Sosyal Medya

Köşe Yazıları

Sence Evin Neresi?

yazar

Yayınlayan

on

Son zamanlarda bana bu soru sık sık soruluyor. Ülkesinden ayrı yaşayanların hayatlarından belki de hiçbir zaman tamamen yok olmayacak, zaman zaman kendini hatırlatacak bir soru bu. Hele de benim hayatımda olduğu gibi eşler iki farklı ülke ve kültürden gelip, yaşamak için üçüncü bir ülkeyi seçtiklerinde daha da önem kazanabiliyor.

“Ev’’imizi nasıl tanımladığımız aidiyet kavramı ile yakından ilişkili. İster üzerinde düşünmüş, ister hiç düşünmemiş olalım, hemen hemen hepimizin hayatında yer tutar aidiyet kavramı. Bu dünyaya gelmeye hazırlanırken ilk evimiz olan ana rahmine yerleşmemizle başlıyor tutunma ve ait olma ihtiyacımız. Belki de böyle görkemli bir başlangıç, yaşamımız boyunca sürebilecek aidiyet arayışımızı tetikliyor. Hayat boyu devam eden bir yere, bir gruba, bir ideolojiye veya kişiye aidiyet ihtiyacı aynı zamanda insanın güven ve anlam bulma arayışı. “Ben buyum, buradayım, burası veya bu kişiler de benim bir parçam” diyebilmek insana kendini sadece güvende ve değerli değil, tamamlanmış da hissettiriyor.

“Ben bağımsızlığıma düşkünüm!”

Bu ifade ilk gençlik yıllarımda kullanmayı en çok sevdiğim cümlelerden biriydi. Birey olma gayreti ile geçen erken gençlik yıllarında böyle havalı cümleler pek seviliyor. Bu havalı cümleyi kullanırken tabi ki benim de farkında olmadan yaptığım aidiyet duygusunu tamamen kısıtlayıcı olarak algılayıp, kimseye hesap vermeme ve özgür olma kavramlarını yüceltmekti.

Gerçekte aidiyet ve özgürlük birbirinin karşıtı mı? Veya olmak zorunda mı?

Aidiyet, özünde insanın kendini tanımasını ve ait hissettiği tanımlama içinde kendine bir yer bulmasını içerir. Bu anlamda bakarsak sağlıklı bir aidiyet, bireyin hem kendisi olmasına, hem de bir bütüne ait hissetmesine olanak sağlayan bir duygu. Sağlıklı aidiyet derken kastettiğim dengeli ve baskıcı olmayan, bireyin kendisi olmasına izin veren bir ait olma şekli. Aidiyet hissi kişiye yalnız olmadığını hissettirdiği için özgürleştirir de. Desteklendiğini hisseden kişi hayatında cesur adımlar atabilir.

Doğan Cüceloğlu İletişim Donanımları’nda tam da bu noktaya değinir ve insanın hem bağımsız hem de ait olmak istediğini vurgular. Cüceloğlu’na göre birey olma ve ait olma ihtiyacı ne kadar dengeliyse, kişi o kadar mutlu ve enerjiktir.

Benim hikayeme dönecek olursak; bağımsızlık tutkumun ardından bir süre sonra bir “dünya vatandaşı” olma sevdam başladı. “Kimse bir ülke ile sınırlı olmasa, herkes dünyaya ait olsa” gibi şefkatli düşüncelerin aklımdan geçtiği zamanlar. Kültürün, insana kim olduğunu anlamasını da sağladığını ve kültür ortaklığının geçmiş ile gelecek arasında köprü işlevi gördüğünü farketmediğim dönemler. Paylaşılan ortak detayların bir insanın hayatına anlam katabileceğini, sıcak sohbetin ortasındaki “bir demli çay daha” cümlesinin yaşattığı tanıdık mutluluk hissini, eski şarkılarda benzer anılara gidebilmeyi yaşadıkça farkettim. Bunlar, bu küçük görünen detaylar, aslında hepsi ait olmanın, olabilmenin bir parçasıymış. İnsan hiçbir yere, hiçbir şeye ait olmadan yalnız ve buruk hissedermiş, bir şeyler eksik kalırmış.

Bu da beni aidiyet ile el ele olan “köklere bağlılık” kavramı üzerine düşünmeye yönlendirdi. Annemle babamın, onların anne babalarının hikayelerini daha çok merak etmeye başladığımda bunun aslında kendi hikayemi bilmek arayışı ile ilişkili olduğunu anladım. Köklere bağlılık kendi hikayemizi bilmek demek, çünkü bize bir “dayanak noktası” sunar. İnsan kendini sadece dünyaya gelmiş bir birey değil, daha büyük bir hikayenin parçası olarak da görmeye başlar. Tarihsel farkındalıklar insanın kendini yaşamda konumlandırmasına da yardımcı olur.

