Sosyal Medya

Köşe Yazıları

BAŞARISIZLIKTAN BAŞARIYA

yazar

Yayınlayan

on

Hayat bizlere sonsuz firsatlar sunuyor olmasına rağmen, başarısızlık korkusu bizler için büyük bir engel oluşturmaktadır. Hadi gelin, başarısızlıkların önemini anlayıp, korkusuzca hayatımızı şekillendirelim.

“Başarısızlık korkusuna son”

Daha önce gerçek başarının ne anlama geldiğini merak etmiş olabilirsiniz. Başarısızlıklardan ve yenilgilerden güçlenerek çıkmak da buna dahil değil midir? Başarısızlık korkusu özellikle potansiyelimizi geliştirmemizi engelleyebilir. Peki ama başarısız olmaktan neden bu kadar korkuyoruz? Hatalarımızdan ders çıkarmak ve kendimizi daha da geliştirmek çok daha önemli değil mi? Başkalarının görüşleri bizi yeni bir çığır açmaktan ve zorlukların üstesinden gelmekten alıkoymamalıdır. Sonuçta, büyümemizi sağlayan ve bizi hedeflerimize yaklaştıran şey hatalarımızdır. Bu yüzden başarısızlık korkularınızla cesurca yüzleşin – çünkü yalnızca başarısız olmaya hazır olanlar sonunda gerçekten kazanabilir.

Hatalar yaşamın doğal bir parçasıdır ve bu korkuların bizleri yaşamdan alıkoymaması gerektiğini kabul etmek önemlidir. Korkularımızı bilinçli bir şekilde ele alarak ve anlayarak, onların üstesinden gelmenin yollarını bulabiliriz.

Zor görünebilir, ancak kendi kendimize düşünme ve olumlu düşüncelerin yardımıyla başarısızlık korkusuyla başa çıkmayı öğrenebilir ve daha güçlü bir şekilde ortaya çıkabiliriz. Hata yapmanıza izin verin ve bunları büyümek için bir fırsat olarak görün. Başarısızlık korkusunun hayatınızı kontrol etmesine izin vermeyin – cesurca ve kendinize güvenerek üstesinden gelin.

“Başarısızlığın olumlu tarafları.”

Hataların hayatımızda kaçınılmaz oldugu gibi, bunların kişisel gelişimimiz deki önemini de bilmeliyiz. Yapılan her hata öğrenmek ve gelişmek için bir fırsattır. Başarılı insanların bile başarıya giden yolda çok sayıda hata yaptıklarının bilincinde olup, onları kendimize örnek alabiliriz.

Thomas A. Edison’un ampulü piyasa olgunluğuna getirmeden önce neredeyse 9.000 deneme yaptığını biliyor muydunuz? 1000. denemeden sonra, bir çalışan başarısızlıktan bahsetti. Edison şöyle cevap verdi: “Ben ampulü icat ederken 1000 kere başarısız olmadım; sadece ampulü 1000 adımda icat ettim”

Edison saplantılı bir mucitti. Ve bugün de söyleyebileceğimiz gibi, başarısızlıklarına karşı tam olarak doğru bir zihniyete, doğru bir tutuma sahipti. Onlardan ders aldı ve hedefine biraz daha yaklaşmak için bir dahaki sefere neyi farklı ve daha iyi yapması gerektiğini düşündü. Ya cesareti kırılsaydı, hatalarına ve başarısızlıklarına kızarak pes etseydi? Hata yapmanıza izin verin ve bunları kişisel gelişim fırsatları olarak görün. Cesaretle ilerleyin ve kendinize olan inancınızı asla kaybetmeyin!

“Hatalar da tıpkı başarı ve takdir gibi hayatın bir parçasıdır. Peki ama neden başarısızlık korkusunu bastırıyor ve onunla var gücümüzle savaşıyoruz?”

Başarısız olmanın nesi bu kadar kötü? Sonuçta hata yapmak hayatın bir parçasıdır ve sadece hatalardan öğrenebilir ve daha da gelişebilirsiniz. Örneğin küçük çocuklar henüz bu başarısızlık korkusunun farkında değildirler. Kendi ayakları üzerinde durmadan önce ne kadar sıkça düşmezler mi? Kelimeri doğru söyleyene dek, çok kez yanlış telaffuz etmezler mi? Böylece hataları sayesinde öğrenirler! Ancak yaş aldıkça, çevremizdeki tepkiler özgürlüğümüzü kısıtlar hale gelir.  Bu da cesaretimizin kırılmasına, yine rezil olurum gibi hislere sebep olur, pes eder kabuğumuza çekiliriz.

