Sosyal Medya

Köşe Yazıları

WEF’deki İsraflı Lüks: Vergi Paraları Boşa mı Gidiyor?

yazar

Yayınlayan

on

Cemil Baysal Köşe Yazısı

Gelir seviyesi yüksek binlerce ünlü, işadamı ve önde gelen politikacı, her yıl düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’na (WEF) katılmak üzere Davos’a akın ediyor. Ancak, bu lüks toplantının vergi paralarıyla desteklenip desteklenmemesi konusu, etik ve halkın vicdanını sorgulayan bir mesele haline geldi.

Davos’ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu (WEF), yalnızca bir toplantı değil, aynı zamanda lüks bir şov gibi görünüyor. Binlerce dolarlık katılım ücretleri, çevre dostu olmayan özel jet seyahatleri ve vergi mükelleflerinin cebinden çıkan paralar, etkinliğin sadece belirli bir kesiminin menfaatine olduğu izlenimini uyandırıyor.

Zirvenin Arkasındaki Gölge

WEF’e katılanlar arasında genellikle en zengin ve en etkili kişiler bulunuyor. Bu sebeple, vergi mükelleflerinin bu etkinliği finanse etmesi, kamuoyu tarafından sorgulanıyor.

Bu yıl, Çin Devlet Başkanı Xi, Almanya Başbakanı Scholz, İngiltere Başbakanı Sunak, ABD Başkanı Biden ve Rusya Devlet Başkanı Putin gibi önemli liderlerin katılmaması dikkat çekti. Bu durum, WEF’e katkıda bulunan devlet liderlerinin seçici bir şekilde davet edildiği ve organizasyonun gerçekten küresel bir platform olup olmadığı sorularını gündeme getirdi.

WEF, bir vakıf statüsüne sahip olup Cenevre’de merkezlenmiş durumda. 1.000’den fazla aidat ödeyen üyesi bulunuyor ve üyelikler farklı kategorilerde sunuluyor. Bu kategoriler arasında “Stratejik Ortak” üyeliği yılda 600.000 Frank. En son üyelik statüsü, büyük şirketlere özel ayrıcalıklar sağlıyor ve söz konusu şirketlere beş kişilik bir temsilci grubu gönderme hakkı tanıyor.

WEF, Stiftung (vakıf) statüsü ile vergi avantajlarından yararlanıyor. Ancak, bu durum genel halk ve vergi mükellefleri arasında ciddi bir rahatsızlık yaratıyor. Etkinlik için ayrılan devasa miktarların vergi kaynaklarından gelmesi, adalet ve eşitlik prensipleriyle bağdaşmıyor gibi görünüyor. WEF’in “Strategic Partner” kategorisine girmek için ödenen yıllık 600.000 Frank’lık ücret, sadece seçkin bir grup şirketin ve zengin bireyin katılımını sağlıyor. Bu durum, etkinliğin elitlere ayrıcalıklı bir platform sunma amacını daha da pekiştiriyor.

Ancak, bu ayrıcalıklı statüye sahip olan şirketlerin en az bir kadın temsilci gönderme zorunluluğu bulunuyor. Bu, cinsiyet eşitliği konusunda bir çaba olarak sunulsa da, bu şirketlerin gerçekten çeşitlilik sağlayıp sağlamadığı tartışma konusu.

WEF’in kendisi de bir vakıf olduğu için vergi avantajlarından yararlanıyor. Ancak, vakıfların vergi avantajlarını kötüye kullanma eğilimi olduğu düşünüldüğünde, bu durum kamuoyunda endişe yaratıyor.

Özellikle dikkat çeken bir diğer nokta ise WEF’e katılan elitlerin, sürekli olarak dijitalleşme ve çevre konularında yaptıkları çağrılara rağmen, toplantıya özel jetleriyle seyahat etmeleri. Bu durum halka, “su iç vaazı verip, şarap içelim” deyimini anımsatıyor ve eleştirilere neden oluyor.

Davos’ta düzenlenen bu etkinlik sırasında, mülk sahipleri için oldukça karlı bir dönem başlıyor. Çünkü birçok kira sözleşmesi, WEF süresince iş yerini veya daireyi terk etmeyi şart koşuyor. Bu durum, mülk sahiplerine ek gelir sağlamakla birlikte, kira pazarında rekabeti de artırıyor.

