Köşe Yazıları
GEÇMİŞE YOLCULUK…

Nüshoş’un Hikayesi…
Geçenlerde İsviçre’nin Sesi sayfasında bu köşede yazdığım ilk yazım, bu günlerdeki ruh halim yüzünden biraz üzüntülü oldu. Aslında bu kez eğlenceli bir yazı yazmak için oturdum bilgisayarın başına.
Ancak, farkında olmadan elim, eski yazılarıma gitti. (her şeyi sürekli yazan biriyim) Annemin fotoğraflarına henüz bakamıyorum, videolarını henüz izleyemiyorum. Ama nedense, bu yazıyı birden okumak geldi içimden.
Bugünkü aklımla okuyunca bir baktım ki, aslında her şey ile bağlantılı bir yolculuk hikayesi. Hem annemin gidişi, hem annemin göçmenliği, hem bizlerin göçmenliği… O yüzden bu kısa hikayemi paylaşabilir miyim ? diye Cemil beye sordum. Sağ olsun o da kabul etti.
Hikaye dediysem, hikaye değil.
Biz İsviçre’ye taşınmadan bir yıl önce (bu arada, o sıra, taşınma diye bir gündemimiz yoktu), annemin ve kaç kuşak atalarının memleketi olan Bulgaristan’a onu götürmek fikri, hep içimdeydi ama birden yoğunlaştı. Doğup, 17 yaşına kadar yaşadığı yeri, ona bir kez daha göstermek ve eşim ve çocuklarıma, annemin doğduğu toprakların hikayesini yerinde anlatmak istedim. Annemin tepkisini bilmiyordum, babamın sağlığında birkaç kez söylediğimde gitmek istememişti. Ama bu kez söylediğimde gözlerinin parladığını gördüm.
Eşim, kızım ve oğlum da bu fikre bayıldılar. Annemin kuzeni Belma abla, bize eşlik edebileceğini söyleyince de, harika, çok keyifli bir seyahat yaptık. Sofia, Filibe(Plovdiv) , Peştere (Peştera)…
Bu yolculuğumuzun hemen dönüşünde Peştera gezimizi, tüm gerçekliğiyle yazdığım gezi notlarımı sizlerle, onların anısına paylaşmak istiyorum. (Çünkü geçen bu yedi yıl içinde, Belma ablayı, eşini ve annemi kaybettik.)
Çayınızı yanınıza alıp, hüzünle değil, bir kavuşma hikayesi gibi, gülümseyerek okursanız, ruhları şad olur….
Bu arada her zaman böyle hüzünlü değilim inanın, hatta bazıları beni çok komik bile bulurJ ‘’
Bizim deyişimizle Peştere, Bulgarların deyişiyle Peştera’ya geldik.
Hepimiz heyecandan tir tir titriyoruz. Elim ayağım tutmuyor. Ben böyle isem, kim bilir annemin içinde nasıl fırtınalar kopuyordur. Eşim arabayı kullanıyor, ama arabanın içinde o kadar çok bağırıp çağırıyoruz ki, nereye gideceğini şaşırıyor.
Annem sürekli ay aynı, hiç değişmemiş, şuaraya gidelim, şurası bak Seyfi abimlerin evi, şurası dayımın evi, bak buradan işte gece ormana kaçıyorduk, deyip duruyor.
Sonunda ben; anne lütfen önce saat kulesine gidelim, diyerek son noktayı koyuyorum.
-A evet diyor annem.
– Kafamı kaldı, tabii önce oraya gidelim. Zaten bizim ev saat kulesine bakıyor.
-Evet diyorum, çocukluğumdan bugüne, onca hikaye, hep saat kulesinin etrafında geçti. Orman yolu, saat kulesi, sizin ev, hepsi aynı yerde…
Eşim şaşırıyor. -Sen nerden biliyorsun.
-Ben bu hikayelerle büyüdüm. Hiç gelmedim ama sanırım arabadan insem her yeri, herkesin evini bulabilirim.
Kızım gülüyor; – O kadar da değildir herhalde.
-Eh diyorum, nerdeyse…
Annemlerin evinin karşısında arabayı park ediyoruz. Türkiye plakalı bir araba gelip, birinin kapısının önüne park edince ister istemez, etrafın ilgisini çekiyor. Sokakta oynayan çocuklar bakıyor, kimse bir şey sormuyor, biz de bir şey söylemiyoruz. Kimsenin konuşacak hali yok.
Saat kulesi biraz tepede,- anne sen oraya çıkamazsın- diyorum. Annem bana öyle bir bakıyor ki, ‘bilsem ki öleceğim, gene de oraya çıkacağım’ deyişini duyuyorum. Ama sanırım sesli söylemedi, bugün iletişimi konuşarak değil, kafamın içinde yapıyorum. Sanırım farklı bir boyuta geçtim ve bundan böyle telepatik iletişim kuracağım. Bu kısa arada onu düşünüyorum.
Annemin diz problemi vs, hepsi geçmiş, 1950 yılında 17 yaşındaki Nüshet olmuş, keklik gibi sekiyor. Sanırım gerçekten bir zaman sekmesi oldu. Biz şu an 1950 yılındayız. Annemin peşinden saat kulesine doğru koşuyorum ama yetişemiyorum. Sonunda çıktım, fotoğraf çekmeyi bile unutabilirim. İstanbul’a döndüğümüzde, en çok bundan pişman olacağım, biliyorum. Ama heyecanla yaşarken, fotoğraf çekmek, o anı kaçırmak gibi geliyor bana. Ama yine de Allahtan akıl ediyorum. Çünkü aramızda hiç kimse fotoğraf çekme meraklısı değil. Anı kaçırmayalım derdinde herkes. İş bana kalıyor.
Tepeden eve doğru bakıyoruz..
Bütün hikayelerin üstünden geçiyoruz
-Kekeleyen arkadaşına, takma adı bu ağaçta mı takılmıştı diyorum, ‘’yuva yuvası’’. Birden kuş yuvasını görünce, çocukcağız heyecanla – aa bak yuva yuvası- diyor. Ve adam büyüyüp gidiyor ve herkes adama hala yuva yuvası diyor, adını kimse hatırlamıyor bile.. Ne komik ve de bazıları için kötü. Galatasaray Lisesi’ndeki isim takma adeti, buradan mı gelmiş diyorum, Demir’e bakarak.
