Sosyal Medya

Köşe Yazıları

 Kadın Olmak

yazar

Yayınlayan

on

 Meltem Soğuk Stropoli – Yaşamın Renkleri Köşesi                                              

Yılda bir kez kutlanan “tanımlanmış” günlerin anlamını çoğumuz zaman zaman sorgulasak da, bizlere durup düşünme ve belki de eyleme geçme fırsatı vermeleri açısından değerli değil midirler? 

Öyleyse bugün, bu özel günde biraz “kadın olmak” üzerine düşünelim mi?

Özgünlük ve Kadın Kimliği

Biz kadınlar bu hayatta pek çok açıdan benzer düşünüp, benzer hissetsek de, her birimiz aslında genele indirgenemeyecek kadar özgün ve biriciğizdir. Oysa bu özgünlüğümüze rağmen bize öğretilmiş tanımlar ve tabularla nasıl da genelleştiriliriz. 

Gönlümüzce gülmek isteriz; “Ciddi ol”, “Hafifmeşrep demesinler”, “Edepli gül” uyarıları ile hevesimiz kursağımızda kalır. 

Seçimlerimizi kendi irademizle yapmak, kendimizi özgürce ifade etmek isteriz; “Yakışıyor mu senin gibi kadına”, “Ben babana ne derim sonra” yorumları ile susturuluruz. 

Bu kalıpların içinde en fazla öğretilmiş olan bir tane vardır ki, toplumun kadına en fazla yakıştırdığı kimlik de odur. Kadın her şeyden – kendinden bile önce – “anne”dir ve anneliğe adanmış ne kadar vasıf varsa kadın olmak tam da bu kimliğe sıkıştırılır. “Anne kadın” fedakardır, anaçtır, kendini unutandır, saçını süpürge edendir. 

Oysa kadın olmak, anne olsa da olmasa da, öncelikle kendisi olabilmektir.

Çalışma ve Kadının Ayakları Üzerinde Durma Mücadelesi

Çalışmayı ve kendi ayaklarının üzerinde durmayı seçenler veya seçebilmeyi başaranlar için ayrı bir mücadele başlar. 

“Erkeklerin dünyasında kendini kabul ettir”, “Güçlü ol”, “Savaşçı ol”… 

İş hayatında maskülen kadın olmak, yine de erkeklerden daha fazla çabayla daha az takdire ve daha az para kazanmaya razı olmak. Bir kravat takmadığımız kalır adeta kendimizi ve başarılarımızı kabul ettirebilmek için. 

Kadın olmak bitmek bilmeyen bir ayaklarının üzerinde durabilme mücadelesidir.

Eğitim ve Seçim Özgürlüğü

Aramızda bu kadar şanslı(!) olmayanlarımız ise, istese de okuyamaz. Çalışma hayatına atılma, üretken olma hakları daha baştan ellerinden alınır. 

İstediğini seçememek, seçme özgürlüğünü hiç bilmemek ve çoğu zaman kendilerine biçileni kabullenmektir onlara düşen. 

Oysa kadın olmak seçebilmektir. Kendini seçimleriyle oluşturabilmek, var edebilmektir.

Dayanışma ve Umudun Gücü

Kimi zaman dayanması imkansız görünen acılar birleştirir kadınları. Şiddet gören kadınlar, tecavüze uğrayan kadınlar, küçük gelin kadınlar, töre cinayetlerine kurban giden kadınlar ve daha niceleri…

Yaşamları ve gelecekleri ellerinden acımasızca çekip alındığında destek olur birbirlerine kadınlar…Kol kanat olurlar, kaybedilen geleceklere umut olurlar. 

Kadın olmak dayanışmadır, umuttur.

Zıtlıkların İçinde Güçlenmek

Kadın, dünyada yaratılmış her şey gibi zıtlıklarıyla varolandır. 

Narindir ama bu hemen yenilebileceği anlamına gelmez. Kırılgan ama güçlüdür, kolay kolay pes etmez! 

Haksızlıklara isyan eden ama affetmesini bilendir, yeri geldiğinde savaşan ama sevgisini koşulsuzca verendir. 

Hem dişil, hem de gerektiğinde erildir. 

Kadın olmak kendi zıtlıklarıyla, çelişkileriyle büyümek, güçlenmektir.