Küreselleşen dünyada göçler, hızlı yaşam, bireyselliğe aşırı düşkünlük gibi faktörlerin etkisiyle köklerden uzaklaşma ve aidiyetsizlik kavramları da ortaya çıkabiliyor. Son zamanlarda okullarından mezun olur olmaz yurtdışına giden Türk gençlerinin sayısı hızla artıyor. Bambaşka kültürlere heyecanla koşmak ve insanın farklı kültürlerle kendi kültürünü harmanlayarak kendini geliştirip inşa etmesi çok değerli olsa da genç yaşta köklerden uzaklaşmak ister istemez “ben nereye aitim?” sorusunu da beraberinde getiriyor. Farklı ülkelerde yaşamak, insanın köklerinden güç alarak, yeni kültürlerle gelişerek kendini tanımlaması , şekillendirmesi için büyük bir şans aslında. Bir yerlerde okuduğum güçlü ağac metaforu aklıma geliyor bu konuyla ilgili. Güçlü bir şekilde köklerimize bağlıyken, dallarımızı gökyüzüne uzatarak yeni olasılıklara yer açmak ve gelişmek. Tam da “ben nereye aitim” sorusuna cevap gibi.

Tekrar “ev”e dönecek olursak, bana göre “ev”in tek bir tanımı yok. Anlamı da tanımı da kişiden kişiye değişir. Kimilerinin evi bir ülke veya şehir iken, kimilerine göre aile veya bir kişi, hatta bazen bir ruh hali bile “ev” olabilir. “Ev”inden uzak hisseden biri için, “ev” bazen bir nostalji kaynağına da dönüşebilir. Aidiyet hissi ile geçmişe özlemin iç içe olduğu bir durum var ki, geçmişi fazla yüceltip idealize etmek de bazen “ev”i gerçek anlamından uzaklaştırabiliyor.

“Ev”imiz varoluşsal ve duygusal bağlarımızın merkezinde yer alır. Varoluşumuzun anlamını bulamadığımızda kendimizi evsiz de hissederiz. Edebiyatta ne çok örneği vardır bunun. Çok sevdiğim kitaplardan olan Yeraltından Notlar’da aidiyetsizliğin ve topluma yabancılaşmanın getirdiği derin yalnızlık ve huzursuzluk Dostoyevski’nin muazzam anlatımıyla insanın içine işler. Oğuz Atay’ın “tutunamayan” karakterleri Turgut ve Selim, Yusuf Atılgan’ın meşhur Aylak Adam’ı C. karakteri, Albert Camus’ün Yabancı’sındaki Meursault, bize hep benzer hissi yansıtırlar. Evsiz hisssetmek edebiyata bazen öyle farklı şekillerde yansımıştır ki, insan aynı karakterde evsizliğin farklı boyutlarını bir arada görür. Haruki Murakami’nin Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları’nda tasvir ettigi Renksiz Tsukuru tam da böyle bir karakterdir örneğin. Sebep belirtilmeden arkadaş grubunun dışına itilen Tsukuru, çocukluğu ve aidiyet duygusu elinden alınmış hisseder. Tsukuru’nun hissettiği “ev”sizlik duygusu, okurlara sürekli arayış içindeki melankolik kişilik olarak yansır.

Tsukuru’da birlikte büyüdüğü arkadaş grubu olarak görulen “ev”, gerçek hayatlarda da kişiden kişiye tanımı değişen bir kavramdır. Sadece fiziksel bir mekan değil, ruhsal bir aidiyet hissidir. Sanatçı için kendini ifade edebildiği alan “ev” iken, tek başınalığı seven biri için bazen yalnızlık, aşık biri için sevdiğinin gözleri, gezgin icin seyahat ederek mutlu olabildiği her an “ev”dir.

Benim evim neresi sorusuna dönecek olursam; tanıdık gelen ve ruhsal bağ ve aidiyet hissettiğim her yer, herkes ve her şey hayatıma anlam katarken, “kendimizin evi olmak” fikrini benimseyenlerdenim. Ev hissim dış koşullara çok da bağımlı değil, daha çok kendi ruhumda ve zihnimde. Keyifli akan bir sohbetteyken, ailemle vakit geçirirken, köpeğimin yıldız gözlerinin içine bakarken, kendimi doğru ifade edebildiğim her yerde- mesela şu anda bu yazıyı yazarken kendimi “ev”de hissediyorum.

Sizin eviniz dediğiniz yer neresi, üzerinde hiç düşündünüz mü?

Haberin Devamını Oku
2 Comments

2 Comments

  1. Gülşefika Balaban Brandenberger

    2 Aralık 2024 at 02:04

    Bugünkü göç konusuyla beraber, EV temasıyla ilgili olarak ne güzel bir çok farklı bakış açısıyla dop-dolu ele almışsın Meltemciğim, zevkle okudum yine yazdıklarını. Aidiyet ve Doğan Cüceloğlu’ndan bahsedince aklıma Sayın Cüceloğlu’nun değersizleştirme temasına önemle değindiği bir sohbeti geldi. Dostoyevski’den de alıntı yapmış olduğun gibi, ailesinde veya ait olduğunu düşündüğü, bulunduğu ortamlarda kabul gören veya dışarıda tutulmayan kişi daha çok evinde gibi hissedebilir diye de vurgulamıştı. Başka bir kitabında da meditasyonun öneminden bahsetmişti .
    Bence insan, ancak kendinde, kendi gönlünde bir yerde an’da olabilmeyi becerebildikçe; her türlü dışsal etkiden uzakta hep evinde olduğunu da deneyimleyebilir. Bu durum ah sürekli olabilse tadından doyulmaz. Ama gel gör ki aile, ülke kökleri, özlenenler ve ortak anılar gibi bilumum şey aslında bizi belli ki bu konuda baya düşündürmeye devam edecek. Ele aldığın her cümle gibi…😇👏🏼👏🏼👏🏼👏🏼

