Sosyal Medya

Köşe Yazıları

Her birimiz ne kadar özgürüz?

yazar

Yayınlayan

on

Günlük hayatımızda üzerinde çok da düşünmediğimiz bir kavram olan özgürlüğün önemi, ancak yaşamlarımızda bazı şeylerin kısıtlandığını hissettiğimizde aklımıza geliyor galiba. Türkiyemizde geçen hafta yaşananlar çoğu kişide olduğu gibi bende de karışık hislere yol açtı ve pek çok konuyu tekrar düşünmeye yönlendirdi. Bunlardan en önemlisi de “özgürlük” kavramı oldu.

Bu kelimenin üzerinde düşünüp biraz da kavramsal olarak araştırdığımda farkettim ki çoğu zaman anlamından uzak şekillerde kullanıyoruz özgürlük kelimesini.

“Özgürlüğüm kısıtlandı, istediğimi yapamıyorum…” Örnegin günlük hayatlarımızda sık sık böyle serzenişler duyar, belki kendimiz de aynı şekilde söyleniriz.

Oysa özgürlük gerçekten de tam olarak canımızın istediğini yapabilmek midir? Bu sorudan kastım başkalarına zarar vermeme fikrini sorgulamak değil. Zaten Fransız Devrimi’nde yazılan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde [26 Ağustos 1789] özgürlük “Başkasına zarar vermeden her şeyi yapabilmektir’’ diye geçtiğinden beri bu tanım, hemen hemen bütün demokratik ülkelerin anayasasında ve özgürlük tanımlarında yer almaktadır.

Yukarıdaki sorumda özgürlüğün gerçekten de kişinin canının istediğini yapabilme yetisi olup olmadığını kastediyorum. Özgürlük insanın kendisini tanıması, emeği ve bilgisi ile gelişen bir kavram. Bilincimiz ve farkındalığımız bizi insan yapan. İnsan olabildiğimiz oranda da özgürüz aslında. İnsanı diğer canlılardan ayıran tam da bu. İnsan, dürtülerine hakim olabildiği, yaşamsal güdüleri ile değil,  bilinçli seçimleri ile varolabildiği sürece özgür. Hayvanlar ise dürtüleri ile davranan canlılar.

O zaman daha doğru bir ifadeyle “İstediğimizi yapmama iradesidir bizi özgür kılan” diyebiliriz.  İradenin olmadığı yerde özgürlükten bahsedebilmek mümkün değil.

Özgürlükle ilişkili önemli görünen bir diğer kavram ise “değerler”. Ancak hırslarımızla değil de değerlerimizle karar verip, eyleme geçebildiğimizde özgür olduğumuzu söyleyebiliriz. Bazı durumlarda kararlarımız çıkarlarımızla örtüşmese bile, belli değerler çerçevesinde bu kararı sürdürebiliyorsak, bu gerçek özgürlüktür aslında.

Özgürlükle ilgili engeller dış koşullardan önce temelde öznel. Yani kişinin kendi zihniyle ilgili. İç özgürlüğünü sağlayamayan bir kişi tamamen dış şartlara bağlı olarak yaşadığından, koşulların değişmesi, beklenmedik fiziksel zorluklar, hatta gelen en basit bir eleştiri bile öfkelenmesine, hoşgörü gösterememesine yol açabilir. Zor ya da kolay, bizden bağımsız koşullar hep var olduğuna göre ve çoğunlukla da değiştirmesi tamamen bize bağlı olmadığından, temel olan iç özgürlüğümüzü güçlendirebilmek. Viktor Frankl’a göre hayatta bir amacımızın olması ve umudu koruyabilmek de insanı özgürleştirir. İnsan varlığı sonlu elbette ve özgürlüğü de kısıtlı. Yaşarken de hepimiz farklı koşullar ve zorluklardan geçiyoruz. İşte önemli olan da koşullardan özgürleşmeyi hedeflemek değil, koşullara karşı bir duruş alabilmemiz.

