Sosyal Medya

Köşe Yazıları

EMPATI YA DA DUYGUDAŞLIK

yazar

Yayınlayan

on

İNSANLIK İÇİN ROMANTIK BİR BEKLENTİ Mİ?

Daha yeni bir yıl başlamışken, umut dolu olabilmek için çaba sarfederken, yaşanan o korkunç yangından sonra pozitif kalabilmek, hayata hemen kaldığımız yerden devam edebilmek kolay mı? Ya da hiç yas, acı yokmuş gibi davranmak normal mi?

Tamam hayat devam ediyor, hatta canlarını kaybeden yakınları için bile hayat devam ediyor. Ancak acıyı, kederi, üzüntüyü görmezden gelip, hayat devam ediyor, pozitif olaylara odaklanalım demek o kadar da normal mi?

Bazıları için kolaysa bile bunu göze sokmaya gerek var mı? Hep söylüyorum, yargılamak çok kötü bir şey, kimseyi yargılamak istemem. Sıkça da söylediğim gibi, kimi, neyi yargılasam farklı şekillerde de olsa yargıladığımı yaşarım zaten. Belki herkes yaşamaz, ya da fark etmez ama ben fark ederim, yaşarım, kaçamam. O yüzden tekrar söylüyorum, hayatına hiçbir şey olmamış gibi devam edebilenleri yargılamıyorum elbette.

Ancak hemen aynı yaşlarda onca çocuk ölmüş, dağda kayakta, sen de dağda ve kayak tatilindesin, demek ki, yapıyorsun sen de o tatili, o zaman empati yapman daha kolay değil mi? Gerçi böyle bir acı için aynı şeyleri yaşamak veya yaşayabilir olmak da gerekmiyor. Hayatında hiç gitmediğimiz, yerlerdeki çocuklar ölüyor, onlar için de aynı acıları yaşayıp hissedebiliyoruz.

Dünyanın bir sürü yerinde her gün onlarca masum çocuk ölüyor, biliyorum. ‘’Yas tutmaya kalksak zaten hiç yaşamamamız gerek’’ denildiğini duyar gibiyim, o da doğru. Ancak çok kolay empati yapabileceğimiz yerde bile empati kuramayınca, dünyanın başka bir yerindeki bir şeyle nasıl empati kurabiliriz.? Oysa sadece bu münferit acılarda dünyanın diğer başka bir tarafı etkilenmiyor. Ekonomik, politik, çevre sorunları vs. her açıdan dünyanın her tarafı birbirini etkiliyor zaten…

Ancak aynı ülkenin çocuklarıyken, orada benzer yaşlarda çocuklar ölmüşken, dağda kayak fotoğraflarımızı instagramda veya farklı platformlarda birkaç gün paylaşmasak bir şey kaybeder miyiz? Ölen o canlar için bunu yapmak ve geride kalan aileler için ufak bir acınızı paylaşıyoruz anlamına gelen, bu paylaşımları yapmamak çok mu zor?

Gerçi ben instagram kullanan biri olmadığım için belki anlayamıyorum. (instagramım var, ama yılda bir iki kez bir şey koyuyorum)

Ben yangın haberini, İngiltere’deki bir arkadaşımdan öğrendim. Daha sonra herhangi bir platformda ne haberleri okudum, ne de izledim, yüreğim dayanmadı. Ona rağmen, dağıldım, sonra aynı günlerde paylaşılan kayak videoları, kayak tatil fotoğrafları görünce bu soru kafama takıldı..

Son yıllarda empati, empatik olmak çokça duyulan bir söz. Fransızca kökenli, Türkçesi ‘’duygudaşlık’.. Yani diğer insanlarla aynı duyguları hissedebilmek, kendini onun yerine koyabilmek..

Bana çok insani ve çok sıradan bir şey gibi gelir hep… Ancak her geçen gün empatik olmak, karşıdakinin yerine kendini koyabilmek, insanlık için ütopik, romantik bir beklenti olmuş gibi…

Belki bütün karmaşanın sebebi de budur. Kimse kimsenin yerine kendini koyamıyor…. Ya da bazıları hiç koyamıyor.. Bilemedim…

Gülten Yazici Dülger

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Hayatın Acımasızlığına Sessiz Bir Başkaldırı   “Vejetaryen”

yazar

Yayınlayan

on

                  

“Her şey bana yabancı geliyor. Sanki bir şeylerin arka tarafına geçmişim gibi. Kulbu olmayan bir kapının ardındaymışım gibi.”

