Köşe Yazıları
BURADAN ORAYA, ORADAN BURAYA BAKMAK…BAKABİLMEK…
Başlık, İsviçre’den Türkiye’ye bakmak da olabilirdi. Ama daha genel olsun diye böyle yazmayı seçtim. İsviçre yerine farklı ülkeleri yazabiliriz diye düşünüyorum.
Son yıllarda, Türkiye’den Avrupa, Kanada ve Amerika’ya bir göç dalgası olduğu inkar edilemeyecek boyutlara geldi ( bence).
Benim gözlemim; gidenler daha çok, Avrupa ülkeleri ve Kanada ağırlıklı. Amerika eskisi kadar popüler değil sanki.
Gerçi istatistiki bir veri olarak değil, sadece kendi etrafımda, tanıdığım kişilerden ve duyduklarımdan yola çıkarak söylüyorum..
Şimdi bunun sebepleri üzerine bir şeyler söylemek, sosyolojik, psikolojik, ekonomik yorum yapmak değil amacım. Zaten bu konuda konuşacak bilgi birikimine sahip de değilim. Ayrıca üzerine konuşabileceğim, bildiğim bir araştırma vs de yok. (Belki vardır, ben bilmiyorum)
Kendim ve ailem adına konuşursam, iş ile ilgili sebeplerle geldik. Ancak daha önceki yıllarda da işle ilgili, birçok kez farklı ülkelerde yaşama olasılığımız olmaz mıydı? Elbette olurdu. Ancak hiçbir zaman böyle bir isteğimiz olmadığından, çıkan fırsat ve olasılıkların farkında bile değildik.
Eşimin de, benim de, İstanbul dışında bir yerde yaşamak konusunda en ufak bir hayalimiz yoktu. Hani İstanbul’da yoğun çalışan ‘’beyaz yakalı’’ diye tanımlanan grubun bir çoğunun, günün birinde, güneye, Bodrum’a, Çeşme’ye taşınma hayali vardır ya, bizde o bile yoktu.
Biz, “yaşlanınca, esas İstanbul’da yaşamak güzel” diyen, annemin ekolündendik.
Sözün özü, biz İstanbul’dan gittik ya, “herkes bir gün gidebilir” . Hani o kadar İstanbul insanıydık.
Yaklaşık yedi yıldır İsviçre’de yaşıyoruz, Luzern’de… Burada yaşarken, İstanbul’u özlemiyor muyuz. Tabii ki çok özlüyoruz.
Ancak her gidişimizde, İstanbul bize hem çok tanıdık, hem de çok yabancı geliyor.
Acayip bir ruh hali bu. Tanımlamak çok zor.
İstanbul’da olduğumuzda, ada (Büyükada), Pera (Beyoğlu-Galata-Şişhane arasındaki bölge) üçgeninde oluyoruz.
Ada’ya her gittiğimizde, dünyanın hiçbir yeri adanın yerini tutamaz diyoruz. Ta ki, bir Pazar günü ada vapuruna binene kadar…
( İstanbul o kadar kalabalık ki, artık nüfus ve toprak parçası arasında bir denge kurmak imkansız halde. Böyle olunca da, ne adaya gelen insanlara bir şey diyebilirsiniz, ne de kalabalıktan deliren insanlara.. Belli ki, bu pirinç bu suyu kaldırmıyor:( Bu arada; “hani ekonomi kötü, her yer dolu” deniyor ya, -ki yalan yok bende diyorum- 😉 o kadar kalabalık şehirde, her yerin dolu olmasından daha normal bir şey olamaz.
Bir de turist olarak gelenleri de katarsak, bu çok doğal bir sonuç. Doğal bir sonuç olması, böyle yaşamanın doğru olduğu ,sonucunu doğurmuyor tabii. )
Ya da gece yarısı, Pera’da aşağıya inip, sokağın sanki gündüz saat dört beş gibi, kalabalık olduğunu, hayatın devam ettiğini görüp, katılmasak bile, tuhaf bir iç rahatlığı ile eve çıkıp, sokaktan gelen o bağrış çağrış içinde, uyuyabilmenin tanıdıklığı, paha biçilmez diyoruz.
Luzern’de hafta sonu saat beşten sonra, açık herhangi bir yer bulabilmenin imkansızlığını hatırlayınca…
Ancak, sokakta yaya geçidinde yürürken, arabanın üzerinize gelip, üstelik suçluymuşsunuz gibi dat dat korna çalması ile o akşamki iç huzurumuz, huzursuzluğa dönüşebiliyor.