  2. Meltem Soğuk Stropoli

    6 Ocak 2025 at 10:24

    “Kendi gonlunde bir yerde ‘an’da olabilmek”…Ne kadar guzel ifade etmissin sevgili Sefika. Cok tesekkur ederim degerli yorumun icin. Biz dogdugu ulkeden uzakta yasayanlar icin bu dusunceler de hep var olacak. Yeter ki kendi gonlumuzde kalmayi basarabilelim. Sevgiler.

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

İLHAM VEREN HİKAYELER: Gül Şefika Balaban Brandenberger

yazar

Yayınlayan

on

By

Bu köşede zaman zaman üretkenlikleri, hayata bakışları ve yarattıkları eserler ile ilham veren kişilerle yaptığım röportajları paylaşacağım.

İlk konuğum İsviçre’de yaşayan Sanatçı Gül Şefika Balaban Brandenberger.

Şefika aslında Hacettepe Üniversitesi mezunu bir Ekonomist. Türkiye’de yıllarca farklı kurumlarda Ekonomist olarak çalıştıktan sonra en son 11 yıl boyunca görev aldığı Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nden ayrılıp, İsviçreli eşi ile evlenerek 2010 yılında İsviçre’ye yerleşmiş. Ankara’da iş hayatına devam ederken önce resim sanatı, ardından müzik terapisi, tasavvuf ve sema ile tanışan sanatçı, İsviçre’de Thalwil’de Institut APK-Ausbildung Prozessorientierung, Kunsttherapie & Komplementär -Therapie-APK Enstitüsü Süreç Odaklı Sanat Terapi ve Tamamlayıcı Terapi Merkezi’nde 3 yıl boyunca tekrar öğrenciliğe dönmüş. Geçen yıl ise Renklerle İç Yolculuğumuz-Ebru Sanatı Terapisi isimli kitabı Palme Yayınevi tarafından yayınlandı.

Gelin hikayesinin bundan sonraki kısmını kendisinden dinleyelim..

Sevgili Şefika, hoşgeldin. Ekonomistlikten sanatçılığa uzanan bu ilginç yolculuk nasıl gelişti, biraz anlatır mısın.

Ekonomist oldum ancak gençken sanatçı olmayı ve İstanbul’da Mimar Sinan Üniversitesi’nde okumayı çok istedim. Biz Kayserili bir aileyiz. Babam hep şöyle derdi “Ankara’da okuyabilirsin ama ya İstanbul nasıl olacak?”

İyi bir eğitim aldım, TED Kayseri Koleji’nin ardından Hacettepe Üniversitesi İ.İ.B.F. İktisat bölümünden mezun oldum. Aynı üniversitede yüksek lisans eğitimimi yaptım. Tez yazarken iş hayatına atıldım ve değişik kurumlarda severek çalıştım.

O sürede önce resim hocam Serap Demirağ, sonra Müzik Terapisti ve Sufi Rahmi Oruç Güvenç ile tanıştım. İkisi de hayatıma sanat bazlı inanılmaz engin alanlar açtı. Biri ile tasavvuf, diğeri ile resim ve quantum fiziği dünyasına girmiş oldum. Yüksek matematik okuduğum için matematikle aram hep iyi oldu. Matematik bakış açımı resim hocam Serap Demirağ analiz etti. Boş tuvale bakarken o tuvali yerleştirebilme yetimi görür, başlarda güler ve “Cahil cesareti” derdi. Daha sonra ise “İşte buradaki matematik, görüyorsun” şeklinde yorumlamaya başladı.

Ebru sanatı ile tanışma

Ebruyla tanışman nasıl oldu peki?

Yıllarca çok yoğun bir iş ortamında çalıştım. Yine zamana karşı yarıştığım bir günde sevdiğim bir arkadaşımın “Kastamonu Günleri var, ebru sanatçısı geliyor” demesi üzerine yazılacak onca rapora rağmen öğle tatili arasında koşup gittim. Kastamonu’ya hayranım, her şeyleri özel bence. Ama o gün orada beni büyüleyen bambaşka bir şey oldu.

Neydi o? Biraz anlatır mısın?

Sadece 1,5 saatim vardı ve direkt ebru sanatçısının yanına gittim. Sırada bekliyoruz. Rafet Hoca küçücük bir köşeye bir metrekare masasının üstüne teknesini koymuş, boyalarını dizmiş, önlüğüyle çok mütevazi görünüyordu. Herkese tek tek gösterdi. Orada ebruyu ilk kez denediğimde kağıdı çektiğim zamanki hissimi hiç unutmadım; suya baktım, su bomboş ancak kafam da bomboş. “İnanılmaz” dedim kendi kendime, “bu nasıl bir şey böyle”! Öyle bir rahatlık duygusu ki, adeta o anda bir mucize oluyor ve bir kapı açılıyor, hiç bilmediğimiz bir dünyadan bir alem gösteriliyor. Tam bir transformasyon. Tabi iş mi kalır! O açılan kapının peşine gittim ve bana verdiği mucize bir ebru kağıdıydı. Elimde kağıtla sırıtıyordum. Aynı gün eve giderken hemen çerçevelettim ve evin girişine astım.