Zaten koşulların olmadığı duruma (sınırsızlık söz konusu olsa bile) özgürlük denmesi zor olurdu. Özgürlük bir sınırsızlık değil çünkü. Aslında özgürlük, sorumluluklara göre yaşanmadığı sürece tamamen suistimal edilme tehlikesini de barındırır. Bu yüzden Viktor Frankl, Doğu Yakası’ndaki Özgürlük Anıtı’nın karşısına, Batı Yakası’na, Sorumluluk Anıtı’nın konmasını bile önermiştir.

Sonuçta “insan akıl sahibi özgür bir varlıktır” denildiğinde bu aynı zamanda, “insan sorumlu bir varlıktır” anlamına gelmektedir.

Özgürlük üzerine 20. yüzyılda en fazla yoğunlaşmış düşünürlerden olan Jean-Paul Sartre’a göre özgürlük anlayışı beraberinde sorumluluğu da getirir. İnsan, seçimleri ve tercihleriyle kendisini var eder. Dolayısıyla seçimlerimizin ve eylemlerimizin sorumluluğunu da almamız gerekir. Sorumluluk ise başına gelenleri sorgulamadan öylesine kabullenmek değildir. Sartre “Varlık ve Hiçlik” kitabında insanın durumunu şöyle bir örnekle anlatır:

Dünyanın içinde terk edilmiş bir durumdayım, tabi bu suyun üstünde yüzen bir tahta parçası gibi pasif kalacağım anlamına gelmez. Ne olursa olsun ve ne yaparsam yapayım sorumluluklarımdan asla kaçamam; çünkü sorumluluklarımdan kaçma isteğimden bile sorumluyum.

Özgürlük aslında ontolojik olarak bize doğuştan verilmiş gizli bir özellik. Dünyaya geldiğimizde henüz farkında olmadığımız, uzunca bir süre varlığını keşfedemediğimiz bir hediye. Yukarıda bahsettiğim özelliklerle içsel özgürlüğünü geliştirmeyi başaranlar kendisini ve dünyasını genişletebiliyor.

Bu kavramın, yani doğuştan verilen özgürlüğün, felsefede tanımlanmış yeri de var. Üç ana türe ayrılabilen özgürlüğün birincisi işte bu “Tür Olarak İnsanın Özgürlüğü”. Bir diğer deyişle bir “olanak” olarak özgürlük kavramı.

İkinci özgürlük ise “Kişilerin Özgürlüğü- yani etik (ahlaksal) olarak özgürlük”. Aslında yazımın başından beri paylaştığım özellikler ile bu olanak gerçekleştirilebildiğinde özgürlük bir “kişi özelliği” olarak olarak karşımıza çıkıyor. Yani kişi kendi kendini özgürleştirebiliyor.   

Gelelim üçüncü tür özgürlüğe ve bence en zorlusuna; yani “Toplumsal Özgürlük” kavramına. Şu ana kadar sözünü ettiğim özellikler kişiye bağlı ve bireyin kontrolünde iken, toplumsal özgürlük- adı üstünde- toplumun koşullarına bağlı. Bir insanın temel hakları sayılan tüm nesnel özgürlükler (politik, sosyal, ekonomik, davranış ve söz özgürlüğü) üst sınırları bulunan özgürlükler. Nesnel özgürlüklerin üst sınırı da toplum içerisinde eşitlik ve adaleti sağlayacak şekilde belirlenir çünkü bunların herhangi bir gerekçe ile aşılması eşitlik ve insancıllık ilkesi ile çelişir.

Buraya kadar kulağa güzel geliyor. Asıl soru işareti, bu üst sınırların nasıl belirlendiği. Burada önemli olan nokta, bir ülkedeki toplumsal özgürlüğün, o ülkenin yönetimindeki kişilerin etik özgürlüğüne bağlı olduğu gerçeği. Dolayısıyla birbirinden ayrı kavramlar gibi görünse de toplumsal özgürlük ile etik özgürlük birbirine direk bağlı. Toplumsal özgürlüğün sürekli gerçekleşebilmesi, ancak etik olarak özgür kişilerin sağlayabileceği bir durum.