-Niye bana bakıyorsun, şükür ki benim takma adım yok diyor.
– Aslında varmış da, çok tutmamış Allahtan. O da-neyse ki- diye onaylıyor-, gülerek
– A evet diyor annem . Hatırladın mı?
-Hatırlamaz olur muyum. Birisi bir şeyi yanlış söylemeye görsün, sizin kasabanın diline düşüyor ve o laf, o kişinin takma adı oluyor. Anneannem ve sen, o kadar çok kişinin takma ad hikayesini anlattınız ki bana..
Benim dinlediğim tüm masallar, annemin ve anneannemin Bulgaristan’daki yaşam hikayelerinden oluşuyor. Yazılı olmasa da sözlü tarih aktarımı var ailede diyorum, içimden gülerek.
-Meşhur ev burası mı . ?
-Evet, diyor annem.
– Meşhur ev burası. Anneannemin evi. Babam evlenince onların yanına taşınıyor. Birlikte yaşarken anneannemle babam burada bir ufak kırgınlık yaşamışlardı ve babam evi terk etmiş, üç gün amcamlarda kalmıştı, çok iyi hatırlıyorum .
-Evet hep anlatırdı anneannem.
-Peki diyorum, ondan öncesine gidelim, anneannemin babası, yani dedenin anneannemi çağırıp; ‘kızım biliyorsun, seni iki kişi istiyor, sen hangisini istiyorsun’ diye sorduğu kapı ağzı burası mı?
-Evet diyor annem, gülüyor . Evet burası.
-1931 yılı için deden epey modernmiş. Kızına açıkça fikrini soruyor.
-Tabii diyor, dedem ben sevdiğimi alamadım, karımı sevdim, ama içimde uhde kaldı. O yüzden kendime söz verdim, kızım olursa, kimi severse ona vereceğim diye, diyor. Diğer isteyen çok zengin, babam ise, öksüz. Annesi babası ölmüş, ağabeyi ile birlikte yaşıyor. Ama çok yakışıklı, gözü pek, çalışkan, çok eğlenceli.
-Evet diyorum. Hatırlamaz mıyım Osman dedemi. Ut çalışını hatırlıyorum. Bana o zaman çok uzun gelen masada, benim ağzıma almayacağım sakatatlar pişirir, gömlekli ciğer yapardı. Aklımda hep o masalar kalmış. Bize de muhteşem köfteler yapardı. Bir de şarap içerdi..
-Evet diyor annem.
-Çok eğlenceliydi babam, anneme göre, fazla eğlenceliydi. Hayatı çok ciddiye almazdı. Annem, babam öldükten sonra, sanki onun yerine, eğlenceli tarafa geçti. Babamın sağlığında daha ciddiydi.
-Ama yine de o zaman ‘’yediğim soğan olsun, sardığım Osman olsun’ demiş babasına, diyorum gülerek. İnsan bari sadece Osman der. Kafiye bile yapmış. İçinde komik bir taraf hep varmış.
-Evet diyor annem, sevmişler birbirlerini.
-Ya diyorum fazla sevmişler, babası da çok sevmiş ki damadını, fazla serbest bırakmış ikisini, nişanlıyken… diyorum.
-Annem tamam o konulara girmeyelim şimdi diyerek susturuyor beni.
-Koşar adım inmeye başlıyor saat kulesinden aşağıya, bugün annemi tutabilmek imkansız. Ben de peşinden ona yetişmeye çalışıyorum.
-İstikamet nereye Nüshoş diyorum. Genç kızken anneme Nüshoş derdim. Büyüyüp, hayatı daha fazla ciddiyetle yaşamaya başladığım zaman Nüshoş demeyi bıraktım sanırım. Ama bazen keyifli olduğum zamanlarda, yine Nüshoş derim. Sanırım bugün hepimiz çok keyifliyiz.
Can korkusuyla, her şeyini arkada bırakıp, koşar adım terk ettiğin, doğup büyüdüğün topraklara, bütün bir hayatı yaşayıp, tam 66 yıl sonra, nerdeyse hayatının son çeyreğinde dönmek tuhaf bir his olsa gerek. Orada yaşadığın günleri hatırlamak, sanki yeniden yaşıyormuş gibi hissetmek, çok garip bir duygu olmalı. Sanırım bu konuda annemi hiçbir zaman anlayamayacağım.
Benim memleketim – heh işte burası diyeceğim bir şehir yok. Her yer biraz, ama hiçbir yer tam değil. Annem özellikle mi böyle bir hayat yaşamama neden oldu, bilmiyorum. Belki sadece bir yere ait hissedersem ve oradan ayrılmak zorunda kalırsam çok büyük yıkım yaşayacağımı düşündü ve benim kendimi her yere çabucak ait hissedebilmemi sağlamaya çalıştı.
Nerden mi buraya geldim. Ben doğduğum Eskşehir’de, nerdeyse hiç yaşamadım. Hep farklı şehirlerde yaşadım. Annemin de babamın da gidecekleri bir memleketleri olmadığı için, kendimi bir şehre tam ait hissedemedim. Bu yüzden birçok kez kötü hissettiğimi ve keşke bizimde bir memleketimiz olsaydı dediğimi hatırlıyorum. Ve kızımın aynı yerde doğup, aynı yerde okuyup, aynı yerde yaşaması ve kendisini oraya ait hissetmesi için çok uğraştım.
-İşte orman burası. Bak dediğim gibi, tam ilk evimizin dibi, evimizle arasında iki metre bile mesafe yok. Sağda yolun tepesinde de saat kulesi. İşte bu yokuş var ya, orman yolu. Kışın hep buz tutardı ve buradan kayardım. Babam bana paten yapmıştı, patenlerle benden iyi kimse kayamazdı. Ah canım Ahmet’im, canım kardeşim ne yarışlar yapardık onunla burada. Ben kazanınca bozulurdu hep.
– Hadi buradan sizin Türkiye’ye gelmeden önce yeni yaptırdığınız evinize gidelim. Anneannem onun için 15 yıl ağladım derdi, bir göreyim şu evi.