Sonuç olarak, WEF’in finansman kaynakları ve katılımcı profili, daha fazla şeffaflık ve hesap verebilirlik talep eden bir toplumda giderek daha fazla soru işareti uyandırıyor. Vergi paralarının bu tür etkinliklere harcanmasının, sosyal sorumluluk ve kamu çıkarları açısından daha sorgulanır bir hale gelmesi kaçınılmaz görünüyor.

Sonuç olarak, Davos’ta düzenlenen WEF, sadece bir toplantı değil, aynı zamanda toplumsal eleştiri ve sorgulamaları beraberinde getiriyor. Vergi mükellefleri, bu lüks etkinlik için harcanan paraların hak ettikleri alanlarda kullanılmasını beklerken, organizasyonun gerçek değeri ve etkisi konusunda kamuoyu daha fazla bilgilendirilmeyi hak ediyor.

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

FUTBOL MAÇI SEYRETMEKTEN, KENDİNİ SEYRETMEYE DOĞRU…

yazar

Yayınlayan

on

Sahi siz maç seyreder misiniz?

Açıkçası maç seyredeceğim diye tutturanlara sinir olacak kadar, futbol ile ilgiliyim. Lafta Beşiktaş taraftarıyım. Babam Fenerbahçeliydi, annem ise, aman herkes kazansın diyerek, mantığa tamamen aykırı bir noktadaydı.

 Dayım Beşiktaşlıydı ve dayımı  çocukluğumda çok az görmeme ragmen, bir şekilde beni de Beşiktaşlı yapmış. Beşiktaş’ın seyircisini, duruşunu da severim açıkçası. Yani çocukluğumdan beri Beşiktaşlıyım. Bu arada eşim de Galatasaray Liseli olmasına ragmen, aile geleneği olarak Beşiktaş’lıdır. Oğlum ve kızımın ise pek alakası yok diyebilirim. 

 İstanbul’da yaşadığımız yıllarda -ama epey yıllar önce-, Beşiktaş kombine bileti alıp bir sezon maçlara gitmişliğim var.(Yanlış kaleyi Beşiktaş kalesi sannederek sevindiğim söylenir. Ama ben hiç hatırlamıyorum. Futbol maçlarıyla bağlantım bu kadar. Sonrasında eşimin bir dönem aşırı merakıyla, maçlardan da da Beşiktaş’tan da iyice soğumuştum, yalan yok.

Neyse, geçtiğimiz günlerde  Avrupa Kupası’nda Beşiktaş- Lugano ile eşleşmiş.  Eşim birlikte gitmeyi  teklif etti. Burada olunca, memleket havasını hissetmek vs. zaten yaz tatili dönüşü biraz burukluk falan, iyi hadi gidelim dedim. (Tabii ki oğlumuz gelmediL ) Maç Lugano değil Thun’da oyanıyormuş. Olsun dedim Thun’u da seviyorum, sevimli bir şehir, hava da çok güzel ve Luzern’e de bir buçuk saat uzaklıkta. Yani sonuçta ver elini Thun; Lugano-Beşiktaş maçı yaptık.  

Maçın ilk başlarında, Lugano takımı sahaya çıkınca arkamda oturan geç çocuklar yuhalamaya başladılar. Ben; ‚‘yapmayın, lütfen ayıp, lütfen‘‘ diye bağırmaya başladım. Eşim beni çekiştirip duruyor, napıyorsun. İlk kez mi maça geliyorsun, karışma vs.. Ama ben durmadım tabii. Arkadaki, öndeki o gürültüde beni duyanlar,  benimle alay etmek için, bak abla alkışlıyoruz diyerek, alkışlamaya başladılar. Tabii stadın genelinde yuhalama devam etti.  Ben döndüm, ama çocuklar niye durup dururken yuhalıyorsunuz ki, normal çıktılar , taraftarlarını selamlayacaklar diye, sesim in çıktığı kadar bağırıyorum…

 Ki bu arada maç, Thun’da oynanıyor. Gerçekten toplasan 10 kişi ya var ya yok, o kadar az Lugano seyircisi. Thun alman tarafında ve İsviçreliler genel olarak maçlara bizim kadar  meraklı olmadıkları için pek gelen olmamış. Ancak bu arada bir saptama yapayım. Bu durum gelecekte değişebilir. Çünkü İsviçre’de çocuklar arasında en çok sevilen spor, futbol. Şaşırtıcı ama gerçek.

