Köşe Yazıları
Aklımızı Kaçırmazsak İyidir


Bugün yazar Franzobel’ in Die Presse gazetesindeki bir söyleşisini okudum. Dünyadaki olağanüstü durumlardan ve Avrupa’ nın bir savaşa sürüklendiğinden bahsediyordu. Dün Elon Musk’ ın Twitter/X platformunda Mars’ta kurmayı düşündüğü yeni distopik dünyanın bir görselini gördüm. Tek bir ağaç yok, doğanın D’ si yok karamsar bir dünya hayali. Bunlar her gün gördüğümüz haberlerden sadece iki örnek.
Gün geçmiyor ki, dünyanın sonu, savaşlar, açlık, felaketlerle ilgili bir haber görmeyelim. İnternete girmeyeyim diyorum artık onsuz da olmuyor. Tv’ de günlük haberleri izlemezsem sanki hayattan bir şeyleri kaçıracağım gibi geliyor. Ama bu felaket tellalığı da hayatımızdan ve ruhumuzdan çalıyor. Okudukça, izledikçe eriyoruz ve yokolma psikolojisine giriyoruz.
Felaket Haberlerine Rağmen Hayatı Sürdürebilmek
Dünya yıkılıyor haberlerinin yanında biz de normal ölümlüler olarak banal günlük hayatımızı sürdürmeye çalışıyoruz. Çocuğumun okul gezisi, veli toplantısı, yapılacak alışverişler, doktora ilaç yazdır gibi insani yükümlülüklerimizle uğraşıyoruz. Kalan birazcık boş zamanımızda da bizi biraz başka dünyalara götürecek iyi bir kitap veya film izlemeye, biraz doğada aktif kalmaya, sevdiklerimizle zaman geçirmeye çalışıyoruz.
Dünyanın ipleri bir avuç güçlü ama akıl sağlığından şüphe duyduğum insanın elinde ve istedikleri gibi oynatıyorlar gibi geliyor. Biz ne değiştirebiliriz? Hiç. Her ne kadar doğayı korumaya, iyi insanlar olmaya çalışsak da bu bir avuç insan istediğini yapmıyor mu sonuçta? Savaş çıksın diyorlar çıkıyor, bir yerlere el koymak istiyorlar oluyor. Güçlerini balyoz gibi insanların kafasına vurup duruyorlar.
Ben artık orta yaşı geçtim ne kadar ömrüm kaldı bilmiyorum ama gelecek nesiller için çok kaygılıyım. Çocuklarımızı nasıl bir gelecek bekliyor bilmiyorum. Dünyadaki hayatlarını mutlu geçirsinler istiyorum ve asla geleneksel anneler gibi evlenin, çocuk yapın demiyorum. Nasıl bir dünyaya çocuk getireceklerini bilemediğim için en azından kendi hayatlarını güzel yaşasınlar diye düşünüyorum.
Belki bunlar eskiden de vardı ama belki ilerleyen yaşımız, belki daha fazla sosyal medyayla haşır neşir olduğumuz için şimdi daha açık bir şekilde görebiliyoruz bir şeylerin yolunda gitmediğini.
Ben ve pek çok arkadaşım akıl sağlığımızı korumak adına spiritüelliğe yöneldik. Meditasyonlar, olumlamalarla harap olan sinirlerimizi yatıştırıp biraz moral bulmaya çalışıyoruz. Yoksa her gün yeniden ayağa kalkıp hayatı sürdürecek gücü bulamayacağız. Siz ne dersiniz tüm bu dünyada olanlara? Aklımızı kaçırmazsak iyidir.
Köşe Yazıları
Adalı Olmak Ve Güleryüzlü Bahamalılar

Hafifçe esen ada meltemi hiç üstelemeden, beni zorlamadan tenime şefkatle dokunup geçiyor. Güneş ise çok oyuncu. Öyle ısrarla kendini gösterip “yeter artık” dedirten bıktırmaları yok. Ara sıra yüzünü utangaç bir edayla küçük bulut öbeklerinin ardına gizlemeyi biliyor. Bu mevsimde hava tam da olmasını arzu ettiğim gibi.
Bir haftadır Atlantik Okyanusu’nda, Bahamalar’dayız. 700 adadan oluşan bu turkuaz ülkenin ikinci adasına geçtik. Kalan 698 adaya istesek de ömrümüz yetmeyebilir! Bahamalar yaklaşık 500 yıl önce Avrupa’nın Amerika kıtası ile ilk bağını kurduğu yer. Okul bilgilerimden Kristof Kolomb’un ilk olarak buraya ayak bastığını hatırlıyorum. Hafızamda kalan bilgi kırıntıları bilmiş chatGBT tarafından teyid edildiğinde seviniyorum.
