Köşe Yazıları
WEF’deki İsraflı Lüks: Vergi Paraları Boşa mı Gidiyor?

Cemil Baysal Köşe Yazısı
Gelir seviyesi yüksek binlerce ünlü, işadamı ve önde gelen politikacı, her yıl düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’na (WEF) katılmak üzere Davos’a akın ediyor. Ancak, bu lüks toplantının vergi paralarıyla desteklenip desteklenmemesi konusu, etik ve halkın vicdanını sorgulayan bir mesele haline geldi.
Davos’ta düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu (WEF), yalnızca bir toplantı değil, aynı zamanda lüks bir şov gibi görünüyor. Binlerce dolarlık katılım ücretleri, çevre dostu olmayan özel jet seyahatleri ve vergi mükelleflerinin cebinden çıkan paralar, etkinliğin sadece belirli bir kesiminin menfaatine olduğu izlenimini uyandırıyor.
Zirvenin Arkasındaki Gölge
WEF’e katılanlar arasında genellikle en zengin ve en etkili kişiler bulunuyor. Bu sebeple, vergi mükelleflerinin bu etkinliği finanse etmesi, kamuoyu tarafından sorgulanıyor.
Bu yıl, Çin Devlet Başkanı Xi, Almanya Başbakanı Scholz, İngiltere Başbakanı Sunak, ABD Başkanı Biden ve Rusya Devlet Başkanı Putin gibi önemli liderlerin katılmaması dikkat çekti. Bu durum, WEF’e katkıda bulunan devlet liderlerinin seçici bir şekilde davet edildiği ve organizasyonun gerçekten küresel bir platform olup olmadığı sorularını gündeme getirdi.
WEF, bir vakıf statüsüne sahip olup Cenevre’de merkezlenmiş durumda. 1.000’den fazla aidat ödeyen üyesi bulunuyor ve üyelikler farklı kategorilerde sunuluyor. Bu kategoriler arasında “Stratejik Ortak” üyeliği yılda 600.000 Frank. En son üyelik statüsü, büyük şirketlere özel ayrıcalıklar sağlıyor ve söz konusu şirketlere beş kişilik bir temsilci grubu gönderme hakkı tanıyor.
WEF, Stiftung (vakıf) statüsü ile vergi avantajlarından yararlanıyor. Ancak, bu durum genel halk ve vergi mükellefleri arasında ciddi bir rahatsızlık yaratıyor. Etkinlik için ayrılan devasa miktarların vergi kaynaklarından gelmesi, adalet ve eşitlik prensipleriyle bağdaşmıyor gibi görünüyor. WEF’in “Strategic Partner” kategorisine girmek için ödenen yıllık 600.000 Frank’lık ücret, sadece seçkin bir grup şirketin ve zengin bireyin katılımını sağlıyor. Bu durum, etkinliğin elitlere ayrıcalıklı bir platform sunma amacını daha da pekiştiriyor.
Ancak, bu ayrıcalıklı statüye sahip olan şirketlerin en az bir kadın temsilci gönderme zorunluluğu bulunuyor. Bu, cinsiyet eşitliği konusunda bir çaba olarak sunulsa da, bu şirketlerin gerçekten çeşitlilik sağlayıp sağlamadığı tartışma konusu.
WEF’in kendisi de bir vakıf olduğu için vergi avantajlarından yararlanıyor. Ancak, vakıfların vergi avantajlarını kötüye kullanma eğilimi olduğu düşünüldüğünde, bu durum kamuoyunda endişe yaratıyor.
Özellikle dikkat çeken bir diğer nokta ise WEF’e katılan elitlerin, sürekli olarak dijitalleşme ve çevre konularında yaptıkları çağrılara rağmen, toplantıya özel jetleriyle seyahat etmeleri. Bu durum halka, “su iç vaazı verip, şarap içelim” deyimini anımsatıyor ve eleştirilere neden oluyor.
Davos’ta düzenlenen bu etkinlik sırasında, mülk sahipleri için oldukça karlı bir dönem başlıyor. Çünkü birçok kira sözleşmesi, WEF süresince iş yerini veya daireyi terk etmeyi şart koşuyor. Bu durum, mülk sahiplerine ek gelir sağlamakla birlikte, kira pazarında rekabeti de artırıyor.