Kadın Olmanın Toplumsal Sınavı 

Kadın olmak belki de dünyanın hemen her yerindeki kadınlar için, kendisine bahşedilmiş akıl ve sağduyu sayesinde kendini gerçekleştirmeye çalışırken, bir yandan da toplumdaki kadın olma yargısının da sınavını vermektir.

Sözlerimi benim çok sevdiğim, bizler gibi İsviçre’de yaşayan bir kadın olan Burcu Özer Katmer’in içimizden kadın hikayelerini çok güzel yansıttığı “Kendine Ait” adlı kitabından, bilge “Irina” karakterinin cümleleriyle noktalamak istiyorum: 

“Ya kendini yaşayacaksın ya da sana biçilip giydirileni. Ya mağdur olacaksın ya mağrur. Ya son gününde dahi iliklerine kadar yaşadığını hissedeceksin ya da “keşke”lerinle gömülüp gideceksin. Her kadın aynada gözlerine bakıp neyi seçeceğine karar vermeli. Her kadın bir gün bu dünyadan giderken kendini doğurmuş, kendi elinden tutup, kendi büyümesine şahit olmuş olarak gitsin isterim. Yaş almış bir kadın bedeninde küçük bir kız değil.” 

Kendi seçimlerini yapabilen, kadınlığı unutturulmayan, kendini doğurmuş kadınları daha çok görebileceğimiz nice 8 Mart’lara…

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

NE ORALISIN NE BURALI: GURBETTEKİ RUHUN KİMLİK ARAYIŞI

yazar

Yayınlayan

on

Yurtdışında yaşayanların Türkiye’ye her ziyareti, aynı sahneyi tekrar tekrar yaşatır. Daha valiz açılmadan başlayan sorular, sanki bir kimlik sınavına çekiyormuşçasına, üst üste gelir: “Burası mı güzel, orası mı güzel?” Küçük çocuklar için de farklı değildir: “Anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı?”

Bu bitmek bilmeyen kıyaslama çabası, yalnızca akraba ziyaretlerinde değil, gurbetçilerin yaşadıkları ülkelerde de karşılarına çıkar. Tanıştıkları yabancı bir komşu ya da iş arkadaşı, merakla şunu sorar: “Kendini daha çok Türk mü hissediyorsun, Alman mı? İsviçreli mi? Avusturya’lı mı?”

Ve ne kadar düşünseler de, hiçbir cevap bu soruları tatmin edemez. Çünkü o cevap, herkesin görmezden geldiği büyük bir gerçeği saklar: Gurbetçiler ne oralıdır ne buralı. Türkiye’de “Alamancı”dırlar, yaşadıkları ülkelerde ise bir türlü “tam anlamıyla” yerli sayılmazlar.

TÜRKİYE’DE YABANCI, YURTDIŞINDA DAHA YABANCI

Gurbetçinin kimliği, tıpkı uçak biletinin gidiş-dönüş tarihleri gibi, değişken ve kırılgandır. Türkiye’ye ayak bastığında ev sahibi değil, misafirdir. Kendi memleketinde dahi “yabancı” olarak anılır. Şivesiyle alay edilir, yanlarında çocukları varsa “Aman bu çocuk Türkçeyi unutur, yazık” denir. Ancak yaşadıkları ülkede aynı çocuklara asla “tam anlamıyla bizim vatandaşımız, bu Alman, İsviçreli, Avusturyalı” denilmez. Pasaportu, dili, mesleki başarısı ya da topluma katkısı bu algıyı değiştirmez. Yabancıdır, Ausländer.

Bu çift yönlü yabancılık hissi, gurbetçinin omuzlarına ağır bir yük bindirir. Doğduğu topraklarda hasretle karşılanması beklenirken, “bir misafir kadar” kabullenilmesi ona acı verir. Yaşadığı ülkede ise ağzıyla kuş tutsa da her zaman “öteki” olarak kalır. Peki, bu sorular neden sorulur? Neden bu ısrarla bir taraf seçmesi istenir?

BİR TARAFA AİT OLMA ZORUNLULUĞU

Belki de bu soruların ardında, insanın köklere olan derin ihtiyacı yatıyordur. Toplum, herkesin bir yere, bir kimliğe ait olmasını ister. Oysa gurbetçinin ruhu, kökleriyle dalları arasında sıkışmıştır. Doğduğu ülke, onun çocukluğunu ve geçmişini temsil eder; yaşadığı ülke ise bugünü ve geleceğini. Bir ağaç gibi, hem köklere hem de gökyüzüne muhtaçtır.

