Sosyal Medya

Köşe Yazıları

GEÇMİŞE YOLCULUK…

yazar

Yayınlayan

on

Nüshoş’un Hikayesi…

Geçenlerde İsviçre’nin Sesi sayfasında bu köşede yazdığım ilk yazım, bu günlerdeki ruh halim yüzünden biraz üzüntülü oldu. Aslında bu kez eğlenceli bir yazı yazmak için oturdum bilgisayarın başına.

Ancak, farkında olmadan elim, eski yazılarıma gitti. (her şeyi sürekli yazan biriyim) Annemin fotoğraflarına henüz bakamıyorum, videolarını henüz izleyemiyorum. Ama nedense, bu yazıyı birden okumak geldi içimden.

Bugünkü aklımla okuyunca bir baktım ki, aslında her şey ile bağlantılı bir yolculuk hikayesi. Hem annemin gidişi, hem annemin göçmenliği, hem bizlerin göçmenliği… O yüzden bu kısa hikayemi paylaşabilir miyim ? diye Cemil beye sordum. Sağ olsun o da kabul etti.

Hikaye dediysem, hikaye değil.

Biz İsviçre’ye taşınmadan bir yıl önce (bu arada, o sıra, taşınma diye bir gündemimiz yoktu), annemin ve kaç kuşak atalarının memleketi olan Bulgaristan’a onu götürmek fikri, hep içimdeydi ama birden yoğunlaştı.  Doğup, 17 yaşına kadar yaşadığı yeri,  ona bir kez daha göstermek ve eşim ve çocuklarıma, annemin doğduğu toprakların hikayesini yerinde anlatmak istedim. Annemin tepkisini bilmiyordum, babamın sağlığında birkaç kez söylediğimde gitmek istememişti. Ama bu kez söylediğimde gözlerinin parladığını gördüm.

Eşim, kızım ve oğlum da bu fikre bayıldılar. Annemin kuzeni Belma abla, bize eşlik edebileceğini söyleyince de, harika, çok keyifli bir seyahat yaptık. Sofia, Filibe(Plovdiv) , Peştere (Peştera)…

Bu yolculuğumuzun hemen dönüşünde Peştera gezimizi, tüm gerçekliğiyle yazdığım gezi notlarımı sizlerle, onların anısına paylaşmak istiyorum. (Çünkü geçen bu yedi yıl içinde, Belma ablayı, eşini ve annemi kaybettik.)

Çayınızı yanınıza alıp, hüzünle değil, bir kavuşma hikayesi gibi, gülümseyerek okursanız, ruhları şad olur….

Bu arada her zaman böyle hüzünlü değilim inanın, hatta bazıları beni çok komik bile bulurJ ‘’

Bizim deyişimizle Peştere, Bulgarların deyişiyle Peştera’ya geldik.

Hepimiz heyecandan tir tir titriyoruz. Elim ayağım tutmuyor. Ben böyle isem, kim bilir annemin içinde  nasıl fırtınalar kopuyordur. Eşim arabayı kullanıyor, ama arabanın içinde o kadar çok bağırıp çağırıyoruz ki, nereye gideceğini şaşırıyor.

 Annem sürekli ay aynı, hiç değişmemiş, şuaraya gidelim, şurası bak Seyfi abimlerin evi, şurası dayımın evi, bak buradan işte gece ormana kaçıyorduk, deyip duruyor.

Sonunda ben; anne lütfen önce saat kulesine gidelim, diyerek son noktayı koyuyorum.

-A evet diyor annem.

– Kafamı kaldı, tabii önce oraya gidelim.  Zaten bizim ev saat kulesine bakıyor.

-Evet diyorum,  çocukluğumdan bugüne, onca hikaye, hep saat kulesinin etrafında geçti. Orman yolu, saat kulesi, sizin ev, hepsi aynı yerde…

Eşim şaşırıyor.  -Sen nerden biliyorsun.

-Ben bu hikayelerle büyüdüm. Hiç gelmedim ama sanırım arabadan insem her yeri, herkesin evini bulabilirim.

Kızım gülüyor; – O kadar da değildir herhalde.

 -Eh diyorum, nerdeyse…

Annemlerin evinin karşısında arabayı park ediyoruz. Türkiye plakalı bir araba gelip, birinin kapısının önüne park edince ister istemez, etrafın ilgisini çekiyor. Sokakta oynayan çocuklar bakıyor,  kimse bir şey sormuyor, biz de bir şey söylemiyoruz. Kimsenin konuşacak hali yok.

Saat kulesi biraz tepede,- anne sen oraya çıkamazsın- diyorum. Annem bana öyle bir bakıyor ki, ‘bilsem ki öleceğim, gene de oraya çıkacağım’ deyişini duyuyorum. Ama sanırım sesli söylemedi, bugün iletişimi konuşarak değil, kafamın içinde yapıyorum. Sanırım farklı bir boyuta geçtim ve bundan böyle telepatik iletişim kuracağım. Bu kısa arada onu düşünüyorum.

Annemin diz problemi vs, hepsi geçmiş, 1950 yılında 17 yaşındaki Nüshet olmuş, keklik gibi sekiyor. Sanırım gerçekten bir zaman sekmesi oldu. Biz şu an 1950 yılındayız. Annemin peşinden saat kulesine doğru koşuyorum ama yetişemiyorum. Sonunda çıktım, fotoğraf çekmeyi bile unutabilirim. İstanbul’a döndüğümüzde, en çok bundan pişman olacağım, biliyorum. Ama heyecanla yaşarken, fotoğraf çekmek, o anı kaçırmak gibi geliyor bana. Ama yine de Allahtan akıl ediyorum. Çünkü aramızda hiç kimse fotoğraf çekme meraklısı değil. Anı kaçırmayalım derdinde herkes. İş bana kalıyor.

Tepeden eve doğru bakıyoruz..

 Bütün hikayelerin üstünden geçiyoruz

-Kekeleyen arkadaşına, takma adı bu ağaçta mı takılmıştı diyorum, ‘’yuva yuvası’’. Birden kuş yuvasını görünce,  çocukcağız heyecanla – aa bak yuva yuvası- diyor. Ve adam büyüyüp gidiyor ve herkes adama hala yuva yuvası diyor, adını kimse hatırlamıyor bile.. Ne komik ve de bazıları için kötü. Galatasaray Lisesi’ndeki isim takma adeti, buradan mı gelmiş diyorum, Demir’e bakarak.

-Niye bana bakıyorsun, şükür ki benim takma adım yok diyor.

