Köşe Yazıları
Her birimiz ne kadar özgürüz?

Günlük hayatımızda üzerinde çok da düşünmediğimiz bir kavram olan özgürlüğün önemi, ancak yaşamlarımızda bazı şeylerin kısıtlandığını hissettiğimizde aklımıza geliyor galiba. Türkiyemizde geçen hafta yaşananlar çoğu kişide olduğu gibi bende de karışık hislere yol açtı ve pek çok konuyu tekrar düşünmeye yönlendirdi. Bunlardan en önemlisi de “özgürlük” kavramı oldu.
Bu kelimenin üzerinde düşünüp biraz da kavramsal olarak araştırdığımda farkettim ki çoğu zaman anlamından uzak şekillerde kullanıyoruz özgürlük kelimesini.
“Özgürlüğüm kısıtlandı, istediğimi yapamıyorum…” Örnegin günlük hayatlarımızda sık sık böyle serzenişler duyar, belki kendimiz de aynı şekilde söyleniriz.
Oysa özgürlük gerçekten de tam olarak canımızın istediğini yapabilmek midir? Bu sorudan kastım başkalarına zarar vermeme fikrini sorgulamak değil. Zaten Fransız Devrimi’nde yazılan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde [26 Ağustos 1789] özgürlük “Başkasına zarar vermeden her şeyi yapabilmektir’’ diye geçtiğinden beri bu tanım, hemen hemen bütün demokratik ülkelerin anayasasında ve özgürlük tanımlarında yer almaktadır.
Yukarıdaki sorumda özgürlüğün gerçekten de kişinin canının istediğini yapabilme yetisi olup olmadığını kastediyorum. Özgürlük insanın kendisini tanıması, emeği ve bilgisi ile gelişen bir kavram. Bilincimiz ve farkındalığımız bizi insan yapan. İnsan olabildiğimiz oranda da özgürüz aslında. İnsanı diğer canlılardan ayıran tam da bu. İnsan, dürtülerine hakim olabildiği, yaşamsal güdüleri ile değil, bilinçli seçimleri ile varolabildiği sürece özgür. Hayvanlar ise dürtüleri ile davranan canlılar.
O zaman daha doğru bir ifadeyle “İstediğimizi yapmama iradesidir bizi özgür kılan” diyebiliriz. İradenin olmadığı yerde özgürlükten bahsedebilmek mümkün değil.
Özgürlükle ilişkili önemli görünen bir diğer kavram ise “değerler”. Ancak hırslarımızla değil de değerlerimizle karar verip, eyleme geçebildiğimizde özgür olduğumuzu söyleyebiliriz. Bazı durumlarda kararlarımız çıkarlarımızla örtüşmese bile, belli değerler çerçevesinde bu kararı sürdürebiliyorsak, bu gerçek özgürlüktür aslında.
Özgürlükle ilgili engeller dış koşullardan önce temelde öznel. Yani kişinin kendi zihniyle ilgili. İç özgürlüğünü sağlayamayan bir kişi tamamen dış şartlara bağlı olarak yaşadığından, koşulların değişmesi, beklenmedik fiziksel zorluklar, hatta gelen en basit bir eleştiri bile öfkelenmesine, hoşgörü gösterememesine yol açabilir. Zor ya da kolay, bizden bağımsız koşullar hep var olduğuna göre ve çoğunlukla da değiştirmesi tamamen bize bağlı olmadığından, temel olan iç özgürlüğümüzü güçlendirebilmek. Viktor Frankl’a göre hayatta bir amacımızın olması ve umudu koruyabilmek de insanı özgürleştirir. İnsan varlığı sonlu elbette ve özgürlüğü de kısıtlı. Yaşarken de hepimiz farklı koşullar ve zorluklardan geçiyoruz. İşte önemli olan da koşullardan özgürleşmeyi hedeflemek değil, koşullara karşı bir duruş alabilmemiz.