Neyse, ayrıca İsviçre’lilerde genel gözlemim, resmi bir araştırma değil. İtalyan tarafı, Alman tarafına, Alman tarafı,  Fransız tarafına Fransız tarafı hiç bir tarafa okadar da bayılmazJ  Ama sorduğunuzda hepsi İsviçrelidir. Ve bundan gurur duyar. Birbirinle iyi anlaşamayan kardeşler gibiler. Hiç biri bir diğerini beğenmez. Ama dışarı karşı hep tek vücut olurlar.

Neyse, yani Thun’da futbol seven meraklılar bence Beşiktaş tarafında oturuyordu. Ortam daha heyecanlı olur diyeJ Ki bizim iki yanımızda da İsviçreli oturuyordu. O acaip bağırış çağırışı sessizce merakla izliyorlardı. Lugano gol attığında da, tabii ki hiç bir sevinç belirtisi göstermediler.  Muhtemelen, maç  sanki Türkiye’ymiş gibi stadın Beşiktaş taraftarıyla dolu olmasından da olabilir. Sadece Beşiktaş değil, Fenerbahçe ve Galatasaray formasıyla gelenler de vardı. Yurt dışında yaşayınca Türkiye’nin takımı bizim takımımızdır mantığı ile kolkola olunabiliyor.

Bu da futbolun birleştiriciliği. Tabii aynı birleştiriciliği, İstanbul’da iki  rakip takımla olan maçlarda görmek, İsviçre’li bir futbolseverin bizim futbolsever gibi tepki göstermesini beklemek kadar absürd sanırım. Onlar sinemada film seyreder gibi maç seyrediyorlar. Biz ise, tüm oyuncularla beraber sahada futbol oynayıp top koşturuyoruzJ

Maçın başlarındaki barış elçisi, sevimli, herkese eşit mesafede yufka yürekli teyze kıvamındaki  ben, ilerleyen dakikalarda, futbol otoritesiymiş de her hafta maç seyredip, bu işi seyrederek öğrenmiş gibi  bağırıp çağırırken buldum kendimi. Sanki bıraksalar insem sahaya, onlara nasıl gol atılacağını öğretirmişim gibi bağırıyordum. Koşsana,  ne orda duruyorsun, ona niye pas verdin vsvs…

Daha durun o da bir şey değil, şimdi yanlış söyleyemeyim ama galiba 46 numaraydı. Bizim glevhalara vurarak tempo tutuyordu, ve bizim trübünü de coştururyordu. 46 numara buna epey sinirlenmiş olacak ki, gelip topu hızla  bizim önümüzdeki  levhalara doğru atmaz mı?

Tüm o öndeki gurupla beraber ayağa kalkıp, Yuhhhhh diye bağırıp bütün o kalabalıkla birlikte tempo tuttuğumu duyduğumda  hafif bir şok yaşadım. Allahım beni sınama lütfen diyerek, sessizce yerime  oturdum.  Sonra biran düşündüm, kendimce gelişmiş bir adalet duygum olduğuna inanırım. Burda da bir haksızlık yaptı ona ses çıkardım. Tıpki, başta selamlarken, yuhalanmaya ses çıkardığım gibi diye düşündüm ve kendime kızmadım. Belki de her konuda hep iyi tepkiler vermek o kadar da doğru bir şey değil.

Geldiğim noktada ben şöyleyim, ben böyleyim demeyi bırakıp, esnek olmaya çalışıyorum. Yani benimde sınırlarım var. Benim de damarıma basıldığında ben de yuh diyebilir mişim.