Sonuç olarak, WEF’in finansman kaynakları ve katılımcı profili, daha fazla şeffaflık ve hesap verebilirlik talep eden bir toplumda giderek daha fazla soru işareti uyandırıyor. Vergi paralarının bu tür etkinliklere harcanmasının, sosyal sorumluluk ve kamu çıkarları açısından daha sorgulanır bir hale gelmesi kaçınılmaz görünüyor.
Sonuç olarak, Davos’ta düzenlenen WEF, sadece bir toplantı değil, aynı zamanda toplumsal eleştiri ve sorgulamaları beraberinde getiriyor. Vergi mükellefleri, bu lüks etkinlik için harcanan paraların hak ettikleri alanlarda kullanılmasını beklerken, organizasyonun gerçek değeri ve etkisi konusunda kamuoyu daha fazla bilgilendirilmeyi hak ediyor.
Köşe Yazıları
Sevgi Her Şeyi İyileştirir mi?

Hayatın farkındalık kısmını çok seviyorum. Çünkü ne zaman ve nerede sizi aydınlatacağı belli olmuyor. Fırsat buldukça film izlemeyi seven biri olarak, geçtiğimiz günlerde izlediğim bir filmde geçen şu soru zihnimi meşgul etti:
“Sevgi her şeyi iyileştirir mi?”
Bu soru bende bir beyin fırtınasına yol açtı. Gerçekten, sevgi her şeyi iyileştirebilir mi?
Tarih boyunca bu düşünce sanatın, edebiyatın ve felsefenin birçok alanında sorgulandı. Elbette, fiziksel hastalıklar, savaşlar, ciddi psikolojik rahatsızlıklar ve ekonomik sıkıntılar sadece sevgiyle çözülebilecek meseleler değildir.
Kanser hastası bir birey ne kadar çok sevilirse sevilsin, tıbbi desteğe ihtiyaç duyar. Savaşların sona ermesi ya da ekonomik zorlukların aşılması ise ortaklaşa çabaları ve somut çözümleri gerektirir.
Yani, sevgi sihirli bir değnek değildir.
Ama…
Sevginin hayatımızdaki yerini de yok sayamayız.
Çünkü sevgi, bir tedavi yöntemi değil belki ama tedavi sürecinin en güçlü destekleyicisidir.
Yapılan bilimsel araştırmalar da bunu destekliyor:
Sevgi dolu bir ortamda bulunmak;
- stres seviyesini azaltıyor,
- bağışıklık sistemini güçlendiriyor,
- kalp krizi riskini düşürüyor,
- uyku kalitesini artırıyor,
- ve Oksitosin, Dopamin, Serotonin, Endorfin gibi mutluluk hormonlarının seviyesini yükseltiyor.
Hastayken sevildiğimizi hissettiğimizde belki fiziksel acımız geçmez ama umutlu hissederiz. Sevdiğimiz birini kaybettiğimizde, karanlığımız bize gösterilen şefkatle hafifler.
Yalnız olmadığımızı bilmek, bu yükü tek başımıza taşımadığımızı hissetmek…
İşte bu, yavaş da olsa bir iyileşmedir.
Sevgi, bizi birbirimize bağlayan en güçlü bağdır.
Ama burada küçük bir detayı da unutmamak gerekir:
İnsan önce kendini sevmeli.
Hatalarımızla, eksiklerimizle, yaralarımızla…
Kendimizi olduğumuz gibi kabul ettiğimizde dönüşüm başlar.
Çünkü içten bir sevgiyle kendini kabul eden insan, başkasını da daha derin ve şefkatli sevebilir.
Özetle:
Sevmek bir seçimdir.
Paylaştıkça çoğalır.
Ruhsal ve fiziksel dayanıklılığın temelidir.
Karanlıkları aydınlığa çıkaran yegâne güçtür.
Sevgi olmadan geçen bir hayat, eksik bir hayattır.