Ya da araba kullanırken, yol tabelasında 50 km hız sınırını görüp, ona uyduğum için, arkadaki arabanın durmadan korna çalıp, sonrada hızla yanıma gelerek,- uyuyor musun, git evinde uyu- demesiyle kan beynime çıkabiliyor. Ustelik hız tabelasını elimle işaret ettiğimde, eliyle delisin hareketini yapıp, gaza basıp, korkutarak önüme geçmesiyle ; yok, imkanı yok, burada yaşamam çok zor, noktasına gelmem, bir saniyemi alıyor.
İsviçre’de yaşamaya başladıktan sonra, Türkiye’ye her gittiğimizde, artan fiyatlarla, giderek dünyanın en pahalı, ama aynı zamanda en zengin ülkelerinden biri olan, İsviçre’den daha çok para harcamamız gerektiğinden, bahsetmiyorum bile…Ki İsviçre zengin olduğuna göre, pahalılığı da açıklayabiliyor. Zengin olmayıp, zengin ülke fiyatları olunca, tabii durum ekstra içinden çıkılmaz hale dönüşüyor.
Bu arada, burada gerek , Türkiye’den gelenlerden oluşan topluluklarda tanıştığımız kişiler, gerekse İsviçre ve diğer ülkelerden tanıdıklarımızla konuşmalarda, Türkiye ile ilgili hikayeler, daha çok, onları dolaştırıp kandıran taksiler, fiyatı ile orantılı olmayan otel hizmetleri ve yurt dışında yaşayan Türkleri kandırmaya çalışma hikayeleri. Bu çok can acıtıcı.
İsviçre’den geliyorsan 500 TL’lık bir şey sana 1000 TL, Afrika’nın fakir bir ülkesinde yaşasam 100 TL mi olacaktı?. diyesim geliyor.
Bir fiyatın ve hizmetin bedeli vardır. Bu gelen insanın gelir düzeyine göre değişmez. Tabii bu açık açık da yapılmıyor. Benim de İstanbul’da başıma çok geldi maalesef:( Artık bir şekilde İstanbul’da yaşamadığımı anlayan birilerine Ankara’dan geldim diyorum. Bazen İzmir’den:) O anki ruh halime göre, şehir değişiyor:)
Tabii güzel hikayeler de çok. Ben aslında “hep güzellikleri paylaşalım” fikrindeyim, ancak tabii düzeltmemiz gerekenleri de sakince ifade etmek işe yarayabilir.
Bu karmaşık duyguları yaşarken, insan olarak bizi en çok ahlaklı olmanın birleştireceği fikrine varıyorum…
Çünkü ahlak; insanları herhangi bir şekilde sınıflandırmadan, aynı şekilde kibar ve saygılı davranmayı gerektiriyor diye düşünüyorum. Ahlaklı bir insan bunu doğal olarak yapıyor zaten.
Sanılanın aksine, din, milliyet, dil değil, ahlak insanları birleştirir diye nerdeyse içimden ısrar ediyorum:) Karşımda biriyle tartışır gibi.
Ahlak saygıyı ve sevgiyi de doğurur diyorum.
Bu duygularla birlikte, Türkiye ile ilişkimiz farkında olmadan, tam Avrupalı turist gibi oluyor.
Gel, gör, biraz takıl eğlen, sonra insani koşullarla yaşadığın evine geri dön. Ancak bizim ana vatanımız Türkiye.. Tamamen Avrupalı bir turist gibi hissetmemizde çok zor..
Enteresan bir duygu.
Bu ne zaman böyle oldu. Tam çözebilmiş değilim.
Ya siz çözebildiniz mi?
Ancak tamamen umutsuz da değilim.
Birkaç kez çok güzel hislerde yaşadım.
Yolda yayalara yol verdiğimde, arkamdan dat dat korna çalan taksi şoförünü, dikiz aynasından takip ettiğimde, benden sonra yayaya yol verdiğini gördüm.
Yaşadığımı bu olayı, gün içinde karşılaştığım herkese coşkuyla anlatırken, bakın hala umut var diyorum. İçim sevinçle doluyor.
