Köşe Yazıları
Tek taraflı bir ilişki

Buluşmamız için sabahın en erken saatlerini seçiyorum. Güneş doğmadan önceki şafak vaktinin büyülü sessizliği bize eşlik etmeli. Bu arada ocakta çoktan fokurdamaya başlayan kahvenin esmer kokusu beni kendine çekiyor. Bu sessiz büyüyü biz buluşmadan kimse bozmasın, dünya hemen uyanmasın istiyorum. Ve acele ediyorum kahveyi bir an önce fincanıma doldurup sabırla beni bekleyen kitabımla buluşmak için.

Birlikte yalnızlık
Herkesin kitaplarla kurduğu ilişki farklı olsa da kitap okurken hepimiz hem yazarla birlikte, hem de yalnızızdır.
“Birlikte yalnızlık”… Bir yerlerde tek taraflı ilişkinin böyle tanımlandığını okumuştum. Kitaplarla yaşadığımız ilişki de bir anlamda bir “birlikte yalnızlık” belki de. Ama öyle hüzünlü bir yalnızlık değil, insanı büyüten, geliştiren bir yalnızlık. Aslına bakarsak kitap okumak demek bir başkasının zihninin labirentlerine giriş izni almak demek. Okuyan kişi labirentte merak ve ilgiyle yol alırken yazar, zihnini kaygısızca açarak düşüncelerini fısıldamaktadır. Bu yolculuk sırasında okur bir yandan kendini içeriğe katarak okudukları aracılığıyla kendini de keşfetmeye başlar. Zülfü Livaneli’nin o ilham veren ifadesiyle okurken aklımızı kitaptaki insanın aklına yaslarız. Düşünsenize, kitapla birlikte geçirilen o sessiz süre boyunca tarihte yaşamış ünlü isimlerin, düşünürlerin ve edebiyatçıların hepsi bize cömertçe akıllarını açar, düşüncelerini sunarlar. Ne büyük bir lüks biz okurlar için!
Marcel Proust’a göre örneğin, okuma bir dostluk biçimidir. Katışıksız türden bir dostluk. Bazen dostluklarda veya ilişkilerde yaşanabilen sahtelikler veya onları çirkinleştirebilen her şeyden bağımsız bir dostluktur bu.Bu katışıksız dostluğun atmosferi ise sözden daha saf olan sessizliktir. Proust’a göre başkaları için konuşuruz ama kendimiz için susarız. Bu yüzden sessizliğin, konuşmadan farklı olarak eksikliklerimizin ve yapmacık davranışlarımızın izini taşımadığını paylaşır bizimle “Okuma Üzerine” de.
Havai okur olmak
Yıllar önce İstanbul’da yaşarken işe gitmeden önce kalkmam gerekenden daha erkene saat kurup bir süre kitap okurdum. Kısıtlı zaman o kadar çabuk geçerdi ki, evden çıkmadan bu süreyi mümkün olduğunca uzatabilmeyi dilerdim. Ama İstanbul’un trafiği hiç kimseye sır değil, istediğimiz yere gidebilmek için yollara erken düşmek gerek. Ve dünyanın neresinde yaşarsak yaşayalım günümüzde en değerli konu hepimiz için “vakit”. İşte bu yüzdendir ki hayat, bize katkısı olmadığını düşündüğümüz veya bir türlü ısınamadığımız kitaplara ısrarla vakit ayırmak için fazla kısa. Kitap içine almasa bile okuyan sadece başladığı için devam etmekte diretmemeli, her ilişkide olduğu gibi bir “cayma hakkı” olmalı. Bu da bazılarının hissettiği gibi bir suçluluk duygusu uyandırmamalı insanın üzerinde. Şili’li yazar Alejandro Zambra’nın deyimiyle “havai okur” olmalı ve okurken sıkıldığımız kitabı bırakma özgürlüğünün keyfini çıkarmalı.