-Evet annem çok ağladı o ev için. Çünkü yeni bitmişti, tam içine taşındık, ondan sonra da Türkiye’ye taşınma işi çıktı. Annem aslında istemedi Türkiye’ye taşınmayı. Ama o Bulgar Doktor bana aşık olunca, babam çok korktu. Beni kaçırırlar, evlenirim, sonra da bir gün onlar Türkiye’ye döner, ben de burada kalırım diye. Zaten göç dalgası da vardı, baskılar da epey artmıştı. 2. Dünya savaşı, Rusların işgali, savaş zamanı yaşadığımız acılar, uzun geceler ormanda sabahlamalarımız, hepsi çok tazeydi. Zaman zaman Bulgar komşularımız da etraftan etkileniyorlar, bize korku dolu anlar yaşatıyorlardı.
-Evet dedim, hatırlıyorum. Bir gece, Ayten teyzemin arkadaşı sayesinde öğrenmişsiniz, o gece gelip size baskın yapacaklarını.
-Ayten’in arkadaşı, evde gizli konuşmaları duymuş. Okulda gelip Ayten’e, bu gece gelip sizi kesecek babamlar demiş. Ayten’de okuldan döndüğünde ağlayarak, İvan’ın babası ile arkadaşları akşam gelip hepimizi keseceklermiş dedi. Biz de bütün geceyi tüm mahalle ormanın en diplerinde saklanarak geçirmiştik. Acaip bir korku ve çok tuhaf bir his. Kendi evinde, kendi toprağındasın ama seni istemiyorlar. Çok ağır bir duygu. Hrant Dink vurulduğunda, o yüzden herkesten çok üzüldüm. Kendi evinde, kendi toprağında, muhtemelen öldürenden çok daha buralı, ama onu birileri kendi toprağında istemiyor. Bu nasıl bir çelişkidir, nasıl bir histir, yaşamayan bilemez.’
Anneannemin evi, işte bütün çocukluğumda her bir metre karesini anlattığı, her bir santimetrekaresini bildiğim ev. Annemle koşuyoruz, annem heyecanla; -Burası teyzemlerin taraf, bak komşu kapı. Burada zaten bütün evler, gördüğün gibi arkadan birbirine geçişlidir, bütün evlerin arka kapılarından birbirine geçer, en sonunda da ormana çıkarsın. Böyle inşa edilmiş.
-Yani bu korku uzun yıllar varmış diyorum.
-Sanırım diyor annem. O zaman biz daha çok hepimiz, birbirimizle komşuyuz, akrabayız diye öyle olduğunu düşünürdüm. Ya da hiç bir şey düşünmezdik. Ama kaçış zamanlarında çok işlevsel olduğunu bilirdik. Ormana kaçışımız hep aynı olurdu. Hemen haber uçurulur ve gece çöker çökmez, tabanca, tüfek, kazma, kürek ne varsa yüklenilirdi., Kadınlar ekmek, peksimet, biraz su ve kalın battaniyeleri alır, nerdeyse bir ruh sessizliğinde gizlice ormana kaçılırdı.
Şuanda annemin ruhunun içindeyim yine geçiş yaşadım, bana eskiden anlattığı gibi değil anlatışı, sadece anlatıyor, şu anki aşırı mutluluğu, geçmişte yaşadığı acıları tedavi ediyor . Sanki o acıların üzerine bir merhem sürüldü ve hepsi geçti.
-Bak anneannem için bu yeri yapmıştı babam.
-Oooo kaptan köşkü gibi diyorum.
-Ya evet diyor, babam bir daha anneannemlerin evinde yaşamak istemeyip kendi evini yapınca, anneannem de bizim yanımıza taşınmıştı, babam ona yaptı orayı.
-Çok hoşmuş.
-Bu arada Bahçede çok büyük değilmiş diyorum.
Annem gülüyor.- Evet aklımda farklı yer etmiş.
-Ah diyorum, burası, bahçedeki merdivenin başı…
Burnumun direği sızlıyor. Bu söz ne kadar doğru bir cümle. İnsanın burnunun direği var ve sızlaması çok acayip bir his. Hayatta birkaç kez oldu. İşte şimdi yine oldu.
Annemin gözleri dalıyor. -Anladın değil mi neresi olduğunu…
-Evet diyorum. Seyfi amcanın kızı Gülnehar ablanın bulup, bize seneler sonra getirdiği fotoğrafın çekildiği yer.
Fotoğraf gözümün önünde. Tuhaf işte , yine aynı şey oldu… o güne gittim, hepsinin seslerini duyabiliyorum, koşuşturmalarını her şeyi…,
Fotoğrafın çekildiği andayım, teyzemlerin gülüşmelerini duyuyorum,. Zamanda yolculuk mümkünmüş, kanıtlandı benim için. O fotoğrafta ben yokum, fotoğraf şu an İstanbul’da, Şu an 2016 yılındayız Fotoğraf 1950 yılında çekildi. Ama ben ordayım şuan…
-Hadi gel oğlum Ahmet diyor Tıflı nine,
-Biriniz geliyor, öbürünüz gidiyor. . Nüshet, Fiyat, Ayten hadi gelin kızanlarım ..
Herkes koşturuyor, Seyfi amca sesleniyor, sesini duyuyorum.
– Hatice hala hadi gel, bak herkes geldi.
Anneannem içerden bağırıyor
– Geldim Seyfi geldim, dur saçıma bir file takayım.
Dedemin sesini duyuyorum,
-Hanım, hanım gel, sen her halinle güzelsin.
Anneannemin iç sesi karışıyor araya, ‘evime doyamayacağım, bu adam kafasına koydu. Kafasına bir şey koyduğunda da yapar. Bırakıp gideceğiz, doyamadan gideceğiz, bu fotoğraf hatıra kalacak evimden, tek hatıra.’
Hissediyor her şeyi, ruhu her şeyi biliyor.
-Hadi herkes tamam mı diyor Seyfi amca, çekiyorum…
Birden Demir sesleniyor.
– Hayat, evlerin bu kadar dibine gelip, duvarlardan sarkıp, içeri bakıyorsunuz, ayıp olacak, eğer içerde birileri varsa. Kapıyı çalsaydık.
Evin etrafında ne kadar zaman geçirdik hatırlamıyorum. Arka taraftaki elma ağacının, erik ağacının bile aynı kalması, inanılır gibi değil. Bana Yunanistan’dan doğduğu topraklara, İstanbul’a gelip, bırakın evini, ağacını bulmasını, koskoca bir semti bile bulamayan İstanbullu Rumları hatırlatıyor. Onları düşününce ne kadar şanslıyız diyorum içimden.