– Aslında varmış da, çok tutmamış Allahtan. O da-neyse ki- diye onaylıyor-, gülerek

– A evet diyor annem . Hatırladın mı?

-Hatırlamaz olur muyum. Birisi bir şeyi yanlış söylemeye görsün, sizin kasabanın diline düşüyor ve o laf, o kişinin takma adı oluyor. Anneannem ve sen, o kadar çok kişinin takma ad hikayesini anlattınız ki bana..

Benim dinlediğim tüm masallar, annemin ve anneannemin Bulgaristan’daki yaşam hikayelerinden oluşuyor. Yazılı olmasa da sözlü tarih aktarımı var ailede diyorum, içimden gülerek.

-Meşhur ev burası mı . ?

-Evet, diyor annem.

– Meşhur ev burası. Anneannemin evi. Babam evlenince onların yanına taşınıyor. Birlikte yaşarken anneannemle babam burada bir ufak kırgınlık yaşamışlardı ve babam evi terk etmiş, üç gün amcamlarda kalmıştı, çok iyi hatırlıyorum .

 -Evet hep anlatırdı anneannem.

-Peki diyorum, ondan öncesine gidelim, anneannemin babası, yani dedenin anneannemi çağırıp; ‘kızım biliyorsun, seni iki kişi istiyor, sen hangisini istiyorsun’ diye sorduğu kapı ağzı burası mı?

-Evet diyor annem,  gülüyor . Evet burası.

 -1931 yılı için deden epey modernmiş. Kızına açıkça fikrini soruyor.

-Tabii diyor, dedem ben sevdiğimi alamadım, karımı sevdim, ama içimde uhde kaldı. O yüzden kendime söz verdim, kızım olursa, kimi severse ona vereceğim diye, diyor. Diğer isteyen çok zengin, babam ise, öksüz. Annesi babası ölmüş, ağabeyi ile birlikte yaşıyor. Ama çok yakışıklı, gözü pek, çalışkan, çok eğlenceli.

-Evet diyorum. Hatırlamaz mıyım Osman dedemi. Ut çalışını hatırlıyorum. Bana o zaman çok uzun gelen masada, benim ağzıma almayacağım sakatatlar pişirir, gömlekli ciğer yapardı.  Aklımda hep o masalar kalmış. Bize de muhteşem köfteler yapardı. Bir de şarap içerdi..
-Evet diyor annem.

-Çok eğlenceliydi babam, anneme göre, fazla eğlenceliydi. Hayatı çok ciddiye almazdı. Annem, babam öldükten sonra, sanki onun yerine, eğlenceli tarafa geçti. Babamın sağlığında daha ciddiydi.

-Ama yine de o zaman ‘’yediğim soğan olsun, sardığım Osman olsun’ demiş babasına, diyorum gülerek. İnsan bari sadece Osman der. Kafiye bile yapmış. İçinde komik bir taraf hep varmış.

-Evet diyor annem,  sevmişler birbirlerini.

-Ya diyorum fazla sevmişler, babası da çok sevmiş ki damadını, fazla serbest bırakmış ikisini, nişanlıyken… diyorum.

-Annem tamam o konulara girmeyelim şimdi diyerek susturuyor beni.

-Koşar adım inmeye başlıyor saat kulesinden aşağıya, bugün annemi tutabilmek imkansız.  Ben de peşinden ona yetişmeye çalışıyorum.

-İstikamet nereye Nüshoş diyorum. Genç kızken anneme  Nüshoş derdim. Büyüyüp, hayatı daha fazla ciddiyetle yaşamaya başladığım zaman Nüshoş demeyi bıraktım sanırım. Ama bazen keyifli olduğum zamanlarda, yine Nüshoş derim. Sanırım bugün hepimiz çok keyifliyiz.

Can korkusuyla, her şeyini arkada bırakıp, koşar adım terk ettiğin,  doğup büyüdüğün topraklara, bütün bir hayatı yaşayıp, tam 66 yıl sonra, nerdeyse hayatının son çeyreğinde dönmek tuhaf bir his olsa gerek.  Orada yaşadığın günleri hatırlamak, sanki yeniden yaşıyormuş gibi hissetmek, çok garip bir duygu olmalı. Sanırım bu konuda annemi hiçbir zaman anlayamayacağım.

 Benim memleketim – heh işte burası diyeceğim bir şehir yok. Her yer biraz, ama hiçbir yer tam değil. Annem özellikle mi böyle bir hayat yaşamama neden oldu, bilmiyorum. Belki sadece bir yere ait hissedersem ve oradan ayrılmak zorunda kalırsam çok büyük yıkım yaşayacağımı düşündü ve benim kendimi her yere çabucak ait hissedebilmemi sağlamaya çalıştı.

Nerden mi buraya geldim. Ben doğduğum Eskşehir’de, nerdeyse hiç yaşamadım. Hep farklı şehirlerde yaşadım.  Annemin de babamın da gidecekleri bir memleketleri olmadığı için, kendimi bir şehre tam ait hissedemedim. Bu yüzden birçok kez kötü hissettiğimi ve keşke bizimde bir memleketimiz olsaydı dediğimi hatırlıyorum. Ve kızımın aynı yerde doğup, aynı yerde okuyup, aynı yerde yaşaması ve kendisini oraya ait hissetmesi için çok uğraştım.

-İşte orman burası.  Bak dediğim gibi, tam ilk evimizin dibi, evimizle arasında iki metre bile mesafe yok. Sağda yolun tepesinde de saat kulesi. İşte bu yokuş var ya, orman yolu. Kışın hep buz tutardı ve buradan kayardım. Babam bana paten yapmıştı, patenlerle benden iyi kimse kayamazdı. Ah canım Ahmet’im, canım kardeşim ne yarışlar yapardık onunla burada. Ben kazanınca bozulurdu hep.

– Hadi buradan sizin Türkiye’ye gelmeden önce yeni yaptırdığınız evinize gidelim. Anneannem onun için  15 yıl ağladım derdi, bir göreyim şu evi.

-Evet annem çok ağladı o ev için.  Çünkü yeni bitmişti, tam içine taşındık, ondan sonra da Türkiye’ye taşınma işi çıktı. Annem aslında istemedi Türkiye’ye taşınmayı. Ama o Bulgar Doktor bana aşık olunca, babam çok korktu. Beni kaçırırlar, evlenirim,  sonra da bir gün onlar Türkiye’ye döner,  ben de burada kalırım diye. Zaten göç dalgası da vardı, baskılar da epey artmıştı. 2. Dünya savaşı, Rusların işgali, savaş zamanı yaşadığımız acılar, uzun geceler ormanda sabahlamalarımız, hepsi çok tazeydi. Zaman zaman Bulgar komşularımız da etraftan etkileniyorlar, bize korku dolu anlar yaşatıyorlardı.