Yani bu kendini izleme, içe dönüp, kendini tanımaya çalışmak acaip komik bir yolculuk. Her gün kendinde yeni bir şey buluyorsun. Kendini daha iyi tanımaya çalışıyorsun…

Zürih’li meşhur Psikiatrist&Psikolog ve  Analitik Psikoterapinin kurucusu ve benim de kitaplarını  çok severek tekrar tekrar okuduğum,

 Carl Gustav Junng’un dediği gibi, ‚‘Dışa bakan, rüya görür, içe bakan uyanır‘‘

Uyanırmıyım bilmem ama kendini izlemek,  tanımaya, anlamaya ve hayatı yaşarken anlamlandırmaya çalışma yolculuğu diyeyim, heyecanlı bir yolculuk…

Siz ne düşünüyor sunuz?

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Narin’ in Sır Ölümü ve Kan Donduran Suskunluk

yazar

Yayınlayan

on

Geçtiğimiz günlerde Türkiye’ de henüz sırrı çözülemeyen korkunç bir cinayet yaşandı. Henüz 8 yaşında bir kız çocuğu canice katledilip, dereye gömüldü. Gömülme şekli ve sonradan ortaya çıkan detaylar bunun bir kaza değil bir cinayet olduğunu açıkça gösteriyordu.

Cinayet kamuoyu tarafından duyulduktan sonra, ülke içi ve dışında milyonlarca insan tarafından küçük kız sahiplendi ve adalet isteği büyük bir boyuta ulaştı. Evet bu duyduğumuz ilk çocuk cinayeti değildi ama insanlar artık bu cinayetlerin açığa çıkmasını ve yenilerinin yaşanmamasını istiyor. Bu isteğin ne kadar fazla olduğu haftalardır kamuoyu ilgisinin azalmamasından da belli. Ben bile minik Narin’ in yüzünü rüyalarımda gördüm.

Bu korkunç olaydan yola çıkarak o tarz yerleşim yerlerindeki feodal yapıdan biraz bahsetmek istiyorum.  Cinayet ortaya çıktıktan sonra tüm köy halkının gerçekleri gizlemek ve suskun kalmak konusundaki inadına şaşırıyoruz ya? Aslında bu hem ülkemizde, hem de dünyada yaşanan ve yüzyıllardan beri bilinen bir gerçek. Isabel Allende’nin “Ruhlar Evi” (La Casa de los Espíritus) adlı romanını okuyanlar hatırlayacaktır. Bu kitapta, Şili’nin toplumsal ve siyasi tarihine, özellikle de askeri darbe dönemine dair derin anlatımlar bulunur. Roman, bir ailenin birkaç nesil boyunca yaşadığı dönüşümler üzerinden, hem bireysel hem de toplumsal boyutta iktidar ilişkilerini ve sınıf farklılıklarını işler. Köy ağalarının baskıcı yapısı ve toplumsal hiyerarşiye dair detaylar bu eserde yer alır. Özellikle Esteban Trueba karakteri, köylüler üzerinde kurduğu otorite ve zalimliğiyle bu konuyu temsil eder. Trueba, tarlalarında gezerken, gözüne kestirdiği her kadına tecavüz etmiş ve sayısız evlilik dışı çocuğu olmuştur. Köylüler bu olayları bilmelerine rağmen asla ağızlarını açıp dillendirmezler ve karşı gelmezler.

Isabel Allende’nin köy ağalarının kadınlara tecavüz ettiğinden bahsettiği bir başka kitap da  “Eva Luna” adlı eseridir. Bu romanda, Eva Luna’nın yaşadığı toplumda güçlü erkek figürlerinin kadınlar üzerinde kurduğu baskı, şiddet ve istismar temaları işlenir. Allende, genel olarak toplumsal eşitsizlikler, cinsiyetçi baskılar ve kadınların maruz kaldığı zorlukları derinlemesine ele alan bir yazardır.

İtalyan mafyasının “Omerta” yasası, mafya içinde mutlak sessizlik kuralını ifade eder. Tam da Narin’ in yaşadığı köydeki insanların tavrına uyan bir yasadır bu. Omerta, Sicilya’da köken almış ve özellikle Cosa Nostra adlı mafya yapılanmasıyla özdeşleşmiş bir kavramdır. Bu yasa, mafya üyelerinin ve ilişkili kişilerin suçlarla, yasa dışı faaliyetlerle veya örgütle ilgili bilgileri yetkililere veya dışarıdakilere ifşa etmemesini zorunlu kılar. Omerta’yı ihlal etmek, ihanet olarak kabul edilir ve genellikle ölümle cezalandırılır.