Bahamalar hakkında anlatacak çok şey var elbette ama bana bu yazıyı yazdıran Bahamalar’ın sonsuzluğa uzanan sahilleri değil. Bu satırların ilhamı ada halkı, nam-ı diğer “Bahamalılar” ve onları gözlemlerken adalı olma halinin bana düşündürdükleri.
Bu telaşsız ve içlerinden geldiği gibi davranan ada halkı ile ilk tanışmamız, bugüne kadar gördüğüm en küçük uluslararası havaalanında; Eleuthera Havaalanı’nda oldu. Kendilerine özgü kurdukları pratik bavul teslim sistemiyle “Erkekleriniz yan tarafa bavullarınızı almaya, siz kadınlar pasaport sırasına!” diye bağıran kabarık saçlı tombul kadın görevliye “Ya erkeğimiz yoksa?” dediğimde, onun kahkahayı basıp “Güzel soru!” diye cevaplaması ile başladı ada halkı ile iletişimimiz. Yan tarafta bavulları taşıyan erkeklerin yüzlerini görmeden pasaportlarına damga vurduklarına şahit olduğum ilk havaalanı görevlileri de Bahamalılar oldu!
Adada olmak, adalı olmak insanı başkalaştırıyor sanki. Hayatın bilindik telaşları buralara uğramamış gibi. Naif bir tasasızlık, hızlı hayatı varolmanın değişmez koşulu sananların bazen sabrını zorlayabilecek bir sakinlik hali. Adeta “Okyanusun ortasındayız, acele etsek ne olur, etmesek ne olur” diyor bu güleryüzlü ada halkı. Restoranlarda bir saat kadar yemeği beklemek yadırganmıyor örneğin, garsonlar yaşanan gecikmelerin endişesinden uzak, size bakıp gülümsemeye devam ediyorlar. Yaklaşık üç yüz yıl İngiliz sömürgesinde yaşamış ve haliyle İngiliz kültüründen payını almış bir halk olduğunu düşünürsek sonuçta ada etkisi açık farkla üstün gelmiş görünüyor. Tabi Miami’den bir saatlik uçuşla kolayca adalara ulaşan Amerikalı turistlerin etkisini de görmemezlikten gelmemeli. Bahamalılar aslında bir İngiliz, Amerikalı, Afrikalı ve “Adalı” kombinasyonu. Sıradışı geliyor kulağa, öyle değil mi?
Adalarda geçirdiğim günler boyunca adalı olmanın nasıl bir şey olduğunu düşünüyorum.
Adalı olmak demek herkesin üç aşağı beş yukarı birbirini tanıması demek. Hele de bizim kaldığımız 2000’den az sayıda nüfusa sahip Harbour Adası gibi küçük bir ada ise! Dar sokaklarda dört tarafı açık golf arabalarına benzer küçük arabalarla vızır vızır dolaşan yerli halkın, birbirine selam vermeden birkaç yüz metre gitmesi mümkün görünmüyor. Herkesin birbirini tanıdığı bir adada yaşayınca insan yalnızlık çeker mi acaba diye düşünüyorum. Oysa Latince “insula” kelimesinden türemiş olan, İtalyanca’da “isola”, İngilizce’de “island” olarak geçen “ada” kelimesinin anlamı bile “yalnızlık” veya “izole etmek” demek. Adalılık yüzyıllar boyunca izole olmak kavramı ile özdeşleşmiş. Adalıların coğrafi özelliklerinden dolayı dışarıya kapalı olmaları kendi içlerinde onları nasıl etkiliyor diye merak ediyorum. Ana karada yaşayanlara yansıyan ada görüntüsü, genellikle sokaklarda veya evlerinin önlerinde vakit geçiren, birbirleriyle sohbet eden ve yüksek sesli müzikleriyle ortalığı çınlatan neşeli insanlardan oluşur. Kuzeyde olmadıkları sürece adaların iklim koşulları çoğunlukla sıcak ve nemlidir. Çoğu adada küçücük evlerin içinde kapalı kalmak hayatı çekilmez kılabilir. Belki de bu coşkulu görüntü, şartların sonucunda gelen bir sosyalleşmedir ve adalarda da herkes bir şekilde kendi adasına çekilebilmenin yolunu arıyordur, kimbilir…
Adalı olmak aynı zamanda kısıtlı kaynaklarla, kısıtlı imkanlarla yaşayabilmek ve paylaşmayı öğrenmek demek. Adaların dört yanı suyla çevrili ama düşünün ki günlük ihtiyaçlar için kullanılacak, hatta içilecek su bile kısıtlı. Sadece bizim orada olduğumuz birkaç günde bile bir kez sular, bir kez de elektrikler kesildi. Tüm bu kısıtlı kaynaklarla kanaatkar bir şekilde yaşayabilmek bir nevi toplumsal dayanışma duygusunu da getiriyor olsa gerek.