İyi davranışlarda bulaşıcı, aynı kötü olanlar gibi…
Yaz tatili geliyor. Birçoğumuza Türkiye yolu göründü…
İyilikleri bulaştırabilmek dileğiyle, iyi haftalar…
Köşe Yazıları
‘’ÖĞRENİLMİŞ CEHALET, KUTSALDIR’’
Nicolas von Cusanus
‘’Öğrenilmiş cehalet, kutsaldır’’ sözü, ünlü Alman düşünür (gerçi popülerlik açısından baktığımızda Türkiye’de Nietzche kadar ünlü değil) felsefeci, hukukçu, matematikçi, din adamı, astronomi, mantık, bir çok alanda çağının çok ilerisinde bir insanın; Nicolas Cusanus’un lafı.
Nerden çıktı şimdi Cusanus ve lafı demeyin. Bu lafın, İstanbul ile de enteresan bir bağlantısı var..
Bu Alman düşünür, yaşadığı dönemde (1401-1464) İstanbul’a gelmiş. Ve geride bıraktığı notlarından ve kitaplarından öğrenildiği kadarıyla, bu lafı ve bunun üzerine kurduğu neredeyse koca felsefe ve eseri yazmaya, İstanbul dönüşü, yolda aklına gelen bu cümle ile başlamış. Eseri: De Docta Ignorantia (Öğrenilmiş Cehalet Hakkında)
Bunu ilk okuduğumda ilgimi çekmişti. Ama tabii, İsviçre’ye taşınmadan önceki Gülten ile buradaki Gülten’in öncelikleri ve zamanı kullanması arasında ciddi fark olduğundan, bir yerlerde hafızamda tasnif edilmiş, kalmıştı. Geçenlerde kitapları karıştırırken gözüme çarptı.
Cusanus; insanın eğitim alıp öğrenmekle, sadece belli açılardan bakarak, gerçekliğin bir kısmını görebileceğini ve mutlak yani gerçek bilgiye, asla sahip olamayacağını söylüyor.
Eğitim alıp, kendini geliştiren insanın, öncelikle ne kadar cahil olduğunu ve bu cehaletini bu ömründe bitirmenin mümkün olmadığını kabul etmesinin, takdir edilmesi gerektiğini ileri sürüyor.
Bunu tekrar hatırlamak bana çok iyi geldi.
Birincisi; her şeyi bilmeye çalışmak gibi bir derdin ortadan kalkıyor😊 Ne yaparsan yap, zaten bunu başaramayacaksın. Bir rahatlıyorsun.
İkincisi; bunun zıttı … Zorlayıcı tarafı da bu. Sürekli kendini eğitmeye çalışacaksın, cehaletinin hiç bitmeyeceğini bilerek.
Bu, ne kadar zorlayıcı olsa da, insan olarak, bizim yapabileceğimiz bir şey.
Öleceğimizi bilerek, yaşıyoruz.
Demek ki, cehaletimizin bitmeyeceğini bilerek de, kendimizi eğitmeye devam edebiliriz.
Gelelim diğer bir konuya ki, bence bu, beni bu yazıya iten sebep. Bizim topraklardan dönerken Cusonus’un aklına geldiğine göre, o topraklarda ya çok bilmiş, ukala insanlar vardı ya da çok engin bilgisine ragmen, cahil olduğunun farkında olan insanlar 😊 Her halukarda da üzerinde düşünmeye değer..
Bu konuda lafları olan, doğu felsefesinde de bir çok kişi var. Ben şu anda, bu taraftan o tarafa bakmaya çalıştığım için, batılı düşünürler üzerinden anlamlandırmaya çalışıyorum.
Neyi anlamlandırmaya çalışıyorsun diyorsanız eğer; her şeyi. Yaşamı, Türkiye’yi, Avrupa’yı, Amerika’yı, dünyayı ya da sadece kendi yaşamımı…Ama tabii ki ahkam kesmeye çalışmayacağım. Kendi yazdıklarımla ters düşmek istemem😊 Sokrates’in de dediği gibi; ‘’Bildiğim tek şey, hiç bir şey bilmediğimdir.’’
Ama şunu söyleyebilirim, akıl vermek değil de aklıma geleni paylaşmak diyeyim.
Öğrendiğimiz bilgiye ya da inanca sıkı sıkı sarılıp, o doğrultuda yol almak yerine, yeni fikirlere açık olabiliriz.
Gittiğimiz yolun doğru yol olmadığını, farklı bir yola girmemiz gerektiğini görebiliriz.
Zaten dünyada fiziken de, hep aynı yönde gidersen, başladığın yere ulaşıyorsan…
O zaman niye hep aynı yönde gidesin…
Kim başladığı noktaya dönmek ister ki?
Ben istemem…
Siz ister miydiniz?