Zaten koşulların olmadığı duruma (sınırsızlık söz konusu olsa bile) özgürlük denmesi zor olurdu. Özgürlük bir sınırsızlık değil çünkü. Aslında özgürlük, sorumluluklara göre yaşanmadığı sürece tamamen suistimal edilme tehlikesini de barındırır. Bu yüzden Viktor Frankl, Doğu Yakası’ndaki Özgürlük Anıtı’nın karşısına, Batı Yakası’na, Sorumluluk Anıtı’nın konmasını bile önermiştir.
Sonuçta “insan akıl sahibi özgür bir varlıktır” denildiğinde bu aynı zamanda, “insan sorumlu bir varlıktır” anlamına gelmektedir.
Özgürlük üzerine 20. yüzyılda en fazla yoğunlaşmış düşünürlerden olan Jean-Paul Sartre’a göre özgürlük anlayışı beraberinde sorumluluğu da getirir. İnsan, seçimleri ve tercihleriyle kendisini var eder. Dolayısıyla seçimlerimizin ve eylemlerimizin sorumluluğunu da almamız gerekir. Sorumluluk ise başına gelenleri sorgulamadan öylesine kabullenmek değildir. Sartre “Varlık ve Hiçlik” kitabında insanın durumunu şöyle bir örnekle anlatır:
“Dünyanın içinde terk edilmiş bir durumdayım, tabi bu suyun üstünde yüzen bir tahta parçası gibi pasif kalacağım anlamına gelmez. Ne olursa olsun ve ne yaparsam yapayım sorumluluklarımdan asla kaçamam; çünkü sorumluluklarımdan kaçma isteğimden bile sorumluyum.”
Özgürlük aslında ontolojik olarak bize doğuştan verilmiş gizli bir özellik. Dünyaya geldiğimizde henüz farkında olmadığımız, uzunca bir süre varlığını keşfedemediğimiz bir hediye. Yukarıda bahsettiğim özelliklerle içsel özgürlüğünü geliştirmeyi başaranlar kendisini ve dünyasını genişletebiliyor.
Bu kavramın, yani doğuştan verilen özgürlüğün, felsefede tanımlanmış yeri de var. Üç ana türe ayrılabilen özgürlüğün birincisi işte bu “Tür Olarak İnsanın Özgürlüğü”. Bir diğer deyişle bir “olanak” olarak özgürlük kavramı.
İkinci özgürlük ise “Kişilerin Özgürlüğü- yani etik (ahlaksal) olarak özgürlük”. Aslında yazımın başından beri paylaştığım özellikler ile bu olanak gerçekleştirilebildiğinde özgürlük bir “kişi özelliği” olarak olarak karşımıza çıkıyor. Yani kişi kendi kendini özgürleştirebiliyor.
Gelelim üçüncü tür özgürlüğe ve bence en zorlusuna; yani “Toplumsal Özgürlük” kavramına. Şu ana kadar sözünü ettiğim özellikler kişiye bağlı ve bireyin kontrolünde iken, toplumsal özgürlük- adı üstünde- toplumun koşullarına bağlı. Bir insanın temel hakları sayılan tüm nesnel özgürlükler (politik, sosyal, ekonomik, davranış ve söz özgürlüğü) üst sınırları bulunan özgürlükler. Nesnel özgürlüklerin üst sınırı da toplum içerisinde eşitlik ve adaleti sağlayacak şekilde belirlenir çünkü bunların herhangi bir gerekçe ile aşılması eşitlik ve insancıllık ilkesi ile çelişir.
Buraya kadar kulağa güzel geliyor. Asıl soru işareti, bu üst sınırların nasıl belirlendiği. Burada önemli olan nokta, bir ülkedeki toplumsal özgürlüğün, o ülkenin yönetimindeki kişilerin etik özgürlüğüne bağlı olduğu gerçeği. Dolayısıyla birbirinden ayrı kavramlar gibi görünse de toplumsal özgürlük ile etik özgürlük birbirine direk bağlı. Toplumsal özgürlüğün sürekli gerçekleşebilmesi, ancak etik olarak özgür kişilerin sağlayabileceği bir durum.
Cevabı herkesin hayata bakışına göre değişecek olsa da, belki de başlığı şu şekilde yenilemem daha doğru olacaktır:
“Her birimiz etik olarak ne kadar özgürüz?”
Köşe Yazıları
Bir Toplumsal Çöküş Distopyası