Bütün insanlarla iletişimi kesip, bir bitki gibi sessiz yaşamayı hayal ettiniz mi hiç? Dünyaya yabancı, insanlara uzak, yalnızca bir pencere kenarından hayatı izleyen bir gölge gibi…

Han Kang’ın Vejetaryen adlı romanı tam da bu duygunun içinde filizlenen, derin bir yabancılaşma hikâyesi. Kendi bedenine ve topluma karşı sessiz bir isyanın, insan olmanın ağırlığından sıyrılma arzusuyla yazılmış muazzam bir kurmaca.

2016’da Man Booker Ödülü’nü kazanan ve yazara uluslararası bir ün kazandıran roman, yalnızca bir kadının vejetaryen olmaya karar vermesiyle başlayan bir hikâye değil; toplumun, patriyarkal sistemin, bedenin ve kimliğin sınırlarını zorlayan, rahatsız edici, sarsıcı ve düşündürücü bir başkaldırı anlatısı.

Han Kang, 2024 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan ilk Güney Koreli yazar ve aynı zamanda bu ödülü alan ilk Asyalı kadın oldu. Vejetaryen ise onun küresel çapta tanınmasını sağlayan en önemli eserlerinden biri. Kitap, bir gece gördüğü rüyanın etkisiyle aniden et yemeyi bırakan Yeong-hye’nin hikâyesini anlatıyor. Ancak bu basit bir beslenme tercihi değil; bedenini ve zihnini bütünüyle dönüştürme arzusunun başlangıcı. Gittikçe içine kapanan, konuşmayı, hatta yemeyi bile reddeden Yeong-hye, insan olmaktan çıkıp bir bitkiye dönüşme isteğiyle çevresini sarsarken, roman da okuyucusunu derin bir sorgulamanın içine çekiyor.

VejetaryenMoğol Lekesi ve Alev Ağacı olmak üzere 3 bölümden oluşan roman, her bölümünde Yeong-hye’yi farklı bir anlatıcının gözünden resmediyor: Önce kocası, sonra eniştesi, en sonunda da ablası. Kocası için Yeong-hye sıradan, dikkat çekmeyen, varlığı ve yokluğu belli olmayan bir eş. Ancak vejetaryen olmasıyla birlikte, onun gözünde tahammül edilemez biri haline geliyor. Kendi kararlarını vermesi, yemek yemeyi reddetmesi, en önemlisi de toplumsal kalıpların dışına çıkması, kadını ailesinin ve toplumun gözünde bir tehdit haline getiriyor.

Yeong-hye, yalnızca hayvansal gıdaları tüketmeyi reddetmekle kalmıyor, aynı zamanda insan dünyasından kopuyor. Bir bitki gibi yaşamaya çalışıyor, kök salmak istiyor. “Ben artık hayvan değilim abla… Yemek falan yemesem de olur. Yaşayabilirim. Sadece güneş ışığı yeterli,” diyor. Ancak toplum, özellikle de erkek egemen düzen, bu dönüşümü bir tehdit olarak görüyor. Babası onu zorla et yemeye zorlarken, kocası ve ailesi onun “delirdiğini” düşünüyor. Kadının bedeni üzerindeki kontrol, sadece fiziksel değil, psikolojik bir baskıya da dönüşüyor.

“Çevrenin kıskançlık ve karalamalarını hoparlörden çıkan cızırtılı sesler gibi yanında taşıyarak yoluna devam etmişti”

Romanın ilerleyen bölümlerinde Yeong-hye’nin dünyayla olan bağları tamamen koparken, onu akıl hastanesinde, kendini açlığa mahkûm etmiş, varoluşunun son noktasına gelmiş halde görüyoruz. En çarpıcı sahnelerden biri ise ablasının hastaneye yaptığı ziyaret sırasında yaşanıyor: Yeong-hye’yi baş aşağı dururken görüyor. Yeong-hye göre bu, tamamen doğal bir duruş. Çünkü başı toprağın altında bir kök, kolları ise toprağı saran dallar. Rahmi ise açmakta olan bir çiçek…