Cevabı herkesin hayata bakışına göre değişecek olsa da, belki de başlığı şu şekilde yenilemem daha doğru olacaktır:

Her birimiz etik olarak ne kadar özgürüz?”

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

HAYATIMIZIN HER ALANI PATLAYICILARLA MI DOLU?

yazar

Yayınlayan

on

Köşe Yazısı: Cemil Baysal

Teknolojinin hızla ilerlemesi, hayatımızı adeta baştan aşağı değiştirdi. Konfor ve kolaylık sunduğu her yenilik, kimi zaman göz ardı ettiğimiz ciddi riskleri de beraberinde getiriyor. Lübnan’da direk internet bağlantısı olmayan eski model çağrı cihazlarının patlatılması, teknoloji dünyasının karanlık yüzünü gözler önüne serdi. Olayın arkasındaki nedenler hala tartışmalı; kimi uzmanlar bu patlamaların siber saldırılardan kaynaklandığını öne sürerken, kimileri başka sebeplerden bahsediyor. Bizim konumuz ise siyaset ve terör değil, güvenlik. Bu tür olaylar, teknolojinin getirdiği risklere dair farkındalığımızı artırmalı ve güvenlik konusundaki ciddiyetimizi pekiştirmelidir.

Günümüzde savaşlar, sınırları aşmadan, uzaktan yapılan saldırılar ve sistem manipülasyonlarıyla yürütülüyor. Artık savaşlar, fiziksel çatışmalardan ziyade, siber saldırılar ve teknolojik manipülasyonlarla gerçekleştiriliyor. Bu yeni savaş yöntemleri, teknolojinin getirdiği risklerin boyutunu ve ciddiyetini gözler önüne seriyor. Teknolojinin, savaş stratejilerinin merkezine oturduğu bu dönemde, riskleri görmezden gelmek neredeyse imkansız.

Cep telefonları, hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline geldi. Her an yanımızda taşıdığımız bu cihazlar, tıpkı çağrı cihazlarının patlatılmasında olduğu gibi, siber saldırılara açık. Hepimizin cebinde birer potansiyel patlayıcı tehlike taşıdığını bilmek zorundayız. Telefon şirketlerine yapılacak bir siber saldırı, cihazlarımızı aşırı dozda sinyalle hedef alarak büyük zararlar verebilir. Bu ihtimal kulağa korkutucu gelebilir, ancak siber güvenlik önlemlerinin hayati önem taşıdığını anlamamız için yeterli bir neden.

Şoförsüz araçlar, teknolojinin sunduğu en heyecan verici yeniliklerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Ancak, bu araçlar da siber saldırılara karşı savunmasız olabilir. Örneğin, bir kurum veya ülke, bu araçları uzaktan hackleyerek büyük bir tehlike yaratabilir. Hedefteki bir kişi, bu araçları internet üzerinden sipariş ettiğinde, kötü niyetli kişiler bu araçları hackleyip havaya uçurabilir. Şoförsüz araçların hacklenmesi, tehlikeli ve potansiyel olarak ölümcül sonuçlar doğurabilir. Şu anda amatör çapta bile olsa çok kişinin elinde bulunan droneler, kötü amaçlarla kullanılma potansiyeline sahip. Teknolojinin getirdiği bu riskler, güvenlik önlemlerinin ne kadar önemli olduğunu bize hatırlatıyor.

Yakın gelecekte hayatımıza girmesi beklenen robot kuryeler, benzer tehlikeleri de beraberinde getiriyor. Bu kuryeler, hacklenip kötü amaçlarla kullanılabilir; bir kişinin evine gönderilerek bir bomba gibi işlev görebilir. Teknolojinin sağladığı konforun yanı sıra, bu tür riskler, güvenlik tedbirlerinin önemini vurguluyor.