“Kendinize başarısız olduğunuzda başınıza gelebilecek en kötü şeyin ne olacağını sorun…”

Tüm korkularınız ve endişeleriniz gerçekleşse, en kötü haliyle başarısızlık gerçeğe dönüşse ve dünya etrafınızda yıkılsa ne olurdu? Ayrıca kendinize şu soruyu da sorun: Ya her şeye rağmen, yenilgilere ve aksiliklere rağmen devam etseydim ne olurdu? Başarısızlık korkusu bizi düşüncelerimize ve duygularımıza hapsedebilir, ancak hayatımızı belirlemez. Yolculuğumuzda bize eşlik eder ama kaderimiz değildir. Hataların hayatın bir parçası olduğunun farkına vararak bu korkuların üstesinden gelme gücüne sahibiz, çünkü her başarısızlık öğrenmek ve kendimizi geliştirmek için bir fırsattır.

“Başarısızlık korkusunun ardında ne var?”

Başarısızlık korkusu genellikle derinlerde yatan bir güvensizlik hissine ve başarısızlık durumunda olumsuz sonuçlardan duyulan korkuya dayanır. Bu korku genellikle, ister başkalarının beklentileri nedeniyle dışarıdan isterse de kişinin kendisinden yüksek talepler nedeniyle içeriden gelen güçlü performans baskısının sonucudur. Başarısızlık korkusu, geçmişteki olumsuz deneyimlerden veya özgüven eksikliğinden de kaynaklanabilir. Bu durum, etkilenen kişilerin başarısızlık korkusuyla kendi yollarında durmalarına, geri çekilmelerine ve fırsatları değerlendirmemelerine yol açabilir.

  • Gerçekten başarısız olma olasılığınız ne kadar?
  • Beklentileriniz gerçekten düşündüğünüz kadar yüksek mi?
  • Başarısız olursanız en kötü ne olabilir?
  • Hayal edebileceğiniz en kötü şey nedir?
  • Dünyanın sonu gelir mi?
  • Sevgiliniz ya da Eşiniz sizi sevmekten vaz mı geçer?

Bir rahatlama hissedene kadar sorgulamaya devam edin.

“Başarıyı görselleştirin”

  • Durumun üstesinden geldiğinizde nasıl olacağını gözünüzde canlandırın.
  • Hedefe ulaştığınızda ne olur?
  • Ne görüyorsunuz?
  • Ne hissediyorsunuz?
  • Yanınızda kim var?
  • Çevrenizin tepkisi nasıl?
  • Bunu tekrar tekrar hayal edin.

Diğer insanların görüşlerinin nihayetinde önemsiz olduğunu ve bizi kendi yolumuzda ilerlemekten alıkoymaması gerektiğini anlamak önemlidir. Kendimize daha fazla güvenmek ve korkularımızın üstesinden gelmek kendi elimizde. Ancak o zaman potansiyelimizin farkına varabilir ve başarılı olabiliriz – başarısızlık korkusuyla yaşamadan. Başarısızlık korkusunun nedenlerini tespit etmek ve gerekirse bu sorunla başa çıkmak için profesyonel yardım almakta önemlidir.

“Başarısızlıktan korkmayın – cesur olun, ayağa kalkın ve devam edin, çünkü hatalarınız çoğu zaman başarının anahtarıdır! “

Kişisel Gelişim ve Yaşam Koçunuz

Pery Gül

Yazara not iletmek için info@isvicreninsesi.ch adresine e-posta gönderebilirsiniz.

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

HAYATIMIZI TAMAMEN KENDİMİZİN ŞEKİLLENDİRDİĞİNİN SORUMLULUĞUNU ALMAK NASIL OLUR?

yazar

Yayınlayan

on

Bugünlerde sıkça duyduğumuz cümlelerden biri bu:

“Hayatımızı, nerdeyse tamamen,  kendi düşüncelerimizle BİZ yaratıyoruz. “ 

Tabii, dini inançlarınıza göre, allah, tanrı, yaratan ne derseniz onun size verdiği ölüm, doğum zamanlarının içinde kalan süre, bu kastedilen. 

Bu süreyi nasıl geçireceğiniz sizin ellerinizde. Yani bizim elimizde.