Peki, Yeong-hye gerçekten “deli” mi? Yoksa toplumun kadınlara dayattığı rolleri reddettiği için, patriyarkanın kurallarına uymadığı için “akıl hastası” ilan edilen bir kadın mı? Han Kang, roman boyunca bizi bu sorularla baş başa bırakıyor. Kadın bedeninin denetim altında tutulduğu, erkeklerin dünyasında kadının kendine ait bir varoluş inşa etmeye çalıştığında nasıl dışlandığını gözler önüne seriyor. “Bu roman, insan şiddetiyle ve bu şiddetin reddinin mümkün olmayışıyla ilgili,” diyor Han Kang röportajında. Gerçekten de Vejetaryen, insan doğasının en karanlık yanlarını, bastırılmış arzuları, şiddetin hem fiziksel hem psikolojik boyutlarını gözler önüne seren bir hikâye.

Okurken, Yeong-hye’nin yaşadıklarını hissetmemek, onun yalnızlığına ortak olmamak imkânsız.  Derinizde kabuk bağlamış yaraları koparıp, tekrar kanatan  Vejetaryen, insanın varoluşuna, doğayla ve toplumla kurduğu ilişkiye dair unutulmaz bir anlatı.

Haberin Devamını Oku

İsviçre

İSVİÇRE’NİN SESİ VE +41 HABER’DE YENİ BİR KÖŞE: ÖZDEN ALİYAGİÇ UYAR’LA EDEBİYATIN İZİNDE

yazar

Yayınlayan

on

By

İsviçreninsesi ve +41Haber ailesine hoş geldin, Özden Aliyagiç Uyar!
Edebiyat tutkusuyla öne çıkan Özden Aliyagiç Uyar, artık İsviçre’nin Sesi ve + 41 Haber okurları için kitapların peşine düşüyor. Edebiyatın İzinde köşesinde, özenle seçtiği eserleri değerlendirerek edebiyat dünyasının kapılarını sizler için aralıyor. Okuduğu kitapların özet ve tanıtımlarının yanı sıra, sizleri satır aralarında gizlenen anlamları keşfetmeye, kelimelerin izinde yeni yolculuklara çıkmaya davet ediyor.

Edebiyatın büyüleyici dünyasına adım atarken, güncel haberler, özel röportajlar ve farklı bakış açılarıyla derinlikli içerikler de bu köşede sizleri bekliyor.

Özden Aliyagiç Uyar Kimdir?

Gazetecilik alanında lisans eğitimi aldıktan sonra Pazarlama Yönetimi yüksek lisansını tamamlayan Özden Aliyagiç Uyar, kariyerine Alman Vogel Burda Dergi Grubu’nda başladı. Yayıncılık sektöründe edindiği deneyimin ardından, 2007 yılında Tayvan merkezli Zyxel Networks’ün Türkiye ofisine katılarak pazarlama alanında önemli görevler üstlendi. Daha sonra Ortadoğu, Benelux ve Nordics bölgelerinde marka yönetimi ve pazarlama operasyonlarını yönetti.

2023 yılında İsviçre’nin Zürih kentine taşınan Özden Uyar, edebiyata olan ilgisini kişisel Instagram sayfası @ozdenevar üzerinden kitap değerlendirmeleri yaparak okurlarla buluşturuyor. Okuma ve yazma alışkanlıklarını geliştirmeye büyük önem veren Uyar, edebiyat, kültür ve sanat alanlarında çeşitli eğitimler almakta ve Almanca öğrenimine devam etmektedir.

Evli ve bir çocuk annesi olan Özden Uyar, ruh ve beden sağlığını desteklemek adına uzun doğa yürüyüşleri yapmakta ve pilatesle ilgilenmektedir.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

İLHAM VEREN HİKAYELER: Gül Şefika Balaban Brandenberger

yazar

Yayınlayan

on

By

Bu köşede zaman zaman üretkenlikleri, hayata bakışları ve yarattıkları eserler ile ilham veren kişilerle yaptığım röportajları paylaşacağım.

İlk konuğum İsviçre’de yaşayan Sanatçı Gül Şefika Balaban Brandenberger.

