücü, mitolojik öğeleri günümüz Türkiye’sinin sosyo-politik meseleleriyle iç içe geçirmesinde yatıyor. Kadın cinayetlerinden bireysel özgürlüklere, çevre tahribatından HES projelerine, toplumsal baskılardan mezhep ayrımcılığına kadar birçok mesele, karakterlerin yaşamı üzerinden hikayeye doğal bir şekilde sızıyor. Gazeteci Defne Kaman’ın sistem karşıtı yazıları, yalnız yaşayan sahaf Semahat’ın kadın olmanın yüküyle verdiği mücadele, Komiser Ümit’in iç çatışmaları… Hepsi, modern Türkiye’nin ruh haritasına dair önemli ipuçları sunuyor.

Buket Uzuner, bu eserinde eko-feminist bir bakışı da ön plana çıkarıyor. Doğa ile kadının kaderini ortaklaştıran yaklaşımı, ne romantize edici ne de didaktik. Aksine, zarif ve derinlikli. Özellikle su metaforu üzerinden geliştirilen anlatı dili, hem şiirsel hem de çağrışımlarla dolu bir okuma deneyimi sunuyor.

“Su”, sadece kaybolan bir kadının değil, kaybolmuş bir kültürün, bastırılmış bir bilgelik mirasının izini sürüyor. Her satırında geçmişle bugün, inançla şüphe, doğayla insan çarpışıyor; kimi zaman uyumla, kimi zaman sarsıcı bir çatışmayla. Buket Uzuner’in bu romanı, okuru sadece bir hikayeye değil, kadim bir bilince kulak vermeye davet ediyor. Ve bu davet, günümüzün gürültüsünde kulağımızı en çok unuttuğumuz yere, içimizdeki suya çeviriyor.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

İsmimiz Kaderimiz Olabilir mi?

yazar

Yayınlayan

on

Japon yazar Haruki Murakami, Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları isimli romanında, adı “renksiz” olduğu için derin bir değersizlik hissi ile kıvranan Tsukuru Tazaki ile tanıştırır bizi. 

Tsukuru’nun lise arkadaş grubunda herkesin soyadında bir renk vardır; örneğin gruptaki diğer iki erkekten birinin ismi “kızıl çam” anlamına gelen Akamatsu, diğeri de “mavi deniz” anlamındaki Oumi’dir. Tsukuru’nun ismi ise öylesine dümdüz ve renksizdir.

Tsukuru kendini eksik ve önemsiz görür, gruptan dışlanmış hissetmeye başlar. Zamanla bu dışlanma hissi gerçek bir travmaya dönüşür. Arkadaşları tarafından terk edilmiştir. Kimliğiyle ilgili sorunları derinleşir ve kitap boyunca Tsukuru, kimliğini yeniden inşa etmeye çalışır.

Böyle şeyler ancak romanlarda ve filmlerde olur

Alt tarafı bir isimhayatta daha büyük dertler var

Aklınızdan benzer düşünceler mi geçiyor? 

Oysa ki isimlerimiz belki de hayatımız üzerinde bizim sandığımızdan daha fazla etkiye sahiptir. 

Bir kelimeden öte

Biz henüz bu dünyaya gelmeden burada bizi bekleyen,bize ait olan ilk şeydir ismimiz. Küçücük bir bebekken büyülü bir kelime gibi kulağımıza ezanla fısıldanır. 

Kimi zaman bir aile mirası olarak kökünde geçmişin izlerini taşıyarak gelir. Daha yeni gözümüzü açtığımız taze yaşamımıza tarihin ağırlığını ve yaşanmışlıklarını yükler. 

Zaman zaman anne veya babanın hayran olduğu biriyle ilgili sessiz bir beklenti ile giriverir hayatımıza o beklentinin izini ömür boyu üzerimizde bırakarak.

Bazen bir şarkıdan alınmış bir ilham, bazen de sadece kulağa hoş gelen bir sestir. O sesi sevsek de sevmesek de hayatımız boyunca en çok duyacağımız, hiç bıkmayacağımız melodi olur.

İsmimiz, göründüğü gibi sadece basit bir kelimeden ibaret değildir; adeta bir renk gibidir. Ya kişiliğimize tatlı tatlı dokunarak kolaylıkla uyum sağlar yuvasına, ya da zorlanır; uyumsuzdur, sessiz sessiz bağırır. Bir türlü örtüşmez ait olmaya çalıştığı yerle ve kişiyle.

Kendi ismi insana bazen aidiyet duygusu hissettirirken, bazen de özgürlük arzusu uyandırır. İnsan isminin kendisini sınırladığını hissettiğinde, o sınırları aşma isteğiyle yanıp tutuşur. Belki de bu yüzdendir ki kimileri isimlerini değiştirmek, kendi adlarını yeniden yazarak bir bakıma kaderlerinin kontrolünü de ellerine almak isterler.

Yıllar geçtikçe ismimiz bizi bir anlamda tanımlar, şekillendirir. Hayat boyu taşırız onu; bazen gururla, bazen de omuzlarımızdaki bir yük gibi.

Bir isim, aslında yalnızca harflerden oluşmuş bir sözcük gibi görünse de içinde bir hayat, bir anlam, bir hafıza taşır. Sadece bize ne hissettirdiği değil, başkalarına ne hissettirdiği de bir oranda yaşamımızı  etkiler. Hayat boyu iletişim kurduğumuz herkesin hafızasında ismimiz bir duyguya dönüşür. Hafızada oluşan kimliktir bu.