Romana övgü

Hayatta yaşayıp tecrübe ettiklerimizin toplamının bugünkü “biz”i oluşturduğu gerçeğinden yola çıkarsak, okuduğumuz her yeni kitabın da her geçen gün değişen “biz”e katkıda bulunduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Biten her kitabın sonrasındaki biz, aynı biz değilizdir artık. Okurken, konforlu koltuğumuzdan dünyanın uzak bir köşesine gider, bilmediğimiz hayatlara tanık olur, başka insanların hatalarından ders alıp, onlarla üzülüp, onlarla seviniriz. Edebiyatın gerçek mucizesi de budur. İyi bir okumada karakterler bize o denli gerçek görünürler ki, bir noktada onlar hayalimizde neredeyse ete kemiğe bürünürken, bizler o anlarda adeta daha az gerçek bir varlığa dönüşüveririz!
Kurgu dışı kitapların bilgi dağarcığımızı geliştirdikleri konusunda az çok bir fikir birliği bulunsa da, romanlar çoğu zaman pek de adil olmayan bir şüpheci yaklaşıma maruz kalırlar. “Kurgu dışı okuyarak yeni bilgiler öğreniyorum, oysa kurgu bana ne verebilir ki?” diye düşünenler roman okumanın olumlu etkilerini büyük oranda küçümsüyor olabilirler mi? Söz konusu olan sığ bir okuma değilse, iyi yazılmış bir edebi roman, okuyana zihinsel ve ruhsal anlamda derinlik ve hayata farklı bir bakış açısı sunar. İçinde bulunduğumuz gerçek hayatlardan bizi uzaklaştırıp, gerçekliğin sınırlarını genişletmemize ve zihinsel bir uzam yaratmamıza destek olur. Roman okumanın ufkumuzu açması, muhakeme ve idrak yeteneğimizi artırması, önyargılardan uzaklaştırması, dil yeteneğimizi artırması, keyifli vakit geçirtmesi gibi bilimsel çalışmalarla ispatlanmış sayısız faydalarının yanında araştırmalar, kurgu okurlarının uzun vadede başkalarının duygularını ve inançlarını anlama konusunda yüksek bir yetenek geliştirdiğini göstermiştir. Herkesin her şeyi bildiği ama kimsenin kimseyi anlamadığı günümüzde diğer insanları ve dünyada olup biteni daha iyi anlamaya çalışan yargısız insanlar olmaya ne kadar da ihtiyacımız var!
Kitap kokusuna ihanet

Kitap kokusu önemli konu. Özellikle kitaba dokunma ve onu hissetme tutkusu da olanlar bu konuda beni çok iyi anlayacaktır. Bu vazgeçilmez tutku şimdilerde modern ve pek havalı bir ihanetin tehdidi altında: Sesli kitaplar ve elektronik kitaplar! Tıpkı dünyanın tüm müziğini cebimize sığdırdığımız gibi kütüphanemizi de yanımızda taşıyabilme olanağımız var artık! Teknolojinin kolaylıklarına alışmış olsak da düşününce sahiden de çılgınca gelmiyor mu? Seyahate çıkarken bavul hazırlığı planlamasına hangi kitap/kitapları yanıma alacağım sorunsalı ile başlayan biri olarak son yıllarda giderek artan şekilde sesli kitap dinlemenin konforunu yaşıyorum. Köpeğimle yürüyüşte veya yemek yaparken aynı zamanda kitaplarla da birlikte olabildiğim için çok mutluyum. Bu sayede nerede olursam olayım hem daha hızlı hem de daha fazla kitap okuyabiliyorum. Sesli kitabın kitabı okurken sayfalara not almak, satırları çizmek, kitabın kapağına temas edebilmek, merakla sayfaları çevirmek gibi okumanın gerçek keyiflerini kısıtladığı konusu tartışılmaz elbette. Ancak hayat gerçekten istediğimiz tüm kitapları okuyabilmek için çok kısa ve bu yolda her türlü kolaylık bana göre mubah! İnsanın okumak istediği tüm kitaplar için ortalama bir ömür çok kısa. Goethe’nin dediği gibi biri yaşamak, diğeri okumak için iki ömrümüz olsa hiç de fena olmazdı!
Hayal etmenin büyüsü
“Ben kitap okumaya vakit ayıramıyorum, ancak çok daha kısa sürede cok sayıda film seyredebiliyorum” demişti bir arkadaşım bir keresinde. Elma ile armutu kıyaslamak gibi bir durum olsa da konu, üzerinde düşünmeyi hakediyor. Sinemanın verdiği müthiş tat bir yana, edebiyat eserlerinin film uyarlamalarından çoğu zaman orijinal metinden aldığım tatmini alamayan biri olduğumdan bu bakış açısı bana edebiyata hakaret gibi gelir.