Her şeyi, orada doğup, yaşamış annem değil, anlatılan hikayelerden ben bile bulabilirim. Nasıl bunu başarmışlar diyorum içimden. Tabii Bulgaristan küçük, ekonomisi gelişmemiş o yüzden denilir hemen. Ama tabii ki Paris’e, Londra’ya veya herhangi bir Avrupa şehrine bakınca yine de utanmamız şart. İkinci dünya savaşında bombardımana uğramış şehirler bile, bizden iyi korunabilmişken, bizim tarihimizi ve doğamızı katletmemiz inanılır gibi değil diye düşünüp, içim sıkışıyor biran. Ama şuan hiçbir şey canımı sıkmamalı, konumuz başka.
Annem Demir’e sesleniyor
. – Demircim gel sana benim okuduğum Rüştiye’yi göstereyim
Uzun yıllardır, öğrenci olmadığı için kapalı olduğunu öğreniyoruz. Hikayeler ne kadar benzer. İstanbul’da öğrencisizlikten kapanan Ermeni okullarını, Rum okullarını düşünüyorum. İçim burkuluyor. Hikayeler hep aynı, isimler, yerler farklı olsa da. En acı olan da, acılardan hiç ders almamak diye düşünüyorum. Ne acı, bana yurt dışında birisi sormuştu Yunanca biliyor musun diye? Çok şaşırmıştım yoo dedim. Şaşırdığımı görünce, İstanbul’da çok Yunanlı vardır, biraz biliyorsundur diye düşündüm demişti. O gün ve sonraki günler çok düşündüm. Ne acıdır ki, İngilizce, Fransızca, Almanca biliriz. Hatta İspanyolca ve İtalyanca bir sürü kelime biliriz de, bir tek kelime Ermenice, Kürtçe, Rumca bilmeyiz. Uzun zaman bunun için çok utandım. Merhaba, teşekkür ederim, nasılsın bunları bile bilmem. Bir arada yaşayan insanların birbirinin dilini öğrenmesi, yemeğini, adetini, kültürünü öğrenmesi ne zamanki zenginlik olarak algılanacak, işte o zaman, ülke olarak, dünya olarak hepimiz boyut atlayacağız herhalde. Birbirimizden korkmayı, nefreti değil, birbirimizi sevmeyi ve birlikte güçlü olmayı öğreneceğiz.
Annem Rüştiye anılarına başladı, ne çok dinlemiştim bu anılar. Şimdi hepsi daha bir anlam kazandı. Her şeyi böyle aynı kalmış görünce, kendi kendime gülüyorum . Annem ne kadar güzel anlatmış, kafamda nasıl canlandırdıysam, her şeyin aynı kaldığını düşünüyorum, sanki daha önceki hallerini bilirmişim gibi. Ama annem de aynı her şey, zaman durmuş gibi diyor. Belki de durmuştur. Kim bilir.
-Buradan dere kenarına, çarşıya gidelim diyorum. Tıflı ninenin anneanneme, derdin olursa kimseye anlatamadığın, gel bu dere kenarına, dereye anlat, bütün derdini alır, götürür kuş gibi hafiflersin dediği yere gidelim.
-Evet, diyor annem.
– Meydana gidelim. Dere de orada zaten. O gürül gürül akan dere, uzun zaman rüyalarıma girerdi. Bayılırdım dere kenarına ve o meydanda oturup dereyi seyretmeye.
Meydana geldiğimizde bende şaşırıyorum, ne kadar güzel bir meydan burası. Çarşı içi, dükkanlar, çok sevimli. Mağazada satılanlara bakınca, biraz zaman gerçekten durmuş gibi hissettiğimi anlamış annem.
-Kusura bakma da burayı, İstanbul ile kıyaslama . Burası küçük bir kasaba. Küçük bir kasabaya göre değerlendir diyor. Ama yine anlamadım, yüksek sesle mi söyledi, yoksa ben iç sesini mi duydum.
– Öykü gel bakalım martenitsa var mı, hatıra alalım. Ve tabii çibritsa da, diye sesleniyorum kızıma….
Çocukluğumda Bulgaristan’dan gelen akrabalar getirir, bazen de birileriyle yollarlardı. -Annemin yakasına takıp, baharda dere boyunda kızlı erkekli, arkadaşlarıyla yürüdüğü yollardan bizde geçelim, yakamızda martenitsalarla diyorum gülerek.
Annem ilk kez değişen bir şey gördü. Derenin suyu azalmış,
-Bizim zamanımızda çağlayan gibiydi, şimdi, minik dere olmuş dedi.
-Doğrusun, benim anılarımda da hep çağlayan şeklindeydi dedim gülerek.
Gerçekten şaşırtıcı, bu kadar yeşil bir yer uzun zamandır görmedim. Her yer orman, her yer ağaç ve yeşillik. Ona rağmen derenin suyu azaldıysa, vay bizim halimize dedim içimden. Yani ormanını koruyan ülkeleri bile kuraklık vuruyorsa, bizim halimiz nice olur, ülke olarak. Bugün buna bile üzülemeyeceğim. Bugün üzülmek, endişelenmek yok. Bugün çok özel bir gün. Coşku ve mutluluk var.
Belma ablanın tuhaf ayak sürmesine rağmen, annemin kararlı ısrarı ile tren garına doğru yürüyoruz.
Annemin arkasından sessizce yürürken, birden korkunç çığlıklar duymaya başlıyorum, sanki boğulacakmış gibi hissediyorum. Nefesim kesiliyor. Ilık güneşli bir bahar günüyken, birden acayip boğucu bir hava çöküyor etrafımıza.
Korkunç…
Bir sürü insan kalabalığı, iğne atsan yere düşmez bu kalabalıkta. Acaip bir uğultu var, bir taraftan yoğun iç çekiçleri duyuyorum, diğer taraftan yürek parçalanması, hepsini duyuyorum, hissediyorum, yaşıyorum. Korkunç uğultu devam ediyor, büyük, yoğun bir sızı var, burun direğinin sızlaması neymiş, bu yürek sızısının yanında…Taa içimde derinlerde duyuyorum, anlat derseniz, anlatamam, yaşıyorum, hatta ben tamamen o sızı oldum şuanda..