Sanatın dönüştürücülüğü

Ne mutlu sana, dönüştürücü bir an olmuş. Peki bu ebruya has bir şey mi, yoksa bunu sanatın başka dallarında da yakalayabiliyor musun?

Çok güzel bir soru. Sanırım benim o anki ihtiyacım o kafa yoğunluğumun boşalmasi idi ve ebru bunun için çok uygun bir sanattı. Mükemmel bir sanat. Şu anda benim ebruyu bu kadar derinlemesine incelememe sebep olan transformasyon da o duygu ve onun arkasındaki sır.

Bu sana has, senin hissettiğin bir şey mi, yoksa ebrunun amacı bu mu?

Ebru sanatının içinde, var olan her şeyi birleştirici bir güç var. Biz her şeyle bir bütünüz ya. Hani bir şeyi merak edersin, sonra bir bakarsın ki hiç açmadığın televizyonu açıyorsun ve o anda haberlerde senin merak ettiğin o bilgi var. Veya birdenbire bir kitap alırsın, bir sayfasını açarsın. Önüne o aradığın bilgi gelir. Her şey bize hizmet için zaten var etrafımızda, biz yeter ki doğru soruları sormayı bilelim ya da kendimizin ihtiyacı olan cevapların farkına varalım. Zaten cevaplar hep veriliyor, ama ebru sanatının çok özgün olduğunu düşünüyorum, kendi içinde kainatta olan birçok elementi taşıyor. Rahmetli Oruç Güvenç’ten 19 yıl boyunca müzik terapisi, hareket terapisi, baksı dansları gibi eğitimler aldık. Ankara’da ayda bir onun gönüllü organizatörlüğünü de yapıyordum. Bu eski geleneksel entrümanların, bazı hareketlerin insana ne kadar şifa verdiğinin farkındaydım. Ancak ebrunun verdiği şifayı ilk kez orada kendimde tecrübe ettim. Yani o kadar yoğun bir dönemde olmadan normal sıradan bir iş günü olsa belki ebruya da hemen gitmezdim, Kastamonu ekmeğimi alır, biraz bakınır, ebruyu da öylesine yapar dönerdim. Ancak öyle yoğun bir günde, başımın çok ağrıdığı bir anda ebru sanatını deneyimleyince bomboş oldum, ağrı falan yok oldu.

Biraz da 2024’te yayımlanan Ebru Sanatı Terapisi isimli kitabından bahsedelim. APK Enstitüsü’nde öğrendiklerini ebru sanatına da uyguladın diye anlıyorum. Örneğin kitabında da bahsettiğin 9 aşama; bunları APK’da mı öğrendin yoksa zaten uygulanan bir yöntem mi?

APK Enstitüsü kurucuları süreç odaklı terapiyi ortaya çıkarıp eğitimlerini bunun üstüne oturtmuşlar. Bir kişiye resim yaptırdığın zaman bu soruları soruyorsun, hepsini aralıklı olarak veya sıralı olarak sorabilirsin. Bazı cevapları sanat terapisi sırasında kendin de gözlemleyebilirsin. Tabi sanat terapisinde sadece 9 aşama üzerine eğitim almadık, onlarca değişik terapi yöntemi öğrendik. Bu sadece APK’nın bazında ortaya koyduğu süreç odaklı terapinin 9 aşaması.

O zaman ebruya uygulamak senin fikrindi, ama çok da güzel bütünleşmiş.

Evet ilk defa gerçekten bir sanat terapi okulunun bazına konmuş prosesi ebru sanatına uyarlayan benim. Bunu ben öğrencilerime de uyguluyorum elbette. Ebru kursu vermeye başladığımdan beri gittiğim yerlerden, Brezilya’dan, Kayseri’den, oradan buradan, hep farklı toprak toplardım.  Toprağı ezerek pigment haline getirmek çok zor bir iş, artık fabrikalarda yapılıyor tabi ama eski üstatların böyle ezdiğini biliyorum. Toprağı ezerken aklıma şu geldi; taşı ezerken dahi çok dikkatli ve insana layık davranmamız lazım. İnsan-ı Kamil yolcusu olmak zor bir şey. O sebeple sonsuzluk (∞) sembolünü bu sanata çok uygun bulup uygulamaya başladım.

Tasavvuf yolculuğu

Nedir tam olarak İnsan-ı Kamil olmak?