Adalarda suç ve şiddet oranı göreceli olarak düşük. Suç işlense de kaçış yok, herkesin günahı da sevabı da adanın sınırları içinde kalmaya ve er ya da geç su yüzüne çıkmaya mahkum.
Okyanusun ortasında olmanın bir de korkutucu çaresizliği var ki, ben ne yazık ki adada kaldığımız sürede bir iki saatliğine de olsa bu duyguyu tecrübe ettim. Denize birkaç yüz metre mesafede konumlanmış olan otelimizde kalırken, Cayman Adaları’nda oluşan büyük depremin ardından Bahamalar da dahil pek çok adanın birkaç saat boyunca tsunami riski altında olduğu bilgisini alır almaz resepsiyona koştum. Resepsiyon Müdürü olan uzun rastalı saçlı Link’in konudan haberi bile yoktu ve bilgiyi paylaştığımda da ertesi gün havanın güneşli olacağını söylemişim gibi sakin bir şekilde, yarım saat boyunca bir yerlerden daha fazla bilgi almak için beyhude uğraştı durdu. Tehlike anında hızlı aksiyon almaya, proaktif olmaya neredeyse takıntılı olan benim gibi bir kişilik için bu tasasız profesyonellik sakinleştirici, ama bir o kadar da sınırları zorlayıcı idi. Neyse ki bir iki saat sonra yayınlanan duyuru ile tehlikenin geçtiğini öğrenip rahat bir nefes aldık.
Soru sorduğumuz tüm yerli halkın elindeki herşeyi bırakıp yardım etmeye çalışması ve güleryüzlü tutumları adalarda kaldığımız süre boyunca dikkatimi çeken bir başka konu oluyor. Aramak istediğimiz numaraya bir türlü ulaşamadığımızda elindeki cep telefonuyla bizim için arama yapan tekne görevlisinden, tezgahının fotoğrafını çekerken “Fotoğraf çekmek yasak” diye çıkışıp, hemen ardından kahkahayı basıp “Şaka yapıyorum, tabi ki istediğin kadar çekebilirsin” diye neşeyle şakıyan balıkçı kadına, bizi tersleyen bir Bahamalı’ya bile rastlamıyoruz.
Başlarda insan yadırgasa da bu tatlı rehavet ve tasasızlık duygusu iyi geliyor insana. Tatilin ilerleyen günlerinde yerli halkın rahatlığı bize de bulaşmaya başlıyor. Adalılarla sohbet fırsatını kaçırmıyoruz. Kendimizi, kiraladığımız arabayı bize teslim eden zarif şirket görevlisi Jackie ile yola çıkmadan uzun uzun sohbet ederken veya otelin restoranında geciken yemek servisine rağmen sürekli kıkırdayan garsonumuz Romica ile şakalaşırken buluyoruz.
Adaların bu sakinleştirici ortamının yıllar boyu sanatçılara da ilham olması şaşırtıcı değil. Geçen yıldan bu yana Milano’dan Key West’e izini sürdüğüm Hemingway, Bahamalar’da da karşıma çıkıyor. Ünlü yazarın 1930’larda üç yıl süreyle Bahamalar’da yaşadığını, küçük Bimini adasında, günlerini teknesi “Pilar” ile balığa çıkarak geçirdiğini öğreniyorum.
Türk edebiyatında da “ada”nın yeri özeldir. Pek çok ada tutkunu sanatçıdan ilk aklıma gelen isim çok sevdiğim usta öykücü Sait Faik Abasıyanık. Burgazada sevdası ile bilinen Sait Faik, ne zaman bir harita görse gözünün hemen maviliklerin ortasında bir ada aradığını anlatırmış. Ada onun sığınağı olmuş, en güzel eserlerine ilham vermiş. Mavi sular, balıkçılar, martılar öykülerinde can bulmuş. Sait Faik ve adadan bahsedince Zülfü Livaneli’nin o güzelim “Ada” şarkısı aklıma geliyor. Tam da bugünlerde edebiyat sevdalısı arkadaşım Özden’den “Ada” şarkısının Sait Faik’in “Alemdağında Var Bir Yılan” öyküsünden bir cümle içerdiğini öğreniyorum. Yazımı bitirmek için bu özel şarkının sözlerinden daha güzel satırlar olamaz diye düşünüyorum:
“Bir kıyıdan baktım dünyaya
Ellerimde tuz avucumda sedef
Bir mavilik bir açıklık
Özgürlük hasreti
Yüreğime vuruyor
Nerede nerede insanlar
Dünyayı güzellik kurtaracak
Bir insanı sevmekle başlayacak her şey”





Köşe Yazıları
Hayatın Acımasızlığına Sessiz Bir Başkaldırı “Vejetaryen”

“Her şey bana yabancı geliyor. Sanki bir şeylerin arka tarafına geçmişim gibi. Kulbu olmayan bir kapının ardındaymışım gibi.”