Korkunç, nasıl oldu bu?, ne yapacağım, bundan sonra böyle mi yaşayacağım?. Zamanda geri mi gittim yine . Ne oldu bana,? Annem bunları mı yaşadı.. Ne kadar korkunç bir manzara.
Bu manzarayı sadece ben mi görüyorum?, Öykü ile Can da görüyor mu?
Peştera’da tren istasyonundayız. Annem, ben, kızım ve oğlum. Bir de mihmandarımız sevgili Belma abla. Annemin kuzeni. O getirdi buraya bizi. Onun burada yazlık evi var. Hiç bağı kopmadığı için, Bulgarcayı ana dili olarak çok akıcı kullanıyor. Her yeri biliyor, herkesi tanıyor. Onunla geldik Bulgaristan’a. Peştera’ya.
Yol boyu hep konuşmuştuk, İstanbul’dan buraya arabayla geldiğimiz için, bolca vaktimiz vardı. Hepsini konuştuk. Annemlerin evinin hala aynı durduğunu biliyoruz. Rüştiye’ye , dereboyuna-meydana gideceğiz. Saat kulesine çıkacağız. Annemin halasının kızı hala Peştere’de yaşıyor. Ama Alzheimer olmuş maalesef, neredeyse son günleri diyorlar. Gelini bakıyor, gidip onu göreceğiz.
Her şeyi konuşmuştuk. Ama tren istasyonu, hiç yoktu planda. Yolda da hiç adı geçmedi. Sadece Peştera’ya gelince, bir iki kez, laf arasında annem Belma ablaya, tren garına gitmek istiyorum dedi. Belma abla da, sanki pek taraftar değilmiş gibi, önce duymamış gibi yaptı. Annem ısrarcı olunca da, kapalı oralar, bir şey de yok zaten, gidip ne yapacaksın Nüshet ablacım dedi.
Ama annem gayet, kararlı ve net bir şekilde, şimdi tren garına gidiyoruz diyerek yürümeye başlayınca, hepimiz onu takip ettik. Sadece eşim yok yanımızda, o arabayı almaya gitti. Annem dönüşte, yorulunca binmesi için.
Ama tren istasyonuna gelişimizin bu kadar dramatik olacağını, bana yine, zamanda yolculuk yaptıracağını hiç düşünmemiştim.
Tren istasyonundan ayrılış, veda sahnesini, ne annem, ne de anneannem bana anlatmamıştı. Onların anlatılarında, tren yarı yoldayken, bulundukları kompartımandan, trenin ikiye ayrılması ile eşyalarının ve içine sakladıkları altınların, öbür vagonda kalması ve onların beş parasız, sadece üzerlerindeki giysilerle, Türkiye’ye dramatik giriş yapmaları vardı . Hiç tren istasyonundan dramatik bir ayrılış yoktu.. Bu da nerden çıktı şimdi…
Çarşı, dere kenarı, çocukluğumdan beri, anneannemin, annemin, Tıflı ninenin hikayelerinin geçtiği meydan, orman, şehir gözümde aynen hayal ettiğim gibi.
1950 Yılında donmuş kalmış. 1950 yılı için hayli gelişmiş, 2016 yılı için bir hayli eski moda. Ama hiç çirkin değil.
Çok ilginç. Annem;- buradan Bursa’ya gittiğimizde, hele İnegöl’e gittiğimizde nasıl korkunç gelmişti dedi ilk kez. Ama anayurdumuza geldik diye çok mutluyduk tabii. Fakat burada alıştığımız hiç bir şey yoktu. Ben burada Rüştiye’de okumuştum. Kızlı erkekli arkadaşlarımızla, çarşı içinde akşam üstleri yürüyüşe çıkar, dolaşır, sohbet ederdik. İnegöl’e geldiğimizde bırak arkadaşlarla dışarıya çıkmayı, ferecesiz çıkmak bile başlı başına dertti. Çarşıya, gezmeye genç kızların yalnız başına gitmesi gibi bir konu, kimsenin aklına dahi gelmezdi. Böyle bir istek de yoktu, şikayet de, ihtiyaç da. Oysa ben bambaşka bir şekilde yaşamıştım, farklı şeylerden zevk alıyordum. Ama vatan toprağımıza gelmiştik. Son yıllarda, hangi gece gelip, bizi kesecekler korkusu olmadan yaşayacaktık. İnanılmaz güzel gelmişti. Ne bıraktıklarımızı, ne kaybettiklerimizi, ne elimizde hiçbir şeysiz ortada kalakalmamızı, hiçbir şeyi sorgulamamıştık.
Hep bunları duymuştum. Garda trene binme, ayrılış sahnesinin bu kadar trajik olduğunu, hiç kimse, hiçbir zaman anlatmadı.
Sadece dere kenarında annemin, birkaç kez şimdi tren garına gidelim deyip, Belma ablanın da ayak sürmesinden hafif işkillenmiştim.
Daha sonra tren garına yürürken de, annem sürekli konuştu. Ki, bu hiç iyiye işaret değildir. Annem, tıpkı benim ondan kopyaladığım gibi, stresli ve heyecanlı olduğu zamanlarda çok konuşur. Konuşmaya başladı. Ancak ne ben onu duyuyordum, ne de o ne konuştuğunun farkında. Derinlerden ara sıra Belma ablanın sesi geliyor, ama onun da ne dediğini anlamıyordum. Etraftan korkunç bir uğultu geliyor. Herkes ağlıyor, hıçkırıklar, sessiz bağırışlar, uzun kucaklaşmalardaki iç çekiş sesleri, bunların hepsini duyuyorum, ne oluyor, ciddi bir gürültü var. Belma abla orası tamamen boş, kullanılmıyor, ne yapacaksın gidip de demişti. Peki bu gürültü neyin nesi.
Birden tren garının binasının önüne geldik, bağırışlar, ağlamalar, hıçkırıklar, dayanılacak gibi değil. Başım çatlayacak gibi katlanamıyorum. Çıldıracağım, dayanılmaz buna diyorum.
O an durup çevreme, tekrar bakıyorum, hiç kimse yok, her yer bomboş.
Birden o etraftaki o hüzünlü bomboşlukla beraber, hıçkırıklarla ağlamaya başlıyorum. O ana kadar hiç ağlamamış olan ve bu konuda hiç ama hiç konuşmamış olan annem – ki ilk kez böyle ağladığını görüyorum- avazı çıktığı kadar bağırıyor, bağırıyor, ağlıyor, bize bakan oğlum ve kızım da birden bire avazları çıktıkları kadar ağlamaya başlıyorlar.