-Evet dedim, hatırlıyorum. Bir gece, Ayten teyzemin arkadaşı sayesinde öğrenmişsiniz, o gece gelip size baskın yapacaklarını.

-Ayten’in arkadaşı, evde gizli konuşmaları duymuş.  Okulda gelip Ayten’e, bu gece gelip sizi kesecek babamlar demiş. Ayten’de okuldan döndüğünde ağlayarak, İvan’ın babası ile arkadaşları akşam gelip hepimizi keseceklermiş dedi. Biz de bütün geceyi tüm mahalle ormanın en diplerinde saklanarak geçirmiştik. Acaip bir korku ve çok tuhaf bir his. Kendi evinde, kendi toprağındasın ama seni istemiyorlar. Çok ağır bir duygu. Hrant Dink vurulduğunda, o yüzden herkesten çok üzüldüm. Kendi evinde, kendi toprağında, muhtemelen öldürenden çok daha buralı, ama onu birileri kendi toprağında istemiyor. Bu nasıl bir çelişkidir, nasıl bir histir, yaşamayan bilemez.’

Anneannemin evi, işte bütün çocukluğumda her bir metre karesini anlattığı, her bir santimetrekaresini bildiğim ev. Annemle koşuyoruz, annem heyecanla;  -Burası teyzemlerin taraf, bak komşu kapı. Burada zaten bütün evler, gördüğün gibi arkadan birbirine geçişlidir, bütün evlerin arka kapılarından birbirine geçer, en sonunda da ormana çıkarsın. Böyle inşa edilmiş.

-Yani bu korku uzun yıllar varmış diyorum.

-Sanırım diyor annem. O zaman biz daha çok hepimiz, birbirimizle komşuyuz, akrabayız diye öyle olduğunu düşünürdüm. Ya da hiç bir şey düşünmezdik. Ama kaçış zamanlarında çok işlevsel olduğunu bilirdik. Ormana kaçışımız hep aynı olurdu. Hemen haber uçurulur ve gece çöker çökmez, tabanca, tüfek, kazma, kürek ne varsa yüklenilirdi., Kadınlar ekmek, peksimet, biraz su ve kalın battaniyeleri alır, nerdeyse bir ruh sessizliğinde gizlice ormana kaçılırdı.

 Şuanda annemin ruhunun içindeyim yine geçiş yaşadım,  bana eskiden anlattığı gibi değil anlatışı, sadece anlatıyor, şu anki aşırı mutluluğu, geçmişte yaşadığı acıları tedavi ediyor . Sanki o  acıların üzerine bir merhem sürüldü ve hepsi geçti.

-Bak anneannem için bu yeri yapmıştı babam.

-Oooo kaptan köşkü gibi diyorum.

-Ya evet diyor, babam bir daha anneannemlerin evinde yaşamak istemeyip kendi evini yapınca, anneannem de bizim yanımıza taşınmıştı, babam ona yaptı orayı.

-Çok hoşmuş.

-Bu arada Bahçede  çok büyük değilmiş diyorum.

Annem gülüyor.- Evet aklımda farklı yer etmiş.

-Ah diyorum, burası, bahçedeki merdivenin başı…

 Burnumun direği sızlıyor. Bu söz ne kadar doğru bir cümle. İnsanın burnunun direği var ve sızlaması çok acayip bir his. Hayatta birkaç kez oldu. İşte şimdi yine oldu.

Annemin gözleri dalıyor. -Anladın değil mi neresi olduğunu…

-Evet diyorum. Seyfi amcanın kızı Gülnehar ablanın bulup, bize seneler sonra getirdiği fotoğrafın çekildiği yer.

 Fotoğraf gözümün önünde. Tuhaf işte , yine aynı şey oldu…  o güne gittim, hepsinin seslerini duyabiliyorum, koşuşturmalarını her şeyi…,

Fotoğrafın çekildiği andayım, teyzemlerin gülüşmelerini  duyuyorum,. Zamanda yolculuk mümkünmüş, kanıtlandı benim için. O fotoğrafta ben yokum, fotoğraf şu an  İstanbul’da, Şu an 2016 yılındayız Fotoğraf 1950 yılında çekildi. Ama ben ordayım şuan…

-Hadi gel oğlum Ahmet diyor Tıflı nine,

-Biriniz geliyor, öbürünüz gidiyor. . Nüshet, Fiyat, Ayten hadi gelin kızanlarım ..

Herkes koşturuyor, Seyfi amca sesleniyor, sesini duyuyorum.

– Hatice hala hadi gel, bak herkes geldi.

Anneannem içerden bağırıyor

–  Geldim Seyfi geldim, dur saçıma  bir file takayım.

Dedemin sesini duyuyorum,

 -Hanım, hanım gel, sen her halinle güzelsin.

Anneannemin iç sesi karışıyor araya,  ‘evime doyamayacağım, bu adam kafasına koydu. Kafasına bir şey koyduğunda da yapar. Bırakıp gideceğiz, doyamadan gideceğiz, bu fotoğraf  hatıra kalacak evimden, tek hatıra.’

Hissediyor her şeyi, ruhu her şeyi biliyor.

-Hadi herkes tamam mı diyor Seyfi amca, çekiyorum…

Birden Demir sesleniyor.

–  Hayat, evlerin bu kadar dibine gelip, duvarlardan sarkıp, içeri bakıyorsunuz, ayıp olacak, eğer içerde birileri varsa.  Kapıyı çalsaydık.  

Evin etrafında ne kadar zaman geçirdik hatırlamıyorum. Arka taraftaki elma ağacının, erik ağacının bile aynı kalması, inanılır gibi değil. Bana Yunanistan’dan doğduğu topraklara, İstanbul’a gelip, bırakın evini, ağacını bulmasını, koskoca bir semti bile bulamayan İstanbullu Rumları hatırlatıyor. Onları düşününce ne kadar şanslıyız diyorum içimden.

Her şeyi, orada doğup, yaşamış annem değil, anlatılan hikayelerden ben bile bulabilirim. Nasıl bunu başarmışlar diyorum içimden. Tabii Bulgaristan küçük,  ekonomisi gelişmemiş o yüzden denilir hemen. Ama tabii ki Paris’e, Londra’ya veya herhangi bir Avrupa şehrine bakınca yine de utanmamız şart. İkinci dünya savaşında bombardımana uğramış şehirler bile,  bizden iyi korunabilmişken, bizim tarihimizi ve doğamızı katletmemiz inanılır gibi değil diye düşünüp, içim sıkışıyor biran. Ama şuan hiçbir şey canımı sıkmamalı, konumuz başka.