Bütün insanlarla iletişimi kesip, bir bitki gibi sessiz yaşamayı hayal ettiniz mi hiç? Dünyaya yabancı, insanlara uzak, yalnızca bir pencere kenarından hayatı izleyen bir gölge gibi…
Han Kang’ın Vejetaryen adlı romanı tam da bu duygunun içinde filizlenen, derin bir yabancılaşma hikâyesi. Kendi bedenine ve topluma karşı sessiz bir isyanın, insan olmanın ağırlığından sıyrılma arzusuyla yazılmış muazzam bir kurmaca.
2016’da Man Booker Ödülü’nü kazanan ve yazara uluslararası bir ün kazandıran roman, yalnızca bir kadının vejetaryen olmaya karar vermesiyle başlayan bir hikâye değil; toplumun, patriyarkal sistemin, bedenin ve kimliğin sınırlarını zorlayan, rahatsız edici, sarsıcı ve düşündürücü bir başkaldırı anlatısı.
Han Kang, 2024 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan ilk Güney Koreli yazar ve aynı zamanda bu ödülü alan ilk Asyalı kadın oldu. Vejetaryen ise onun küresel çapta tanınmasını sağlayan en önemli eserlerinden biri. Kitap, bir gece gördüğü rüyanın etkisiyle aniden et yemeyi bırakan Yeong-hye’nin hikâyesini anlatıyor. Ancak bu basit bir beslenme tercihi değil; bedenini ve zihnini bütünüyle dönüştürme arzusunun başlangıcı. Gittikçe içine kapanan, konuşmayı, hatta yemeyi bile reddeden Yeong-hye, insan olmaktan çıkıp bir bitkiye dönüşme isteğiyle çevresini sarsarken, roman da okuyucusunu derin bir sorgulamanın içine çekiyor.
Vejetaryen, Moğol Lekesi ve Alev Ağacı olmak üzere 3 bölümden oluşan roman, her bölümünde Yeong-hye’yi farklı bir anlatıcının gözünden resmediyor: Önce kocası, sonra eniştesi, en sonunda da ablası. Kocası için Yeong-hye sıradan, dikkat çekmeyen, varlığı ve yokluğu belli olmayan bir eş. Ancak vejetaryen olmasıyla birlikte, onun gözünde tahammül edilemez biri haline geliyor. Kendi kararlarını vermesi, yemek yemeyi reddetmesi, en önemlisi de toplumsal kalıpların dışına çıkması, kadını ailesinin ve toplumun gözünde bir tehdit haline getiriyor.
Yeong-hye, yalnızca hayvansal gıdaları tüketmeyi reddetmekle kalmıyor, aynı zamanda insan dünyasından kopuyor. Bir bitki gibi yaşamaya çalışıyor, kök salmak istiyor. “Ben artık hayvan değilim abla… Yemek falan yemesem de olur. Yaşayabilirim. Sadece güneş ışığı yeterli,” diyor. Ancak toplum, özellikle de erkek egemen düzen, bu dönüşümü bir tehdit olarak görüyor. Babası onu zorla et yemeye zorlarken, kocası ve ailesi onun “delirdiğini” düşünüyor. Kadının bedeni üzerindeki kontrol, sadece fiziksel değil, psikolojik bir baskıya da dönüşüyor.