Ancak köklerle gökyüzü arasındaki bu bağ, toplumun beklentilerine uymayınca, bir “araf” durumu doğar. Hiçbir yere ait olamamak, hep iki dünya arasında sıkışıp kalmak… Asıl sorun, gurbetçinin bu durumu kabullenmiş olmasıdır, ama çevresindeki insanların hâlâ ondan net bir cevap beklemesidir.

GURBETÇİNİN İKİ DÜNYASI

Türkiye’deki yakınlar, gurbetçinin “orayı” överek burayı küçümsemesini beklerken, yaşadığı ülkedeki insanlar ondan geçmişini tamamen silip o ülkeye ait olmasını ister. Bu iki zıt beklenti, gurbetçinin ruhunu bir savaş alanına çevirir. Ne tam anlamıyla Türk kalabilir ne de tam anlamıyla yeni ülkesine ait olabilir. Onun için iki dünya da yarımdır, iki dünya da eksiktir. “Bunu başardım” diyen ya kendini kandırıyordur ya da öyle sanıyordur.

KABUL GÖRMEK Mİ, ÖTEKİLEŞMEK Mİ?

Aslında bu soruların ardında büyük bir ikiyüzlülük de yatıyor. Türkiye’de, gurbetçiyi kendi toprağından kopmuş bir “Alamancı” olarak görenler, onun Batı’da maruz kaldığı ötekileştirmeye şaşırmaz. Oysa iki taraf da aynı şeyi yapmaktadır: Onu tam anlamıyla kabul etmemektedir.

SORULAR YERİNE EMPATİ

Belki de bu yüzden artık şu soruları sormayı bırakmalıyız: “Burası mı güzel, orası mı güzel?” ya da “Kendini daha çok nereli hissediyorsun?” Bunun yerine, gurbetçinin iki dünyayı da içinde taşıdığını kabul etmek gerek. Çünkü onun hikayesi, kökleri ve gökyüzü arasında bir köprü kurmanın hikayesidir. Empati, bu köprüyü güçlendirecek tek şeydir.

Belki de en güzeli, hiçbir yere ait olmak zorunda hissetmeden, iki dünyayı birden kucaklamaktır. Çünkü gerçek aidiyet, insanın kendini bir kimliğe sıkıştırmadan, özgürce var olabilmesidir.

Hayatta her zaman kökleriniz kadar, dallarınızı da sevin. Çünkü insan ancak iki dünya arasında köprü kurduğunda tam anlamıyla var olur.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

2025 KIŞ TRENDLERİ YENİ BAŞLIYOR…

yazar

Yayınlayan

on

2025 KIŞA GİRERKEN ÖNE ÇIKAN MODA TRENDLERİ

Sonbahar rüzgarlarının, kar tanelerine dönüştüğü kışın en soğuk günlerine adım attığımız şu günlerde, dünya modasını kendi tarzına adapte etmek isteyenler için sezonun tam ilk yarısında en öne çıkan ve hatta sokak stillerine yansıyan en hit trendleri anlatmaya geldim.

Neredeyse bir yıl öncesinden dünya moda trendlerini öngören “Trendsetterlar”, bizlere bu sonbahar kış sezonu için birçok farklı trend sunmuştu. Sonbahar sezonunda özellikle bazı trendler biz kadınları fazlasıyla cezbederek, tarzlarımıza yansıtmamızla birlikte en öne geçmeyi başardı.

Hâlâ dışarı çıkarken ne giyeceğinize karar veremiyorsanız, gardırobunuzda karmaşa yaşıyorsanız, alışveriş yaparken alakasız şeyler alıyorsanız, tam kış sezonu yeni başlarken, tarzınızla sizi bir yıldız gibi parlatacak, dünya moda markalarının defile görsellerinden derlediğim en hit trendleri sıralamaya başlayalım.

BORDOLu KADIN

Bu sezonun en popüler, en trend, en öne çıkan rengi “Bordo” tüm trendlerin önüne geçerek ilk sırayı alıyor. Bordo giyinen kadınları sonbahardan itibaren her yerde görmeye başlamıştık. 2025 kışında, tarzlara damgasını vurmaya devam edecek gibi görünüyor.

Gucci’nin yeni tasarımcısı Sabato De Sarno en son Gucci defilesinde; Gucci’nin Tom Ford dönemine atıfta bulunan bordo tasarımları, ustaca kullanarak dönemin en hit trendini yaratmış oldu.