Annem Demir’e sesleniyor

. – Demircim gel sana benim okuduğum Rüştiye’yi göstereyim

 Uzun yıllardır, öğrenci olmadığı için kapalı olduğunu öğreniyoruz. Hikayeler ne kadar benzer. İstanbul’da öğrencisizlikten kapanan Ermeni okullarını, Rum okullarını düşünüyorum. İçim burkuluyor. Hikayeler hep aynı, isimler, yerler farklı olsa da. En acı olan da, acılardan hiç ders almamak diye düşünüyorum. Ne acı, bana yurt dışında birisi sormuştu Yunanca biliyor musun diye? Çok şaşırmıştım yoo dedim. Şaşırdığımı görünce, İstanbul’da çok Yunanlı vardır, biraz biliyorsundur diye düşündüm demişti. O gün ve sonraki günler çok düşündüm. Ne acıdır ki, İngilizce, Fransızca, Almanca biliriz. Hatta İspanyolca ve İtalyanca bir sürü kelime biliriz de, bir tek kelime Ermenice, Kürtçe, Rumca bilmeyiz. Uzun zaman bunun için çok utandım. Merhaba, teşekkür ederim, nasılsın bunları bile bilmem. Bir arada yaşayan insanların birbirinin dilini öğrenmesi, yemeğini, adetini, kültürünü öğrenmesi ne zamanki zenginlik olarak algılanacak, işte  o zaman,  ülke olarak, dünya olarak hepimiz boyut atlayacağız herhalde. Birbirimizden korkmayı, nefreti değil, birbirimizi sevmeyi ve birlikte güçlü olmayı öğreneceğiz.

Annem Rüştiye anılarına başladı, ne çok dinlemiştim bu anılar. Şimdi hepsi daha bir anlam kazandı. Her şeyi böyle aynı kalmış görünce, kendi kendime gülüyorum . Annem ne kadar güzel anlatmış, kafamda nasıl canlandırdıysam, her şeyin aynı kaldığını düşünüyorum, sanki daha önceki hallerini bilirmişim gibi. Ama annem de aynı her şey, zaman durmuş gibi diyor. Belki de durmuştur. Kim bilir.

-Buradan dere kenarına, çarşıya gidelim diyorum. Tıflı ninenin anneanneme, derdin olursa kimseye anlatamadığın, gel bu dere kenarına, dereye anlat, bütün derdini alır, götürür kuş gibi hafiflersin dediği yere gidelim.

-Evet, diyor annem.

– Meydana gidelim. Dere de orada zaten. O gürül gürül akan dere, uzun zaman rüyalarıma girerdi. Bayılırdım dere kenarına ve o meydanda oturup dereyi seyretmeye.

Meydana geldiğimizde bende şaşırıyorum, ne kadar güzel bir meydan burası. Çarşı içi, dükkanlar, çok sevimli. Mağazada satılanlara bakınca,  biraz zaman gerçekten durmuş gibi hissettiğimi anlamış annem.

-Kusura bakma da burayı, İstanbul ile kıyaslama . Burası küçük bir kasaba.  Küçük bir kasabaya göre değerlendir diyor. Ama yine anlamadım, yüksek sesle mi söyledi, yoksa ben iç sesini mi duydum.

– Öykü gel bakalım martenitsa var mı, hatıra alalım. Ve tabii çibritsa da, diye sesleniyorum kızıma….

Çocukluğumda Bulgaristan’dan gelen akrabalar getirir, bazen de birileriyle yollarlardı. -Annemin yakasına takıp, baharda  dere boyunda  kızlı erkekli, arkadaşlarıyla yürüdüğü yollardan bizde geçelim, yakamızda martenitsalarla diyorum gülerek.

Annem ilk kez değişen bir şey gördü. Derenin suyu azalmış,  

-Bizim zamanımızda çağlayan gibiydi, şimdi, minik dere olmuş dedi.

-Doğrusun, benim anılarımda da hep çağlayan şeklindeydi dedim gülerek.

Gerçekten şaşırtıcı, bu kadar yeşil bir yer uzun zamandır görmedim. Her yer orman, her yer ağaç ve yeşillik. Ona rağmen derenin suyu azaldıysa, vay bizim halimize dedim içimden. Yani ormanını koruyan ülkeleri bile kuraklık vuruyorsa, bizim halimiz nice olur, ülke olarak.  Bugün buna bile üzülemeyeceğim. Bugün üzülmek, endişelenmek yok. Bugün çok özel bir gün. Coşku ve mutluluk var.

Belma ablanın tuhaf ayak sürmesine  rağmen, annemin kararlı ısrarı ile tren garına doğru yürüyoruz.

Annemin arkasından sessizce yürürken, birden korkunç çığlıklar duymaya başlıyorum, sanki boğulacakmış gibi hissediyorum. Nefesim kesiliyor. Ilık güneşli bir bahar günüyken, birden acayip boğucu bir hava çöküyor etrafımıza.

Korkunç…

Bir sürü insan kalabalığı, iğne atsan yere düşmez bu kalabalıkta. Acaip bir uğultu var, bir taraftan yoğun iç çekiçleri duyuyorum, diğer taraftan yürek parçalanması, hepsini duyuyorum, hissediyorum, yaşıyorum. Korkunç uğultu devam ediyor, büyük, yoğun  bir sızı var, burun direğinin sızlaması neymiş, bu yürek sızısının yanında…Taa içimde derinlerde duyuyorum, anlat derseniz, anlatamam, yaşıyorum, hatta ben tamamen o sızı oldum şuanda..

Korkunç, nasıl oldu bu?, ne yapacağım, bundan sonra böyle mi yaşayacağım?. Zamanda geri mi gittim yine . Ne oldu bana,? Annem bunları mı yaşadı.. Ne kadar korkunç bir manzara.

 Bu manzarayı sadece ben mi görüyorum?, Öykü ile Can da görüyor mu?

Peştera’da tren istasyonundayız. Annem, ben, kızım ve oğlum. Bir de mihmandarımız sevgili Belma abla. Annemin kuzeni. O getirdi buraya bizi. Onun burada yazlık evi var. Hiç bağı kopmadığı için, Bulgarcayı ana dili olarak çok akıcı kullanıyor. Her yeri biliyor, herkesi tanıyor. Onunla geldik Bulgaristan’a. Peştera’ya.