Omerta, mafyanın güç ve varlığını sürdürmesinde önemli bir yer tutar, çünkü bu yasa sayesinde mafyanın faaliyetleri dış dünyaya karşı gizli kalır ve suçları işleyenlerin adalet önüne çıkarılması engellenir. Ayrıca, bu kural sadece mafya üyelerini değil, onların etrafındaki insanları da kapsar, yani tanıkların veya mağdurların da yetkililerle işbirliği yapmasını önlemek amacı taşır.

Özetle, Omerta yasası mafyanın temel ilkelerinden biri olup, sadakat ve gizlilik üzerine kurulu bir kültürel ve sosyal sessizlik yasasıdır.

Bu iki örnekte de görüldüğü gibi, bunlar bu tarz kapalı ve özellikle de kriminal çevrelerde yazılı olmayan ama herkesçe bilinen kurallardır. O yasaları çiğneme korkusu o kadar insanların iliklerine işlemiştir ki, bu uğurda çocuklarının katilini bile koruyup kollamayı göze alırlar. Dolayısıyla her ne kadar kamuoyu vicdanı bu olayın açığa çıkmasını istese de, aralarından birinin gerçekleri itiraf etme olasılığı oldukça düşük. Dileyelim ki tam tersi olsun ve artık başka Narinler ölmesin. Çocuklar mutlu bir şekilde büyüsünler.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Yürümeye övgü: Düşünüyorum, öyleyse yürüyorum!

yazar

Yayınlayan

on

Doğa yeni uyanıyor. Gökyüzü, rengine karar vermeye çalışırcasına pembeden turuncuya, alacalı görünüyor. Güneş cömertliğini henüz göstermemiş ama bugün pek de utangaç olmayacağı belli, hava şimdiden yumuşacık. Sadece adımlarımın altındaki otların hışırtılarının duyulduğu bir sessizlik içinde tepeye doğru yürüyorum. Üzüm bağlarına çıkan kısa ve dar bir patika bu. Sabahın taze kokusu içimi çocuksu bir sevinçle dolduruyor. Kayınların dallarının arasından sesinden büyüklüğünü kestiremediğim bir kuş sabahı selamlıyor. Düzenli soluk alıp vererek ve tempolu adımlar atarak geçen beş, altı dakikalık bir yürüyüşün ardından, tepenin yamacından Zürih Gölü’ne doğru sereserpe uzanmış şekilde tüm bereketli güzelliğini sunan üzüm bağlarına varıyoruz. Köpeğim Grissino’nun en sevdiği yer burası. Bağların arasındaki toprak yolda onu serbest bıraktığımda alev rengi tüylerini esintiye bırakarak özgürce koşuyor.

Ben onun ardından yürüyorum. Koşmayı tetikleyen hız ve ataklık isteğinin değil, yürümenin getirdiği sakinlik ve teslim olmanın peşindeyim. Öylece yürüyor ve vücudumun ritmine ruhumun çabasız bir doğallıkla ayak uydurmasını izliyorum. Adımlarım belli bir tempoya ulaştığında günlük hayatın zihnimde yaratmış olduğu gürültü, doğanın dinginliği ile birlikte eriyip gidiyor. Tüm yaşama telaşının geçici bir süreliğine geride kaldığını hissettiğim o noktada kendimle-veya en fazla köpeğimle-gerçek anlamda başbaşa olmanın tadına varıyorum.