Peygamberin Şarkısı-Paul Lynch
Karanlık zamanlarda söylenecek mi şarkılarda? Evet, şarkılarda söylenecek, karanlık zamanlar hakkında.
Bertol Brecht
İrlandalı yazar Paul Lynch’in 2023 Booker Ödüllü romanı Peygamberin Şarkısı tam da bu karanlık zamanlar için yazılmış, çağımızın vicdanını sorgulayan, acı bir şarkı gibi. İrlanda’da geçen ama evrensel bir faşizm eleştirisi sunan roman, karakterlerin ve toplumun içine düştüğü sıkışmışlığı bir nefes darlığı çeker gibi okura hissettiriyor. Gerilim, atmosfer ve duygu katman katman inşa ediliyor. Ve ortaya çıkan şey: sert, sarsıcı, acımasız, aynı zamanda distopik bir kurgu olsa da inanılmaz gerçek bir hikâye.
Roman, Dublin’de yaşayan Stack ailesi üzerinden totaliter rejimin sıradan hayatları nasıl paramparça ettiğini anlatıyor. Ailenin babası Larry, öğretmenler sendikasında yöneticilik yapan, hak savunucusu bir öğretmen. Bir gün ansızın devletin yeni istihbarat teşkilatı olan GUHB (Kamu Düzeni Yüksek Bürosu) tarafından tutuklanıyor. O andan itibaren roman, bilim insanı olan anne Eilish’in gözünden anlatılıyor. Eilish, dört çocuğuyla birlikte hem eşine ne olduğunu anlamaya hem de ülkesinin içine yuvarlandığı karanlıktan ailesini korumaya çalışıyor.
Paul Lynch’in ilham kaynakları arasında Suriye iç savaşı, 2015’te Muğla’nın Bodrum ilçesi sahilinde cansız bedeni bulunan Aylan bebek ve Herman Hesse var. Bu üç öğe, romanın vicdanını, öfkesini ve derinliğini anlamak için önemli. Çünkü Peygamberin Şarkısı, sadece bir annenin direniş hikâyesi değil, aynı zamanda “olmaz” dediğimiz her şeyin nasıl mümkün kılındığını anlatan bir toplumsal çöküş romanı.
Romanda zamanla iç savaşın eşiğine gelen İrlanda, seçimleri kazanan aşırı sağcı bir partinin baskılarıyla dönüşüyor. Kurumlar çökertiliyor, medya ele geçiriliyor, insanlar “sessizce” kayboluyor. Lynch, bu yolculukta özgürlük kavramını paramparça ediyor: “Eskiden özgür iradeye inanırdım, ‘kuşlar kadar özgürüm’ sanırdım ama artık o kadar emin değilim.”diyor Eilish.
Roman, sadece olayları anlatmakla kalmıyor; okura bir duvar gibi çarpıyor. George Orwell’in 1984’ü, Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’i gibi klasik distopyalardan biraz daha farklı bir kurgu ile, bir annenin yanan kalbinden yükselen haykırışla yaklaşıyor distopyaya. Bu anlamda Lynch’in yazarlığı yalnızca anlatıcı değil, aynı zamanda tanık. Olaylar, kendi kendini devindiren bir felaket zincirine dönüşüyor; tıpkı gerçek hayattaki gibi.
Peygamberin Şarkısı aynı zamanda bir unutmaya karşı direniş. Çünkü insanoğlu bazı savaşlar, bazı ölümler, bazı kayıplar hep başkalarının başına gelecekmiş gibi sanıyor. Lynch bu yanılgıyı okurun elinden alıyor. İktidarı eline geçirenlerin nasıl aynı karanlığa bulaştığını, insan doğasının içinde uyuyan kötülüğün fırsatını bulduğunda nasıl harekete geçtiğini, özgürlük dediğimiz şeyin ancak mücadeleyle var olabildiğini gözümüzün içine baka baka anlatıyor.
Roman boyunca “gerçek” dediğimiz şeyin ne kadar kolay dönüştürülebileceğini, medyanın tekrar tekrar söylediği her şeyin nasıl bir hakikate evrildiğini görüyoruz. Herkes “yeni düzene” sessizce alışıyor. En çok da sessiz kalanlar günün sonunda neler kaybettiklerini çok acı bir şekilde tecrübe ediyor.
Paul Lynch’in Peygamberin Şarkısı, bugünün dünyasına yazılmış bir uyarı niteliğinde. İçine çektiği o dipsiz kuyudan çıkamıyor, gerçekliğin içinde karanlık zamanların şarkısını söylerken buluyorsunuz kendinizi. Kitap boyunca Queen’in aynı adlı parçası kulağınızda çalarken, roman bittiğinde bile bu melodi zihninizde yankılanmaya devam ediyor.
Köşe Yazıları
Yas dediğin ne kadar sürer; bir gün sona erer mi? Yoksa insan sadece onunla yaşamayı mı öğrenir?