Yol boyu hep konuşmuştuk, İstanbul’dan buraya arabayla geldiğimiz için, bolca vaktimiz vardı. Hepsini konuştuk. Annemlerin evinin hala aynı durduğunu biliyoruz. Rüştiye’ye , dereboyuna-meydana gideceğiz. Saat kulesine çıkacağız. Annemin halasının kızı hala Peştere’de yaşıyor. Ama Alzheimer olmuş maalesef, neredeyse son günleri diyorlar. Gelini bakıyor, gidip onu göreceğiz.

Her şeyi konuşmuştuk. Ama tren istasyonu, hiç yoktu planda. Yolda da hiç adı geçmedi. Sadece Peştera’ya gelince, bir iki kez, laf arasında annem Belma ablaya, tren garına gitmek istiyorum dedi. Belma abla da, sanki pek taraftar değilmiş gibi, önce duymamış gibi yaptı. Annem ısrarcı olunca da,  kapalı oralar, bir şey de yok zaten, gidip ne yapacaksın Nüshet ablacım dedi.

Ama annem gayet, kararlı ve net bir şekilde, şimdi tren garına gidiyoruz diyerek yürümeye başlayınca, hepimiz onu takip ettik. Sadece eşim yok yanımızda, o arabayı almaya gitti.  Annem dönüşte, yorulunca binmesi için.

Ama tren istasyonuna gelişimizin bu kadar dramatik olacağını, bana yine, zamanda yolculuk yaptıracağını hiç düşünmemiştim.

Tren istasyonundan ayrılış, veda sahnesini, ne annem,  ne de anneannem bana anlatmamıştı. Onların  anlatılarında, tren yarı yoldayken, bulundukları kompartımandan, trenin ikiye ayrılması ile eşyalarının ve içine sakladıkları  altınların, öbür vagonda kalması ve  onların beş parasız, sadece üzerlerindeki giysilerle, Türkiye’ye dramatik giriş yapmaları vardı . Hiç tren istasyonundan dramatik bir ayrılış yoktu.. Bu da nerden çıktı şimdi…

Çarşı, dere kenarı, çocukluğumdan beri, anneannemin, annemin, Tıflı ninenin hikayelerinin geçtiği meydan, orman, şehir gözümde aynen hayal ettiğim gibi.

1950 Yılında donmuş kalmış. 1950 yılı için hayli gelişmiş, 2016 yılı için bir hayli eski moda. Ama hiç çirkin değil.

 Çok ilginç. Annem;- buradan Bursa’ya gittiğimizde, hele İnegöl’e gittiğimizde nasıl korkunç gelmişti dedi ilk kez. Ama anayurdumuza geldik diye çok mutluyduk tabii. Fakat burada alıştığımız hiç bir şey yoktu. Ben burada Rüştiye’de okumuştum.  Kızlı erkekli arkadaşlarımızla, çarşı içinde akşam üstleri yürüyüşe çıkar, dolaşır, sohbet ederdik. İnegöl’e geldiğimizde bırak arkadaşlarla dışarıya çıkmayı, ferecesiz çıkmak bile başlı başına dertti. Çarşıya, gezmeye genç kızların yalnız başına gitmesi gibi bir konu, kimsenin aklına dahi gelmezdi. Böyle bir istek de yoktu, şikayet de, ihtiyaç da. Oysa ben bambaşka bir şekilde yaşamıştım, farklı şeylerden zevk alıyordum. Ama vatan toprağımıza gelmiştik. Son yıllarda, hangi gece gelip, bizi kesecekler korkusu olmadan yaşayacaktık. İnanılmaz güzel gelmişti. Ne bıraktıklarımızı, ne kaybettiklerimizi, ne elimizde hiçbir şeysiz ortada kalakalmamızı, hiçbir şeyi sorgulamamıştık.

Hep bunları duymuştum. Garda trene binme, ayrılış sahnesinin bu kadar trajik olduğunu, hiç kimse, hiçbir zaman anlatmadı.

Sadece dere kenarında annemin, birkaç kez şimdi tren garına gidelim deyip, Belma ablanın da ayak sürmesinden hafif işkillenmiştim.

Daha sonra tren garına yürürken de, annem sürekli konuştu. Ki, bu hiç iyiye işaret değildir. Annem, tıpkı benim ondan kopyaladığım gibi, stresli ve heyecanlı olduğu zamanlarda çok konuşur. Konuşmaya başladı. Ancak ne ben onu duyuyordum, ne de o ne konuştuğunun farkında. Derinlerden ara sıra Belma ablanın sesi geliyor, ama onun da ne dediğini anlamıyordum. Etraftan korkunç bir uğultu geliyor. Herkes ağlıyor, hıçkırıklar, sessiz bağırışlar, uzun kucaklaşmalardaki iç çekiş sesleri, bunların hepsini duyuyorum, ne oluyor, ciddi bir gürültü var. Belma abla orası tamamen boş, kullanılmıyor, ne yapacaksın gidip de demişti. Peki bu gürültü neyin nesi. 

Birden tren garının binasının önüne geldik, bağırışlar, ağlamalar, hıçkırıklar, dayanılacak gibi değil. Başım çatlayacak gibi katlanamıyorum. Çıldıracağım, dayanılmaz buna diyorum.

O an durup çevreme, tekrar bakıyorum, hiç kimse yok, her yer bomboş.

Birden o etraftaki o hüzünlü bomboşlukla beraber, hıçkırıklarla ağlamaya başlıyorum. O ana kadar hiç ağlamamış olan ve bu konuda hiç ama hiç konuşmamış olan annem – ki ilk kez böyle ağladığını görüyorum- avazı çıktığı kadar bağırıyor, bağırıyor, ağlıyor, bize bakan oğlum ve kızım da birden bire avazları çıktıkları kadar ağlamaya başlıyorlar.

Belma abla sessizce gelip, anneme sarılıyor, birbirlerine sarılmışlar, annem hala avaz avaz ağlayıp bağırıyor. Oğlum kızım hepimiz avaz avaz bağırıp ağlıyoruz. Arabayı park edip, gelen eşim ne olduğunu anlamamış, bize öylece bakıyor, soru sormaması gerektiğinin farkında.

Orada ne kadar kaldık, ne kadar ağladık, hatırlamıyorum.

Etraf bomboş, bizim ağlamalarımızla benim kafamdaki sesler hepsi çok güzel bir ahenkle birleşti. Sanki birbirinin içine geçmiş ve daha önce kırık olan dişli gelip, yerine oturmuş ve yeniden yağlanıp bakımı yapılmış gibi, ahenkle dönüyor dişliler. Sanki bir el tutmuş döndürüyor …. Neyin dişlisi bilmiyorum, ama bir dişli dönüyor.