Beni çok etkileyen bir kitabı okuduktan sonra film uyarlamasını görüp heyecanlandığım ve bir çırpıda seyrettikten sonra hayal kırıklığına uğradığım çok olmuştur. Film, görsel olarak ne kadar başarılı olursa olsun benim üzerimde kitabın yarattığı büyüyü yaratması genelde zor olur. Bunun bana göre en akla yatkın açıklaması “hayal gücü”mün kısıtlandığı duygusu. Kitaplarla birlikteyken hayal etmekte özgürüzdür, kelimelerin tarif ettiği imgeler kendi zihnimizde yaratılır ve kimliğe bürünür. Onlar biz nasıl hayal ettiysek artık öyledirler. Edebiyatın film uyarlamalarında ise hayal gücümüz pasiftir, imgeler yönetmenin gerçekliğinin yaratma sürecini bize sunar. Ayrıca roman, karakterlerin iç dünyasını düşünceleri, hisleri ve hayalleriyle olanca zenginliği ile yansıtırken, filmler bunu ancak görsel olarak ve kısıtlı şekilde yansıtabilirler. Bu anlamda da karakterlerin romandaki derinliğine ancak belli oranda yaklaşılır. Örneğin Tolstoy’un muhteşem Anna Karenina’sının zihnimdeki karakterli yüzü ve Patrick Suskind’in Koku’sundaki Jean-Baptiste Grenouille’in hayal gücümdeki hüzün veren çirkinliği ile tedirgin bakışları film uyarlamalarında canlandırılan karakterlerden hala cok farklı bir yerdedir.
Kitap kardeşliği

Jack London’ın unutulmaz karakteri Martin Eden, hayatına yeni ufuklar açarak onu kitap okuyan yeni bir çevreyle tanıştıran entelektüel bir karakter olan Brissenden’e (benim de romanda en sevdiğim karakterlerden biridir) “Periler diyarını gösterdin bana” der. “Hayat, ancak böyle insanlarla bir araya geliyorsan yaşanmaya değer olur. Zihnim tam anlamıyla uçuşa geçti.”
Zıt kutupların birbirini çektiği klişesine pek inananlardan değilimdir. Benzer beyinler ve benzer zevklerdir aslında bizleri birbirimize çeken. İnsanın doğasında anlaşılmak ihtiyacı varken bizi anlayabilecek insanlara yakın olma isteği cok da anlaşılır bir durum değil mi? Yaşama verdiğimiz anlam kendi zihnimizin önemli bulduğu kavramlarla ilişkilendiği için, benzer düşünen zihinlerle birlikte vakit geçirmenin de hayatı anlamlandırması çok doğal. Geçenlerde doğum gününü kutlamak için aradığım çok sevdiğim bir arkadaşımla sohbetimizin yarım saat boyunca edebiyat ve kitaplar üzerine bir tartışmaya dönüştüğünü farkettiğimizde ikimiz de mutlu olduk bu keyfi birlikte paylaşabildiğimiz için.
İsviçre’de bu yılın başından beri üyesi olduğum bir kitap klubü var. Zürih ve çevresinde yaşayan Türk kitapseverlerden oluşan klubümüz aslında tam da bir kitap kardeşliği. Birlikte seçtiğimiz kitapları her ay buluşup tartışıyor ve görüşlerimizi birbirimizle paylaşıyoruz. Benzer zihinlerin birkaç saatlik buluşmasının verdiği mutluluk ve tatmin hepimizin hayatlarını daha anlamlı kılıyor kanımca. Her ne kadar kitap okumak tek başına yapılan bir aktivite de olsa, kitaplar hakkında konuşabilmek belki de kendimizi güvende hissettirip, ait olma ihtiyacımızı da karşılıyor. Bir bakıma birkaç saatliğine hayatı daha anlamlı kılıyor.
Anlamı ve okuması bol günler dileklerimle.