Güvenlik kameraları, akıllı ev sistemleri, mutfak aletleri, hava temizleyiciler, klimalar ve bahçe sulama sistemleri gibi akıllı cihazlar, internet veya Bluetooth üzerinden kontrol edilebiliyor. Buzdolabındaki yiyecekleri cep telefonumdan görebilmek, evimin içini yatak odasına varana kadar her odasını tatildeyken uzaktan takip edebilmek, çoğumuzun övündüğü bir özellik olabilir. Ancak, sizin gördüğünüzü başkalarının da görebileceğini unutmamalıyız. Yani, buzdolabını uzaktan kontrol edebilmek, kötü niyetli kişiler için de bir fırsat olabilir.

Artık teknoloji yatak odamıza kadar girmiş durumda. Yatarken bile kapalı kameraların açılabileceğini veya etraftaki sesleri dinleyebileceğini, gözetim altında olabileceğimizi biliyoruz. Lübnan’daki saldırı, pilli cihazların bile patlatılabileceğini gösterdi. Güvenlik kameraları, akıllı ev sistemleri, mutfak aletleri ve diğer cihazlar, uzaktan kontrol edilebilen ve hacklenebilen cihazlar arasında yer alıyor. Bu durum, ciddi güvenlik açıklarına yol açabilir ve bu tehlikeleri göz ardı etmememiz gerektiğini ortaya koyuyor.

Gelişen teknolojiyle yapay zeka (KI), internet ortamında ünlü kişilerin görüntüleriyle ve sesleriyle manipülasyon yapabilen kurgular oluşturabiliyor. Bu tür teknolojiler, pornografik içerikli videoların üretilmesinden, kişisel manipülasyonlara kadar geniş bir yelpazede kullanılıyor. Gelecek adına bu tür gelişmeler düşündürücü ve güvenlik risklerini daha da karmaşık hale getiriyor.

Sonuç olarak, teknoloji hayatımızı kolaylaştırsa da, siber güvenlik risklerini göz ardı etmemeliyiz. Teknolojiye mahrum bir yaşam sürme lüksümüz neredeyse yok. O halde, bu tehlikeleri önceden görmeli ve gerekli önlemleri alarak güvenli bir dijital yaşam sürmeliyiz. Teknoloji ne kadar ileri giderse gitsin, güvenliğimiz her zaman öncelikli olmalıdır. Teknolojinin sunduğu konforun tadını çıkarırken, güvenlik açıklarını da unutmadan, dikkatli ve bilinçli bir şekilde hareket etmeliyiz.

#Teknoloji #SiberGüvenlik #GüvenlikRiskleri #AkıllıCihazlar #YapayZeka #SiberSaldırı #TeknolojiRiskleri #Güvenlik #DijitalGüvenlik #YapayZekaManipülasyonu #GünümüzSavaşları #AkıllıEv #ŞoförsüzAraçlar #cemilbaysal #köşeyazısı #haber #gazete #gazeteci #isviçre #isviçreninsesi #isviçredemedya #isviçretürkmedyası

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

FUTBOL MAÇI SEYRETMEKTEN, KENDİNİ SEYRETMEYE DOĞRU…

yazar

Yayınlayan

on

Sahi siz maç seyreder misiniz?

Açıkçası maç seyredeceğim diye tutturanlara sinir olacak kadar, futbol ile ilgiliyim. Lafta Beşiktaş taraftarıyım. Babam Fenerbahçeliydi, annem ise, aman herkes kazansın diyerek, mantığa tamamen aykırı bir noktadaydı.

 Dayım Beşiktaşlıydı ve dayımı  çocukluğumda çok az görmeme ragmen, bir şekilde beni de Beşiktaşlı yapmış. Beşiktaş’ın seyircisini, duruşunu da severim açıkçası. Yani çocukluğumdan beri Beşiktaşlıyım. Bu arada eşim de Galatasaray Liseli olmasına ragmen, aile geleneği olarak Beşiktaş’lıdır. Oğlum ve kızımın ise pek alakası yok diyebilirim. 