İnsan-ı Kamil tasavvufta tam anlamıyla insan olmak için yolda olmak anlamında kullanılır. Varlığında yok olabilmiş insana derlermiş. Benim için İnsan-ı Kamil’e örnek verebileceğim insanlar kim diye sorarsan başta Atatürk derim. Atatürk kendi potansiyelini kullanmış nadir insanlardan biridir. İnsan-ı Kamil olmak, kendisinde ortaya çıkması gereken her potansiyelin insana faydalı olacak, hayatını, frekansını değiştirecek, ya da hizmet etmesini sağlayacak şekilde ortaya çıkması demektir. Hepimizde potansiyeller var. Yanlış hatırlamıyorsam Kevser Yeşiltaş demisti galiba, onun bazı dijital seminerlerine de katıldım; herkeste ortaya çıkması gereken en önemli 3 yetenek varmış.

Sen kendininkileri buldun mu? 

Şöyle bir düşününce resim yapmayı birinci sıraya alabilirim, ikincisi tasavvuf ve semazen olma yolunda yaptığım çalışmalar ki – orada kendimi bulduğum bir alan var. Üçüncüsünü de yazı yazmak diye düşünüyorum. Senin köşe yazılarına yorum yazarken bile “yazıyorum” çünkü çok önemsiyorum. Senin düşünce gücünden o anda aldığım bilgi ve senin bana yarattığın o atmosfer ile, bende aktif olmaya hazır olan şey arasında bir bağlantı kuruluyor, benden çıkması gerekenler de yazıya dökülüyor, bir akış başlıyor.  

Tasavvuf ve Ebru ilişkisi 

Peki tasavvuf ve ebru ilişkisini de sormak isterim. Kitabında bu konuda güzel ifadeler var. Bununla ilgili olarak burada paylaşmak istediğin şeyler var mı

Ebru sanatında aslında insan bedeninde olan bir çok element var. Tasavvufa bakarsak, insanın yüksek değerlerine layık olma yolundaki yolculuğudur. Sema yapmak için yerle de cok güçlü bağlantıda olman lazım. Ayaklarının da zemine güçlü basması gerekiyor.  Bedensel yorgunluklara takılmamayı öğrenmek veya hatırlamak mı desem, şartlanmalardan kurtulmak gerekiyor.  Biliyor musun maraton koşucularına öğretilen bir bilgi varmış; yorgunluktan bittim dediğin an, o zamana kadar katettiğin yol kadar daha potansiyelin olduğunu anlaman istenirmiş. Tasavvuf da insana bu yönünü göstermeye çalışır, yani aslında ne kadar güçlü olduğunu. Biz cocukluğumuzdan beri her şeyi kafamızda limitlerle öğreniyor, öyle biliyoruz. “Uyku saatin geldi, yemek saatin geçiyor” şeklinde şartlandırıyoruz kendimizi. Bunların üzerine çıktığımız zaman potansiyelimizi de görme şansımız oluyor. 

Kitabımda da yazmaya çalıştığım aslında ebru sanatında toprak pigmentinin suyun üstünde durma aşamasına gelebilmesi, oradan sanatçının kendi istediği özgün şekilleri verebilmesi, onu kağıdın üstüne alabilmesi…tüm bu süreç ebrunun sırlarından. Sonsuza kadar o enerjiyi orada tutabilecek hale geliyorsun. Suyun üstüne gelmiş bir pigment farklı proseslerden geçmiş oluyor. Hani “hiç bilenle bilmeyen bir olur mu” deriz ya, işte onun gibi. Hiç çalışılmış bir toprakla çalışılmamış toprak aynı olur mu? İlk haline bak toprak, ikincisine bak kağıdın üstünde bir sekil! Ebrunun üstüne gelmiş olan desenler, renk renk pigmentlerin bir arada olması, tüm o süreçte ulaşılan bir sonuç var insana mutluluk veren. Hatta ilk ebru çalışmamı bitirince salona koymuştum. Daha sonra enerjisini hissettiğimde şaşırmıştım. Her geçtiğimde “Burada ne var” diyordum. Çağrı gibi bir şey hissediyordum. Bir baktım ki ebru çalışmam var o geçtiğim yerde. Aslında duyarlılık hepimizde var, beş duyumuzun üstüne geçtiğimizde sezgilerimiz devreye giriyor. Son zamanlarda sıkça duyduğumuz üçüncü boyut denilen, bu hayatın en alttaki katmanında olan bilinçaltımız konusu ortaya çıkıyor. Yani biz bilinçaltımızı aydınlatıp sezgilerimizi geliştirebildiğimizde, insan olmak yolunda da ilerliyoruz aslında. Duyularımızı kullanırken güzel görüp, güzel söz söyleyip, doğru işitip, her duyguya ihtiyacı olan ne ise mümkün olan en layık olanı verebildiğimizde ve yargılamaktan vazgeçebildiğimizde zaten bu boyuttan geçmeye hazırlanıyoruz. 

Sezgilerini nasıl geliştirebilir insan? 

Bunun bir yolu meditasyon. Ayrıca tabiatta yürümek, kendinle kalabilmen, çiçekler-bitkilerle, hayvanlarla ilgilenmek. Örneğin senin tatlı bir köpeğin var, düşünsene onu hissedebiliyorsun, onun söylemek istediklerini işitebiliyorsun, işte bu bir sezgi. Son zamanlarda zaten bütün hayvanlar dillendi. İnanılmaz boyuta erişti. Sadece insanlar gelişmiyor ki, bütün canlılar birlikte gelişiyoruz. 