Maggie O’Farrell’in 2020 Woman’s Prize Ödüllü Hamnetromanı, yasın en derin sularında yankılanan bir ağıt gibi… Okuru 16. yüzyılın kasvetli, veba gölgesindeki İngiltere’sine götürüyor ve bir annenin en büyük kaybını, bir babanın sessiz yasını, bir ailenin eksilen ruhunu anlatıyor. Bu, yalnızca bir çocuğun ölümü değil; bir evin, bir annenin, bir babanın içinde açılan derin bir boşluğun hikâyesi.
1580’lerde Stratford’un Henley Caddesi’nde bir çiftin üç çocuğu oluyor: Suzanne ve ikiz kardeşler Hamnet ile Judith. Anne Agnes, doğanın dilini bilen, sezgileriyle gökyüzünü okuyabilen, bitkilerde şifa arayan bir kadın. Babaları ise Shakespeare… Ama bu hikâyede Shakespeare’in adı hiç anılmıyor. O, burada yalnızca bir baba; kaybını kelimelere dökemeyen, yasını sessizce taşıyan bir adam.
Hikâye, Hamnet’in yalnızlığıyla başlıyor. Ateşler içinde yatan kardeşini kurtarabilmek için odadan odaya koşuyor ama evin içinde yalnızca kendi ayak sesleri yankılanıyor. Ne annesi aşağı katta ne de babası evde…Kaderin acımasız elleri ona dokunuyor. Ölüm, Judith’i almak için geliyor ama Hamnetonun yerine geçiyor.
Bu kayıp, Agnes’in ruhuna kapanmaz bir yara açıyor. Yüzüne dokunduğu an, oğlunun artık bir hatıraya dönüştüğünü hissediyor. Bir zamanlar şifacı elleriyle insanları iyileştiren kadın, şimdi kendi içindeki boşluğu dolduramıyor. Yas, onun üzerine çöküyor; gökyüzü kararıyor, dünya sessizleşiyor. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil.
Shakespeare ise yası başka bir şekilde yaşıyor. Londra’dasığındığı tiyatroda kelimelerle kendi acısına şekil vermeye çalışıyor. Dört yıl sonra, oğlunun adını sahneye taşıyor. Hamlet… Oyun sahnelendiğinde, seyirciler için bir trajedi ama Shakespeare için bir ağıt oluyor.
Roman, iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm Hamnet’inhikâyesini anlatıyor, ölümün sessiz adımlarını hissettiriyor. İkinci bölümde ise Agnes’in gözünden lirik bir aşk, bir kayıp ve bir annenin dönüşümü anlatılıyor. Shakespeare’in Londra’da geçirdiği yıllar, ailesinden kopuşu, sahnede kelimelerle kendine bir dünya inşa etmesi de bu bölümde hayat buluyor.
Ancak bu hikâyede başkahraman Shakespeare değil. Asıl merkezde Agnes var. Doğaüstü sezgileri olan, başına buyruk, toplumsal kalıplara sığmayan bir kadın. Evinin gölgesinde şifalar bulan, ama en büyük acıyı yaşayan bir anne. Agnes bir doğan besliyor. Bu kuş, onun özgürlüğünün, gücünün bir simgesi. Ama ne iradesi ne de bilgeliği, onu en büyük kayıptan koruyabiliyor. Şifacı elleri, kendi oğlunu iyileştiremiyor. İşte, en büyük trajedi burada.
O’Farrell’in anlatımı, bir masal gibi büyülü, bir ağıt gibi hüzünlü. Kelimeleriyle okurun duyularına dokunuyor, kokuları, sesleri, ışığı hissettiriyor. Romanın her satırında yasın ağırlığı, kaybın kaçınılmazlığı ve aşkın zamana yenilmeyen izleri var.
Bu kitabı bir tarihsel roman gibi okumak yanıltıcı olabilir. Çünkü Hamnet, tarihsel gerçeklerden ilham alsa da bütünüyle bir kurgu. Shakespeare’in Hamlet oyununa adını veren oğlu Hamnet’in vebadan öldüğü rivayetinin üzerine inşa edilmiş bir hikâye. Ama yazar, onu sadece bir olay olarak anlatmıyor; acının derinliğini, bir annenin yaşadığı yası, kaybın bir aile üzerindeki yankılarını öyle güçlü işliyor ki kitap, büyülü gerçekçiliğin sınırlarında dolaşan bir modern klasik haline geliyor.
Hamnet, kaybedilmiş bir çocuğun, eksilmiş bir evin, parçalanmış bir annenin hikâyesi. Yasın, birini nasıl sonsuza dek değiştirdiğini anlatan en güzel romanlardan biri. Eğer kaybın ve aşkın en saf halini hissetmek, edebiyatın büyülü dünyasında yasın sesini duymak isterseniz, bu kitap tam da kalbinize dokunacak…
Köşe Yazıları
OSCARIN YILDIZLARI

