Köşe Yazıları
Dağlar içimizdeki zirveler mi?

Dolomitler’in eteklerinde birkaç gün
“Ben dağları sevmem, çocukluğumdan beri sevemedim. Üstüme üstüme geliyorlar gibi hissederim hep.”
İsviçreli arkadaşım Sandrine’le dağlar hakkında yaptığımız bir sohbette onun söylediği bu sözler beni oldukça şaşırtmıştı. Dağların görkeminden- hem de İsviçre gibi bir ülkenin Alpler’inin ihtişamından etkilenmemek nasıl mümkün olabilirdi?
Bu cazibeli ülkeye yeni taşındığım yıllardı. Lozan’da yaşıyor, Leman Gölü’ne bakan mağrur Jura Dağları’nı büyülenerek seyrediyor ve yoğun iş tempomdan arta kalan zamanımı gölün etrafında dağ manzaralı yeni yerler keşfederek geçiriyordum.
Sandrine’le sohbetimizin üzerinden 10 yıl geçtiği ve ben İsviçre’nin başka bölgesine taşındığım halde ne zaman kafamı kaldırıp dağlarla gözgöze gelsem, her defasında ilk günkü gibi o güçlü çekim alanlarına giriyorum.
İtalya’nın bilinmeyen heybetli yüzü: Dolomitler
İsviçre’nin Alpler’i tarafından yıllardır yeterince baştan çıkartılmış olmam yetmezmiş gibi geçen hafta, İtalya’nın karizmatik Dolomitler’i ile tanışmak bende adeta bir “ilk görüşte aşk” etkisi yarattı.
UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan bir doğa harikası olan Dolomitler, İtalya’nın Trentino ve İtalya/Avusturya sınırının her iki tarafında kalan Alto Adige bölgelerinin ortak alanında yer alıyor. İsimlerini aldıkları “dolomit” adlı bir mineral sayesinde gün batımında turuncu-pembemsi bir renge bürünüyorlar. Bölge halkı tarafından bu olayı tanımlamak için “pembeleşme” anlamında kullanılan kulağa çok hoş gelen Latin kökenli bir de kelime var: “enrosadira”.
İsviçre’nin zümrüt göllerine ve zirveleri neredeyse tüm yıl boyunca vanilyalı dondurma ile bezenmiş gibi görünen dağlarına ziyadesiyle alışkın, İtalya’nın cömert güzelliklerini de kanıksamış biri olarak Dolomitler’in etkileyiciliği karşısında gafil avlandığımı hissediyorum.
İlk gün, gök delinmişçesine yağan yağmur nedeniyle iyice alçalmış bulutların içinde çözünmüş gibi görünen dağlar bana belli belirsiz göz kırpsa da, ertesi gün pırıl pırıl bir güne uyanıp pencereyi açtığımda tüm ihtişamlarıyla karşımdalar! Baharın kıpırtısını coşkulu bir şekilde yansıtan Mayıs ayının da etkisiyle vadiler yeşile doymuş, gökyüzü alabildiğine açık, dağların zirveleri ise benim sevdiğim şekilde karlarla kaplı.
Yüksekliğin yalnızlığı, sessizliğin anlattığı
Bölgede fazla değil, topu topu iki buçuk gün kalıyoruz. Görkemli dağ manzaralarına doyduğumuz bu birkaç gün süresince ben dağların heybeti üzerine düşünüp duruyorum. Dolomitler’in ağırbaşlı zirveleri, yumuşak vadileri ve bıçak gibi keskin görünen yüksek kayalıkları insana öylesine net, öylesine güçlü bir duruşla bakıyor ki, yaşamdaki her şey o an için adeta silikleşiyor. İnsan orada öylece durup koygun sessizliğin içinde doğanın görkemini seyrederken ferahfeza bir duyguya kapılıyor; derin bir dinginlik ve doğayla bütünleşme duygusu.
“Dağların sessizliği ne çok şeyi susturuyor. Aynı zamanda ne çok şey söylüyor” diye düşünüyorum milli parkın içinde kayalıklara doğru yürürken. Dağlar sessiz. Ama bu sessizlik bir yokluk gibi değil; nasıl desem, içi dopdolu bir varlık hali daha çok. Konuşmayan ama içimdeki tüm düşünceleri dinleyen dev bir varlık hissediyorum sanki.
“Bu yüzden mi acaba insan, dağlara bakarken yalnızlığın içinde yalnız olmadığını hissediyor?” diye soruyorum kendi kendime.