Tabii kuantum fizik, yeni dünya  gerçekliği gibi konulara uzaktan yakından ilginiz varsa…

Ama yine de, inanmak o kadar da kolay değil.

Bu durumu, hayatının harika gittiğini düşünen ve kendini çok mutlu, keyifli, nerdeyse tam bir tatmin duygusunda  hissedenlerin kabul etmesi çok kolay. Egoyu da acaip besleyen bir şey. Yarı tanrı gibi nerdeyse, her şeyi ben yarattım. Kalan bir miktar yapamadıklarını da yaratıcının sana verdiği şans-şansızlık  olarak gör, süper.

Peki aynı kabulleniş, aynı tatmin duygusu; hayatının berbat olduğunu, hiç bir şeyin iyi gitmediğini düşündüğün zaman da mümkün mü? 

Bu hayatı, düşünce ve duygularımla ben yarattım ve öğrenmem gereken dersler için, hepsini ben frekansımla kendime çektim, organize ettim, farkında olarak, ya da olmayarak,  demek mümkün mü? 

Bana göre bu soru beyin açıcı, biraz da beyin yakıcı:( 

Acaip bir iç savaş. Bunu kabul edebilmek, insanda inanılmaz bir ufuk açabilir. 

Gerçi ufuk açılınca, hemen tüm hayatını değiştirebilir misin?

 Emin değilim.

 O içerdeki güçlü bilinçaltı, bazen, melek, bazen şeytan dediğimizi ehlileştirmek o kadar kolay mı? 

Eİnstein boşuna dememiş, “Atom çekirdeğini kırmaktan daha zor, önyargıları, inançları kırmak” 

İşte o inançlar, o düşünceler ve onlardan doğan duygular bizim hayatımızı şekillendiriyor 

Tabii ufak bir ayrıntı, o düşünce, inanç, duygu sonucunda ortaya çıkacak olan hareketler çok önemli. 

Son zamanlarda kuantum fizik açısından baktığımızda her şey mümkün, düşünceni değiştir, nasıl hayat istiyorsan hemen olsun, mantığıyla konuyu değerlendirip, beklentiye girenleri de şaşkınlık ve büyük bir merakla izliyorum.

Dünyanın kendisi bile sürekli bir devinim, hareket halindeyken, hiç bir şey yapmadan düşüncemi değiştirdim, şimdi oturup bekliyorumu,  hiç anlayamıyorum. 

Çünkü benim kök inancım, hayat hareket üzerine kurulu, hep hareket edeceksin, durursan, paslanırsın, çürürsün. 

O yüzden güzel hayallere, inançlara sahip olacak ve ama sonra kalkıp, ilk iş yatağını toplayacaksın. 

Bir Zen ustası, ona aydınlanmak için gelen öğrencisine, “yemeğini yedin mi ?” diye sormuş, yedim deyince “o zaman git bulaşıkları yıka” demiş. Bu  bana hep çok ilham verici gelir 

Hz Muhammet de, “iki günü aynı olan bizden değildir” demiş ( bazı yerlerde “iki günü eşit olan zarardadır” diye geçiyor) 

Hz.İsa’da  “Dileyin, verilecektir, arayın bulacaksınız, kapıyı çalın açılacaktır” demiş. 

Her dinde, her felsefede hem hayal etmek, dilemek, hem de bunun için çaba göstermek var. 

Ozaman her gün yeni bir gün ve bunun farkındalığıyla, içimizde bizi aşağı çeken, iki günümüzün aynı olmasına neden olan düşünceleri bulup değiştirelim. Ve tabii, yatağımızı toplayıp, bulaşıkları yıkayalım;) Bu metafor, ama fena fikir de değil..

Sonra da elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışalım. 

Bol hareketli harika bir gün ve haftalar diliyorum.

Not:  Yazdıklarım; çocukluktan beri  hayatı anlama ve anlamlandırma merakımla, okuyup, araştırıp,  biriktirdiklerimle yolda olma çabası… 

Gerçek nedir,  ne değildir? Kimbilir…

#HayatımızıBizYaratıyoruz #DüşünceGücü #KuantumFizik #İnançlar #Düşünceler #Değişim #KendiniGeliştirme #HayalEtVeYap #Farkındalık #İçselBarış #gültendülgenyazıcı

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Kuzeyin Akdenizlileri: DUBLİNLİLER

yazar

Yayınlayan

on

Dublin’i nasıl bilirsiniz?