Köşe Yazıları
VENEDİK MİMARLIK BİENALİ ZİYARETE AÇILDI

19.uncu Venedik Mimarlık Bienali Başladı… 23 Kasım 2025’e kadar ziyaret edilebilir…
Luzern’den DEON Mimarlık da, 25. Kuruluş Yıldönümünü Venedik Mimarlık Bienal’i kapsamında bir sergi ile kutluyor…
Deon Mimarlık Sergisi 25 Yılın anısına yayınlanan, DEON Mimarlık kitabının lansmanını da içeriyor…
Venedik’in büyülü atmosferinde ünlü Rialto Köprüsü’nün hemen yanındaki muhteşem Palazzo Bembo’da yeralan sergi, Venedik Bienali süresince,
23 Kasım 2025’e kadar ziyarete açık olacak.
300.000 ziyaretçisiyle dünyanın en büyük mimarlık sergisi olarak kabul edilen Venedik Mimarlık Bienali, bu yıl; ‘’zeka’’ kavramını genişleterek, mimarlığı, disiplinler arası bir laboratuvara dönüştürmeyi, iklim krizine somut ve yaratıcı çözümler aramayı hedefliyor.
DEON Mimarlık; Venedik Mimarlık Bienali kapsamında yer aldığı bu sergi ile hem 25. kuruluş yıldönümünü kutluyor, hem de sergiyi ve 25. Yılını dev bir kitap ile kalıcı hale getiriyor. 528 sayfa ve 3.3 kg ağırlığındaki DEON kitabı, kuruluşundan bu yana gerçekleştirdikleri projelerden seçtikleri 19 projeyi içeriyor.
Projelerin; mücevher parçaları, ışıltılı taşlar, değerli kumaşlar gibi, özgün çizimleri ya da kabaca veya aceleyle çizilmiş taslakları, ya da taslaklar üzerine düşülmüş notları, bu günü bekleyip, muhteşem kitapta yerini almış.
Kitabın tasarımı ve projenin gerçekleştirilmesi heykeltraş, fotoğrafçı ve serbest sanatçı Hansjürg Buchmeier tarafından gerçekleştirildi. Buchmeier, uzun yıllardır DEON Mimarlık’a sanat danışmanı olarak destek veriyor.
Deon Kitabı, sadece içindeki projeler ve özgün sunumları florasan fuşya rengi kapağı ile girdiği kütüphanelerde ve satışa sunulan kitapçılarda ilgi çekeceğe benziyor.
Bienal kapsamında açılan sergide konuşan Deon Mimarlık kurucusu ve başkanı Luca Deon yaptığı konuşmada, 25 yıl boyunca Deon Mimarlık olarak mimarlık anlayışlarının, estetik standartları ve fonksiyonelliği, insan odaklı ve sürdürülebilir çevre anlayışıyla sürdürdüklerinin altını çizdi. Ayrıca ziyaretçilere, 25 yıllık mimarlık yolculuklarını ve geleceğe bakışlarını özetledi…
Profesör Luca Deon, İsviçre- Luzern’de doğdu.
Albert Einstein’in eğitim görüp, sonrasında da konuk Profesör olarak çalışmasıyla dünyaya adını duyurmuş, ETH Zürih (Eidgenössiche Technische Hochschule) Mimarlık Fakültesi’ni bitirdi.
Universiteyi bitirdikten sonra, EPF Lozan (Ecole Politecnique Federal Lausanne)’da üç yıl boyunca Asistan olarak çalıştı.
Daha sonra Yverdon-les- Bains Arteplage deki Expo.02’de mimari konseptten sorumlu olarak görev aldı. (İsviçre Ulusal Sergisi olarak tanımlayabileceğimiz sergi; ‘’Ben ve Evren’’ teması ile tasarlanmış ve İsviçre’nin hem geçici mimarisi ile hem kamusal mekanlar yaratarak, İsviçre’nin modern mimari hafızasında unutulmaz bir iz bıraktı)
Daha sonra uzun yıllar, İsviçre’nin en eski Mimarlık Galerilerinden biri olan Architekturgalerie Luzern’in direktörlüğünü üstlendi. Eski tarihi mekanlarda ve geçici mekanlarda sergiler düzenleyerek, mimarlık kültürünü yaymayı amaçlayan bu platformda, çok sayıda önemli projeler gerçekleştirdi.
Hochshule Luzern’de 2003 yılından bugüne Tasarım ve Yapı Profesörü olarak, Görsel Tasarım konusunda dersler veriyor.
Ayrıca Mısır Universitesi’nde (MIU Misr International University) de konuk Profesor olarak dersler vermiştir.
Katsushika Hokusai’ye ve Japon kültürüne olan ilgisi onun bir süreliğine Japonya’ya gidip orada ilhamla dolacak zamanlar geçirmesine neden oldu.