Köşe Yazıları
Bir Cümleyle Başlayan Yolculuk

Temmuz geldi
Hava, gri bulutlarını ardında bırakıp kavurucu sıcaklara teslim oldu. Yılın yarısını geride bırakmanın burukluğu var içimde. Bu dönem benim için sadece takvimde bir dönüm noktası değil; aynı zamanda bir iç muhasebe zamanı. İlk altı ayın Z raporunu çıkarıyorum😊: Neleri başardım, neleri hayata geçiremedim, okunacaklar ve yapılacaklar listemde kaç satırın yanına “tamamlandı” yazabildim?
Yeni altı aya planlar, projeler, uzun okuma listeleri eşlik ediyor.
Deniz, güneş ve kum üçgeninde yaşarken zihnimin hala üretken kalması, yeni fikirlerin sessizce aklımda dolanması beni mutlu ediyor. Defterlerimi karıştırdıkça şu cümle yankılanıyor içimde:
Zihnimde kira vermeden yaşayan bu fikirler için zaman ne de kısa; kırktan sonra nasıl da hızla akıyor zaman…
Günün sıcak ve nemli saatlerinde neredeyse pelteye dönen beynim, akşamın serinliğiyle yeniden can buluyor. Fonda Chopin’in Nocturne minör B.49’u çalıyor, kalemim kendi ritmiyle içindekileri sayfalara döküyor.
Yazmak, benim için hala küçük bir mucize. Harflerden örülü kelimelerin bir akarsu gibi satırlara dökülmesi…
Elimde son okuduğum kitap R.F. Kuang’ın çarpıcı kitabı Sarı Yüz var. Aldığım notları derliyorum. İçinde geçen bir cümle ise günlerdir zihnimin bir köşesinde dönüp duruyor:
“Yazmak gerçek sihre en yakın şey. Hiçlikten bir şey yaratmak, başka diyarlara kapılar açmak demek. Gerçek dünya canınızı fazla acıttığında, kendi dünyanızı şekillendirme gücü verir insana. Yazmayı bırakırsam ölürüm.”
Ben de çocukluğumdan beri hep okudum. Ve zamanla, yazmaya da başladım.
İsviçre’ye taşındığımda, her şeyden önce kitaplara tutundum. Beni başka dünyalara götüren o tanıdık sığınağa.
Nilay Örnek’in bir podcastinde, en sevdiği yazarlar arasında Agota Kristof’un adını duyduğumda, dikkat kesildim. İsmi ilk anda Agatha Christie ile karıştırılıyor olsa da anlatılanlar başka bir hikayeye açılıyordu.
Ve böylece karşıma çıktı Okumaz Yazmaz.
Kristof da bir göç hikayesinin kahramanı. Macaristan’dan İsviçre’ye, yirmi bir yaşında, bebeği ve eşiyle mülteci olarak geliyor. Lozan’da bir saat fabrikasında çalışarak geçen yıllar. Yeni bir dil: Fransızca.
Asla tam anlamıyla sahiplenemediği ama sonunda o dilde unutulmaz eserler verdiği bir yaşam.
Onun satırları, göçün ve yabancılaşmanın kalpte açtığı yarayı sessizce tarif ediyor:
“Ülkemi terk etmeseydim nasıl bir hayatım olurdu? Daha zor, daha yoksul sanırım, ama daha az yalnız, daha az parçalanmış, mutlu belki de.”
Bu cümle günlerce kulağımda yankılanıyor. Dilini bilmediğin bir ülkede, geçmişinle bağ kurmanın ve geleceğe tutunmanın tek yolu bazen bir kelimeye çıkıyor: Yazmak.
Kristof’un “Ayrılığın acısına dayanabilmek için tek bir çözüm kalacak bana: Yazmak.” cümlesi, benim için bir çıkış kapısına dönüşüyor. Beni ayağa kaldırıyor ve yazma isteğimi daha da büyütüyor.
O yüzden bugün, burada bu yazıyı kaleme alırken, bu yolculukta elimden tutanlardan biri olan Agota Kristof’u anmak istedim.
Onu daha yakından tanımak isteyenlere, kısa ama derinlikli bir otobiyografik anlatı olan Okumaz Yazmaz’ı öneririm. Ardından ise dünya edebiyatında hala ses getiren “Büyük Defter – Kanıt – Üçüncü Yalan” üçlemesine geçebilirsiniz.
Bu satırlar, belki birilerine ilham olur.