Bütünün parçası olduğumuzu hatırlamak belki asıl önemli olan, öyle değil mi? 

Aynen öyle. Hiçbirimiz birbirimizden ayrı değiliz. Sadece frekanslarımızın birbirine daha yakın olduğu atmosferlerde olduğumuzda daha kendimiz oluyoruz. Daha rahat olup kendimizi tanıtma ihtiyacı duymuyoruz. Yargılanmak hiçbirimizin layık oldugu bir şey değil. Yargı zaten kaba zan demektir, yani bilip araştırmadan hüküm vermek, hemen bir karara varmak anlamında. Her insanın kendi içinde bir yolculuğu var. O yolculukta ihtiyacımız olan şeyler de hayatımızda ona göre farklı biçimlerde yer alıyor. Karşılaştığımız bir çok bilgili ve duyarlı insan ile kendimizi tanımak, sevgi boyutunu idrak edebilmek, hayatımıza farkındalık katan değerleri alabilmek en güzeli. Değer vermek, zaman ayırmak. Es geçmemek… Tabii bu arada kendi özgün alanımızı korumak ve sağlıklı seçimler yapabilmek hayat kalitemizi etkiliyor haliyle.  

Kitap hakkında 

Kitabın o kadar çok şeyi içinde barındırıyor ki, aslında sen çok güzel anlattın. Tasavvuftan tut, ebru sanatına, felsefeden, sanat terapisine ve insanın farkındalığına çok zengin bir içeriğe sahip. Ayrıca insan olma yolunda sadece terapide kullandığın 9 aşama ile değil, son bölümdeki işlem analizi” süreci ile de insanın kendini gözlemlemesi ve kendisi için önemli olanı tercih edebilmesi adına önemli bilgiler paylaşıyorsun. Peki sence kimler senin kitabını okusun? 

Çok teşekkür ederim Meltem. Öncelikle çocukluğumuzda şartlandırıldığımız, ebeveynler için olmak zorunda bırakıldığımız rollerden arınmamız ve kişilik ve karakterimize uygun olanı anlamamız için bu son bölüm çok önemli… Dediğin gibi kitabın adı sanki sadece ebru sanatıyla sınırlanmış gibi görünse de, içeriğine bakan herkes insan yolculuğunda kendinin az da olsa farkına varabilmesi için ortaya çıkarılmış, detaylandırılarak birçok bakış açısı ile değerlendirilmiş pek çok süreç, somut örnekler ve yollar görüyor. Bunların çoğu kendi deneyimim ile yazıldı. Yani sadece okunmuş bir bilgelik değil, bizzat üzerinde durduğum zaman verilmiş, çaba gösterilmiş, deneyimlenmiş konular. Kitabın arka kapağında da belirttiğim gibi, kitapta yer alan terapik bilgiler kendisiyle keyifli yol almak isterken yaratıcı çözümler arayan herkesi ilgilendirebilir. Tabi bu cümlenin altında derin Jungvari felsefi bir görüş var ama sadece o değil. Tasavvuf erbabları da özellikle 12. ve 13. yy. dan itibaren insanlara kendilerini çözmek istiyorlarsa arayışta olmalarını, sorgulamalar yapmalarını ve yaratıcı bir çok işle aktif olmalarını önermişler. Yani nasıl yaratıcı bir seyler üretebilirim, kendimi nasıl çözebilirim demek isteyen herkes kitaptan bir şeyler bulabilir. 

Peki bu yaratıcı çözüm illa ebru olmak zorunda mı? Bu kitabı okuyan biri ebruya başlamasa bile yaratıcı bir konuyla ilgilenip kendini daha iyi çözümleyebilir mi? 

Çok güzel vurgu yaptın. Tabii, kesinlikle. Herkes kendine iyi gelen ne varsa ona göre fikirler üretebilir, yapmaktan zevk aldığı şeyleri  başka bir perspektif ile yapmayı deneyimleyebilir. Fransız ressam Henri Matisse bunun en güzel örneğidir. Hastalanıp resim yapamaz hale gelmiş. Yatalak olduğunda kağıtları kesip yapıştırarak resimlerine öyle devam etmiş. Şimdi kolaj dediğimizde Henri Matisse bir numara. Ebru sanatı burada terapi süreçlerine uygunluğu ve birçok kadim değeri barındırması açısından çok güzel bir araç oldu.  

Kitabın “Ebru Sanatı Terapisi”ni okumak isteyenler nereden temin edebilirler

İsviçre’de yaşayanlar Amazon’dan sipariş edebilirler.

Peki son olarak; Şefika’nın ruhunu neler besler, neler okur, neler izler? 