Şefika aslında Hacettepe Üniversitesi mezunu bir Ekonomist. Türkiye’de yıllarca farklı kurumlarda Ekonomist olarak çalıştıktan sonra en son 11 yıl boyunca görev aldığı Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’nden ayrılıp, İsviçreli eşi ile evlenerek 2010 yılında İsviçre’ye yerleşmiş. Ankara’da iş hayatına devam ederken önce resim sanatı, ardından müzik terapisi, tasavvuf ve sema ile tanışan sanatçı, İsviçre’de Thalwil’de Institut APK-Ausbildung Prozessorientierung, Kunsttherapie & Komplementär -Therapie-APK Enstitüsü Süreç Odaklı Sanat Terapi ve Tamamlayıcı Terapi Merkezi’nde 3 yıl boyunca tekrar öğrenciliğe dönmüş. Geçen yıl ise Renklerle İç Yolculuğumuz-Ebru Sanatı Terapisi isimli kitabı Palme Yayınevi tarafından yayınlandı.

Gelin hikayesinin bundan sonraki kısmını kendisinden dinleyelim..

Sevgili Şefika, hoşgeldin. Ekonomistlikten sanatçılığa uzanan bu ilginç yolculuk nasıl gelişti, biraz anlatır mısın.

Ekonomist oldum ancak gençken sanatçı olmayı ve İstanbul’da Mimar Sinan Üniversitesi’nde okumayı çok istedim. Biz Kayserili bir aileyiz. Babam hep şöyle derdi “Ankara’da okuyabilirsin ama ya İstanbul nasıl olacak?”

İyi bir eğitim aldım, TED Kayseri Koleji’nin ardından Hacettepe Üniversitesi İ.İ.B.F. İktisat bölümünden mezun oldum. Aynı üniversitede yüksek lisans eğitimimi yaptım. Tez yazarken iş hayatına atıldım ve değişik kurumlarda severek çalıştım.

O sürede önce resim hocam Serap Demirağ, sonra Müzik Terapisti ve Sufi Rahmi Oruç Güvenç ile tanıştım. İkisi de hayatıma sanat bazlı inanılmaz engin alanlar açtı. Biri ile tasavvuf, diğeri ile resim ve quantum fiziği dünyasına girmiş oldum. Yüksek matematik okuduğum için matematikle aram hep iyi oldu. Matematik bakış açımı resim hocam Serap Demirağ analiz etti. Boş tuvale bakarken o tuvali yerleştirebilme yetimi görür, başlarda güler ve “Cahil cesareti” derdi. Daha sonra ise “İşte buradaki matematik, görüyorsun” şeklinde yorumlamaya başladı.

Ebru sanatı ile tanışma

Ebruyla tanışman nasıl oldu peki?

Yıllarca çok yoğun bir iş ortamında çalıştım. Yine zamana karşı yarıştığım bir günde sevdiğim bir arkadaşımın “Kastamonu Günleri var, ebru sanatçısı geliyor” demesi üzerine yazılacak onca rapora rağmen öğle tatili arasında koşup gittim. Kastamonu’ya hayranım, her şeyleri özel bence. Ama o gün orada beni büyüleyen bambaşka bir şey oldu.

Neydi o? Biraz anlatır mısın?

Sadece 1,5 saatim vardı ve direkt ebru sanatçısının yanına gittim. Sırada bekliyoruz. Rafet Hoca küçücük bir köşeye bir metrekare masasının üstüne teknesini koymuş, boyalarını dizmiş, önlüğüyle çok mütevazi görünüyordu. Herkese tek tek gösterdi. Orada ebruyu ilk kez denediğimde kağıdı çektiğim zamanki hissimi hiç unutmadım; suya baktım, su bomboş ancak kafam da bomboş. “İnanılmaz” dedim kendi kendime, “bu nasıl bir şey böyle”! Öyle bir rahatlık duygusu ki, adeta o anda bir mucize oluyor ve bir kapı açılıyor, hiç bilmediğimiz bir dünyadan bir alem gösteriliyor. Tam bir transformasyon. Tabi iş mi kalır! O açılan kapının peşine gittim ve bana verdiği mucize bir ebru kağıdıydı. Elimde kağıtla sırıtıyordum. Aynı gün eve giderken hemen çerçevelettim ve evin girişine astım.

Sanatın dönüştürücülüğü

Ne mutlu sana, dönüştürücü bir an olmuş. Peki bu ebruya has bir şey mi, yoksa bunu sanatın başka dallarında da yakalayabiliyor musun?