Oscar ödül töreninde kırmızı halının en şıkları ve en “olmamış”ları…
OSCAR KİMİN?
Oscar akademi ödül töreni, eskisi kadar heyecanlı, ilgiyle beklenen bir ödül töreni olmasa da, film yıldızlarının kırmızı halıda ne giydikleri, törende neler yaptıkları hayranları tarafından merakla takip edilmeye devam ediyor.
Kırmızı halı; lüksü, şıklığı, zarafeti, asilleri, kazananları temsil etme özelliği taşıyan özel bir anlamı vardır. Ödül törenlerinde ünlülerin şıklık yarışına girdiği kırmızı halı için; aylar öncesinden onlara özel olarak sadece onların üzerinde gördüğümüz elbiseler, mücevherler, ayakkabılar bazen oscar ödül heykelini gölgede bırakır.
Bu yıl ki Oscar ödül töreninin kırmızı halıda kimler şık diye baktığımda pekte çok şık birilerini göremedim diyebilirim. Oyüzden hem şıkları hemde rüküş demeyim de olmamışları sizler için yorumlamaya başlayalım.
OSCARIN YILDIZLARI
DEMİ MOORE

Yıllara meydan okuyan güzelliğiyle, genç görünümünü kaybetmeyen fiziğiyle Demi Moore bence gecenin en şıkları arasındaydı.
Giorgio Armani’nin tasarımı olan; gümüş rengi ışıl ışıl parlayan, ölçülü göğüs dekolteli, kalçada hareketlilik sağlayan drapajlı balık elbisesi ve Chopard mücevherleriyle bir yıldız gibi parlıyordu. Kırmızı halı Oscarını ben Demi Moore ‘a veriyorum..
MİKEY MADİSON

Mikey Madison; “Anora” filmindeki rolüyle en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı. Christian Dior Coutre’dan 1950’ler tarzı, göğüs altında bir fiyonk efektli siyah ve pembe kombin renkli bir elbisesi ve 1910’lardan kalma bir Tiffany kolye ve uyumlu bir bileziğiyle eski Oscar törenlerine atıf yapan tarzıyla kırmızı halı şıkları arasına girdi.
ADRİEN BRODY
“The Brutalist” filmindeki performansıyla En iyi erkek oyuncu dalında ikinci Oscar ödülünü kazanan Adrien Brody; geceye Giorgio Armani simokini ve mücevher tasarımcısı Elsa Jin imzalı yaka broşuyla gecenin en şık erkeğiydi.