İsmimiz aslında varoluşumuzun ve kimliğimizin sesidir.

Uzun lafın kısası, diyeceğim odur ki, bir isim, bireyi tanımlayan birkaç harf ve tınıdan çok daha fazlasıdır. Doğarken o küçücük bebeğe verilen bir ismin taşıdığı anlam, birey olduğunda onun toplum içindeki yerini belirleyip, gelecekteki tercihlerini bile yönlendirebilir.

Adımız kadar  varız?

Çocuklarımıza isim koyarken bu açıdan pek düşünmesek de, isim seçim süreci sadece estetik bir tercih değil, aynı zamanda psikolojik, sosyolojik ve kültürel sonuçları olan bir karardır.

İtalyanlar “Nomen Omen” derler buna. Latince kökenli bu deyiş, insanın isminin kişiliğini ve hayatını nasıl şekillendirebildiğini iki kelimeyle özetleyiverir. 

Carl Jung’un psikolojideki benlik kavramına göre, bireyin içsel algısı ile dış dünyaya yansıtılan kimliği arasında bir denge vardır. İsimler de, bireyin kendilik algısını şekillendirmede etkilidir.

Bu konuda yapılan çok sayıda araştırma bile var. 

Örneğin, yaygın ve olumlu anlamlar taşıyan isimlere sahip bireyler daha yüksek özgüven seviyelerine sahip olabiliyorlar.

Diğer yandan toplumda bazı isimler sosyal sınıflarla, etnik kökenle veya dini kimlikle de özdeşleştirilebiliyor. Bu toplumsal önyargı, işe alım süreçlerinde ne yazık ki “isim ayrımcılığı” gibi olgulara kadar varabiliyor. Örneğin Batı’da yapılan bir çalışmada, “klasik” ya da “elit” isimlere sahip bireylerin özgeçmişlerinin daha fazla geri dönüş aldığı gösterilmiş.

Bir de değişik teoriler var ki, aynı zamanda biraz da eğlenceliler doğrusu. Örneğin “Adlandırma Etkisi” (name-letter effect) teorisine göre kişiler kendi isimlerindeki harflerden oluşan adları olan kişilere sempati duyuyor! Bir diğer teori olan “İsim Kaderi Hipotezi”ne (nominative determinism) göre kişilerin isimleri, kişilik gelişimleri ve hatta meslek seçimleri üzerinde etkili olabiliyor. Örneğin Deniz isimli birinin denizcilik ile ilgili meslek seçmesi şaşırtıcı değil bu teoriye göre!

Kültürlerde isimler

İsimlere verilen önem de kültürden kültüre değişir. Örneğin Japon kültüründe isimler çoğunlukla doğa ve sembollerle ilişkilidir. Bu, Tsukuru’nun isminin “renksizliği”nin onu, toplum içinde silik bir figür yapmasını bize açıklar.

Afrika kültürlerinde doğum koşullarına, aile geçmişine ve toplumsal rollere göre isim verilirken, Katolik kültürlerde manevi bir rehberlik biçimi olarak çocuklara azizlerin ismi verilir-ki bu da benim eşimde olduğu gibi bazen soyadının önünde üç, dört isim olmasına yol açar! 

Türkçemizde isimlerimizin çoğunun bir anlamının olması dilimize ve kültürümüze ne büyük zenginlik katar. Yurtdışında her yeni tanıştığım kişiye özellikle ismimin anlamını söyler, saklayamadığım bir gurur duygusu ile bizim kültürümüzde çoğu ismin anlamı olduğu bilgisini paylaşırım.   

Bizim isimlerimizin çoğunun bir anlamı vardır; benim ismim de yazın Ege ve Akdeniz’de esen serin, tatlı rüzgar demek.”

Bu cümle, tanıştığım herkesin yüzünde aydınlık bir gülümseme yaratır.  

İsmini sevmek

Sizi bilmem ama ben ismini sevenlerdenim. 

Annemden öğrendiğim kadarıyla isim annem ise, annemle birlikte aynı anda hastanede doğum yapmak üzere olan bir başka kadınmış. Annemle babam tarafından önerilen isim beğenilince ben de Meltem olmuşum. Bir insanın hiç tanımadığı bir başka insanın hayatına dokunmasına, onda kalıcı bir etki bırakmasına ne özel bir örnek benim isim hikayem.

Fonetik açıdan sevdiğim “Meltem” isminin etimolojik kökeninin Türkçe olduğunu düşünürken, bir Yunanistan seyahatimde Yunanca’da “Meltemi” olarak kullanıldığını ve anavatanının da Yunanistan olduğunu öğrendiğimde önce şaşırmıştım. Ama düşününce, Ege rüzgarına başka hangi köken daha fazla yakışırdı ki?

Adımın edebiyatta bir kitabın satırlarından bana gülümsemesi çoğu zaman beni çok mutlu eden bir sürpriz olur. (Evet, galiba ismimizi duymanın egomuzu okşayan bir etkisi de var!) Geçtiğimiz günlerde okuduğum Elif Şafak’ın Kayıp Ağaçlar Adası isimli kitabından “Adı yumuşacık, kendiyse şaşırtıcı derecede sert” ifadeleri yine satırlardan gülümsedi bana.

Cümlenin tamamını değil de adımla ilgili olan ilk kısmını nedense yazar sanki benim için söylemişçesine sorgulamadan benimsedim. Hemen ardından da “ismin kendilik algısı üzerindeki gücü” fikrini düşünmeden edemedim.

Haberin Devamını Oku

Trendler