Çok güzel bir soru. Sanırım benim o anki ihtiyacım o kafa yoğunluğumun boşalmasi idi ve ebru bunun için çok uygun bir sanattı. Mükemmel bir sanat. Şu anda benim ebruyu bu kadar derinlemesine incelememe sebep olan transformasyon da o duygu ve onun arkasındaki sır.

Bu sana has, senin hissettiğin bir şey mi, yoksa ebrunun amacı bu mu?

Ebru sanatının içinde, var olan her şeyi birleştirici bir güç var. Biz her şeyle bir bütünüz ya. Hani bir şeyi merak edersin, sonra bir bakarsın ki hiç açmadığın televizyonu açıyorsun ve o anda haberlerde senin merak ettiğin o bilgi var. Veya birdenbire bir kitap alırsın, bir sayfasını açarsın. Önüne o aradığın bilgi gelir. Her şey bize hizmet için zaten var etrafımızda, biz yeter ki doğru soruları sormayı bilelim ya da kendimizin ihtiyacı olan cevapların farkına varalım. Zaten cevaplar hep veriliyor, ama ebru sanatının çok özgün olduğunu düşünüyorum, kendi içinde kainatta olan birçok elementi taşıyor. Rahmetli Oruç Güvenç’ten 19 yıl boyunca müzik terapisi, hareket terapisi, baksı dansları gibi eğitimler aldık. Ankara’da ayda bir onun gönüllü organizatörlüğünü de yapıyordum. Bu eski geleneksel entrümanların, bazı hareketlerin insana ne kadar şifa verdiğinin farkındaydım. Ancak ebrunun verdiği şifayı ilk kez orada kendimde tecrübe ettim. Yani o kadar yoğun bir dönemde olmadan normal sıradan bir iş günü olsa belki ebruya da hemen gitmezdim, Kastamonu ekmeğimi alır, biraz bakınır, ebruyu da öylesine yapar dönerdim. Ancak öyle yoğun bir günde, başımın çok ağrıdığı bir anda ebru sanatını deneyimleyince bomboş oldum, ağrı falan yok oldu.

Biraz da 2024’te yayımlanan Ebru Sanatı Terapisi isimli kitabından bahsedelim. APK Enstitüsü’nde öğrendiklerini ebru sanatına da uyguladın diye anlıyorum. Örneğin kitabında da bahsettiğin 9 aşama; bunları APK’da mı öğrendin yoksa zaten uygulanan bir yöntem mi?

APK Enstitüsü kurucuları süreç odaklı terapiyi ortaya çıkarıp eğitimlerini bunun üstüne oturtmuşlar. Bir kişiye resim yaptırdığın zaman bu soruları soruyorsun, hepsini aralıklı olarak veya sıralı olarak sorabilirsin. Bazı cevapları sanat terapisi sırasında kendin de gözlemleyebilirsin. Tabi sanat terapisinde sadece 9 aşama üzerine eğitim almadık, onlarca değişik terapi yöntemi öğrendik. Bu sadece APK’nın bazında ortaya koyduğu süreç odaklı terapinin 9 aşaması.

O zaman ebruya uygulamak senin fikrindi, ama çok da güzel bütünleşmiş.

Evet ilk defa gerçekten bir sanat terapi okulunun bazına konmuş prosesi ebru sanatına uyarlayan benim. Bunu ben öğrencilerime de uyguluyorum elbette. Ebru kursu vermeye başladığımdan beri gittiğim yerlerden, Brezilya’dan, Kayseri’den, oradan buradan, hep farklı toprak toplardım.  Toprağı ezerek pigment haline getirmek çok zor bir iş, artık fabrikalarda yapılıyor tabi ama eski üstatların böyle ezdiğini biliyorum. Toprağı ezerken aklıma şu geldi; taşı ezerken dahi çok dikkatli ve insana layık davranmamız lazım. İnsan-ı Kamil yolcusu olmak zor bir şey. O sebeple sonsuzluk (∞) sembolünü bu sanata çok uygun bulup uygulamaya başladım.

Tasavvuf yolculuğu

Nedir tam olarak İnsan-ı Kamil olmak?