Gözümüzün görebildiği sınırların ötesine uzanan, göğe doğru yükselen o sessiz devler… Onlara baktığımızda yalnızca taş ve topraktan ibaret olduklarını söylemek mümkün mü? Düşünürler, şairler, yazarlar boşuna dağları sadece tabiatın bir unsuru olarak değil, insanın içsel dünyasına açılan bir kapı olarak görmemişler. Onlara bakarken, hepimiz biraz kendi içimize bakıyoruz galiba. İç dünyamızın, arayışlarımızın ve sınırlarımızın adeta birer metaforu dağlar. O heybetli tepeleri sadece yükseklikle değil, içsel derinliğimizle de özdeşleştiriyoruz belki de.
Sadece uzaktan seyretmek bile bunları düşündürtürken, zirvelere tırmananlar kimbilir yolculuk boyunca neler düşünüp, neler hissediyorlardır… Tepeye çıktıkça çevrenin netleşmesi ve o mutlak sessizlik, aynı zamanda düşüncenin berraklaşmasını da beraberinde getiriyor olmalı. Uçakla seyahat ederken bile belli oranda hissettiğim bir duygudur bu. Göğe yükselmek bir anlamda sanki, insanın içsel yükselişi de demek.
Diğer yandan, dağların heybeti, doğanın en etkileyici tecellilerinden biri ve bu görkem, birçok kişi için yaratıcının kudretinin sessiz ama güçlü bir ifadesini de simgeler. O görkemde yaratıcıyı görebilmek, dağların sadece yüksekliklerini veya büyüklüklerini değil, o derin anlamı ve aşkınlık hissini de kavrayabilmek demektir.
Dağlar, pek çok öğretide, dinde ve kültürde hakikate ulaşma yolculuğunun bir parçası olarak görülür. Felsefede bilgelik arayışı, bilge kişinin kalabalıklardan uzaklaşıp dağa çekilmesi, çoğumuz için tanıdık kavramlardır.
Nietzsche’nin meşhur “Böyle Buyurdu Zerdüşt”ünde Zerdüşt, toplumda her alandaki çürümüşlüğe başkaldırı olarak dağda inzivaya çekilir. Dağ, bilge kişinin içsel arınmayı ve derin düşünceyi geliştirdiği yerdir. Dağda, hem içe dönüş, hem de dönüşüm gerçekleşir.
Dağ ve Sınav: Mücadele ve insan iradesi
Zerdüşt’ün hemen ardından aklıma bir iki yıl önce okuduğum bir kitap geliyor: İsviçreli yazar Max Frisch’ten “Sessizliğin Yanıtı”.
Dağlarla içiçe yaşayan bir coğrafya olmasından dolayı Avrupa edebiyatında sık görülen dağ temasının bu kitapta çaba, irade ve benliğin aşılması kavramları ile nasıl ilişkilendirildiğini anımsıyorum. Kısacık romanda 30 yaşındaki bir adamın varoluşsal sorgulamalarına ve dağla kurdugu derin ilişkiye tanık oluruz. Kimsenin cesaret edemediği Nordgrat zirvesine tırmanma kararı, sadece fiziksel bir tırmanışı değil, aynı zamanda içsel bir yüzleşme ve varoluşsal sorgulamayı simgeler. Dağ onun için yaşamın sıradanlığına ve beyhudeliğine karşı bir sığınak, bir kaçış noktası, aynı zamanda kendini keşfetme alanıdır.
Dolomitler’den ayrılırken “İster Tanrı’yla yüzleşme, ister bilgeliğe ulaşma, ister içsel yükseliş demek olsun; dağ, aşkın olanın eşiği aslında” düşüncesi zihnimde dönüp duruyor.
Bu birkaç günün ve dağların bana hissettirdiklerinden ötürü mutluyum. Doğa her zamanki gibi bana çok iyi geliyor, yol boyunca bize selam veren sıradağları izlerken kendi kendime gülümsüyorum.
Köşe Yazıları
MELTEM RÜZGARI GİBİ İNSANLAR; RUHUMUZA ESEN HUZUR

📌 Köşe Yazısı – Saliha Zeynep Alcan
⏱️ Okuma süresi: 2 dakika
Meltem rüzgarını bilirsiniz… Yaz sıcağında birden esen o hafif, tatlı esinti. Ne kavurur ne ürpertir. Sadece sarar, serinletir, ferahlatır. İşte bazı insanlar da tam böyledir. Yanlarında bulunduğunuzda sanki ruhunuza bir meltem dokunur. Derin bir nefes alırsınız, hayat yavaşlar, kalbiniz hafifler.