“Çevrenin kıskançlık ve karalamalarını hoparlörden çıkan cızırtılı sesler gibi yanında taşıyarak yoluna devam etmişti”
Romanın ilerleyen bölümlerinde Yeong-hye’nin dünyayla olan bağları tamamen koparken, onu akıl hastanesinde, kendini açlığa mahkûm etmiş, varoluşunun son noktasına gelmiş halde görüyoruz. En çarpıcı sahnelerden biri ise ablasının hastaneye yaptığı ziyaret sırasında yaşanıyor: Yeong-hye’yi baş aşağı dururken görüyor. Yeong-hye göre bu, tamamen doğal bir duruş. Çünkü başı toprağın altında bir kök, kolları ise toprağı saran dallar. Rahmi ise açmakta olan bir çiçek…
Peki, Yeong-hye gerçekten “deli” mi? Yoksa toplumun kadınlara dayattığı rolleri reddettiği için, patriyarkanın kurallarına uymadığı için “akıl hastası” ilan edilen bir kadın mı? Han Kang, roman boyunca bizi bu sorularla baş başa bırakıyor. Kadın bedeninin denetim altında tutulduğu, erkeklerin dünyasında kadının kendine ait bir varoluş inşa etmeye çalıştığında nasıl dışlandığını gözler önüne seriyor. “Bu roman, insan şiddetiyle ve bu şiddetin reddinin mümkün olmayışıyla ilgili,” diyor Han Kang röportajında. Gerçekten de Vejetaryen, insan doğasının en karanlık yanlarını, bastırılmış arzuları, şiddetin hem fiziksel hem psikolojik boyutlarını gözler önüne seren bir hikâye.
Okurken, Yeong-hye’nin yaşadıklarını hissetmemek, onun yalnızlığına ortak olmamak imkânsız. Derinizde kabuk bağlamış yaraları koparıp, tekrar kanatan Vejetaryen, insanın varoluşuna, doğayla ve toplumla kurduğu ilişkiye dair unutulmaz bir anlatı.
İsviçre
İSVİÇRE’NİN SESİ VE +41 HABER’DE YENİ BİR KÖŞE: ÖZDEN ALİYAGİÇ UYAR’LA EDEBİYATIN İZİNDE

İsviçreninsesi ve +41Haber ailesine hoş geldin, Özden Aliyagiç Uyar!
Edebiyat tutkusuyla öne çıkan Özden Aliyagiç Uyar, artık İsviçre’nin Sesi ve + 41 Haber okurları için kitapların peşine düşüyor. Edebiyatın İzinde köşesinde, özenle seçtiği eserleri değerlendirerek edebiyat dünyasının kapılarını sizler için aralıyor. Okuduğu kitapların özet ve tanıtımlarının yanı sıra, sizleri satır aralarında gizlenen anlamları keşfetmeye, kelimelerin izinde yeni yolculuklara çıkmaya davet ediyor.
Edebiyatın büyüleyici dünyasına adım atarken, güncel haberler, özel röportajlar ve farklı bakış açılarıyla derinlikli içerikler de bu köşede sizleri bekliyor.
Özden Aliyagiç Uyar Kimdir?
Gazetecilik alanında lisans eğitimi aldıktan sonra Pazarlama Yönetimi yüksek lisansını tamamlayan Özden Aliyagiç Uyar, kariyerine Alman Vogel Burda Dergi Grubu’nda başladı. Yayıncılık sektöründe edindiği deneyimin ardından, 2007 yılında Tayvan merkezli Zyxel Networks’ün Türkiye ofisine katılarak pazarlama alanında önemli görevler üstlendi. Daha sonra Ortadoğu, Benelux ve Nordics bölgelerinde marka yönetimi ve pazarlama operasyonlarını yönetti.
2023 yılında İsviçre’nin Zürih kentine taşınan Özden Uyar, edebiyata olan ilgisini kişisel Instagram sayfası @ozdenevar üzerinden kitap değerlendirmeleri yaparak okurlarla buluşturuyor. Okuma ve yazma alışkanlıklarını geliştirmeye büyük önem veren Uyar, edebiyat, kültür ve sanat alanlarında çeşitli eğitimler almakta ve Almanca öğrenimine devam etmektedir.
Evli ve bir çocuk annesi olan Özden Uyar, ruh ve beden sağlığını desteklemek adına uzun doğa yürüyüşleri yapmakta ve pilatesle ilgilenmektedir.

-
E-Dergi1 yıl önce
İsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
Ekonomi11 ay önce
İsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
Yaşam10 ay önce
Kıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
İsviçre12 ay önce
Dünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Gündem3 ay önce
ERDOĞAN KARŞITI PAYLAŞIMLARI SIĞINMA BAŞVURUSUNDA HAKLI GEREKÇE OLARAK GÖRÜLMEDİ
-
Dünya3 ay önce
META’NIN COVİD-19 AŞILARIYLA İLGİLİ YANILTICI BİLGİ KARARI: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLIYOR MU?
-
Gündem3 ay önce
TÜRKİYE’DEN GELEN SIĞINMA BAŞVURULARINA GETİRİLEN SERT UYGULAMALARA TEPKİ
-
Kültür Sanat1 yıl önce
Ferdi Tayfur’un Mücadele Dolu Hikayesi: Şeker Hastalığı ve Organ Nakli