İnsan-ı Kamil tasavvufta tam anlamıyla insan olmak için yolda olmak anlamında kullanılır. Varlığında yok olabilmiş insana derlermiş. Benim için İnsan-ı Kamil’e örnek verebileceğim insanlar kim diye sorarsan başta Atatürk derim. Atatürk kendi potansiyelini kullanmış nadir insanlardan biridir. İnsan-ı Kamil olmak, kendisinde ortaya çıkması gereken her potansiyelin insana faydalı olacak, hayatını, frekansını değiştirecek, ya da hizmet etmesini sağlayacak şekilde ortaya çıkması demektir. Hepimizde potansiyeller var. Yanlış hatırlamıyorsam Kevser Yeşiltaş demisti galiba, onun bazı dijital seminerlerine de katıldım; herkeste ortaya çıkması gereken en önemli 3 yetenek varmış.

Sen kendininkileri buldun mu? 

Şöyle bir düşününce resim yapmayı birinci sıraya alabilirim, ikincisi tasavvuf ve semazen olma yolunda yaptığım çalışmalar ki – orada kendimi bulduğum bir alan var. Üçüncüsünü de yazı yazmak diye düşünüyorum. Senin köşe yazılarına yorum yazarken bile “yazıyorum” çünkü çok önemsiyorum. Senin düşünce gücünden o anda aldığım bilgi ve senin bana yarattığın o atmosfer ile, bende aktif olmaya hazır olan şey arasında bir bağlantı kuruluyor, benden çıkması gerekenler de yazıya dökülüyor, bir akış başlıyor.  

Tasavvuf ve Ebru ilişkisi 

Peki tasavvuf ve ebru ilişkisini de sormak isterim. Kitabında bu konuda güzel ifadeler var. Bununla ilgili olarak burada paylaşmak istediğin şeyler var mı

Ebru sanatında aslında insan bedeninde olan bir çok element var. Tasavvufa bakarsak, insanın yüksek değerlerine layık olma yolundaki yolculuğudur. Sema yapmak için yerle de cok güçlü bağlantıda olman lazım. Ayaklarının da zemine güçlü basması gerekiyor.  Bedensel yorgunluklara takılmamayı öğrenmek veya hatırlamak mı desem, şartlanmalardan kurtulmak gerekiyor.  Biliyor musun maraton koşucularına öğretilen bir bilgi varmış; yorgunluktan bittim dediğin an, o zamana kadar katettiğin yol kadar daha potansiyelin olduğunu anlaman istenirmiş. Tasavvuf da insana bu yönünü göstermeye çalışır, yani aslında ne kadar güçlü olduğunu. Biz cocukluğumuzdan beri her şeyi kafamızda limitlerle öğreniyor, öyle biliyoruz. “Uyku saatin geldi, yemek saatin geçiyor” şeklinde şartlandırıyoruz kendimizi. Bunların üzerine çıktığımız zaman potansiyelimizi de görme şansımız oluyor. 

Kitabımda da yazmaya çalıştığım aslında ebru sanatında toprak pigmentinin suyun üstünde durma aşamasına gelebilmesi, oradan sanatçının kendi istediği özgün şekilleri verebilmesi, onu kağıdın üstüne alabilmesi…tüm bu süreç ebrunun sırlarından. Sonsuza kadar o enerjiyi orada tutabilecek hale geliyorsun. Suyun üstüne gelmiş bir pigment farklı proseslerden geçmiş oluyor. Hani “hiç bilenle bilmeyen bir olur mu” deriz ya, işte onun gibi. Hiç çalışılmış bir toprakla çalışılmamış toprak aynı olur mu? İlk haline bak toprak, ikincisine bak kağıdın üstünde bir sekil! Ebrunun üstüne gelmiş olan desenler, renk renk pigmentlerin bir arada olması, tüm o süreçte ulaşılan bir sonuç var insana mutluluk veren. Hatta ilk ebru çalışmamı bitirince salona koymuştum. Daha sonra enerjisini hissettiğimde şaşırmıştım. Her geçtiğimde “Burada ne var” diyordum. Çağrı gibi bir şey hissediyordum. Bir baktım ki ebru çalışmam var o geçtiğim yerde. Aslında duyarlılık hepimizde var, beş duyumuzun üstüne geçtiğimizde sezgilerimiz devreye giriyor. Son zamanlarda sıkça duyduğumuz üçüncü boyut denilen, bu hayatın en alttaki katmanında olan bilinçaltımız konusu ortaya çıkıyor. Yani biz bilinçaltımızı aydınlatıp sezgilerimizi geliştirebildiğimizde, insan olmak yolunda da ilerliyoruz aslında. Duyularımızı kullanırken güzel görüp, güzel söz söyleyip, doğru işitip, her duyguya ihtiyacı olan ne ise mümkün olan en layık olanı verebildiğimizde ve yargılamaktan vazgeçebildiğimizde zaten bu boyuttan geçmeye hazırlanıyoruz. 