 Baştan aşağı tamamen bordo renkte giyinmek yada sadece palto, ayakkabı, çanta, çizme, şapka, çorap gibi kombin parçası olarak kullanarak bu trendi sizde yakalayabilirsiniz.

Bu trendin en iyi yanı, sıradan bir tarzı ne kadar zahmetsizce yükseltebildiğiniz veya daha cesur bir şeye derinlik katabildiğinizdir.

Ayrıca bordo oje, bordo ruj yada allık gibi detaylarda kullanarak kombinlerinizi tamamlayabilirsiniz.

ÖRME TAKIMLAR

Kışın buz gibi soğuk günlerinin vazgeçilmezleri örmeler;  bu sezon örgü etek-ceket, şort-ceket ,

pantolon-kazak gibi kombin takımlar olarak karşımıza çıkıyor.

El emeği göz nuru haraşolar, selanikler, saç örgüler ve diğer bütün çeşitlerinin birbiriyle yarışacağı bu sezonda sizlere tavsiyem; örgü yapmayı biliyorsanız bu takımlardan kendinize veya sevdiklerinize örerek bu trendin yıldızlarından biri siz olabilirsiniz.

DERİ ŞIKLIĞI

“Şıklık, çaba ister…” sözümün hakkını veren trend bu olsa gerek. Deri pantolon, etek yada şort takımlar, deri paltolar, ceketler ve deri çizmelerle yaratılan kusursuz şık silüetler bu sezon dünya moda tasarımcılarının kadınları şık, elegant ve sofistike tarzlara dönüştürüyor. Şık olmak istiyorsanız bunun için çabalamalısınız…

 

KÜrk MANTOLU KADIN

Gösterişli, göz dolduran, zengin bir görünümün temel parçası kışın vazgeçilmezi kürkler bu sezon farklı tarzlarda ortak bir amaca hizmet ediyor. İster salon kadını olun, ister kayak yapmaya giden sporcu bir kadın, bu kürkler size bu sezon zengin patron havası vermeye geliyor.

Dünya markalarının hiçbiri artık gerçek kürk kullanmıyor. Bende kendi adıma trendleri yakalamak isteyenlere emitasyon kürekleri almalarını önemle rica ediyorum.

LEOPAR

Dolce Gabbana’nın, Roberto Cavalli’nin hemen hemen her sezon koleksiyonlarında sıkça kullandığı leopar deseni bu sezonun en öne çıkan trendlerinden biri haline geldi.

Şık paltolardan gündelik bluzlara, ayakkabı, çanta ve aksesuarlara kadar leoparı bu sezon birçok farklı tarzda kullanabilirsiniz.

 Christian Dior gibi tasarımcılar bu klasik deseni kemerli trençkotlar gibi çarpıcı parçalarda kullanırken, Zimmermann ise günlük giyime dahil etmeyi kolaylaştıran rahat stillerle tasarımlarına yansıtıyor. Sizde leopar bir parçayı gardrobunuza dahil ederek bu trende katılabilirsiniz.

BOHEM

Rahat, salaş, karmaşanın yaratığı farklılık arayışını yansıtan bohem tarzı benimseyenlerden ilham alan bu trend, Chloe’nın uçuşan transparan gömleklerinden

kadınsı çekici görünümü yakalayabileceğiniz gibi, Armani’nin salaş pantolon ve çiçekli kombininde olduğu gibi maskülen bir tarza da bürünebilirsiniz.

Sezonu sezonda takip edenler için öne çıkan birkaç trendi yorumladım. Kişisel tarzınızı oluştururken, sürekli değişen güncel trendlere kendinizi fazla kaptırmadan size en çok yakışan parçaları seçmenizi tavsiye ediyorum.

“Moda Vazgeçilmezdir.” Ayşenur Demirkan

YAZAN VE HAZIRLAYAN: AYŞENUR DEMİRKAN

www.aysenurdemirkan.com

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Sence Evin Neresi?

yazar

Yayınlayan

on

Son zamanlarda bana bu soru sık sık soruluyor. Ülkesinden ayrı yaşayanların hayatlarından belki de hiçbir zaman tamamen yok olmayacak, zaman zaman kendini hatırlatacak bir soru bu. Hele de benim hayatımda olduğu gibi eşler iki farklı ülke ve kültürden gelip, yaşamak için üçüncü bir ülkeyi seçtiklerinde daha da önem kazanabiliyor.