Soğuk? Karanlık? Renkli? Canlı? Yağmurlu? Güneşli? Guinness’li?!!!Sizin cevabınızı bilmiyorum ama benim için Dublin, yukarıda saydıklarımın hepsinden biraz demek.

Peki ya Dublinliler?

İki yıl yaşadığım, ve son 3 yıldır da düzenli olarak gelip bir süre kaldığım bu harika şehrin sakinlerine benim verdiğim bir isim var: “Kuzeyin Akdenizlileri”. Bazı şehirleri özel kılan o şehrin mimarisi veya kültüründen çok insanlarıdır. Benim için de Dublinliler, Dublin’den bir adım önde. Hatta Dublin’i Dublin yapan, şehrin sakinleri demek bence hiç de iddialı olmaz.

Şehrin merkezinde birkaç saat geçirmek Dublinlilerin enerjisini anlamak için yeterli.  Birbirinden dinamik ve davetkar görünen kafelerde neşeli sohbete dalanlar, biraz güneş görünce kış bile olsa kendilerini yazlık kıyafetlerle sokağa atan sportif gençler, ellerinde kocaman kahve bardakları, boyunlarında şirket kartları ve kulaklıkları ile hızlı hızlı yürürken hararetle telefonda konuşan beyaz yakalılar… Son yıllarda Dublin, çok uluslu şirketlere sunduğu vergi avantajı nedeniyle özellikle uluslararası teknoloji firmalarının Avrupa başkentliğini yapıyor. Aklınıza gelebilecek, sosyal medyadan bildiğiniz hemen hemen tüm dijital firmaların Avrupa merkezi burada. Bu da tabi şehre kozmopolit bir kültür kazandırmış durumda.

Dublinliler tıpkı şehrin havası gibi değişkenler. Hem Akdenizliler gibi rahat ve kural tanımaz, hem sabırsızlar. Hem yavaş, hem hızlılar. Beş yıl önce bu şehirde işe başladığımda Dublinli patronum Conor bana “İrlandalıların hızına yetişebilecek misin?” diye sormuştu. İlaç endüstrisinde yıllardır hıza karşı yarışarak çalıştığım için bu soruya içimden gülüp geçmiştim ama gerçekten de iş hayatında konuşmalarından yürüyüşlerine kadar hızlılar Dublinliler. Belki de hızdan çok “sabırsızlık” onları daha iyi tanımlayan bir kelime. Gencinden yaşlısına trafik ışıklarında yeşili bekleyemeden yola atlayan bir ulus! Eşim Giovanni, bu Dublin özelliğini İsviçre gibi kuralları net belirlenmiş bir ülkede sürdürmeye çalışsa da, ben sabırla yeşil ışığı bekleyip İsviçre’de yaşamanın hakkını verenlerdenim.

Birkaç İrlandalı ile tanışmış olan hemen herkesin kullandığı tanıdık bir cümle vardır: “İngilizlerden çok farklılar!”. Amacım İngilizleri yermek değil elbette, ancak imparatorluk döneminden bugüne dek kendilerine has bir “cool” olma hali ile ün salmış bir millet olduklarını ve bu ünü de aslında sevdiklerini az çok hepimiz biliriz. İrlandalıların 750 yıl İngilizlerin yönetiminde kalıp kendi özlerini koruyabilmiş olmaları takdire değer. Belki de İngilizlerin sahip olduğu bu “cool”- haydi biraz daha açık olayım- “soğuk” imajına tepki olarak İrlandalıların geliştirdikleri müthiş bir espri yetenekleri var. Yıl boyunca yüzünü gösteren kasvetli havaya inat, gülmek için her zaman bir sebep yaratabilen insanlar İrlandalılar. Sohbeti o kadar çok seviyorlar ki sokakta adres sorunca hayatlarını anlatmaya başlıyorlar. Bunu mecazi olarak söylemiyorum, doğal bir şekilde öyleler. Bir gün bir Dublinliye adres sorduğumda başlayan neşeli sohbetimize, yoldan geçen üçüncü bir kişi de katılmıştı. Ben oradan ayrıldığımda onlar hararetle sohbet etmeye devam ediyorlardı!