Sezgilerini nasıl geliştirebilir insan? 

Bunun bir yolu meditasyon. Ayrıca tabiatta yürümek, kendinle kalabilmen, çiçekler-bitkilerle, hayvanlarla ilgilenmek. Örneğin senin tatlı bir köpeğin var, düşünsene onu hissedebiliyorsun, onun söylemek istediklerini işitebiliyorsun, işte bu bir sezgi. Son zamanlarda zaten bütün hayvanlar dillendi. İnanılmaz boyuta erişti. Sadece insanlar gelişmiyor ki, bütün canlılar birlikte gelişiyoruz. 

Bütünün parçası olduğumuzu hatırlamak belki asıl önemli olan, öyle değil mi? 

Aynen öyle. Hiçbirimiz birbirimizden ayrı değiliz. Sadece frekanslarımızın birbirine daha yakın olduğu atmosferlerde olduğumuzda daha kendimiz oluyoruz. Daha rahat olup kendimizi tanıtma ihtiyacı duymuyoruz. Yargılanmak hiçbirimizin layık oldugu bir şey değil. Yargı zaten kaba zan demektir, yani bilip araştırmadan hüküm vermek, hemen bir karara varmak anlamında. Her insanın kendi içinde bir yolculuğu var. O yolculukta ihtiyacımız olan şeyler de hayatımızda ona göre farklı biçimlerde yer alıyor. Karşılaştığımız bir çok bilgili ve duyarlı insan ile kendimizi tanımak, sevgi boyutunu idrak edebilmek, hayatımıza farkındalık katan değerleri alabilmek en güzeli. Değer vermek, zaman ayırmak. Es geçmemek… Tabii bu arada kendi özgün alanımızı korumak ve sağlıklı seçimler yapabilmek hayat kalitemizi etkiliyor haliyle.  

Kitap hakkında 

Kitabın o kadar çok şeyi içinde barındırıyor ki, aslında sen çok güzel anlattın. Tasavvuftan tut, ebru sanatına, felsefeden, sanat terapisine ve insanın farkındalığına çok zengin bir içeriğe sahip. Ayrıca insan olma yolunda sadece terapide kullandığın 9 aşama ile değil, son bölümdeki işlem analizi” süreci ile de insanın kendini gözlemlemesi ve kendisi için önemli olanı tercih edebilmesi adına önemli bilgiler paylaşıyorsun. Peki sence kimler senin kitabını okusun? 

Çok teşekkür ederim Meltem. Öncelikle çocukluğumuzda şartlandırıldığımız, ebeveynler için olmak zorunda bırakıldığımız rollerden arınmamız ve kişilik ve karakterimize uygun olanı anlamamız için bu son bölüm çok önemli… Dediğin gibi kitabın adı sanki sadece ebru sanatıyla sınırlanmış gibi görünse de, içeriğine bakan herkes insan yolculuğunda kendinin az da olsa farkına varabilmesi için ortaya çıkarılmış, detaylandırılarak birçok bakış açısı ile değerlendirilmiş pek çok süreç, somut örnekler ve yollar görüyor. Bunların çoğu kendi deneyimim ile yazıldı. Yani sadece okunmuş bir bilgelik değil, bizzat üzerinde durduğum zaman verilmiş, çaba gösterilmiş, deneyimlenmiş konular. Kitabın arka kapağında da belirttiğim gibi, kitapta yer alan terapik bilgiler kendisiyle keyifli yol almak isterken yaratıcı çözümler arayan herkesi ilgilendirebilir. Tabi bu cümlenin altında derin Jungvari felsefi bir görüş var ama sadece o değil. Tasavvuf erbabları da özellikle 12. ve 13. yy. dan itibaren insanlara kendilerini çözmek istiyorlarsa arayışta olmalarını, sorgulamalar yapmalarını ve yaratıcı bir çok işle aktif olmalarını önermişler. Yani nasıl yaratıcı bir seyler üretebilirim, kendimi nasıl çözebilirim demek isteyen herkes kitaptan bir şeyler bulabilir. 