Belki de yalnız olmadığını hatırlatır birine…
Agota Kristof’tan Tekinsiz Bir Bellek Üçlemesi: Büyük Defter – Kanıt – Üçüncü Yalan
Agota Kristof’un bu çarpıcı üçlemesi, savaşın yıktığı bir coğrafyada, isimsiz bir ülkede, isimsiz bir zamanda geçiyor. Bu belirsizlik, metnin temel ruhuna da sirayet ediyor. Gerçeklik duygusu daha en baştan parçalanıyor. Her şey bir masal gibi başlıyor, ama masallardaki “iyi”ler çoktan yitip gitmiş.
Hikayenin merkezinde, savaş nedeniyle anneleri tarafından kırsaldaki büyükannelerine bırakılan iki küçük ikiz erkek çocuk yer alıyor. Açlık, yokluk, ölüm, istismar… Hayatın en sert halleriyle çok erken tanışıyorlar. Bu dünyada hayatta kalmanın yolu, duyguları törpülemekten, sistemli bir dayanıklılık geliştirmekten geçiyor. Ve tam bu noktada, kitap adeta bir sorgulamaya dönüşüyor: Ahlaki sınırlar, kişisel hakikatler, kimlik ve hayatta kalma dürtüsü arasındaki o ince çizgi sürekli test ediliyor.
Birinci bölüm Büyük Defter, ikizlerin acımasız ama sistematik gözlemleriyle örülüyor. Duygudan arındırılmış bir anlatımla yazılmış bölüm, okuru duygu değil, gerçekle sarsıyor.
İkinci kitap Kanıt, bir ayrılığın ardından geride kalanın hikayesine geçiş yapıyor. Ama artık her şey puslu. Gerçekten kim ayrıldı? Geride kim kaldı?
Sanki artık bir kişinin zihninin içindeyiz. Gerçekle hayal, geçmişle şimdi birbirine karışıyor. Anlatıcı değişiyor, hatta anlatılanın anlatıcıya ait olup olmadığından bile emin olamıyoruz.
Üçüncü kitap Üçüncü Yalan ise her şeyi yerle bir ediyor. Öğrendiklerimiz, sandıklarımız, inandıklarımız paramparça. Kime inanmalı? Anlatılanlar mı kurgu, yoksa biz mi gerçekliği yanlış hatırlıyoruz? Sayfalar ilerledikçe, anlatılanların hangi düzlemde geçtiğine dair güvenimiz sarsılıyor. İnsanlar var ama hayalet gibi; yaşanmışlıklar anlatılıyor ama rüyadaymış gibi.
Savaşın, sürgünün, yoksulluğun, ötekileştirmenin ve yalnızlığın insan ruhunda açtığı derin yaralar, Kristof’un soğukkanlı, neredeyse cerrahi anlatımıyla satırlara işliyor.
Kitabı okudukça, okuduğumuzun bir roman mı, bir zihinsel çöküşün güncesi mi, yoksa yazının varoluşsal gücüyle örülmüş çok katmanlı bir metin mi olduğundan emin olamıyoruz.
Köşe Yazıları
Sevgi Her Şeyi İyileştirir mi?

Hayatın farkındalık kısmını çok seviyorum. Çünkü ne zaman ve nerede sizi aydınlatacağı belli olmuyor. Fırsat buldukça film izlemeyi seven biri olarak, geçtiğimiz günlerde izlediğim bir filmde geçen şu soru zihnimi meşgul etti:
“Sevgi her şeyi iyileştirir mi?”
Bu soru bende bir beyin fırtınasına yol açtı. Gerçekten, sevgi her şeyi iyileştirebilir mi?
Tarih boyunca bu düşünce sanatın, edebiyatın ve felsefenin birçok alanında sorgulandı. Elbette, fiziksel hastalıklar, savaşlar, ciddi psikolojik rahatsızlıklar ve ekonomik sıkıntılar sadece sevgiyle çözülebilecek meseleler değildir.
Kanser hastası bir birey ne kadar çok sevilirse sevilsin, tıbbi desteğe ihtiyaç duyar. Savaşların sona ermesi ya da ekonomik zorlukların aşılması ise ortaklaşa çabaları ve somut çözümleri gerektirir.
Yani, sevgi sihirli bir değnek değildir.
Ama…
Sevginin hayatımızdaki yerini de yok sayamayız.
Çünkü sevgi, bir tedavi yöntemi değil belki ama tedavi sürecinin en güçlü destekleyicisidir.