Ana dilleri İngilizce, hem de dilini aksansız ve temiz konuşan bir Dublinliye rastladığınızda fark edebileceğiniz, “r” harfinin kulağa oldukça çekici gelen bir şekilde yuvarlandığı, melodik, Amerikalıların ve İngilizlerinkine taş çıkartan nefis bir İngilizce. Ancak daha havaalanından itibaren şehrin her noktasında İngilizcenin yanında hiç tanımadığınız ikinci bir dil görürseniz şaşırmayın; bu değişik dil okullarda da öğretilen İrlandaca (İrlanda Galcesi). İrlandalılar tarih boyunca dillerini ve kültürlerini koruma kavgası verdikleri için İrlandacayı kaybetmek istemiyorlar. İrlandaca aynı zamanda dünyanın en eski dillerinden biri. İrlanda edebiyatı diğer Avrupa ülkelerinde oldugu gibi Latince yazılmamış, dolayısıyla İrlandalılar Batı Avrupa’da halk dili kullanılarak yazılmış en eski edebiyata sahipler. Diğer taraftan, okullarda yabancı dil öğrenme haklarını İrlandacaya kullanmaktan da biraz şikayetçiler. Dün gece gürültülü “Irish Pub”lardan birinde sohbet ettiğimiz Dublinli arkadaşımız Ben, masada kendisinin dışında kimsenin anadilinin İngilizce olmamasına rağmen, herkesin bu dili akıcı konuştuğundan, ek olarak başka diller bildiklerinden, İrlandalıların ise İngilizce ile sınırlı kalıp okullarda öğretilen İrlandaca yüzünden de ek bir dil öğrenemediklerinden bahsetti. Bugün de, yediğim en lezzetli “Fish and Chips” eşliğinde uzun uzun sohbet ettiğimiz eski yan komşum Una aynı konu açıldığında, İrlandacanın ne kadar zengin bir dil olduğunu ve İngilizcenin onun yerine geçemediğini vurguladı. Una’nın verdiği basit örnek İrlandalılar için şüphesiz manidar; İrlandacada “viski” kelimesi , “uisce beatha” yani “hayat suyu” anlamına geliyor.

İrlandalıları diğer Avrupa ülkelerinden öne çıkaran bir farkları daha var; dikkat çekici oranda köpekseverler. Sokakta sizi durdurup, coşkulu bir şekilde köpeğinizi sevip, dakikalarca köpekler üzerine sohbet edebilirler. Böyle anlarda adeta şehrin koşturmacasını dondurup, herşeyi unutup sadece o anda var olabiliyorlar. Ancak bu köpek sevgisine tam bir tezat oluşturacak şekilde Avrupa’nın restoranlara köpek kabul etmeyen belki de bir kaç şehrinden biri Dublin! Köpek dostu otelimizin restoranının neşeli şefi Patrick’e göre bu, geri kafalı İrlanda adetlerinden biri. “Restoranlara köpek kabul etmemek, eskiden evlerde mutfağa köpeği sokmama geleneğinden gelen bir geri kafalılıktan başka bir şey değil” diyen Patrick, köpeğimiz Grissino’ya kızarmış tavuk ikram eden Avrupa’daki tek restoran şefi olarak da gönlümüzü çaldı.

Nostaljik bir yürüyüş

Beş yıl sonra bu gelişimizde ilk defa evimizde değil de otelde kaldık Dublin’de. Kaldığımız otel, şehrin bohem bölgesi olarak bilinen Baggott Caddesi’nde. Bina aslında 1832’de kurulmuş bir hastaneymiş. Baggot Caddesi Dublin’in en güzel mimari yapılarına ev sahipliği yapıyor ve 1940’lardan 1970’lere kadar “Baggotonia” adı verilen, sanatçılar tarafından yaratılan bohem kültürü akımının da ev sahibi olan bölge olarak biliniyor. Bir görünüp, bir kaçan flörtçü Dublin güneşi dün öğleden sonra yüzünü gösterince kendimi hemen sokağa atıp renkli Baggott Caddesi boyunca yürüyorum. Kanaldan geçip şehrin yeşil kalbi ve gururu olan St. Stephens Green’e doğru yürürken, iyi giden ekonomiye ve düşük işsizlik oranlarına rağmen şehirde gittikçe çoğalan evsizleri görmek düşündürüyor. Solda kalan St. Stephens Green’i geçerken, sağımda tüm heybetiyle ve kırmızı kiremitleri ile havalı Shelbourne Spa Oteli beliriveriyor. İsviçre’deki iş arkadaşlarımın Dublin’e taşınırken bana bu meşhur otelden hediye ettikleri spa kuponunu Covid döneminde kullanamadan yaktığımı hatırlayıp hayıflanıyorum. Otelin şık siluetini arkamda bırakıp şehrin canlı alışveriş merkezi Grafton Caddesi’ne yöneliyorum. Güneş pırıltılı yüzünü göstermiş ve sanki bir duvarın arkasından bu anı beklermiş gibi müzisyenler, hemen müzik aletlerini çıkarıp hünerlerini sergilemeye başlamışlar. Kuzey gökyüzünün parlak mavisi, güneşli olan her gün olduğu gibi göz alıyor. Bulutlar, dokunsam değecekmişim gibi yakın görünüyor. Cadde kalabalık, dükkanlar adeta nefes alıp veriyor. Dublin’in, hüzünlendiği değil gülümsediği anlardan birini yakaladığım için mutluyum.