Yürüyüşçü olma yolunda

Yıllar önce İsviçre’ye geldiğimde pek çok İstanbullu gibi bir araba bağımlısıydım. O zamanlar Basel’de yaşayan eşimi ziyarete gelmiş ve akşam yemeğe giderken arabayı almak yerine taksi çağırmayı önermiştim. Nasıl da pratik bir düşünce! Basel’in ne kadar düzenli ve yürünesi bir şehir olduğunu, Ren Nehri boyunca yürüyerek şehrin her iki yakasını bir saat içinde bitirebileceğimi öğrenmek çok vaktimi almayacaktı. Neredeyse ekmek almaya bile arabasına atlayıp gitmeye alışmış bir metropol kadını için yepyeni bir keşif (!) hissiydi bu. Elbette bu müthiş buluşa adapte olabilmenin ilk koşulu, bavulumda Basel’e gelen yüksek topuklu ayakkabılarımdan rahat yürüyüş ayakkabılarına yumuşak bir geçiş yapmaktı.

Geçen yıllar içinde İsviçre ve İrlanda’daki yürüyüşlerim beni “kendimce” tecrübeli bir yürüyüşçüye dönüştürdü. Buna, son birkaç yıldır araba kullanmama özgürlüğü de eklenince, adımlarım ve zihnimin dostluğu pekişip güçlendi. İsviçrelilerin yürüyüşte kullanmayı pek sevdikleri o kayak batonu benzeri çubuklara kollarımı hapsetmiyor, adımlarıma uyum sağlamaları için onları serbest bırakıyorum; tıpkı özgür kalıp doğaya akan zihnim gibi. Konuşmaya gayret sarfetmemek ise işitme yetimi keskinleştiriyor. Sadece doğayı dinlediğimde her türlü irili ufaklı sesi farkedebiliyorum. Adeta Grissino ile yarışıyoruz doğaya kulak kabartmakta! O, yaşı ve ırkı gereği haliyle hızın peşinde. Ama yanımda yürürken benim yavaşlığıma ayak uydurmaya çalışıyor-yeter ki karşısına onu kontrolden çıkarıp atak cesurluğunu sergiletecek bir köpek veya kuş çıkmasın!    

Yavaşlık ve düşünmek üstüne 

Frederic Gros, çok severek okuduğum “Yürümenin Felsefesi”nde “Kendine güvenin ve cesaretin sahici göstergesi yavaşlıktır” der. Hızın zıddı olmayan bir yavaşlık burada bahsettiği. İyi yürüyüşçüye ait özellikler adımların son derece istikrarlı olması ve yeknesaklık ona göre. Kötü yürüyüşçü ise bazen hızlanıp, sonra yavaşlayabilir. Ani süratlenmelerle kazandığı hızın ardından soluk soluğa kalır. Yavaşlık ise tam olarak aceleciliğin zıddıdır Gros’un ifadesine göre.

Kalori hesaplarının kurbanı olarak kan ter içinde yürüyenleri konumuzun dışında tutarsak, sadece aceleciler midir yürürken hızlanan? Bazen hatırlamak istemediğimiz şeylerden kaçmak, onları hafızamızdan bir an önce atmak için de hızlanır adımlarımız. Adımlarımızı daha hızlı attıkça o hatırlamak istemediğimiz anılar sanki daha hızlı çıkacaktır aklımızdan. Anımsamak istediğimizde ise yürüyüşümüz kendiliğinden yavaşlar. Yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasındaki gizli ilişki olarak tanımlar bunu Milan Kundera “Yavaşlık” kitabında. Yavaşlığın derecesi anının yoğunluğuyla, hızın derecesi ise unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. 

Bazen hızla yürürken nefes almadan da konuşan, adeta atılan her adıma mümkün olduğunca çok kelime sıkıştırmaya çalışan geveze yürüyüşçüler geçer yanımdan. Kelimelerin uğultusu uzaklaştıkça bir oh çekerim öyle anlarda! Yalnız yürümeyi tercih etmem de bu sebeptendir. Yürürken serbest kalan zihin belli bir berraklığa ulaşır, düşünceler billurlaşır. Öfkelendiren olaylara fevri tepki vermemek, önemliyi önemsizden ayırt etmek ve daha sağlıklı karar alabilmek kolaylaşıverir. O yüzden önemli kararlar öncesinde kullanılan “üstüne uyumak” kavramı gibi, benim için bir de “üstüne yürümek” yaklaşımı vardır.     