Harika iki hafta diliyorum…
Not: Bu arada beyin yakmak istemedim, sadece beyin çalıştırmaya çalışmak diyeyim😊
Köşe Yazıları
KAÇ KEZ YANILDIĞINDA “ENAYİ” OLUR İNSAN?
İnsan hayatı boyunca bir değil, birçok kez yanılabilir. Hepimiz hayatta düşe kalka öğreniyoruz; bazen çok büyük hatalar yapıyoruz, bazen de küçük yanılgılar içinde sürükleniyoruz. Ama asıl soru şu: Kaç kez yanılmak bizi “enayi” yapar? Nerede aklımızı devreye sokmalı ve kararlarımızı tekrar gözden geçirmeliyiz?
Bir kere yapılan hata, belki bir anlık gaflet veya yenilik arzusudur; insanın merakını yenememesi, heyecanı veya umutlarını test etme isteğidir. İkinci defasında yapılan aynı hata ise belki yine duyguların baskın geldiği anlık bir zayıflıktır. Fakat aynı olay üçüncü defa tekrarlanıyorsa, burada bir durup düşünmek gerekir: Başkaları mı suçlu, yoksa sorun bende mi?
Toplumda bize dayatılan “herkes yapıyor” anlayışı çoğu zaman içgüdülerimizi ve aklımızı bastırır. Etrafımızda bu kadar çok örneği görünce, kendimizi sorgulamadan, çevremizdekileri doğruluk pusulamız olarak alırız. Fakat “herkes yapıyor” diye yapılan her şey doğru mu? Bizi “enayi” durumuna düşüren şey, başkalarının aklını rehber almak, sorgulamadan uyum sağlamaktır.
Geçenlerde sevilen sanatçı Pınar Altuğ, pandemi döneminde herkesin aşılanmaya koştuğu günlere atıfta bulunarak şöyle demişti: “Vallahi doktor değilim. Hepimiz aşılandık, iyi mi ettik kötü mü ettik bilmiyoruz.” O dönem etrafımdaki yüzlerce insanın tezleri veya rehberleri hep şuydu: “Herkes yapıyor. Yanlış olsa milyonlarca insan aşılanır mı? Her ülke yapıyor. Yanlış olsa bu kadar ülke halkını zehirler mi?” Ya da şunu duydum binlerce kişiden: “Yüzlerce gazete aynı şeyi yazıyor.”
Vah vah vah… Eğer gerçekten bir olayı aynı anda pek çok gazetede görmek rehberimiz olacaksa, işte tam da beynimizi ve aklımızı kullanmamız gereken nokta burada başlıyor. Amerika, Irak’ta “kimyasal silah var” gerekçesiyle harekete geçtiğinde, binlerce gazete bunu haber yapmıştı. Peki ya sonra ne oldu? Yıllar sonra, kimyasal silah bulunmadığı açıklandı. Binlerce gazete aynı anda bu haberi neden yaptı? Kitlesel bir algıyı oluşturmak, insanların belirli bir şeye sorgusuz sualsiz inanmasını sağlamak için… Binlerce gazete yazdı diye bir şeyin doğru olduğunu varsaymak, bizi kör bir güvenin pençesine atıyor.
Peki, ne zaman aklımızı kullanmalıyız? En başta, “Ben bu yolda tek başıma yürüyor olsam, bu kararı yine de verir miydim?” diye sormalıyız kendimize. Eğer cevabımız tereddütlü ise, durmak, düşünmek ve gerçekten neye ihtiyaç duyduğumuzu görmek bize yol gösterir. En büyük hatamız, bu soruyu yeterince sormamak. Çoğu zaman içimizde “yanlış yapıyorsun” diyen bir ses vardır; fakat onu susturmak, daha kolay, daha risksiz gelir.
Kısacası, ne kadar çok insan yapıyor, ne kadar çok haber yazıyor olursa olsun, önemli olan bizim bu kalabalığa dahil olmadan önce kendi aklımızı ne kadar kullandığımız. İnsan aklı, yanılabilir ama her yanılsamada “akıl” denen o değerli yetimizi biraz daha büyütürsek, bir gün belki de “enayi” damgası yemekten kurtulabiliriz.
Köşe Yazıları
KENDİNİ ARAMA, ARARKEN BULMA YA DA HEP YOLDA OLMA…
Çok komik bir şey, yeni fark ettim. Gün içinde hep kafamda yazıyorum. Sonra onu satırlara dökmediğim için unutuyorum. Yani aslında kafamda haftada beş yazı yazıyorum😊 Ancak bunların kağıda dökülmesi iki haftada bir oluyor. Yani arada birçok yazı kaynıyor.