“Ev’’imizi nasıl tanımladığımız aidiyet kavramı ile yakından ilişkili. İster üzerinde düşünmüş, ister hiç düşünmemiş olalım, hemen hemen hepimizin hayatında yer tutar aidiyet kavramı. Bu dünyaya gelmeye hazırlanırken ilk evimiz olan ana rahmine yerleşmemizle başlıyor tutunma ve ait olma ihtiyacımız. Belki de böyle görkemli bir başlangıç, yaşamımız boyunca sürebilecek aidiyet arayışımızı tetikliyor. Hayat boyu devam eden bir yere, bir gruba, bir ideolojiye veya kişiye aidiyet ihtiyacı aynı zamanda insanın güven ve anlam bulma arayışı. “Ben buyum, buradayım, burası veya bu kişiler de benim bir parçam” diyebilmek insana kendini sadece güvende ve değerli değil, tamamlanmış da hissettiriyor.

“Ben bağımsızlığıma düşkünüm!”

Bu ifade ilk gençlik yıllarımda kullanmayı en çok sevdiğim cümlelerden biriydi. Birey olma gayreti ile geçen erken gençlik yıllarında böyle havalı cümleler pek seviliyor. Bu havalı cümleyi kullanırken tabi ki benim de farkında olmadan yaptığım aidiyet duygusunu tamamen kısıtlayıcı olarak algılayıp, kimseye hesap vermeme ve özgür olma kavramlarını yüceltmekti.

Gerçekte aidiyet ve özgürlük birbirinin karşıtı mı? Veya olmak zorunda mı?

Aidiyet, özünde insanın kendini tanımasını ve ait hissettiği tanımlama içinde kendine bir yer bulmasını içerir. Bu anlamda bakarsak sağlıklı bir aidiyet, bireyin hem kendisi olmasına, hem de bir bütüne ait hissetmesine olanak sağlayan bir duygu. Sağlıklı aidiyet derken kastettiğim dengeli ve baskıcı olmayan, bireyin kendisi olmasına izin veren bir ait olma şekli. Aidiyet hissi kişiye yalnız olmadığını hissettirdiği için özgürleştirir de. Desteklendiğini hisseden kişi hayatında cesur adımlar atabilir.

Doğan Cüceloğlu İletişim Donanımları’nda tam da bu noktaya değinir ve insanın hem bağımsız hem de ait olmak istediğini vurgular. Cüceloğlu’na göre birey olma ve ait olma ihtiyacı ne kadar dengeliyse, kişi o kadar mutlu ve enerjiktir.

Benim hikayeme dönecek olursak; bağımsızlık tutkumun ardından bir süre sonra bir “dünya vatandaşı” olma sevdam başladı. “Kimse bir ülke ile sınırlı olmasa, herkes dünyaya ait olsa” gibi şefkatli düşüncelerin aklımdan geçtiği zamanlar. Kültürün, insana kim olduğunu anlamasını da sağladığını ve kültür ortaklığının geçmiş ile gelecek arasında köprü işlevi gördüğünü farketmediğim dönemler. Paylaşılan ortak detayların bir insanın hayatına anlam katabileceğini, sıcak sohbetin ortasındaki “bir demli çay daha” cümlesinin yaşattığı tanıdık mutluluk hissini, eski şarkılarda benzer anılara gidebilmeyi yaşadıkça farkettim. Bunlar, bu küçük görünen detaylar, aslında hepsi ait olmanın, olabilmenin bir parçasıymış. İnsan hiçbir yere, hiçbir şeye ait olmadan yalnız ve buruk hissedermiş, bir şeyler eksik kalırmış.

Bu da beni aidiyet ile el ele olan “köklere bağlılık” kavramı üzerine düşünmeye yönlendirdi. Annemle babamın, onların anne babalarının hikayelerini daha çok merak etmeye başladığımda bunun aslında kendi hikayemi bilmek arayışı ile ilişkili olduğunu anladım. Köklere bağlılık kendi hikayemizi bilmek demek, çünkü bize bir “dayanak noktası” sunar. İnsan kendini sadece dünyaya gelmiş bir birey değil, daha büyük bir hikayenin parçası olarak da görmeye başlar. Tarihsel farkındalıklar insanın kendini yaşamda konumlandırmasına da yardımcı olur.