Bu insanlar çok kalabalık değildir ama bir kez rastladınız mı, ruhunuz onları tanır. Sözleriyle değil, varlıklarıyla konuşurlar. Gözlerinde fırtına sonrası sakinlik, duruşlarında güven veren bir liman vardır. Yanlarında kaygılar çözülür, dertler susar.
Empatiyle yaklaşırlar. Hayatın yüklerini taşımakta zorlandığınızda, tek bir bakışları bile yeter güç toplamak için. Pozitif enerjileri bulaşıcıdır, umudu hatırlatırlar. Rutin dışına çıkmaları, hayata kattıkları renk, sizin de içinizdeki keşfetme arzusunu uyandırır.
Ve o denk geliş bir de deniz kokusuyla birleşti mi… O zaman ruhunuz özgürleşir. Ufuk çizgisine baktığınızda yalnızca denizi değil, hayalleri de görmeye başlarsınız. Bu insanlar rüzgar gibi gelip geçmez. Deniz kokusu gibi yer ederler. Hatıralarda kalır, kalpte yaşarlar. Tıpkı bir yaz rüyası gibi.
Hayatı daha yaşanabilir kılan şeyler aslında çok basit:
Yağmur sonrası toprak kokusu…
Taze ekmek…
Eski kitapların sararmış sayfaları…
Ve bir çiçeğin ilk açtığı an…
Ve işte bu insanlar, bütün bu güzelliklerin ruh bulmuş halidir.
Onlar sayesinde yeniden hatırlarız:
“Gerçek zenginlik, etrafımızda huzur veren şeyleri fark edebilmektir.”
🖋️ Saliha Zeynep Alcan
📱 @isvicreninsesi

Köşe Yazıları
Bir Cümleyle Başlayan Yolculuk

Temmuz geldi
Hava, gri bulutlarını ardında bırakıp kavurucu sıcaklara teslim oldu. Yılın yarısını geride bırakmanın burukluğu var içimde. Bu dönem benim için sadece takvimde bir dönüm noktası değil; aynı zamanda bir iç muhasebe zamanı. İlk altı ayın Z raporunu çıkarıyorum😊: Neleri başardım, neleri hayata geçiremedim, okunacaklar ve yapılacaklar listemde kaç satırın yanına “tamamlandı” yazabildim?
Yeni altı aya planlar, projeler, uzun okuma listeleri eşlik ediyor.
Deniz, güneş ve kum üçgeninde yaşarken zihnimin hala üretken kalması, yeni fikirlerin sessizce aklımda dolanması beni mutlu ediyor. Defterlerimi karıştırdıkça şu cümle yankılanıyor içimde:
Zihnimde kira vermeden yaşayan bu fikirler için zaman ne de kısa; kırktan sonra nasıl da hızla akıyor zaman…
Günün sıcak ve nemli saatlerinde neredeyse pelteye dönen beynim, akşamın serinliğiyle yeniden can buluyor. Fonda Chopin’in Nocturne minör B.49’u çalıyor, kalemim kendi ritmiyle içindekileri sayfalara döküyor.
Yazmak, benim için hala küçük bir mucize. Harflerden örülü kelimelerin bir akarsu gibi satırlara dökülmesi…
Elimde son okuduğum kitap R.F. Kuang’ın çarpıcı kitabı Sarı Yüz var. Aldığım notları derliyorum. İçinde geçen bir cümle ise günlerdir zihnimin bir köşesinde dönüp duruyor:
“Yazmak gerçek sihre en yakın şey. Hiçlikten bir şey yaratmak, başka diyarlara kapılar açmak demek. Gerçek dünya canınızı fazla acıttığında, kendi dünyanızı şekillendirme gücü verir insana. Yazmayı bırakırsam ölürüm.”
Ben de çocukluğumdan beri hep okudum. Ve zamanla, yazmaya da başladım.
İsviçre’ye taşındığımda, her şeyden önce kitaplara tutundum. Beni başka dünyalara götüren o tanıdık sığınağa.
Nilay Örnek’in bir podcastinde, en sevdiği yazarlar arasında Agota Kristof’un adını duyduğumda, dikkat kesildim. İsmi ilk anda Agatha Christie ile karıştırılıyor olsa da anlatılanlar başka bir hikayeye açılıyordu.