 İstanbul’da yaşadığımız yıllarda -ama epey yıllar önce-, Beşiktaş kombine bileti alıp bir sezon maçlara gitmişliğim var.(Yanlış kaleyi Beşiktaş kalesi sannederek sevindiğim söylenir. Ama ben hiç hatırlamıyorum. Futbol maçlarıyla bağlantım bu kadar. Sonrasında eşimin bir dönem aşırı merakıyla, maçlardan da da Beşiktaş’tan da iyice soğumuştum, yalan yok.

Neyse, geçtiğimiz günlerde  Avrupa Kupası’nda Beşiktaş- Lugano ile eşleşmiş.  Eşim birlikte gitmeyi  teklif etti. Burada olunca, memleket havasını hissetmek vs. zaten yaz tatili dönüşü biraz burukluk falan, iyi hadi gidelim dedim. (Tabii ki oğlumuz gelmediL ) Maç Lugano değil Thun’da oyanıyormuş. Olsun dedim Thun’u da seviyorum, sevimli bir şehir, hava da çok güzel ve Luzern’e de bir buçuk saat uzaklıkta. Yani sonuçta ver elini Thun; Lugano-Beşiktaş maçı yaptık.  

Maçın ilk başlarında, Lugano takımı sahaya çıkınca arkamda oturan geç çocuklar yuhalamaya başladılar. Ben; ‚‘yapmayın, lütfen ayıp, lütfen‘‘ diye bağırmaya başladım. Eşim beni çekiştirip duruyor, napıyorsun. İlk kez mi maça geliyorsun, karışma vs.. Ama ben durmadım tabii. Arkadaki, öndeki o gürültüde beni duyanlar,  benimle alay etmek için, bak abla alkışlıyoruz diyerek, alkışlamaya başladılar. Tabii stadın genelinde yuhalama devam etti.  Ben döndüm, ama çocuklar niye durup dururken yuhalıyorsunuz ki, normal çıktılar , taraftarlarını selamlayacaklar diye, sesim in çıktığı kadar bağırıyorum…

 Ki bu arada maç, Thun’da oynanıyor. Gerçekten toplasan 10 kişi ya var ya yok, o kadar az Lugano seyircisi. Thun alman tarafında ve İsviçreliler genel olarak maçlara bizim kadar  meraklı olmadıkları için pek gelen olmamış. Ancak bu arada bir saptama yapayım. Bu durum gelecekte değişebilir. Çünkü İsviçre’de çocuklar arasında en çok sevilen spor, futbol. Şaşırtıcı ama gerçek.

Neyse, ayrıca İsviçre’lilerde genel gözlemim, resmi bir araştırma değil. İtalyan tarafı, Alman tarafına, Alman tarafı,  Fransız tarafına Fransız tarafı hiç bir tarafa okadar da bayılmazJ  Ama sorduğunuzda hepsi İsviçrelidir. Ve bundan gurur duyar. Birbirinle iyi anlaşamayan kardeşler gibiler. Hiç biri bir diğerini beğenmez. Ama dışarı karşı hep tek vücut olurlar.

Neyse, yani Thun’da futbol seven meraklılar bence Beşiktaş tarafında oturuyordu. Ortam daha heyecanlı olur diyeJ Ki bizim iki yanımızda da İsviçreli oturuyordu. O acaip bağırış çağırışı sessizce merakla izliyorlardı. Lugano gol attığında da, tabii ki hiç bir sevinç belirtisi göstermediler.  Muhtemelen, maç  sanki Türkiye’ymiş gibi stadın Beşiktaş taraftarıyla dolu olmasından da olabilir. Sadece Beşiktaş değil, Fenerbahçe ve Galatasaray formasıyla gelenler de vardı. Yurt dışında yaşayınca Türkiye’nin takımı bizim takımımızdır mantığı ile kolkola olunabiliyor.