Kendi ruhsal gelişimime katkıda bulunan ve zihnimi açan her türlü bilim kurgu ve fantastik film seviyorum. Hatta eski sufileri de çok “New Age” bulurum. O dönemlerde öyle şeyler söylemişler ki bugün Hollywood filmlerini bile etkileyecek düzeyde. Örneğin ABD’de İbni Sina Enstitüsü kurmuşlar. İlgilenen bazı arkadaşlarımla biz de bu konularla ilgili aramızda bir grup kurduk. Önce Rahmetli R. Oruç Güvenç’in Hz. Mevlana kitabını okuduk. Şimdi  Ş. Suhreverdi’nin Nur Heykelleri isimli kitabını okuyoruz; onların farkındalıklı halini algılayabilmek için hayaller kuruyor, fikirler öne sürüyoruz… 

Kitaplarını sevdiğim yazarların içinde klasiklerden Çernişevksi, Dostyoyevksi, Ömer Seyfettin, Sebahattin Ali gibi çok önceleri okumuş olduklarım var. Üçüncü Göz, İkinci Beden gibi fantastik romanları da ilgiyle okudum. Türk yazarlarımızı seviyorum: Buket Uzuner, Deniz Erten, Azra Kohen, Zülfü Livaneli, Elif Şafak, Murat Menteş, Erhan Kolbaşı severek okuduklarım arasında olanlar.  Son zamanlarda Edebiyat Kitap Klubümüz’den Burcu Özer Katmer’in Kendine Ait kitabından, göç etmiş Türklerin ve çocuklarının parçalanmış hayatlarıya ilgili çok şeyin farkına varmaya başladım.  Ve Meltem Soğuk Stropoli; senin kitabını ilgiyle okudum: Yeşil Mavi Hayat!.. Farkındalık kazandıran, düşündüren ve seçimlerimizi hatırlatan, insan için ve insana ait çok özel kitaplardan…

Biraz da hikaye ile bilgelik karışık olursa ilginç buluyorum. Örneğin Elif Şafak’ın Aşk romanı tasavvuf açısından da edebiyatımız için iyi bir örnek oldu, dünyada pek çok kişinin zihnini açtı. Tabii bir de neredeyse 15-20 yıldır ara sıra açıp okuduğum Filibeli A. Hilmi’nin kitabı Amak-ı Hayal’i hala severek okurum.  

Bu güzel sohbet için çok teşekkürler Şefika. İkinci kitabınla buluşmayı merakla bekliyoruz. 

Davetin, ilgin ve özellikle ilham aldığını belirttiğin için ben çok teşekkür ederim Meltemciğim. 

Haberin Devamını Oku

Avrupa

ÇOCUK SAHİBİ OLMAYAN KADINLARA ÖDÜL VERİLMESİ GEREKTİĞİNİ SAVUNUYORUM

yazar

Yayınlayan

on

By

Verena E. Brunschweiger Köşe Yazısı
Almanya, 09.01.2025

Çok Fazla İnsan, İyi Yaşamı Tehdit Ediyor
Alman yazar Verena Brunschweiger, çocuk sahibi olmayan kadınlara ödül verilmesini öneriyor.

Brunschweiger, İsviçre Nau’deki köşe yazılarında düşük doğum oranlarının bir endişe kaynağı değil, bir sevinç kaynağı olması gerektiğini vurguluyor.
“Doğum oranlarının düşük olmasını kutlayın!” (Celebrate low birth rates) sloganı, Portekiz ve Hollanda’da sokaklarda görülebilirken, Almanca konuşulan dünyada pek anlaşılabilir bir olgu olarak karşılanmıyor.

Azalan Nüfus Bir Şanstır
İngiliz ekonomist ve üniversite öğretim üyesi Adair Turner, sayımızın azalmasının bir nimet olduğunu yazdı. Otomasyonun artması ve makinelerin insanlar yerine iş yapması, bu düşüncenin ana dayanağını oluşturuyor.

Brunschweiger, düşük doğum oranlarının pek çok konuda olumlu etkiler yaratacağına dikkat çekiyor ve bu olgunun Almanca konuşulan ülkelerdeki katı savunmalarla karşılaştığını belirtiyor.
“Gerçek sürdürülebilirlikten” bahsedebilmek için nüfus artışını durdurmanın gerekliliğine dikkat çekiyor.

Nüfus Artışı Krizleri Şiddetlendiriyor
Avustralya’da yer alan “Commission for the Human Future”, nüfus artışının, 21. yüzyılın büyük krizlerini daha da şiddetlendirdiğini vurguluyor: kaynak kıtlığı, türlerin yok oluşu, habitat kaybı, çevre kirliliği, iklim değişikliği, savaşlar ve hastalıklar.

Brunschweiger, dünya çapında kaynakların tükenmesiyle birlikte, batı toplumlarının daha az kaynak harcaması gerektiğini savunuyor. Ayrıca, iklim değişikliği nedeniyle Batı’nın daha az kaynak tüketmesi gerektiğini, çünkü küresel Güney’deki ülkelerin zaten çok az kaynak tükettiklerini belirtiyor.

Çocuklar ve Emeklilik Sistemi
Çocukların emeklilik sistemi için gerekli olduğu fikrinin bir yanıltmaca olduğunu söyleyen Brunschweiger, pek çok sağcı görüşlünün bu görüşü savunduğunu belirtiyor. Ancak, sadece çocukların sayısını artırmak, ilerleyen yıllarda çevresel felaketi engellemeyecek.