Belma abla sessizce gelip, anneme sarılıyor, birbirlerine sarılmışlar, annem hala avaz avaz ağlayıp bağırıyor. Oğlum kızım hepimiz avaz avaz bağırıp ağlıyoruz. Arabayı park edip, gelen eşim ne olduğunu anlamamış, bize öylece bakıyor, soru sormaması gerektiğinin farkında.
Orada ne kadar kaldık, ne kadar ağladık, hatırlamıyorum.
Etraf bomboş, bizim ağlamalarımızla benim kafamdaki sesler hepsi çok güzel bir ahenkle birleşti. Sanki birbirinin içine geçmiş ve daha önce kırık olan dişli gelip, yerine oturmuş ve yeniden yağlanıp bakımı yapılmış gibi, ahenkle dönüyor dişliler. Sanki bir el tutmuş döndürüyor …. Neyin dişlisi bilmiyorum, ama bir dişli dönüyor.
Öylece kaldık orada.
Sonra birden annem sustu, hiç bir şey demeden arkasını dönüp, tren istasyonundan çıktı. Yüzünü gözünü silen bizlerde onu takip ettik.
Birden tüm sesler kesildi, etraf inanılmaz sessiz. Sessizliği ben bozdum.
-Belma abla, şu meydanda börek, çay var demiştin değil mi? Gidip börek yiyip, çay içelim mi?
-A tabii Gültencim, her şey var orda. isterseniz, ızgara falan da yapıyorlar, bira, şarap da var. Bulgar ev yapımı şaraplar.
Kendimi bazen çok dünyalı hissetmemin nedenlerinden biridir, her durumda, en üzüntülü, hasta, depresif vs. her türlü anımda, İngiliz yanım varmış gibi; would you like some cup of tea? diyesim gelir. Bir bardak çay, her derde devadır benim için. Ve şu an hepimizi çay iyileştirir, buna eminim.
Süper dedi eşim de, hadi o çay bahçesine gidelim. Hiç bir şey olmamış, orada avaz avaz ağlayan, kafasının içinde 5 Eylül 1950 gününü yeniden yaşayan ben değilmişim gibi, bir an bütün gücüm geri geldi, o kalabalık kafamdan sessizce gitti.
Çay bahçesine oturup, glütenmiş, kiloymuş vs hiç düşünmeden muhteşem börekleri, yanında çayla birlikte, bir güzel mideye indirdik. Hiç kimse konuşmadı.
Sessizce çay içip, böreklerimizi yedikten sonra, derin bir iç çekerek eşime döndüm ; -Şimdi ev yapımı bir kadeh Bulgar şarabı içebiliriz…Ne dersin?
Köşe Yazıları
Bir Toplumsal Çöküş Distopyası

Peygamberin Şarkısı-Paul Lynch
Karanlık zamanlarda söylenecek mi şarkılarda? Evet, şarkılarda söylenecek, karanlık zamanlar hakkında.
Bertol Brecht
İrlandalı yazar Paul Lynch’in 2023 Booker Ödüllü romanı Peygamberin Şarkısı tam da bu karanlık zamanlar için yazılmış, çağımızın vicdanını sorgulayan, acı bir şarkı gibi. İrlanda’da geçen ama evrensel bir faşizm eleştirisi sunan roman, karakterlerin ve toplumun içine düştüğü sıkışmışlığı bir nefes darlığı çeker gibi okura hissettiriyor. Gerilim, atmosfer ve duygu katman katman inşa ediliyor. Ve ortaya çıkan şey: sert, sarsıcı, acımasız, aynı zamanda distopik bir kurgu olsa da inanılmaz gerçek bir hikâye.
Roman, Dublin’de yaşayan Stack ailesi üzerinden totaliter rejimin sıradan hayatları nasıl paramparça ettiğini anlatıyor. Ailenin babası Larry, öğretmenler sendikasında yöneticilik yapan, hak savunucusu bir öğretmen. Bir gün ansızın devletin yeni istihbarat teşkilatı olan GUHB (Kamu Düzeni Yüksek Bürosu) tarafından tutuklanıyor. O andan itibaren roman, bilim insanı olan anne Eilish’in gözünden anlatılıyor. Eilish, dört çocuğuyla birlikte hem eşine ne olduğunu anlamaya hem de ülkesinin içine yuvarlandığı karanlıktan ailesini korumaya çalışıyor.
Paul Lynch’in ilham kaynakları arasında Suriye iç savaşı, 2015’te Muğla’nın Bodrum ilçesi sahilinde cansız bedeni bulunan Aylan bebek ve Herman Hesse var. Bu üç öğe, romanın vicdanını, öfkesini ve derinliğini anlamak için önemli. Çünkü Peygamberin Şarkısı, sadece bir annenin direniş hikâyesi değil, aynı zamanda “olmaz” dediğimiz her şeyin nasıl mümkün kılındığını anlatan bir toplumsal çöküş romanı.
Romanda zamanla iç savaşın eşiğine gelen İrlanda, seçimleri kazanan aşırı sağcı bir partinin baskılarıyla dönüşüyor. Kurumlar çökertiliyor, medya ele geçiriliyor, insanlar “sessizce” kayboluyor. Lynch, bu yolculukta özgürlük kavramını paramparça ediyor: “Eskiden özgür iradeye inanırdım, ‘kuşlar kadar özgürüm’ sanırdım ama artık o kadar emin değilim.”diyor Eilish.
Roman, sadece olayları anlatmakla kalmıyor; okura bir duvar gibi çarpıyor. George Orwell’in 1984’ü, Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’i gibi klasik distopyalardan biraz daha farklı bir kurgu ile, bir annenin yanan kalbinden yükselen haykırışla yaklaşıyor distopyaya. Bu anlamda Lynch’in yazarlığı yalnızca anlatıcı değil, aynı zamanda tanık. Olaylar, kendi kendini devindiren bir felaket zincirine dönüşüyor; tıpkı gerçek hayattaki gibi.