Orada kaldığı süre içinde ünlü Japon mimar Riken Yamamoto ( Riken Yamomato, 2024 yılında Mimarlığın Oskarı sayılan Pritzer Prize Ödülünü kazandı) ile yakın bir şekilde çalıştı. Bazı mimari yarışmalara katıldı. Japonların depremlere karşı geliştirdikleri yapı modelleri ve estetiği onu derinden etkiledi. Japonların doğaya karşı değil, Hokusai’nin dalgaları gibi bilhassa onu kucaklayan tarzları ona İsviçre’de türünün ilk örneği ahşap gökdelen yapma fikrini verdi.
Luca Deon, ailesiyle birlikte İstanbul ve Türkiye’nin farklı bölgelerini de ziyaret edip, tarihinden, çok katmanlı ve çok faklı kültürleri barındıran mirasından çok etkilendiğini de sıklıkla dile getirmektedir.
Luca Deon, 1999 yılında kurmuş olduğu DEON AG Mimarlık Şirketinde (www.deonag.ch) İsviçre ve dünyanın farklı yerlerinde özgün projeler üretmeye devam etmektedir.





Köşe Yazıları
Satır Arasındaki İzler – SU – Buket Uzuner

“Aklın süsü dil, dilin süsü sözdür.
Kişinin süsü yüz, yüzün süsü gözdür.”
Kutadku Bilig- Yusuf Has Hacib
Buket Uzuner İle tanışmam, lise yıllarımın sıcak bir yaz tatili sonrasına denk düşer. Çocukluk arkadaşım, yıllarca aynı sırayı paylaştığım Pınar Bulut’un, lise yaz tatili dönüşü “Sana bir kitap getirdim, bunu mutlaka okumalısın,” diyerek elime tutuşturduğu romanla hayatımda yepyeni bir kapı aralanmıştı.
“Kumral Ada Mavi Tuna”, o yıllarda sadece bizim değil, birçok gencin hayatına damga vurmuştu. Ada’nın coşkulu halleri, Aras’ ile yaşadığı masum aşk, masumiyeti sarsan kayıplar… Tüm bu duygular arasında, yıllara inat direnen bir çocukluk aşkı saklıydı satır aralarında. Kitabı ne zaman hatırlasam, gözlerimin kenarında bekleyen bir damla usulca kendini hatırlatır.
Sonrasında Buket Uzuner’in diğer kitaplarıyla da yolum kesişti. İki Yeşil Su Samuru, İstanbullular, Gelibolu ve daha niceleri… Her biri hayatımın başka bir dönemine eşlik etti; iz bıraktı. Derken yıllar geçti. Uzuner, zihnimde her zaman saygıyla andığım bir yazar olarak yerini korudu, ama yollarımız bir süreliğine ayrıldı. Ta ki 2023 yılına, İsviçre’ye taşındığım o ilk yıla dek. Dilini bilmediğim yabancı bir ülke, tanımadığım insanlar, bana ait olmayan eşyaların yer aldığı bir ev… Yanımda sadece birkaç bavul eşya, biraz hayal, çokça korku ve geride bıraktığım koca bir geçmiş vardı. Bir de çantama sığdırabildiğim 5-10 kitap. Onlardan biri, Buket Uzuner’in Su-Toprak-Hava-Ateş dörtlemesinin ilk kitabı Su’ ydu.
Yeni hayatımın sessizliğinde, o kitapla baş başa kaldım. Ve yine tuttu elimden Buket Uzuner. Zamanı, mekanı, kim olduğumu unutturan o tanıdık dille başka bir serüvene sürüklendim. O an, hikâyem yeniden başladı.
Suyun Hafızasıyla Yazılmış Bir Roman: SU
“Yaşamak, tabiatın efendisi değil, onun parçası olduğunu hissetmektir, çünkü ona döneceğiz!”

Buket Uzuner’in kaleminden çıkan Su, yalnızca bir roman değil; kadim bir sesin; toprağın, rüzgarın ve en çok da suyun hafızasında yankılanan çağrısıdır. Yazar, bu eserinde Anadolu’da binlerce yıldır var olan Kamanlık (Şamanizm) geleneğini dört element üzerinden ele alarak “Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları” başlıklı dörtlemenin ilk durağında, okuru doğa, tarih, mitoloji ve bugünün toplumsal gerçekliği ile örülü katmanlı bir anlatıya davet ediyor.