Neyse, kafamda yazdıklarım değil, şuan bilgisayar başına oturduğumda aklıma gelenler, dökülecek satırlara.. Kısa bir bilgilendirme oldu.. Merak eden olursa diye.. (Bu arada kendi kendime de söz verdim. Kafamda yazı yazmaya başlayınca, hemen yazıya geçireceğim. Bakalım başarabilecek miyim? )
Başlıktan yola çıktığınızda anlayacağınız gibi, bu kendine yolculuk yazılarından…
Son yıllarda herkes kendi içlerine doğru bir yolculukta, arayışta…
Kimisi buluyor, kimisi bulamıyor.
Ben kendi adıma sanki bu hayat, hep yolda olma hali gibi. Hiç bitmeyen bir içe yolculuk…
Bir buluyorsun, bir kayboluyorsun, tam oldum diye hafif bir sevinç hissederken, hiç de olmadığını görebiliyorsun.,
Çocukluktan beri spiritüel (o zamanlar böyle denmezdi gerçi) konulara merakım vardı. Ama etrafta bu konuları konuşacağım, bu kadar çok insan yoktu.
Kendi kendime okur, araştırır, düşünürdüm. Düşüncelerimin farkında olarak, olumlusuyla değiştirmeye çalışma ve gece yatarken isteklerini düşünerek uyuma gibi, kendimce ritüellerim vardı. Tabii ki kimselerle paylaşmazdım. Sadece kızım bunlara şahitti. Çocuk haliyle, anlayamadığı benim ritüellerimden, meditasyon diyebileceğim odaklanma hallerimden, belki biraz rahatsız olurdu, belki alıştığı için doğal görürdü. Ne yapıyorsun diye bana sorduğunda, anneanne, dede, sen, ben, hepimiz çok sağlıklı olalım diye dua ediyorum derdim. Ayrıca dileklerimi de söylüyorum derdim. O da benimle oturur, içinden kendi duasını ederdi. ,
Sonra aradan yıllar geçti. Oğlum olduğunda, ona gece yatarken dua etme ritüelimi öğretemedim. Çünkü kendim de bırakmıştım. Şimdi düşünüyorum da, 90’lı yıllardan sonra Türkiye’de maneviyattan bir kopuş oldu sanki. Ya da kendi adıma konuşayım, büyük laflar etmeyeyim. İstanbul’da yaşarken, 90’lı yıllardan 2016’ya kadar geçen sürede maneviyattan ciddi bir kopuş yaşadım, yaşadık. Çevremdeki hemen herkes için de bunu söyleyebilirim.
Biz 2017’de İsviçre’ye taşındıktan sonra, ben tekrar en eski hallerime dönüp, kendimle iletişim kurma haline geçtim. Spritüel dediğimiz konunun özü de bu değil mi zaten…
Tüm dünyada bu günlerde, herkes bir içsel yolculuk ve kendini tanıma derdinde. Bence bu çok güzel ve insana umut veriyor. Geçtiğimiz aylarda konuk olduğu bir programda Hollywod Yıldızı Jennifer Lawrens’ın bir sözü çok hoşuma gitti. Bir iki gün önce bir yazıda aynı sözünü tekrar gördüm. Ne güzel ifade etmiş;
‘’ İnsan kendini tanımadığında nereye koyacağını da bilemiyor’’
Kendimizi tanıyıp, koyacağımız yerleri iyi seçebilmeyi diliyorum…Kolaylıkla, en güzeli olsun..
Gülten Yazıcı Dülger
-
E-Dergi9 ay önce
İsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
Ekonomi8 ay önce
İsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
Yaşam7 ay önce
Kıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
İsviçre9 ay önce
Dünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Gündem2 ay önce
HÄGENDORF’TA TÜRKÇE “SİZ BENİ YAKTINIZ SİZ!” DİYE BAĞIRDIĞI DUYULAN ADAM KENDİNİ YAKTI: DURUMU AĞIR, HELİKOPTERLE HASTANEYE KALDIRILDI
-
Gündem9 ay önce
İsviçre’nin Sesi Yankılanıyor…
-
Gündem10 ay önce
Biel’de Skandal: Cinsel İlişki Karşılığında Yabancılara Oturma İzni Belgesi!
-
Gündem10 ay önce
İsviçre’de Emeklilik Oylaması: Kritik Karar!