Yapılan bilimsel araştırmalar da bunu destekliyor:
Sevgi dolu bir ortamda bulunmak;
- stres seviyesini azaltıyor,
- bağışıklık sistemini güçlendiriyor,
- kalp krizi riskini düşürüyor,
- uyku kalitesini artırıyor,
- ve Oksitosin, Dopamin, Serotonin, Endorfin gibi mutluluk hormonlarının seviyesini yükseltiyor.
Hastayken sevildiğimizi hissettiğimizde belki fiziksel acımız geçmez ama umutlu hissederiz. Sevdiğimiz birini kaybettiğimizde, karanlığımız bize gösterilen şefkatle hafifler.
Yalnız olmadığımızı bilmek, bu yükü tek başımıza taşımadığımızı hissetmek…
İşte bu, yavaş da olsa bir iyileşmedir.
Sevgi, bizi birbirimize bağlayan en güçlü bağdır.
Ama burada küçük bir detayı da unutmamak gerekir:
İnsan önce kendini sevmeli.
Hatalarımızla, eksiklerimizle, yaralarımızla…
Kendimizi olduğumuz gibi kabul ettiğimizde dönüşüm başlar.
Çünkü içten bir sevgiyle kendini kabul eden insan, başkasını da daha derin ve şefkatli sevebilir.
Özetle:
Sevmek bir seçimdir.
Paylaştıkça çoğalır.
Ruhsal ve fiziksel dayanıklılığın temelidir.
Karanlıkları aydınlığa çıkaran yegâne güçtür.
Sevgi olmadan geçen bir hayat, eksik bir hayattır.

Köşe Yazıları
VENEDİK MİMARLIK BİENALİ ZİYARETE AÇILDI

19.uncu Venedik Mimarlık Bienali Başladı… 23 Kasım 2025’e kadar ziyaret edilebilir…
Luzern’den DEON Mimarlık da, 25. Kuruluş Yıldönümünü Venedik Mimarlık Bienal’i kapsamında bir sergi ile kutluyor…
Deon Mimarlık Sergisi 25 Yılın anısına yayınlanan, DEON Mimarlık kitabının lansmanını da içeriyor…
Venedik’in büyülü atmosferinde ünlü Rialto Köprüsü’nün hemen yanındaki muhteşem Palazzo Bembo’da yeralan sergi, Venedik Bienali süresince,
23 Kasım 2025’e kadar ziyarete açık olacak.
300.000 ziyaretçisiyle dünyanın en büyük mimarlık sergisi olarak kabul edilen Venedik Mimarlık Bienali, bu yıl; ‘’zeka’’ kavramını genişleterek, mimarlığı, disiplinler arası bir laboratuvara dönüştürmeyi, iklim krizine somut ve yaratıcı çözümler aramayı hedefliyor.
DEON Mimarlık; Venedik Mimarlık Bienali kapsamında yer aldığı bu sergi ile hem 25. kuruluş yıldönümünü kutluyor, hem de sergiyi ve 25. Yılını dev bir kitap ile kalıcı hale getiriyor. 528 sayfa ve 3.3 kg ağırlığındaki DEON kitabı, kuruluşundan bu yana gerçekleştirdikleri projelerden seçtikleri 19 projeyi içeriyor.
Projelerin; mücevher parçaları, ışıltılı taşlar, değerli kumaşlar gibi, özgün çizimleri ya da kabaca veya aceleyle çizilmiş taslakları, ya da taslaklar üzerine düşülmüş notları, bu günü bekleyip, muhteşem kitapta yerini almış.
Kitabın tasarımı ve projenin gerçekleştirilmesi heykeltraş, fotoğrafçı ve serbest sanatçı Hansjürg Buchmeier tarafından gerçekleştirildi. Buchmeier, uzun yıllardır DEON Mimarlık’a sanat danışmanı olarak destek veriyor.
Deon Kitabı, sadece içindeki projeler ve özgün sunumları florasan fuşya rengi kapağı ile girdiği kütüphanelerde ve satışa sunulan kitapçılarda ilgi çekeceğe benziyor.