Bu da futbolun birleştiriciliği. Tabii aynı birleştiriciliği, İstanbul’da iki  rakip takımla olan maçlarda görmek, İsviçre’li bir futbolseverin bizim futbolsever gibi tepki göstermesini beklemek kadar absürd sanırım. Onlar sinemada film seyreder gibi maç seyrediyorlar. Biz ise, tüm oyuncularla beraber sahada futbol oynayıp top koşturuyoruzJ

Maçın başlarındaki barış elçisi, sevimli, herkese eşit mesafede yufka yürekli teyze kıvamındaki  ben, ilerleyen dakikalarda, futbol otoritesiymiş de her hafta maç seyredip, bu işi seyrederek öğrenmiş gibi  bağırıp çağırırken buldum kendimi. Sanki bıraksalar insem sahaya, onlara nasıl gol atılacağını öğretirmişim gibi bağırıyordum. Koşsana,  ne orda duruyorsun, ona niye pas verdin vsvs…

Daha durun o da bir şey değil, şimdi yanlış söyleyemeyim ama galiba 46 numaraydı. Bizim glevhalara vurarak tempo tutuyordu, ve bizim trübünü de coştururyordu. 46 numara buna epey sinirlenmiş olacak ki, gelip topu hızla  bizim önümüzdeki  levhalara doğru atmaz mı?

Tüm o öndeki gurupla beraber ayağa kalkıp, Yuhhhhh diye bağırıp bütün o kalabalıkla birlikte tempo tuttuğumu duyduğumda  hafif bir şok yaşadım. Allahım beni sınama lütfen diyerek, sessizce yerime  oturdum.  Sonra biran düşündüm, kendimce gelişmiş bir adalet duygum olduğuna inanırım. Burda da bir haksızlık yaptı ona ses çıkardım. Tıpki, başta selamlarken, yuhalanmaya ses çıkardığım gibi diye düşündüm ve kendime kızmadım. Belki de her konuda hep iyi tepkiler vermek o kadar da doğru bir şey değil.

Geldiğim noktada ben şöyleyim, ben böyleyim demeyi bırakıp, esnek olmaya çalışıyorum. Yani benimde sınırlarım var. Benim de damarıma basıldığında ben de yuh diyebilir mişim.

Yani bu kendini izleme, içe dönüp, kendini tanımaya çalışmak acaip komik bir yolculuk. Her gün kendinde yeni bir şey buluyorsun. Kendini daha iyi tanımaya çalışıyorsun…

Zürih’li meşhur Psikiatrist&Psikolog ve  Analitik Psikoterapinin kurucusu ve benim de kitaplarını  çok severek tekrar tekrar okuduğum,

 Carl Gustav Junng’un dediği gibi, ‚‘Dışa bakan, rüya görür, içe bakan uyanır‘‘

Uyanırmıyım bilmem ama kendini izlemek,  tanımaya, anlamaya ve hayatı yaşarken anlamlandırmaya çalışma yolculuğu diyeyim, heyecanlı bir yolculuk…

Siz ne düşünüyor sunuz?

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Narin’ in Sır Ölümü ve Kan Donduran Suskunluk

yazar

Yayınlayan

on

Geçtiğimiz günlerde Türkiye’ de henüz sırrı çözülemeyen korkunç bir cinayet yaşandı. Henüz 8 yaşında bir kız çocuğu canice katledilip, dereye gömüldü. Gömülme şekli ve sonradan ortaya çıkan detaylar bunun bir kaza değil bir cinayet olduğunu açıkça gösteriyordu.

Cinayet kamuoyu tarafından duyulduktan sonra, ülke içi ve dışında milyonlarca insan tarafından küçük kız sahiplendi ve adalet isteği büyük bir boyuta ulaştı. Evet bu duyduğumuz ilk çocuk cinayeti değildi ama insanlar artık bu cinayetlerin açığa çıkmasını ve yenilerinin yaşanmamasını istiyor. Bu isteğin ne kadar fazla olduğu haftalardır kamuoyu ilgisinin azalmamasından da belli. Ben bile minik Narin’ in yüzünü rüyalarımda gördüm.