Ve böylece karşıma çıktı Okumaz Yazmaz.
Kristof da bir göç hikayesinin kahramanı. Macaristan’dan İsviçre’ye, yirmi bir yaşında, bebeği ve eşiyle mülteci olarak geliyor. Lozan’da bir saat fabrikasında çalışarak geçen yıllar. Yeni bir dil: Fransızca.
Asla tam anlamıyla sahiplenemediği ama sonunda o dilde unutulmaz eserler verdiği bir yaşam.
Onun satırları, göçün ve yabancılaşmanın kalpte açtığı yarayı sessizce tarif ediyor:
“Ülkemi terk etmeseydim nasıl bir hayatım olurdu? Daha zor, daha yoksul sanırım, ama daha az yalnız, daha az parçalanmış, mutlu belki de.”
Bu cümle günlerce kulağımda yankılanıyor. Dilini bilmediğin bir ülkede, geçmişinle bağ kurmanın ve geleceğe tutunmanın tek yolu bazen bir kelimeye çıkıyor: Yazmak.
Kristof’un “Ayrılığın acısına dayanabilmek için tek bir çözüm kalacak bana: Yazmak.” cümlesi, benim için bir çıkış kapısına dönüşüyor. Beni ayağa kaldırıyor ve yazma isteğimi daha da büyütüyor.
O yüzden bugün, burada bu yazıyı kaleme alırken, bu yolculukta elimden tutanlardan biri olan Agota Kristof’u anmak istedim.
Onu daha yakından tanımak isteyenlere, kısa ama derinlikli bir otobiyografik anlatı olan Okumaz Yazmaz’ı öneririm. Ardından ise dünya edebiyatında hala ses getiren “Büyük Defter – Kanıt – Üçüncü Yalan” üçlemesine geçebilirsiniz.
Bu satırlar, belki birilerine ilham olur.
Belki de yalnız olmadığını hatırlatır birine…
Agota Kristof’tan Tekinsiz Bir Bellek Üçlemesi: Büyük Defter – Kanıt – Üçüncü Yalan
Agota Kristof’un bu çarpıcı üçlemesi, savaşın yıktığı bir coğrafyada, isimsiz bir ülkede, isimsiz bir zamanda geçiyor. Bu belirsizlik, metnin temel ruhuna da sirayet ediyor. Gerçeklik duygusu daha en baştan parçalanıyor. Her şey bir masal gibi başlıyor, ama masallardaki “iyi”ler çoktan yitip gitmiş.
Hikayenin merkezinde, savaş nedeniyle anneleri tarafından kırsaldaki büyükannelerine bırakılan iki küçük ikiz erkek çocuk yer alıyor. Açlık, yokluk, ölüm, istismar… Hayatın en sert halleriyle çok erken tanışıyorlar. Bu dünyada hayatta kalmanın yolu, duyguları törpülemekten, sistemli bir dayanıklılık geliştirmekten geçiyor. Ve tam bu noktada, kitap adeta bir sorgulamaya dönüşüyor: Ahlaki sınırlar, kişisel hakikatler, kimlik ve hayatta kalma dürtüsü arasındaki o ince çizgi sürekli test ediliyor.
Birinci bölüm Büyük Defter, ikizlerin acımasız ama sistematik gözlemleriyle örülüyor. Duygudan arındırılmış bir anlatımla yazılmış bölüm, okuru duygu değil, gerçekle sarsıyor.
İkinci kitap Kanıt, bir ayrılığın ardından geride kalanın hikayesine geçiş yapıyor. Ama artık her şey puslu. Gerçekten kim ayrıldı? Geride kim kaldı?
Sanki artık bir kişinin zihninin içindeyiz. Gerçekle hayal, geçmişle şimdi birbirine karışıyor. Anlatıcı değişiyor, hatta anlatılanın anlatıcıya ait olup olmadığından bile emin olamıyoruz.
Üçüncü kitap Üçüncü Yalan ise her şeyi yerle bir ediyor. Öğrendiklerimiz, sandıklarımız, inandıklarımız paramparça. Kime inanmalı? Anlatılanlar mı kurgu, yoksa biz mi gerçekliği yanlış hatırlıyoruz? Sayfalar ilerledikçe, anlatılanların hangi düzlemde geçtiğine dair güvenimiz sarsılıyor. İnsanlar var ama hayalet gibi; yaşanmışlıklar anlatılıyor ama rüyadaymış gibi.