Bir yerlerde okuduğum şu cümle bana ilham verici geldi: “Düşünmek, bir nevi kavramlar ile seyahat etmektir”. Bu zihinsel seyahate, beden de harekete geçerek eşlik ettiğinde düşünce ritmik bir eyleme dönüşüp daha kolay akıyor belki de. Metin Münir “Yürümek aklı da yürütür” demişti bir yazısında, ne kadar da doğru bir tanımlama.

Yürümek tarih boyunca hep önemli oldu

Tarih boyunca düşünce ile yürümenin ilişkisi üzerine o kadar şey yazılıp söylenmiş ki! Her kültür, yürümeyi farklı şekillerde yorumlamış, düşünürler ve sanatçılar yürürken düşünme ve fikir üretmeye övgü yapmışlar. Antik dönemden beri bilgeler, hep yürüyerek derin düşüncelerin peşine düşmüşler. Aristoteles’in bir aşağı bir yukarı yürüyerek ders anlattığını ve kurduğu okulda yetişen öğrencilerin, Yunanca “gezinmek, yürümek” anlamındaki “peripatein” kelimesinden türeyen “Peripatetik” ifadesi ile tanımlandıklarını görürüz örneğin. Bu gelenek İslam dünyasında da devam etmiş, Farabi, İbn Sina gibi İslam filozofları da Arapça “yürümek” anlamındaki “meşy” kökünden türemiş bir kelime olan “Meşşai” ile anılmışlardır. 

Peki sadece doğada yürümek mi insana tüm bu özellikleri kazandırır? Ya yaşadıkları sokaklara ve ana caddelere sıkışmış büyük şehirliler? Elbette şehirde ve doğada yürüyüşe çıkmanın nitelikleri oldukça farklı. Şehirlerde kaldırım veya parklarda yürürken gündelik hayatın kalbindedir insan. Yine de zihnin gürültülerinden uzaklaşarak diğer insanlara ve hayata karşı gözlemci olma şansı yakalanır. Her gün yaşadığımız sokağı bile yeni bir gözle görmeye çalışmak, başımızı kaldırıp daha önce görmediğimiz detayları farkedebilmek keyifli ufak keşifler olabilir.

Düşünürlerin çoğu doğadan ilham almış olsa da, içlerinde şehirli yürüyüşçüler de olmuş elbette. Örneğin Kirkegaard, Kopenhag sokaklarında usanmadan yıllarca yürümüş. Her ne kadar bazı kaynaklarda yürüyüşlerinin sebebi olarak sevip de ulaşamadığı bir kadın gösterilse de (Regine Olsen’i sevdiği halde onu mutlu edememekten korktuğu için evlenmekten vazgeçen filozof, genç kadının evleneceğini duyduğunda melankoliye kapılmış) yürümek, onun yazılarının kaynağı olmuş ve dostlarına, yürüyebildiği sürece ölüm dahil hiçbir şeyden korkmadığını dile getirmiş. Caddelerde rastladığı insanlarla konuşmayı seven Kirkegaard’ın, bu sohbetlere verdiği yaratıcı bir de isim var: “İnsan banyosu”!

Son olarak şehirde yürüyüş deyince XIX. yüzyılda ortaya atılan ve XX. yüzyıl romanlarında da karşımıza çıkan Fransızca kökenli “flanör” ler geliyor aklıma. “Kenti karış karış gezen kişi” anlamına gelen bu sözcük farklı şekillerde yorumlansa da, kentin içindeki gerçek gözlemcilerdir flanörler. Aylak kent gezginleri olarak şehri en ücra köşelerine kadar arşınlar ve hayatı gözlemleyip düşünürler. “Aylak” ifadesi, aylaklığın işsiz güçsüz olmak şeklinde algılandığı günümüzde olumsuz bir imge oluştursa da, bazen aylaklık da iyi gelir insana. Kundera, eski aylaklıklara gönderme yaparak bir Çek atasözünü paylaşır okuyucularıyla:

Aylaklar Tanrının pencerelerini seyrederler”.

Beş dakika boş kalamayıp ekranlara kilitlenen günümüz insanını düşününce oldukça anlamlı gelen bir söz. Bugün ihtiyacımız olan belki de biraz daha fazla “aylak” olabilmek…

Haberin Devamını Oku
Reklam

Trendler