Küreselleşen dünyada göçler, hızlı yaşam, bireyselliğe aşırı düşkünlük gibi faktörlerin etkisiyle köklerden uzaklaşma ve aidiyetsizlik kavramları da ortaya çıkabiliyor. Son zamanlarda okullarından mezun olur olmaz yurtdışına giden Türk gençlerinin sayısı hızla artıyor. Bambaşka kültürlere heyecanla koşmak ve insanın farklı kültürlerle kendi kültürünü harmanlayarak kendini geliştirip inşa etmesi çok değerli olsa da genç yaşta köklerden uzaklaşmak ister istemez “ben nereye aitim?” sorusunu da beraberinde getiriyor. Farklı ülkelerde yaşamak, insanın köklerinden güç alarak, yeni kültürlerle gelişerek kendini tanımlaması , şekillendirmesi için büyük bir şans aslında. Bir yerlerde okuduğum güçlü ağac metaforu aklıma geliyor bu konuyla ilgili. Güçlü bir şekilde köklerimize bağlıyken, dallarımızı gökyüzüne uzatarak yeni olasılıklara yer açmak ve gelişmek. Tam da “ben nereye aitim” sorusuna cevap gibi.

Tekrar “ev”e dönecek olursak, bana göre “ev”in tek bir tanımı yok. Anlamı da tanımı da kişiden kişiye değişir. Kimilerinin evi bir ülke veya şehir iken, kimilerine göre aile veya bir kişi, hatta bazen bir ruh hali bile “ev” olabilir. “Ev”inden uzak hisseden biri için, “ev” bazen bir nostalji kaynağına da dönüşebilir. Aidiyet hissi ile geçmişe özlemin iç içe olduğu bir durum var ki, geçmişi fazla yüceltip idealize etmek de bazen “ev”i gerçek anlamından uzaklaştırabiliyor.

“Ev”imiz varoluşsal ve duygusal bağlarımızın merkezinde yer alır. Varoluşumuzun anlamını bulamadığımızda kendimizi evsiz de hissederiz. Edebiyatta ne çok örneği vardır bunun. Çok sevdiğim kitaplardan olan Yeraltından Notlar’da aidiyetsizliğin ve topluma yabancılaşmanın getirdiği derin yalnızlık ve huzursuzluk Dostoyevski’nin muazzam anlatımıyla insanın içine işler. Oğuz Atay’ın “tutunamayan” karakterleri Turgut ve Selim, Yusuf Atılgan’ın meşhur Aylak Adam’ı C. karakteri, Albert Camus’ün Yabancı’sındaki Meursault, bize hep benzer hissi yansıtırlar. Evsiz hisssetmek edebiyata bazen öyle farklı şekillerde yansımıştır ki, insan aynı karakterde evsizliğin farklı boyutlarını bir arada görür. Haruki Murakami’nin Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları’nda tasvir ettigi Renksiz Tsukuru tam da böyle bir karakterdir örneğin. Sebep belirtilmeden arkadaş grubunun dışına itilen Tsukuru, çocukluğu ve aidiyet duygusu elinden alınmış hisseder. Tsukuru’nun hissettiği “ev”sizlik duygusu, okurlara sürekli arayış içindeki melankolik kişilik olarak yansır.

Tsukuru’da birlikte büyüdüğü arkadaş grubu olarak görulen “ev”, gerçek hayatlarda da kişiden kişiye tanımı değişen bir kavramdır. Sadece fiziksel bir mekan değil, ruhsal bir aidiyet hissidir. Sanatçı için kendini ifade edebildiği alan “ev” iken, tek başınalığı seven biri için bazen yalnızlık, aşık biri için sevdiğinin gözleri, gezgin icin seyahat ederek mutlu olabildiği her an “ev”dir.

Benim evim neresi sorusuna dönecek olursam; tanıdık gelen ve ruhsal bağ ve aidiyet hissettiğim her yer, herkes ve her şey hayatıma anlam katarken, “kendimizin evi olmak” fikrini benimseyenlerdenim. Ev hissim dış koşullara çok da bağımlı değil, daha çok kendi ruhumda ve zihnimde. Keyifli akan bir sohbetteyken, ailemle vakit geçirirken, köpeğimin yıldız gözlerinin içine bakarken, kendimi doğru ifade edebildiğim her yerde- mesela şu anda bu yazıyı yazarken kendimi “ev”de hissediyorum.

Sizin eviniz dediğiniz yer neresi, üzerinde hiç düşündünüz mü?

Haberin Devamını Oku
Reklam

Trendler