Peygamberin Şarkısı aynı zamanda bir unutmaya karşı direniş. Çünkü insanoğlu bazı savaşlar, bazı ölümler, bazı kayıplar hep başkalarının başına gelecekmiş gibi sanıyor. Lynch bu yanılgıyı okurun elinden alıyor. İktidarı eline geçirenlerin nasıl aynı karanlığa bulaştığını, insan doğasının içinde uyuyan kötülüğün fırsatını bulduğunda nasıl harekete geçtiğini, özgürlük dediğimiz şeyin ancak mücadeleyle var olabildiğini gözümüzün içine baka baka anlatıyor.
Roman boyunca “gerçek” dediğimiz şeyin ne kadar kolay dönüştürülebileceğini, medyanın tekrar tekrar söylediği her şeyin nasıl bir hakikate evrildiğini görüyoruz. Herkes “yeni düzene” sessizce alışıyor. En çok da sessiz kalanlar günün sonunda neler kaybettiklerini çok acı bir şekilde tecrübe ediyor.
Paul Lynch’in Peygamberin Şarkısı, bugünün dünyasına yazılmış bir uyarı niteliğinde. İçine çektiği o dipsiz kuyudan çıkamıyor, gerçekliğin içinde karanlık zamanların şarkısını söylerken buluyorsunuz kendinizi. Kitap boyunca Queen’in aynı adlı parçası kulağınızda çalarken, roman bittiğinde bile bu melodi zihninizde yankılanmaya devam ediyor.
Köşe Yazıları
Yas dediğin ne kadar sürer; bir gün sona erer mi? Yoksa insan sadece onunla yaşamayı mı öğrenir?

Maggie O’Farrell’in 2020 Woman’s Prize Ödüllü Hamnetromanı, yasın en derin sularında yankılanan bir ağıt gibi… Okuru 16. yüzyılın kasvetli, veba gölgesindeki İngiltere’sine götürüyor ve bir annenin en büyük kaybını, bir babanın sessiz yasını, bir ailenin eksilen ruhunu anlatıyor. Bu, yalnızca bir çocuğun ölümü değil; bir evin, bir annenin, bir babanın içinde açılan derin bir boşluğun hikâyesi.
1580’lerde Stratford’un Henley Caddesi’nde bir çiftin üç çocuğu oluyor: Suzanne ve ikiz kardeşler Hamnet ile Judith. Anne Agnes, doğanın dilini bilen, sezgileriyle gökyüzünü okuyabilen, bitkilerde şifa arayan bir kadın. Babaları ise Shakespeare… Ama bu hikâyede Shakespeare’in adı hiç anılmıyor. O, burada yalnızca bir baba; kaybını kelimelere dökemeyen, yasını sessizce taşıyan bir adam.
Hikâye, Hamnet’in yalnızlığıyla başlıyor. Ateşler içinde yatan kardeşini kurtarabilmek için odadan odaya koşuyor ama evin içinde yalnızca kendi ayak sesleri yankılanıyor. Ne annesi aşağı katta ne de babası evde…Kaderin acımasız elleri ona dokunuyor. Ölüm, Judith’i almak için geliyor ama Hamnetonun yerine geçiyor.
Bu kayıp, Agnes’in ruhuna kapanmaz bir yara açıyor. Yüzüne dokunduğu an, oğlunun artık bir hatıraya dönüştüğünü hissediyor. Bir zamanlar şifacı elleriyle insanları iyileştiren kadın, şimdi kendi içindeki boşluğu dolduramıyor. Yas, onun üzerine çöküyor; gökyüzü kararıyor, dünya sessizleşiyor. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil.
Shakespeare ise yası başka bir şekilde yaşıyor. Londra’dasığındığı tiyatroda kelimelerle kendi acısına şekil vermeye çalışıyor. Dört yıl sonra, oğlunun adını sahneye taşıyor. Hamlet… Oyun sahnelendiğinde, seyirciler için bir trajedi ama Shakespeare için bir ağıt oluyor.
Roman, iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm Hamnet’inhikâyesini anlatıyor, ölümün sessiz adımlarını hissettiriyor. İkinci bölümde ise Agnes’in gözünden lirik bir aşk, bir kayıp ve bir annenin dönüşümü anlatılıyor. Shakespeare’in Londra’da geçirdiği yıllar, ailesinden kopuşu, sahnede kelimelerle kendine bir dünya inşa etmesi de bu bölümde hayat buluyor.
Ancak bu hikâyede başkahraman Shakespeare değil. Asıl merkezde Agnes var. Doğaüstü sezgileri olan, başına buyruk, toplumsal kalıplara sığmayan bir kadın. Evinin gölgesinde şifalar bulan, ama en büyük acıyı yaşayan bir anne. Agnes bir doğan besliyor. Bu kuş, onun özgürlüğünün, gücünün bir simgesi. Ama ne iradesi ne de bilgeliği, onu en büyük kayıptan koruyabiliyor. Şifacı elleri, kendi oğlunu iyileştiremiyor. İşte, en büyük trajedi burada.
O’Farrell’in anlatımı, bir masal gibi büyülü, bir ağıt gibi hüzünlü. Kelimeleriyle okurun duyularına dokunuyor, kokuları, sesleri, ışığı hissettiriyor. Romanın her satırında yasın ağırlığı, kaybın kaçınılmazlığı ve aşkın zamana yenilmeyen izleri var.
Bu kitabı bir tarihsel roman gibi okumak yanıltıcı olabilir. Çünkü Hamnet, tarihsel gerçeklerden ilham alsa da bütünüyle bir kurgu. Shakespeare’in Hamlet oyununa adını veren oğlu Hamnet’in vebadan öldüğü rivayetinin üzerine inşa edilmiş bir hikâye. Ama yazar, onu sadece bir olay olarak anlatmıyor; acının derinliğini, bir annenin yaşadığı yası, kaybın bir aile üzerindeki yankılarını öyle güçlü işliyor ki kitap, büyülü gerçekçiliğin sınırlarında dolaşan bir modern klasik haline geliyor.
Hamnet, kaybedilmiş bir çocuğun, eksilmiş bir evin, parçalanmış bir annenin hikâyesi. Yasın, birini nasıl sonsuza dek değiştirdiğini anlatan en güzel romanlardan biri. Eğer kaybın ve aşkın en saf halini hissetmek, edebiyatın büyülü dünyasında yasın sesini duymak isterseniz, bu kitap tam da kalbinize dokunacak…
Köşe Yazıları
OSCARIN YILDIZLARI

Oscar ödül töreninde kırmızı halının en şıkları ve en “olmamış”ları…
OSCAR KİMİN?