SELENA GOMEZ

Selena Gomez Oscar’a misafir olarak gelsede elbisesiyle en şıkları arasında olduğu için onu öne aldım. Ralph Lauren imzalı ışıltılı elbisesinin tarzıyla Hollywood yıldızlarından Sophia Loren’e selam gönderiyor.
Bu şık elbiseyi, Bulgari elmas kolyesi ve elmas yüzüğüyle tamamlayarak Hollywood yıldızlarının lüks şıklığını yansıtıyor…
MONİCA BARBARO

Oscar yıldızlarından biriside Monica Barbaro ; geceye prenses stilli, kabarık uçuk pembe saten etekli, zarif dekolteli Dior Couture elbisesi ve göz kamaştıran Bulgari mücevherleriyle katıldı.
ARİANA GRANDE
“Wicked” filmiyle pop starlıktan, Hollywood starlığına geçiş yapan Ariana Grande; kırmızı halıda Schiaparelli Couture imzalı pudra tonlardaki hareketli çember etekli, straplez elbisesiyle boy gösterdi.

TİMOTHÉE cHALAMET

Dönemin bütün kırmızı halılarının aranan isimlerinden olan, Kyle Jenner ile olan ilişkisiyle gündemden düşmeyen Timothée Chalamet, renkli hayatını yansıtan neon sarı takım elbisesiyle gecenin en dikkat çekici olduğu kadar en rüküşleri yada “olmamışları” arasındaydı…
Lisa

Lisa son dönemin en dikkat çeken isimlerinden ancak kırmızı halıda giydiği Markgong tasarımı smokin elbisesi, Bulgari mücevherleri (mücevherleri gören var mı?) ve rastgele toplanmış kahküllü saçlarıyla dikkat çekmekten öteye gidemeyen bir “olmamışlık” la boy gösterdi.
HALLE BERRY

Oscar ödül törenine sunucu olarak katılan Halle Berry; kırmızı halıda Cristiano Siriano imzalı, tam 7000 aynalı kırık kristallerden oluşan straplez balık elbisesiyle katıldı. Aynalı kristallerin tek tek işlenmesindeki büyük emeğe saygım var ama bu elbise sanki Oscar’in ağırlığını taşımıyor bence oyüzden ne yazıkki o da bu gecenin “olmamış”ları arasına girdi.
SCARLETT JOHANSSON

Scarlett Johansson; Thierry Mugler imzalı lacivert kadife elbisesini uzun lacivert kadife eldivenleriyle tamamlayarak, De Beers mücevherleriyle kırmızı halıda yerini aldı. Bir opera sanatçı pozundan da anlaşılacağı gibi Oscar ödül törenine değilde Opera da sahne alacak gibi görünüyordu. Bence o da ne yazıkki “olmamış”tı..
Oscarlar kime giderse gitsin kırmızı halı ödüllerini hakedenler kazandı.
Yazan ve hazırlayan: Ayşenur Demirkan
-
E-Dergi1 yıl önce
İsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
Ekonomi1 yıl önce
İsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
Yaşam12 ay önce
Kıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
İsviçre1 yıl önce
Dünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Gündem5 ay önce
ERDOĞAN KARŞITI PAYLAŞIMLARI SIĞINMA BAŞVURUSUNDA HAKLI GEREKÇE OLARAK GÖRÜLMEDİ
-
Dünya5 ay önce
META’NIN COVİD-19 AŞILARIYLA İLGİLİ YANILTICI BİLGİ KARARI: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLIYOR MU?
-
Gündem5 ay önce
TÜRKİYE’DEN GELEN SIĞINMA BAŞVURULARINA GETİRİLEN SERT UYGULAMALARA TEPKİ
-
Kültür Sanat1 yıl önce
Ferdi Tayfur’un Mücadele Dolu Hikayesi: Şeker Hastalığı ve Organ Nakli