Su, bir yaz akşamı Kadıköy’deki Barış Manço vapuruna binen gazeteci Defne Kaman’ın gizemli kayboluşuyla başlıyor. Ancak bu roman, klasik bir polisiye gibi ilerlemiyor; hatta baş karakteri Defne Kaman, roman boyunca bir gölge gibi, daha çok geride bıraktığı izlerle var oluyor. Anlatının eksenini; onu aramakla görevli Komiser Ali Ümit, bilge sahaf Semahat ve Defne’nin Kam (şaman) olan ninesi Umay Bayülgen oluşturuyor. Böylece roman, bir kayboluş hikayesi olmaktan çok, bir uyanış ve sorgulama serüvenine dönüşüyor.
Mitolojik ve metafizik katmanlarla bezenmiş romanın temel çatısı, modern dünyanın unuttuğu doğa bilgeliği üzerine kurulu. Buket Uzuner, suyu yalnızca bir element olarak değil; canlı, düşünen ve unutmayan bir varlık olarak ele alıyor. Suyun hafızası vardır; insanınkinden eski, daha duru ve daha ısrarlı bir hafıza… Ve bu hafıza, hem roman karakterlerine hem de okura şu soruyu yöneltiyor: “Doğayı gerçekten duyuyor muyuz?”
Yazar, Kutadgu Bilig’e yaptığı referanslarla, Türk düşünce tarihinin derinliklerinden bugüne uzanan bir anlam köprüsü kuruyor. Yusuf Has Hacib’in eseri, romanda yalnızca bir motif değil, bir şifreler kitabı gibi konumlanıyor. Böylece “Su”, hem edebi hem felsefi bir sorgulama alanına dönüşüyor.
Romanın asıl gücü, mitolojik öğeleri günümüz Türkiye’sinin sosyo-politik meseleleriyle iç içe geçirmesinde yatıyor. Kadın cinayetlerinden bireysel özgürlüklere, çevre tahribatından HES projelerine, toplumsal baskılardan mezhep ayrımcılığına kadar birçok mesele, karakterlerin yaşamı üzerinden hikayeye doğal bir şekilde sızıyor. Gazeteci Defne Kaman’ın sistem karşıtı yazıları, yalnız yaşayan sahaf Semahat’ın kadın olmanın yüküyle verdiği mücadele, Komiser Ümit’in iç çatışmaları… Hepsi, modern Türkiye’nin ruh haritasına dair önemli ipuçları sunuyor.
Buket Uzuner, bu eserinde eko-feminist bir bakışı da ön plana çıkarıyor. Doğa ile kadının kaderini ortaklaştıran yaklaşımı, ne romantize edici ne de didaktik. Aksine, zarif ve derinlikli. Özellikle su metaforu üzerinden geliştirilen anlatı dili, hem şiirsel hem de çağrışımlarla dolu bir okuma deneyimi sunuyor.
“Su”, sadece kaybolan bir kadının değil, kaybolmuş bir kültürün, bastırılmış bir bilgelik mirasının izini sürüyor. Her satırında geçmişle bugün, inançla şüphe, doğayla insan çarpışıyor; kimi zaman uyumla, kimi zaman sarsıcı bir çatışmayla. Buket Uzuner’in bu romanı, okuru sadece bir hikayeye değil, kadim bir bilince kulak vermeye davet ediyor. Ve bu davet, günümüzün gürültüsünde kulağımızı en çok unuttuğumuz yere, içimizdeki suya çeviriyor.
-
E-Dergi1 yıl önce
İsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
Ekonomi1 yıl önce
İsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
İsviçre1 yıl önce
Dünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Yaşam1 yıl önce
Kıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
Gündem8 ay önce
ERDOĞAN KARŞITI PAYLAŞIMLARI SIĞINMA BAŞVURUSUNDA HAKLI GEREKÇE OLARAK GÖRÜLMEDİ
-
Dünya8 ay önce
META’NIN COVİD-19 AŞILARIYLA İLGİLİ YANILTICI BİLGİ KARARI: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLIYOR MU?
-
Gündem6 ay önce
TELEGRAM’DA ŞOK EDEN GRUPLAR: TECAVÜZ AĞLARI VE K.O. DAMLALARI
-
Gündem8 ay önce
TÜRKİYE’DEN GELEN SIĞINMA BAŞVURULARINA GETİRİLEN SERT UYGULAMALARA TEPKİ