Oscar akademi ödül töreni, eskisi kadar heyecanlı, ilgiyle beklenen bir ödül töreni olmasa da, film yıldızlarının kırmızı halıda ne giydikleri, törende neler yaptıkları hayranları tarafından merakla takip edilmeye devam ediyor.
Kırmızı halı; lüksü, şıklığı, zarafeti, asilleri, kazananları temsil etme özelliği taşıyan özel bir anlamı vardır. Ödül törenlerinde ünlülerin şıklık yarışına girdiği kırmızı halı için; aylar öncesinden onlara özel olarak sadece onların üzerinde gördüğümüz elbiseler, mücevherler, ayakkabılar bazen oscar ödül heykelini gölgede bırakır.
Bu yıl ki Oscar ödül töreninin kırmızı halıda kimler şık diye baktığımda pekte çok şık birilerini göremedim diyebilirim. Oyüzden hem şıkları hemde rüküş demeyim de olmamışları sizler için yorumlamaya başlayalım.
OSCARIN YILDIZLARI
DEMİ MOORE

Yıllara meydan okuyan güzelliğiyle, genç görünümünü kaybetmeyen fiziğiyle Demi Moore bence gecenin en şıkları arasındaydı.
Giorgio Armani’nin tasarımı olan; gümüş rengi ışıl ışıl parlayan, ölçülü göğüs dekolteli, kalçada hareketlilik sağlayan drapajlı balık elbisesi ve Chopard mücevherleriyle bir yıldız gibi parlıyordu. Kırmızı halı Oscarını ben Demi Moore ‘a veriyorum..
MİKEY MADİSON

Mikey Madison; “Anora” filmindeki rolüyle en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı. Christian Dior Coutre’dan 1950’ler tarzı, göğüs altında bir fiyonk efektli siyah ve pembe kombin renkli bir elbisesi ve 1910’lardan kalma bir Tiffany kolye ve uyumlu bir bileziğiyle eski Oscar törenlerine atıf yapan tarzıyla kırmızı halı şıkları arasına girdi.
ADRİEN BRODY
“The Brutalist” filmindeki performansıyla En iyi erkek oyuncu dalında ikinci Oscar ödülünü kazanan Adrien Brody; geceye Giorgio Armani simokini ve mücevher tasarımcısı Elsa Jin imzalı yaka broşuyla gecenin en şık erkeğiydi.

SELENA GOMEZ

Selena Gomez Oscar’a misafir olarak gelsede elbisesiyle en şıkları arasında olduğu için onu öne aldım. Ralph Lauren imzalı ışıltılı elbisesinin tarzıyla Hollywood yıldızlarından Sophia Loren’e selam gönderiyor.
Bu şık elbiseyi, Bulgari elmas kolyesi ve elmas yüzüğüyle tamamlayarak Hollywood yıldızlarının lüks şıklığını yansıtıyor…
MONİCA BARBARO

Oscar yıldızlarından biriside Monica Barbaro ; geceye prenses stilli, kabarık uçuk pembe saten etekli, zarif dekolteli Dior Couture elbisesi ve göz kamaştıran Bulgari mücevherleriyle katıldı.
ARİANA GRANDE
“Wicked” filmiyle pop starlıktan, Hollywood starlığına geçiş yapan Ariana Grande; kırmızı halıda Schiaparelli Couture imzalı pudra tonlardaki hareketli çember etekli, straplez elbisesiyle boy gösterdi.

TİMOTHÉE cHALAMET

Dönemin bütün kırmızı halılarının aranan isimlerinden olan, Kyle Jenner ile olan ilişkisiyle gündemden düşmeyen Timothée Chalamet, renkli hayatını yansıtan neon sarı takım elbisesiyle gecenin en dikkat çekici olduğu kadar en rüküşleri yada “olmamışları” arasındaydı…
Lisa

Lisa son dönemin en dikkat çeken isimlerinden ancak kırmızı halıda giydiği Markgong tasarımı smokin elbisesi, Bulgari mücevherleri (mücevherleri gören var mı?) ve rastgele toplanmış kahküllü saçlarıyla dikkat çekmekten öteye gidemeyen bir “olmamışlık” la boy gösterdi.
HALLE BERRY

Oscar ödül törenine sunucu olarak katılan Halle Berry; kırmızı halıda Cristiano Siriano imzalı, tam 7000 aynalı kırık kristallerden oluşan straplez balık elbisesiyle katıldı. Aynalı kristallerin tek tek işlenmesindeki büyük emeğe saygım var ama bu elbise sanki Oscar’in ağırlığını taşımıyor bence oyüzden ne yazıkki o da bu gecenin “olmamış”ları arasına girdi.
SCARLETT JOHANSSON

Scarlett Johansson; Thierry Mugler imzalı lacivert kadife elbisesini uzun lacivert kadife eldivenleriyle tamamlayarak, De Beers mücevherleriyle kırmızı halıda yerini aldı. Bir opera sanatçı pozundan da anlaşılacağı gibi Oscar ödül törenine değilde Opera da sahne alacak gibi görünüyordu. Bence o da ne yazıkki “olmamış”tı..
Oscarlar kime giderse gitsin kırmızı halı ödüllerini hakedenler kazandı.
Yazan ve hazırlayan: Ayşenur Demirkan
-
E-Dergi1 yıl önce
İsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
Ekonomi1 yıl önce
İsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
Yaşam12 ay önce
Kıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
İsviçre1 yıl önce
Dünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Gündem5 ay önce
ERDOĞAN KARŞITI PAYLAŞIMLARI SIĞINMA BAŞVURUSUNDA HAKLI GEREKÇE OLARAK GÖRÜLMEDİ
-
Dünya5 ay önce
META’NIN COVİD-19 AŞILARIYLA İLGİLİ YANILTICI BİLGİ KARARI: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLIYOR MU?
-
Gündem5 ay önce
TÜRKİYE’DEN GELEN SIĞINMA BAŞVURULARINA GETİRİLEN SERT UYGULAMALARA TEPKİ
-
Kültür Sanat1 yıl önce
Ferdi Tayfur’un Mücadele Dolu Hikayesi: Şeker Hastalığı ve Organ Nakli