Öylece kaldık orada.

 Sonra birden annem sustu, hiç bir şey demeden arkasını dönüp, tren istasyonundan çıktı. Yüzünü gözünü silen bizlerde onu takip ettik.

Birden tüm sesler kesildi, etraf inanılmaz sessiz. Sessizliği ben bozdum.

-Belma abla, şu meydanda börek, çay var demiştin değil mi? Gidip börek yiyip, çay içelim mi?

-A tabii Gültencim, her şey var orda. isterseniz, ızgara falan da yapıyorlar, bira, şarap da var. Bulgar ev yapımı şaraplar.

Kendimi bazen çok dünyalı hissetmemin nedenlerinden biridir, her durumda, en üzüntülü, hasta, depresif vs. her türlü anımda, İngiliz yanım varmış gibi; would you like some cup of tea? diyesim gelir. Bir bardak çay, her derde devadır benim için. Ve şu an hepimizi çay iyileştirir, buna eminim.

Süper dedi eşim de, hadi o çay bahçesine gidelim. Hiç bir şey olmamış, orada avaz avaz ağlayan, kafasının içinde 5 Eylül 1950 gününü yeniden yaşayan ben değilmişim gibi, bir an bütün gücüm geri geldi, o kalabalık kafamdan sessizce gitti.

Çay bahçesine oturup, glütenmiş, kiloymuş vs hiç düşünmeden muhteşem börekleri, yanında çayla birlikte, bir güzel mideye indirdik. Hiç kimse konuşmadı.

Sessizce çay içip, böreklerimizi yedikten sonra, derin bir iç çekerek eşime döndüm ;  -Şimdi ev yapımı bir kadeh Bulgar şarabı içebiliriz…Ne dersin?

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Genel

Aslında bu hayattaki tüm korkumuz yalnızlık olabilir mi?

yazar

Yayınlayan

on

Belki de başlıktaki ifadeyi iddialı buldunuz. Öyle ise gelin biraz birlikte düşünelim yalnızlık korkusu üzerine.

Bu hayatta öğrendiğimiz tüm sosyal kalıpları anımsayalım: arkadaşlar ediniriz, sevgililerimiz olur, çalışırız, sosyalleşiriz, evleniriz, çocuk sahibi oluruz; hatta bir çocuk yetmez der, başka çocuklarımız da olsun isteriz. Kısaca bu hayata geldiğimiz andan itibaren yaşama uyumlanmak adına pek çok eylemde bulunuruz.

Yaşama uyum sağlayamamak, yabancılaşmak ve yalnızlık… Hayatının bir döneminde dahi olsa bundan korkmayan olmuş mudur? Çocuklukta herkes teneffüste birlikte oynarken sınıfın bir köşesinde tek başına oturan hüzünlü öğrenci. Ya da hiç arkadaşı olmadığı için sürekli odasında tek başına oynayan çocuk. Bu görüntüler adeta sorunlu geçecek bir hayatın başlangıç fotoğrafları gibi geliyor, değil mi?

Sevdiklerimizi kaybetmek ise hemen hemen hepimizin en büyük korkularından biridir. Küçükken zaman zaman gördüğüm bir rüya vardı; annem veya babam değişik kazalarda birdenbire ölürlerdi. Rüyaların o ölçülemeyen hızında gerçeklik duygusunun sapmasıyla birlikte yaşadığım paniğin ardından, uyanıp da sadece bir rüya olduğunu anladığımdaki rahatlama dünyalara bedel olurdu.

Bu hayatta yalnız kalmamayı hedeflemek daha çocuk yaşlarda kodlanmış bir duygumuz. Var olan diğer korkularımız yetişkinliğe doğru ilerledikçe azalabilse de, yalnızlık korkusu hiç değişmiyor. Hatta belki de yaşlandıkça artabiliyor. Bize yanlış evlilikler yaptıran, toksik ilişkileri ve arkadaşlıkları sürdürten, çocuk sahibi olma kararımızı etkileyen, kibar olmak ve onaylanmak adına içimizden farklı düşünürken ağzımızdan başka yorumlar çıkmasına sebep olan, hatta onaylamadığımız olayları veya eylemleri dahi bazen sineye çektirtebilen bir korku bu. Üstelik epeyce de sinsi. Hiç farkettirmese bile gölge gibi peşimizden gelir ve üzerimizdeki gücü bizi tamamen yanlış hayatların başrol oyuncusu yapmaya kadar varır!

Sonuca baktığımızda doğru olmayan evlilikler bizi mutsuz eder veya toksik arkadaşlıklardan şikayet eder bir türlü bitiremeyiz. Yaşlılıkta yalnız kalmamak için çocuklar yapar, sonra onlar kendi hayatlarına uçup bize ilgilerini azaltınca hayal kırıklıklarıyla dolu mutsuz yaşlılara dönüşürüz.

Hepimiz sevilmek isteriz

Romanlarını çok sevdiğim Sabahattin Ali, eşi Aliye’ye yazdığı mektuplardan birinde şöyle der: “Sonra muhakkak sevilmek ister insan, bunun için de başkalarını sever. Düşün, dünyada yalnızlık kadar feci şey var mıdır? Tabii yalnızlıktan kafa yalnızlığı kastediyorum, yoksa dünya bir sürü kuru kalabalıkla dolu…”

Sevilme ihtiyacı bu dünyada varolduğumuz sürece bizimle olan bir özelliğimiz. Sevilmeme endişesinin özünde yatan ise yine yalnız kalma korkusu. Terk edilmek, istenmemek…İnsanın bir kez başına geldiğinde belki de hayat boyu etkisi geçmeyen, sonradan kurulan ilişkileri ve yaşamı şekillendiren tecrübeler.

“Senden artık hoşlanmıyorum.”

Martin McDonagh’ın İrlanda kırsalında geçen etkileyici filmi The Banshees of Inisherin’de Colm, eski dostu Pádraic’e bir gün gelip ansızın böyle der. Filmin açılış sahnesidir bu. Tüm film boyunca Pádraic’in koygun hayal kırıklığına, dostunu tekrar kazanma ve sevilme çabasına şahit olurken, onun derin üzüntüsünü izleyici olarak adeta biz de hissederiz. İster arkadaştan, ister sevgiliden olsun insanın istenmemesi, hele de artık sevilmediği için yalnızlığa terkedilmesi yıkıcı bir güce sahip. Yalnızlığa yüklediğimiz anlam ne kadar büyükse, yıkıcılığı da o kadar güçlü oluyor.