Bienal kapsamında açılan sergide konuşan Deon Mimarlık kurucusu ve başkanı Luca Deon yaptığı konuşmada, 25 yıl boyunca Deon Mimarlık olarak mimarlık anlayışlarının, estetik standartları ve fonksiyonelliği, insan odaklı ve sürdürülebilir çevre anlayışıyla sürdürdüklerinin altını çizdi. Ayrıca ziyaretçilere, 25 yıllık mimarlık yolculuklarını ve geleceğe bakışlarını özetledi…
Profesör Luca Deon, İsviçre- Luzern’de doğdu.
Albert Einstein’in eğitim görüp, sonrasında da konuk Profesör olarak çalışmasıyla dünyaya adını duyurmuş, ETH Zürih (Eidgenössiche Technische Hochschule) Mimarlık Fakültesi’ni bitirdi.
Universiteyi bitirdikten sonra, EPF Lozan (Ecole Politecnique Federal Lausanne)’da üç yıl boyunca Asistan olarak çalıştı.
Daha sonra Yverdon-les- Bains Arteplage deki Expo.02’de mimari konseptten sorumlu olarak görev aldı. (İsviçre Ulusal Sergisi olarak tanımlayabileceğimiz sergi; ‘’Ben ve Evren’’ teması ile tasarlanmış ve İsviçre’nin hem geçici mimarisi ile hem kamusal mekanlar yaratarak, İsviçre’nin modern mimari hafızasında unutulmaz bir iz bıraktı)
Daha sonra uzun yıllar, İsviçre’nin en eski Mimarlık Galerilerinden biri olan Architekturgalerie Luzern’in direktörlüğünü üstlendi. Eski tarihi mekanlarda ve geçici mekanlarda sergiler düzenleyerek, mimarlık kültürünü yaymayı amaçlayan bu platformda, çok sayıda önemli projeler gerçekleştirdi.
Hochshule Luzern’de 2003 yılından bugüne Tasarım ve Yapı Profesörü olarak, Görsel Tasarım konusunda dersler veriyor.
Ayrıca Mısır Universitesi’nde (MIU Misr International University) de konuk Profesor olarak dersler vermiştir.
Katsushika Hokusai’ye ve Japon kültürüne olan ilgisi onun bir süreliğine Japonya’ya gidip orada ilhamla dolacak zamanlar geçirmesine neden oldu.
Orada kaldığı süre içinde ünlü Japon mimar Riken Yamamoto ( Riken Yamomato, 2024 yılında Mimarlığın Oskarı sayılan Pritzer Prize Ödülünü kazandı) ile yakın bir şekilde çalıştı. Bazı mimari yarışmalara katıldı. Japonların depremlere karşı geliştirdikleri yapı modelleri ve estetiği onu derinden etkiledi. Japonların doğaya karşı değil, Hokusai’nin dalgaları gibi bilhassa onu kucaklayan tarzları ona İsviçre’de türünün ilk örneği ahşap gökdelen yapma fikrini verdi.
Luca Deon, ailesiyle birlikte İstanbul ve Türkiye’nin farklı bölgelerini de ziyaret edip, tarihinden, çok katmanlı ve çok faklı kültürleri barındıran mirasından çok etkilendiğini de sıklıkla dile getirmektedir.
Luca Deon, 1999 yılında kurmuş olduğu DEON AG Mimarlık Şirketinde (www.deonag.ch) İsviçre ve dünyanın farklı yerlerinde özgün projeler üretmeye devam etmektedir.





-
E-Dergi1 yıl önce
İsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
Ekonomi1 yıl önce
İsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
İsviçre1 yıl önce
Dünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Yaşam1 yıl önce
Kıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
Gündem8 ay önce
ERDOĞAN KARŞITI PAYLAŞIMLARI SIĞINMA BAŞVURUSUNDA HAKLI GEREKÇE OLARAK GÖRÜLMEDİ
-
Dünya8 ay önce
META’NIN COVİD-19 AŞILARIYLA İLGİLİ YANILTICI BİLGİ KARARI: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLIYOR MU?
-
Gündem6 ay önce
TELEGRAM’DA ŞOK EDEN GRUPLAR: TECAVÜZ AĞLARI VE K.O. DAMLALARI
-
Gündem8 ay önce
TÜRKİYE’DEN GELEN SIĞINMA BAŞVURULARINA GETİRİLEN SERT UYGULAMALARA TEPKİ