Peki bu yaratıcı çözüm illa ebru olmak zorunda mı? Bu kitabı okuyan biri ebruya başlamasa bile yaratıcı bir konuyla ilgilenip kendini daha iyi çözümleyebilir mi? 

Çok güzel vurgu yaptın. Tabii, kesinlikle. Herkes kendine iyi gelen ne varsa ona göre fikirler üretebilir, yapmaktan zevk aldığı şeyleri  başka bir perspektif ile yapmayı deneyimleyebilir. Fransız ressam Henri Matisse bunun en güzel örneğidir. Hastalanıp resim yapamaz hale gelmiş. Yatalak olduğunda kağıtları kesip yapıştırarak resimlerine öyle devam etmiş. Şimdi kolaj dediğimizde Henri Matisse bir numara. Ebru sanatı burada terapi süreçlerine uygunluğu ve birçok kadim değeri barındırması açısından çok güzel bir araç oldu.  

Kitabın “Ebru Sanatı Terapisi”ni okumak isteyenler nereden temin edebilirler

İsviçre’de yaşayanlar Amazon’dan sipariş edebilirler.

Peki son olarak; Şefika’nın ruhunu neler besler, neler okur, neler izler? 

Kendi ruhsal gelişimime katkıda bulunan ve zihnimi açan her türlü bilim kurgu ve fantastik film seviyorum. Hatta eski sufileri de çok “New Age” bulurum. O dönemlerde öyle şeyler söylemişler ki bugün Hollywood filmlerini bile etkileyecek düzeyde. Örneğin ABD’de İbni Sina Enstitüsü kurmuşlar. İlgilenen bazı arkadaşlarımla biz de bu konularla ilgili aramızda bir grup kurduk. Önce Rahmetli R. Oruç Güvenç’in Hz. Mevlana kitabını okuduk. Şimdi  Ş. Suhreverdi’nin Nur Heykelleri isimli kitabını okuyoruz; onların farkındalıklı halini algılayabilmek için hayaller kuruyor, fikirler öne sürüyoruz… 

Kitaplarını sevdiğim yazarların içinde klasiklerden Çernişevksi, Dostyoyevksi, Ömer Seyfettin, Sebahattin Ali gibi çok önceleri okumuş olduklarım var. Üçüncü Göz, İkinci Beden gibi fantastik romanları da ilgiyle okudum. Türk yazarlarımızı seviyorum: Buket Uzuner, Deniz Erten, Azra Kohen, Zülfü Livaneli, Elif Şafak, Murat Menteş, Erhan Kolbaşı severek okuduklarım arasında olanlar.  Son zamanlarda Edebiyat Kitap Klubümüz’den Burcu Özer Katmer’in Kendine Ait kitabından, göç etmiş Türklerin ve çocuklarının parçalanmış hayatlarıya ilgili çok şeyin farkına varmaya başladım.  Ve Meltem Soğuk Stropoli; senin kitabını ilgiyle okudum: Yeşil Mavi Hayat!.. Farkındalık kazandıran, düşündüren ve seçimlerimizi hatırlatan, insan için ve insana ait çok özel kitaplardan…

Biraz da hikaye ile bilgelik karışık olursa ilginç buluyorum. Örneğin Elif Şafak’ın Aşk romanı tasavvuf açısından da edebiyatımız için iyi bir örnek oldu, dünyada pek çok kişinin zihnini açtı. Tabii bir de neredeyse 15-20 yıldır ara sıra açıp okuduğum Filibeli A. Hilmi’nin kitabı Amak-ı Hayal’i hala severek okurum.  

Bu güzel sohbet için çok teşekkürler Şefika. İkinci kitabınla buluşmayı merakla bekliyoruz. 

Davetin, ilgin ve özellikle ilham aldığını belirttiğin için ben çok teşekkür ederim Meltemciğim. 

Haberin Devamını Oku

Trendler