Varoluşçu psikolog ve yazar Rollo May’e göre yalnızlık çoğunlukla güçlü ve acı verici bir tehdit olduğundan çoğu insan tek başına olmanın olumlu yanlarını göremez. Birey olma deneyimini ilişkilerimizde bir anlamda bize ayna görevi gören diğer kişilerle ilişkilendirerek gerçekleştiriyoruz, ki bu aslında oldukça sağlıklı bir durum. Ancak asıl olan, yalnız kaldığımızda da birey olma deneyimini yitirmekten korkmamak ve kendimizle başbaşa kalmaktan kaçmak adına gürültüye ve aktivitelere sığınmamak. Kişiler arası yalnızlıktan kaçarken farketmeden kendi iç dünyamızdan kopup kendi benliğimizle olan yalnızlığa takılıyoruz. Oysa varoluşsal yalnızlığımız ancak kendimizi keşfederek azalabilir ve yalnız olma hali sayesinde “benliğimiz” oluşur.

Bir de bırakın korkmayı, yalnız olmayı tercih edebilme durumu var ki işte o zaman, yalnızlık yalnızlık olmaktan çıkıp “kendiyle başbaşa olma” keyfine dönüşüyor ve insanı zenginleştiren, geliştiren bir kavram haline geliyor. Üstelik yalnızlığın kaçınılmazlığını ve üzerimizdeki olumlu etkisini kabul ettiğimizde ilişkilerimiz de endişelerden arındığı için anlam kazanıyor ve derinleşiyor.

Tercih ettiğinizde tek başınalığın keyfini çıkarmanız temennisiyle, harika bir hafta olsun!

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

BVG REFORMU: İSVİÇRE’DE REDDEDİLEN TEKLİF NE ANLAMA GELİYOR VE ARDINDAN NE OLACAK?

yazar

Yayınlayan

on

Haber: Cemil Baysal

22 Eylül 2024’te yapılan referandumda, İsviçre halkı BVG reformunu güçlü bir şekilde reddetti. Bu durumun ne anlama geldiğini merak edenler ”bilen varsa anlatsın’ diye yorumlayanlar için açıklamak gerekirse, sonuçlar oldukça net. 22 Eylül 2024 tarihinde yapılan referandum, İsviçre’de bir kez daha emeklilik sistemine yönelik reform çabalarının başarısız olduğunu gösterdi. Sonuçların kesinleşmesi beklenirken, halkın BVG reformuna verdiği güçlü red, sol siyasi partiler için bir zafer olarak nitelendiriliyor. Ancak bu zafer, aynı zamanda onların kendi hedeflerine de zarar vermiş durumda.

Reformun Reddedilmesinin Anlamı

İlk olarak, halk, yaşam beklentisinin artmasına paralel olarak dönüşüm oranının %6,8’den %6’ya düşürülmesini içeren değişikliği bir kez daha reddetti. Bu durum, çalışanların yeni emeklilerin yüksek maaşlarını sübvanse etmeye devam edeceği anlamına geliyor; ancak bu sadece zorunlu sigorta kapsamında yer alan çalışanları etkileyecek. Bu grubun oranı ise yalnızca %12 ile %14 arasında.

İkinci olarak, sol partiler, bu sübvanse sisteminin devamını sağlamak adına, diğer önemli hedeflerinden vazgeçmeyi kabul etti. Özellikle, part-time çalışanlar ve düşük gelirli bireyler için sistemdeki iyileştirmeler, parlamentoda daha fazla tartışılacak ve bu da zaman kaybına yol açacak.

Ekonomik Denge Sorunu

Reformun reddedilmesiyle, emeklilik birikimlerinin kariyer boyunca daha dengeli bir şekilde dağıtılmasına yönelik öneriler de rafa kaldırılmış oldu. Bu öneri, daha yaşlı çalışanlar için düşük, gençler için ise yüksek kesintiler öngörüyordu. Dolayısıyla, yaşlı çalışanların işverenler için maliyetli olma durumu devam edecek.

Nedenler

BVG reformunun başarısızlığının en büyük sebebi, önerilerin karmaşıklığıydı. İkinci emeklilik sisteminin detayları, birçok kişi için anlaşılmaz hale geldi. Sendikalar bu durumu lehlerine çevirerek, “BVG’nin hüsranı” kampanyası yürüttü. Ayrıca, reform önerisi fazla karmaşık ve geniş kapsamlıydı. Parlamentonun önceki hatalarından ders alarak, iki ayrı emeklilik sistemini bir arada sunmaktan kaçınması önemli bir adım olsa da, öneri yine de birçok kişi için netlikten uzaktı.

Finansal piyasalardaki olumlu durum, emeklilik fonlarının referandum sırasında iyi bir durumda olmasını sağladı. 2024 yılının ikinci çeyreğinde özel emeklilik fonlarının ortalama finansman oranı %120’nin üzerine çıktı. Bu da, mevcut sistemin hatalarının göz ardı edilmesine neden oldu.

Geleceğe Bakış

Referandum sonrası, emeklilik fonlarının yeni politikalar geliştirmesi bekleniyor. Ancak, düşük gelirli ve part-time çalışanlar için reform ihtiyacı devam ediyor. Parlamentoda bu konunun tekrar ele alınması öngörülse de, ekonomik kesimden gelecek muhalefet bu süreci zorlaştırabilir. İşverenlerin mevcut durumu koruma isteği, reform önerilerinin önünde bir engel oluşturabilir.

Sonuç

İsviçre halkı arasında emeklilik maaşlarındaki sübvanse sisteminin desteklenmesine dair görüşler hâlâ olumlu. Ancak, bu durumun anketlerdeki verilere dayandığı unutulmamalı. Sonuç olarak, son yıllarda yapılan birçok referanduma rağmen, İsviçre’nin sosyal sigorta sistemleri ve özellikle BVG, hâlâ birçok kişi tarafından tam olarak anlaşılamıyor.

Sonuç olarak, BVG reformunun reddi, emeklilik sisteminin karmaşık yapısının ve halkın bu konudaki bilgi eksikliğinin bir yansıması. Gelecek için belirsizlik sürerken, İsviçre’nin emeklilik politikaları, daha fazla tartışmaya ve yeniliğe ihtiyaç duyuyor.