Hep uğradığım “Dubray” kitapçısının en üst katına çıkıp, incelemek için aldığım kitaplarla bir “flat white” siparişi veriyorum. Bu şehirde tanıştığım duble espresso içeren “flat white” Dublinliler arasında oldukça popüler. Kahveye düşkün Dublin’de veya İskandinavya gibi kuzey ülkelerinde kafelerin böyle popüler olmasına şaşmamak gerek diye düşünüyorum. Dumanı tüten sıcacık bir kahve soğuk ve kasvetli havaya karşı insanın sadece içini değil, hayata karşı bakışını da ısıtıp yumuşatıyor. Bir İtalyanla yapılan evlilikten dolayı kahve konusunda eşiği doğal bir şekilde yükselmiş ve İsviçre’deki çoğu kahvecide hayal kırıklığı yaşayan biri olarak, tarih boyunca aslında çaya düşkünlükleri ile bilinen Dublinlilerin kahveyi nasıl bu kadar lezzetli yapabildiklerini düşünüp yanıtını bulamıyorum. 

Kahvemi ve kitap seçimimi bitirip elimdeki kitap kulesiyle kasaya yaklaştığımda görevli genç “Oldukça çok sayıda kitap seçmişsiniz gördüğüm kadarıyla” deyip gülümsüyor. Dublinlileri biraz da biz Türklere benzettiğimden şansımı denemeye karar verip, “Bu kadar çok kitap alanlara belki indirim yaparsınız diye düşünüyorum diyerek, benzer bir gülümsemeyle cevap veriyorum. Güleryüzlü görevli “Neden olmasın, bir bakayım ne yapabiliriz” dedikten sonra, cömert bir indirim uyguluyor. Kendi kendime “İşte benim tanıdığım Dublin” diye düşünerek yüzümde aynı tebessüm, ellerim kitaplarla dolu şekilde çıkıyorum kitapçıdan. 

 James Joyce’a ilham veren Sandymount

Dublin merkezi cazip olsa da, beş yıl önce oturmak için seçtiğimiz bölge, Dublin’in “Sandymount” adlı perifer mahallesi oldu. Görür görmez kalbimizi çalan ve daha önce varlığını bile bilmediğimiz bu küçük semtin Dublin’de aslında oldukça ünlü olduğunu ise ancak taşındıktan sonra öğrendik. Komşuculuk kültürünü özenle sürdüren semt sakinleri bizi taşındığımız ilk günden itibaren oldukça sıcak karşıladılar. Burada yaşarken Dublinlilerin (en azından bizim semtimizdeki tüm komşularımızın) sosyal ilişkilere ve isimleri akılda tutabilmeye özel bir önem verdiklerini farkettik. Birkaç ay içinde mahallenin yetişkinlerinden çocuklarına kadar herkes bizim, İngilizce veya İrlandacaya oldukça uzak olan isimlerimizi ezberlemişti bile. Yan komşumuzun mutfağının duvarında, üzerinde sokaktaki tüm evlerin numarasının ve evlerde yaşayan tüm aile fertlerinin isimlerinin yazılı olduğu listeyi görünce buna ne kadar önem verdiklerini anlamıştım.