Savaşın, sürgünün, yoksulluğun, ötekileştirmenin ve yalnızlığın insan ruhunda açtığı derin yaralar, Kristof’un soğukkanlı, neredeyse cerrahi anlatımıyla satırlara işliyor.
Kitabı okudukça, okuduğumuzun bir roman mı, bir zihinsel çöküşün güncesi mi, yoksa yazının varoluşsal gücüyle örülmüş çok katmanlı bir metin mi olduğundan emin olamıyoruz.
Köşe Yazıları
Sevgi Her Şeyi İyileştirir mi?

Hayatın farkındalık kısmını çok seviyorum. Çünkü ne zaman ve nerede sizi aydınlatacağı belli olmuyor. Fırsat buldukça film izlemeyi seven biri olarak, geçtiğimiz günlerde izlediğim bir filmde geçen şu soru zihnimi meşgul etti:
“Sevgi her şeyi iyileştirir mi?”
Bu soru bende bir beyin fırtınasına yol açtı. Gerçekten, sevgi her şeyi iyileştirebilir mi?
Tarih boyunca bu düşünce sanatın, edebiyatın ve felsefenin birçok alanında sorgulandı. Elbette, fiziksel hastalıklar, savaşlar, ciddi psikolojik rahatsızlıklar ve ekonomik sıkıntılar sadece sevgiyle çözülebilecek meseleler değildir.
Kanser hastası bir birey ne kadar çok sevilirse sevilsin, tıbbi desteğe ihtiyaç duyar. Savaşların sona ermesi ya da ekonomik zorlukların aşılması ise ortaklaşa çabaları ve somut çözümleri gerektirir.
Yani, sevgi sihirli bir değnek değildir.
Ama…
Sevginin hayatımızdaki yerini de yok sayamayız.
Çünkü sevgi, bir tedavi yöntemi değil belki ama tedavi sürecinin en güçlü destekleyicisidir.
Yapılan bilimsel araştırmalar da bunu destekliyor:
Sevgi dolu bir ortamda bulunmak;
- stres seviyesini azaltıyor,
- bağışıklık sistemini güçlendiriyor,
- kalp krizi riskini düşürüyor,
- uyku kalitesini artırıyor,
- ve Oksitosin, Dopamin, Serotonin, Endorfin gibi mutluluk hormonlarının seviyesini yükseltiyor.
Hastayken sevildiğimizi hissettiğimizde belki fiziksel acımız geçmez ama umutlu hissederiz. Sevdiğimiz birini kaybettiğimizde, karanlığımız bize gösterilen şefkatle hafifler.
Yalnız olmadığımızı bilmek, bu yükü tek başımıza taşımadığımızı hissetmek…
İşte bu, yavaş da olsa bir iyileşmedir.
Sevgi, bizi birbirimize bağlayan en güçlü bağdır.
Ama burada küçük bir detayı da unutmamak gerekir:
İnsan önce kendini sevmeli.
Hatalarımızla, eksiklerimizle, yaralarımızla…
Kendimizi olduğumuz gibi kabul ettiğimizde dönüşüm başlar.
Çünkü içten bir sevgiyle kendini kabul eden insan, başkasını da daha derin ve şefkatli sevebilir.
Özetle:
Sevmek bir seçimdir.
Paylaştıkça çoğalır.
Ruhsal ve fiziksel dayanıklılığın temelidir.
Karanlıkları aydınlığa çıkaran yegâne güçtür.
Sevgi olmadan geçen bir hayat, eksik bir hayattır.

-
E-Dergi1 yıl önce
İsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
Ekonomi1 yıl önce
İsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
İsviçre1 yıl önce
Dünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Yaşam1 yıl önce
Kıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
Gündem8 ay önce
ERDOĞAN KARŞITI PAYLAŞIMLARI SIĞINMA BAŞVURUSUNDA HAKLI GEREKÇE OLARAK GÖRÜLMEDİ
-
Dünya8 ay önce
META’NIN COVİD-19 AŞILARIYLA İLGİLİ YANILTICI BİLGİ KARARI: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLIYOR MU?
-
Gündem7 ay önce
TELEGRAM’DA ŞOK EDEN GRUPLAR: TECAVÜZ AĞLARI VE K.O. DAMLALARI
-
Gündem8 ay önce
TÜRKİYE’DEN GELEN SIĞINMA BAŞVURULARINA GETİRİLEN SERT UYGULAMALARA TEPKİ