#BVG #Reform #İsviçre #Emeklilik #SosyalSistem #KöşeYazısı #isviçredehayat #schweiz #suisse #svizzera #switzerland #schwiiz #bvg #pensionierte #rentner

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

HAYATIMIZIN HER ALANI PATLAYICILARLA MI DOLU?

yazar

Yayınlayan

on

Köşe Yazısı: Cemil Baysal

Teknolojinin hızla ilerlemesi, hayatımızı adeta baştan aşağı değiştirdi. Konfor ve kolaylık sunduğu her yenilik, kimi zaman göz ardı ettiğimiz ciddi riskleri de beraberinde getiriyor. Lübnan’da direk internet bağlantısı olmayan eski model çağrı cihazlarının patlatılması, teknoloji dünyasının karanlık yüzünü gözler önüne serdi. Olayın arkasındaki nedenler hala tartışmalı; kimi uzmanlar bu patlamaların siber saldırılardan kaynaklandığını öne sürerken, kimileri başka sebeplerden bahsediyor. Bizim konumuz ise siyaset ve terör değil, güvenlik. Bu tür olaylar, teknolojinin getirdiği risklere dair farkındalığımızı artırmalı ve güvenlik konusundaki ciddiyetimizi pekiştirmelidir.

Günümüzde savaşlar, sınırları aşmadan, uzaktan yapılan saldırılar ve sistem manipülasyonlarıyla yürütülüyor. Artık savaşlar, fiziksel çatışmalardan ziyade, siber saldırılar ve teknolojik manipülasyonlarla gerçekleştiriliyor. Bu yeni savaş yöntemleri, teknolojinin getirdiği risklerin boyutunu ve ciddiyetini gözler önüne seriyor. Teknolojinin, savaş stratejilerinin merkezine oturduğu bu dönemde, riskleri görmezden gelmek neredeyse imkansız.

Cep telefonları, hayatımızın ayrılmaz bir parçası haline geldi. Her an yanımızda taşıdığımız bu cihazlar, tıpkı çağrı cihazlarının patlatılmasında olduğu gibi, siber saldırılara açık. Hepimizin cebinde birer potansiyel patlayıcı tehlike taşıdığını bilmek zorundayız. Telefon şirketlerine yapılacak bir siber saldırı, cihazlarımızı aşırı dozda sinyalle hedef alarak büyük zararlar verebilir. Bu ihtimal kulağa korkutucu gelebilir, ancak siber güvenlik önlemlerinin hayati önem taşıdığını anlamamız için yeterli bir neden.

Şoförsüz araçlar, teknolojinin sunduğu en heyecan verici yeniliklerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Ancak, bu araçlar da siber saldırılara karşı savunmasız olabilir. Örneğin, bir kurum veya ülke, bu araçları uzaktan hackleyerek büyük bir tehlike yaratabilir. Hedefteki bir kişi, bu araçları internet üzerinden sipariş ettiğinde, kötü niyetli kişiler bu araçları hackleyip havaya uçurabilir. Şoförsüz araçların hacklenmesi, tehlikeli ve potansiyel olarak ölümcül sonuçlar doğurabilir. Şu anda amatör çapta bile olsa çok kişinin elinde bulunan droneler, kötü amaçlarla kullanılma potansiyeline sahip. Teknolojinin getirdiği bu riskler, güvenlik önlemlerinin ne kadar önemli olduğunu bize hatırlatıyor.

Yakın gelecekte hayatımıza girmesi beklenen robot kuryeler, benzer tehlikeleri de beraberinde getiriyor. Bu kuryeler, hacklenip kötü amaçlarla kullanılabilir; bir kişinin evine gönderilerek bir bomba gibi işlev görebilir. Teknolojinin sağladığı konforun yanı sıra, bu tür riskler, güvenlik tedbirlerinin önemini vurguluyor.

Güvenlik kameraları, akıllı ev sistemleri, mutfak aletleri, hava temizleyiciler, klimalar ve bahçe sulama sistemleri gibi akıllı cihazlar, internet veya Bluetooth üzerinden kontrol edilebiliyor. Buzdolabındaki yiyecekleri cep telefonumdan görebilmek, evimin içini yatak odasına varana kadar her odasını tatildeyken uzaktan takip edebilmek, çoğumuzun övündüğü bir özellik olabilir. Ancak, sizin gördüğünüzü başkalarının da görebileceğini unutmamalıyız. Yani, buzdolabını uzaktan kontrol edebilmek, kötü niyetli kişiler için de bir fırsat olabilir.

Artık teknoloji yatak odamıza kadar girmiş durumda. Yatarken bile kapalı kameraların açılabileceğini veya etraftaki sesleri dinleyebileceğini, gözetim altında olabileceğimizi biliyoruz. Lübnan’daki saldırı, pilli cihazların bile patlatılabileceğini gösterdi. Güvenlik kameraları, akıllı ev sistemleri, mutfak aletleri ve diğer cihazlar, uzaktan kontrol edilebilen ve hacklenebilen cihazlar arasında yer alıyor. Bu durum, ciddi güvenlik açıklarına yol açabilir ve bu tehlikeleri göz ardı etmememiz gerektiğini ortaya koyuyor.

Gelişen teknolojiyle yapay zeka (KI), internet ortamında ünlü kişilerin görüntüleriyle ve sesleriyle manipülasyon yapabilen kurgular oluşturabiliyor. Bu tür teknolojiler, pornografik içerikli videoların üretilmesinden, kişisel manipülasyonlara kadar geniş bir yelpazede kullanılıyor. Gelecek adına bu tür gelişmeler düşündürücü ve güvenlik risklerini daha da karmaşık hale getiriyor.

Sonuç olarak, teknoloji hayatımızı kolaylaştırsa da, siber güvenlik risklerini göz ardı etmemeliyiz. Teknolojiye mahrum bir yaşam sürme lüksümüz neredeyse yok. O halde, bu tehlikeleri önceden görmeli ve gerekli önlemleri alarak güvenli bir dijital yaşam sürmeliyiz. Teknoloji ne kadar ileri giderse gitsin, güvenliğimiz her zaman öncelikli olmalıdır. Teknolojinin sunduğu konforun tadını çıkarırken, güvenlik açıklarını da unutmadan, dikkatli ve bilinçli bir şekilde hareket etmeliyiz.

#Teknoloji #SiberGüvenlik #GüvenlikRiskleri #AkıllıCihazlar #YapayZeka #SiberSaldırı #TeknolojiRiskleri #Güvenlik #DijitalGüvenlik #YapayZekaManipülasyonu #GünümüzSavaşları #AkıllıEv #ŞoförsüzAraçlar #cemilbaysal #köşeyazısı #haber #gazete #gazeteci #isviçre #isviçreninsesi #isviçredemedya #isviçretürkmedyası

Haberin Devamını Oku
Reklam

Trendler