Orada geçen süre boyunca uçsuz bucaksız Sandymount sahilinde uzun yürüyüşlere çıktığımızda büyüleyici med-cezir manzaraları, nefes kesici gün batımları ve kırmızı tuğlalı bakımlı evlerin birbirleri ile yarışan yeşillikteki bahçeleri ile şımartıldığımızı hissettik. Ama semtin bana en büyük sürprizi “edebiyatta Dublin” denildiğinde ilk akla gelen İrlandalı yazar olan James Joyce’un, bir süre burada yaşadığını ve okunması en zor romanlardan biri olarak ün salmış meşhur romanı “Ulysses”te buradan bahsettiğini öğrenmek oldu. “Dublinliler” kitabını severek okuduğum Joyce’un Ulysses’i okuma listemde önlerde hala sırasını bekliyor ama mutlaka sevgili arkadaşım yazar Fuat Sevimay’ın çevirisi ile okunmak üzere! Bir süre İsviçre’de de yaşayan ve Zürih’de ölen Dublin sevdalısı James Joyce, kitaplarında neden Dublin diye sorulduğunda şöyle der: “Ben her zaman Dublin hakkında yazarım çünkü eğer Dublin’in kalbine inebilirsem, dünyanın bütün şehirlerinin kalbine inebilirim.”

Yazımı, Dublin ve Dublinlileri çok özel bulduğunu her fırsatta paylaşan arkadaşım Nesteren’in Dublin yorumu ile bitirmek istiyorum: “Dublin’i romanlardan çıkma ve buğulu hayal ederim hep, her ne kadar güneşli günlerine tanık olduysam da. Tasvire değer, tasvirlerin sonsuzluğuna atfedilmiş bir şehir. İrlandalılara benzemeyen ama onların olan ve onları bütünleyip betimleyen bir şehir.”

#İrlanda #Dublin #KöşeYazısı #MeltemGosuKstropoli #Gezi #Ülke #Kuzey

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Sosyal Medya ve Toplumun Değer Yargıları: Yüzeysellik mi, Derinlik mi?

yazar

Yayınlayan

on

Köşe Yazısı : Cemil Baysal

Toplumdaki duyarsızlık ve sosyal medyanın çarpık değer yargıları, günümüzün en büyük paradokslarından biri haline geldi. Takipçi sayıları, beğeni sayıları ya da paylaşımlar, gerçekten değerli olanı ölçmekte yetersiz kalıyor. Bir haber kanalı düşünün; milyonlarca takipçisi var ancak yaptığı paylaşımlar, sadece birkaç bin beğeni alıyor. Aynı platformda ise, sırf dekolte giymiş ya da basit bir hareketle dikkat çeken bir kişi, milyonlarca beğeni ve takipçiye ulaşıyor. Bu durum, sadece sosyal medyanın yüzeyselliğini değil, aynı zamanda toplumun neye değer verdiği konusunda da ciddi bir sorunu gözler önüne seriyor.

Artık Türkiye’deki birçok dizide başrol oyuncuları, Instagram’daki takipçi sayılarına göre seçiliyor. Kişilik ve karakter, o eskidendi.

Bir örnek vermek gerekirse, sosyal medyada milyonlarca takipçisi olan bir kadını izliyorum. Yaptığı tek şey, sokakta dans etmek. Ya da bir başka kişi var; sürekli aynı açıdan, aynı ifadeyle pozlar veriyor, konuşmuyor, sadece saçlarını sallıyor. Hiçbir farklılık yok, hiçbir derinlik yok. Yine milyonlarca takipçi ve beğeni topluyor. Peki, bu noktada düşünmemiz gereken soru şu: Bu kadar emeğin, bilginin, araştırmanın karşısında dururken neden bu kadar yüzeysel ve anlamsız içeriklere bu denli ilgi gösteriliyor?

Toplumsal körlüğü görmek için uzağa bakmaya gerek yok. Sabah sokağa çıktığınızda, otobüs durağına, otobüs içinde otururken etrafınıza, trende oturanlara, durakta bekleyenlere bir şöyle göz gezdirin. Elinde telefon olmayan, kulağında kulaklık olmayan kaç kişi göreceksiniz? İnsanlar, bir şeylere bakmak ya da düşünmek yerine, sanal dünyanın içinde kaybolmuş durumda. Gerçek hayatta yaşananların yanı sıra, sosyal medya kültürü de bu körlüğü derinleştiriyor.