Sürdürülebilir Bir Gelecek İçin Çocuk Sahibi Olmayan Kadınlara Ödül
Brunschweiger, 2019’da ortaya attığı ve “Club of Rome” tarafından 1970’lerde önerilen bir fikirle, her çocuk sahibi olmayan kadına 50 yaş günlerinde ödül verilmesini talep ediyor. Bu ödül, Dünya’nın korunmasına katkı sağlayan bir eylem olarak görülecek ve üreme sorumluluğu taşıyan kadınlar ödüllendirilecek.

Sonuç: Düşünmek ve Tartışmak
Yazar, toplumun yaşlanan nüfusu ve sürdürülebilir yaşam için bu gibi ödüllerin gerekliliği üzerinde duruyor. Ancak, yaşlanan bir toplumun yalnızca olumsuz bir şekilde algılanmasının, toplumda yaşa dayalı ayrımcılığı körüklediğine dikkat çekiyor.

Brunschweiger’ın düşünceleri, herkes için farklı tepkiler yaratabilir.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

YENİ YIL GELDİ HOŞ GELDİ !

yazar

Yayınlayan

on

EE HADİ ŞİMDİ NE OLACAK?

Hemen her yıl hep bu şekilde başlıyor bence…

Yılın son günlerinde acayip bir heyecan, dilekler, ritüeller, dualar, umutlar, çok şükür bu yıldan kurtuluyoruz nidaları…

Sonra büyük coşkuyla o beklenen yıla girilir. Bazıları çok eğlenceli, bazıları kederli, bazıları her günün akşamına benzer…

Ama bir şekilde içten içe hep bir beklenti vardır : ‘’Bu yıl her çok güzel olacak.’’

Sonra sabah olur, herkes uyanır, eline telefonunu alır, haberlere bakar ve hoop hiçbir şey değişmemiş. Sürpriz….Yeni güzel hiç bir şey yok… Dünya hala aynı…

Aptalca güç savaşları, para, su, enerji, sonsuz yaşam isteği, gençlik, güzellik artık adını siz koyun.. Tek tek veya hepsi birden istendiği için devam eden kavgalar..

Bir sürü insanı, ona biçilen sınırlı ömürden önce öldürme çabası hiç bitmez insanoğlunda… Halbuki, herkes bir gün ölecek, sana verilen ömrün keyfini sür, başka canlıya zarar vermeden, elindekilerle ne yapabileceğine bir bak…

Bir gün bir arkadaşım anlatmıştı, gerçek ve traji komik bir hikaye… Göl kenarına yakın bir yerde yazlık ev almışlar ve önlerinde de acayip sazlık var. Babası çok ciddi para harcayıp o sazlıkları temizletmiş, adamlar tutmuş, nakliyeler, çöpe götürme vs.vs. Ev kadar para harcadık şu işe diye de sık sık tekrarlar dururmuş. Ciddi olarak ekonomik krize girmiş vs.vs Aradan zaman geçmiş, yakınlardaki arsayı birileri almış ve onlarda oraya ev yaptıracaklar diye beklerken, onlar o sazlıkları kendi iş alanları haline getirip, ihraç etmişler, bir sürü işte kullanılıyormuş o sazlıklar… Sonrasında da çok ciddi birikim yapmışlar, üzerine bir de ev de kondurmuşlar.

Aslında o arkadaşım bana anlatırken, babasının şansızlığından dem vurarak anlatmıştı. Babasını kaybetmişti vs. Ama hikayeyi dinleyince bende farklı tesir yaptı. İnsan bazen elindekilerle ne yapacağını bilemiyor. Hem enerjisini boşa harcıyor, hem de kendisini mutsuz ediyor. Oysa elimde bu var, ben bununla ne yapabilirim diye farklı bakış açısıyla düşünse, farklı sonuçlara gidebilir. Bu hikayeden bunu çıkardım diye, her an bunu yapabildiğim sanılmasın. Ama zaman zaman hatırlayıp yapmaya çalışıyorum. Ne zaman bunalsam, sazlıkları hatırlıyorum, birine dert, birine derman olmuş.

Yunus Emre’nin dediği gibi: ‘’Derdim bana derman imiş’’

Yeni yıla girdik, umut dolu bir yazı olsun, hani dünyada her şey aynı çirkinlikte ilerliyor diye enseyi karartmayalım yazısı yazayım dedim. Haber kaynakları, haber değeri olduğu için negatif haber- pozitif haber diye ayıramıyor tabii, hepsini yayınlıyor doğal olarak. Ancak sürekli bu haberlere maruz kalınca insan ister istemez, bazen umudunu kaybedebiliyor. Böyle zamanlarda hemen toparlanarak, sazlıkları hatırlayalım…Tek tek hepimiz dünyayı daha güzel bir yer haline getirebilmek için de, önce içimizi temizleyelim, hem fiziken hem ruhen sonra da dolaplarımızdan başlayalım, sonra evimizi, sonra kapımızın önünü.. Ve Sezen Aksu’nun dediği gibi gülümseyelim…

Gülümse, hadi gülümse bulutlar gitsin,

Yoksa ben nasıl yenilenirim? Gülten Yazici Dülger

Haberin Devamını Oku

Trendler