Bu korkunç olaydan yola çıkarak o tarz yerleşim yerlerindeki feodal yapıdan biraz bahsetmek istiyorum.  Cinayet ortaya çıktıktan sonra tüm köy halkının gerçekleri gizlemek ve suskun kalmak konusundaki inadına şaşırıyoruz ya? Aslında bu hem ülkemizde, hem de dünyada yaşanan ve yüzyıllardan beri bilinen bir gerçek. Isabel Allende’nin “Ruhlar Evi” (La Casa de los Espíritus) adlı romanını okuyanlar hatırlayacaktır. Bu kitapta, Şili’nin toplumsal ve siyasi tarihine, özellikle de askeri darbe dönemine dair derin anlatımlar bulunur. Roman, bir ailenin birkaç nesil boyunca yaşadığı dönüşümler üzerinden, hem bireysel hem de toplumsal boyutta iktidar ilişkilerini ve sınıf farklılıklarını işler. Köy ağalarının baskıcı yapısı ve toplumsal hiyerarşiye dair detaylar bu eserde yer alır. Özellikle Esteban Trueba karakteri, köylüler üzerinde kurduğu otorite ve zalimliğiyle bu konuyu temsil eder. Trueba, tarlalarında gezerken, gözüne kestirdiği her kadına tecavüz etmiş ve sayısız evlilik dışı çocuğu olmuştur. Köylüler bu olayları bilmelerine rağmen asla ağızlarını açıp dillendirmezler ve karşı gelmezler.

Isabel Allende’nin köy ağalarının kadınlara tecavüz ettiğinden bahsettiği bir başka kitap da  “Eva Luna” adlı eseridir. Bu romanda, Eva Luna’nın yaşadığı toplumda güçlü erkek figürlerinin kadınlar üzerinde kurduğu baskı, şiddet ve istismar temaları işlenir. Allende, genel olarak toplumsal eşitsizlikler, cinsiyetçi baskılar ve kadınların maruz kaldığı zorlukları derinlemesine ele alan bir yazardır.

İtalyan mafyasının “Omerta” yasası, mafya içinde mutlak sessizlik kuralını ifade eder. Tam da Narin’ in yaşadığı köydeki insanların tavrına uyan bir yasadır bu. Omerta, Sicilya’da köken almış ve özellikle Cosa Nostra adlı mafya yapılanmasıyla özdeşleşmiş bir kavramdır. Bu yasa, mafya üyelerinin ve ilişkili kişilerin suçlarla, yasa dışı faaliyetlerle veya örgütle ilgili bilgileri yetkililere veya dışarıdakilere ifşa etmemesini zorunlu kılar. Omerta’yı ihlal etmek, ihanet olarak kabul edilir ve genellikle ölümle cezalandırılır.

Omerta, mafyanın güç ve varlığını sürdürmesinde önemli bir yer tutar, çünkü bu yasa sayesinde mafyanın faaliyetleri dış dünyaya karşı gizli kalır ve suçları işleyenlerin adalet önüne çıkarılması engellenir. Ayrıca, bu kural sadece mafya üyelerini değil, onların etrafındaki insanları da kapsar, yani tanıkların veya mağdurların da yetkililerle işbirliği yapmasını önlemek amacı taşır.

Özetle, Omerta yasası mafyanın temel ilkelerinden biri olup, sadakat ve gizlilik üzerine kurulu bir kültürel ve sosyal sessizlik yasasıdır.

Bu iki örnekte de görüldüğü gibi, bunlar bu tarz kapalı ve özellikle de kriminal çevrelerde yazılı olmayan ama herkesçe bilinen kurallardır. O yasaları çiğneme korkusu o kadar insanların iliklerine işlemiştir ki, bu uğurda çocuklarının katilini bile koruyup kollamayı göze alırlar. Dolayısıyla her ne kadar kamuoyu vicdanı bu olayın açığa çıkmasını istese de, aralarından birinin gerçekleri itiraf etme olasılığı oldukça düşük. Dileyelim ki tam tersi olsun ve artık başka Narinler ölmesin. Çocuklar mutlu bir şekilde büyüsünler.

Haberin Devamını Oku
Reklam

Trendler