Elbette, milyon takipçi toplayan ve farklı fikirler üretip öğreten kişileri de takdir ediyorum. Bu tür bir içerik oluşturmak, yaratıcı düşünce ve yetenek gerektiriyor. Ancak anlatılmak istenen burada başka. Üretim şekilleri ve içerikleri, bir ölçüde dikkat çekici olsa da, toplumsal bir değer olarak kabul edilen bilgilendirme ve derinlik sunan içeriklerin gerisinde kalıyor.

Öte yandan, bizim gibi, İsviçreninsesi gibi, ücretsiz olarak bilgi sunan, haber hazırlamak için saatlerce ön araştırma yapan, sağlık ya da başka alanlarda topluma değer katan kişilere baktığımızda ise tam tersi bir tabloyla karşılaşıyoruz. Bu insanlar her gün hazırlanıyor, emek veriyor; kimi yüz yogası, kimi sağlıklı beslenme, kimi bilinçaltı sorunları, geçmişten geleceğe taşıdığımız kayıtları ve kalıpları temizlemek için insanlara yardımcı olmaya çalışıyor, canlı yayınlar yapıyor ve toplumun bilinçlenmesi için çaba sarf ediyor. Ancak bu emeklerin karşılığı neredeyse yok denecek kadar az. İnsanlar, bu tarz içerikleri okuyor, faydalanıyor fakat bir beğeni ya da yorumla destek olmaya bile yanaşmıyor. Oysa ki bu beğeni, belki içerik üreticisine moral olacak, belki daha fazlası için cesaret verecek. Ama bu noktada cimri davranılıyor. Sorun, içerikte değil. Üretilen bilgi ve içerik, politik bir tartışma değil; aksine insanlara fayda sağlamak için var. Ama iş beğeni vermeye geldiğinde insanlar, cömert davranmaktan kaçınıyor.

Şimdi bir genç kuşağı düşünün. Bilgi araştırıp insanları bilgilendirme yolunu seçip böyle bir hesabı büyütmek için mi uğraşır, yoksa kısa yoldan bir milyon takipçi kazanabileceği örnek hesaplar gibi aynısını mı yapmayı tercih eder? Bu noktada gençlerin tercihi, sadece bireysel başarıları değil, toplumun genel değer yargılarını da yansıtıyor. Kısa yoldan elde edilebilecek başarılar, derin bir bilgi birikimi ve emekle oluşturulan içeriklerin önüne geçiyor. Ben 16 yaşında olsam, insanlara bilgi vermek için emek harcamak yerine, kısa yoldan milyon takipçi toplayıp para kazanabileceğim yolu seçerdim. Bugün çok gencin yaptığı gibi.

Sorun nerede diye soracak olursak, belki de toplumsal bir körlükle karşı karşıyayız. Görünen o ki, değerli olanı fark etmek yerine, geçici olanın peşine takılmayı tercih ediyoruz. Bilgi, emek, düşünce derinliği yerine, görsel hazların ve geçici dikkat dağıtıcıların daha değerli olduğu bir ortam yaratıldı. Böyle bir dünyada gerçek değeri bulmak, ne yazık ki giderek zorlaşıyor.

Peki, bu sorun nasıl aşılır? Belki de daha fazla farkındalık yaratmak gerekiyor. İnsanların, sadece yüzeysel olanı değil, arka planda harcanan emeği de takdir etmeyi öğrenmesi gerekiyor. Toplum olarak, sosyal medya kültürünü eleştirip sorgulamalı ve değerli olanı destekleme yoluna gitmeliyiz. Beğeni veya takipçi sayısı gerçek bir ölçüt değil; asıl ölçüt, üretilen içeriğin insanlar üzerinde bıraktığı kalıcı etkidir.

Bu nedenle, toplum olarak, yüzeyselliğe karşı derinliği ve anlamı, geçici olanın yerine kalıcı olanı değerli kılmalıyız. Emek veren, bilgi paylaşan, topluma fayda sağlamaya çalışan bireyleri desteklemeliyiz. Belki de en büyük değişim, bu duyarlılığı göstermekle başlayacak.

#cemilbaysal #gazeteci #yazar #haber #köşeyazısı #gazeteler #SosyalMedya #ToplumsalKörlük #Yüzeysellik #DeğerYargıları #BilgiPaylaşımı #Duyarsızlık #Farkındalık #EmeğeSaygı #İçerikÜretimi #GençlikTercihleri #KalıcıEtki #SosyalMedyaKültürü #ToplumdaDeğerler #SosyalSorumluluk

Haberin Devamını Oku
Reklam

Trendler