Köşe Yazıları
Adalı Olmak Ve Güleryüzlü Bahamalılar

Hafifçe esen ada meltemi hiç üstelemeden, beni zorlamadan tenime şefkatle dokunup geçiyor. Güneş ise çok oyuncu. Öyle ısrarla kendini gösterip “yeter artık” dedirten bıktırmaları yok. Ara sıra yüzünü utangaç bir edayla küçük bulut öbeklerinin ardına gizlemeyi biliyor. Bu mevsimde hava tam da olmasını arzu ettiğim gibi.
Bir haftadır Atlantik Okyanusu’nda, Bahamalar’dayız. 700 adadan oluşan bu turkuaz ülkenin ikinci adasına geçtik. Kalan 698 adaya istesek de ömrümüz yetmeyebilir! Bahamalar yaklaşık 500 yıl önce Avrupa’nın Amerika kıtası ile ilk bağını kurduğu yer. Okul bilgilerimden Kristof Kolomb’un ilk olarak buraya ayak bastığını hatırlıyorum. Hafızamda kalan bilgi kırıntıları bilmiş chatGBT tarafından teyid edildiğinde seviniyorum.
Bahamalar hakkında anlatacak çok şey var elbette ama bana bu yazıyı yazdıran Bahamalar’ın sonsuzluğa uzanan sahilleri değil. Bu satırların ilhamı ada halkı, nam-ı diğer “Bahamalılar” ve onları gözlemlerken adalı olma halinin bana düşündürdükleri.
Bu telaşsız ve içlerinden geldiği gibi davranan ada halkı ile ilk tanışmamız, bugüne kadar gördüğüm en küçük uluslararası havaalanında; Eleuthera Havaalanı’nda oldu. Kendilerine özgü kurdukları pratik bavul teslim sistemiyle “Erkekleriniz yan tarafa bavullarınızı almaya, siz kadınlar pasaport sırasına!” diye bağıran kabarık saçlı tombul kadın görevliye “Ya erkeğimiz yoksa?” dediğimde, onun kahkahayı basıp “Güzel soru!” diye cevaplaması ile başladı ada halkı ile iletişimimiz. Yan tarafta bavulları taşıyan erkeklerin yüzlerini görmeden pasaportlarına damga vurduklarına şahit olduğum ilk havaalanı görevlileri de Bahamalılar oldu!
Adada olmak, adalı olmak insanı başkalaştırıyor sanki. Hayatın bilindik telaşları buralara uğramamış gibi. Naif bir tasasızlık, hızlı hayatı varolmanın değişmez koşulu sananların bazen sabrını zorlayabilecek bir sakinlik hali. Adeta “Okyanusun ortasındayız, acele etsek ne olur, etmesek ne olur” diyor bu güleryüzlü ada halkı. Restoranlarda bir saat kadar yemeği beklemek yadırganmıyor örneğin, garsonlar yaşanan gecikmelerin endişesinden uzak, size bakıp gülümsemeye devam ediyorlar. Yaklaşık üç yüz yıl İngiliz sömürgesinde yaşamış ve haliyle İngiliz kültüründen payını almış bir halk olduğunu düşünürsek sonuçta ada etkisi açık farkla üstün gelmiş görünüyor. Tabi Miami’den bir saatlik uçuşla kolayca adalara ulaşan Amerikalı turistlerin etkisini de görmemezlikten gelmemeli. Bahamalılar aslında bir İngiliz, Amerikalı, Afrikalı ve “Adalı” kombinasyonu. Sıradışı geliyor kulağa, öyle değil mi?
Adalarda geçirdiğim günler boyunca adalı olmanın nasıl bir şey olduğunu düşünüyorum.
Adalı olmak demek herkesin üç aşağı beş yukarı birbirini tanıması demek. Hele de bizim kaldığımız 2000’den az sayıda nüfusa sahip Harbour Adası gibi küçük bir ada ise! Dar sokaklarda dört tarafı açık golf arabalarına benzer küçük arabalarla vızır vızır dolaşan yerli halkın, birbirine selam vermeden birkaç yüz metre gitmesi mümkün görünmüyor. Herkesin birbirini tanıdığı bir adada yaşayınca insan yalnızlık çeker mi acaba diye düşünüyorum. Oysa Latince “insula” kelimesinden türemiş olan, İtalyanca’da “isola”, İngilizce’de “island” olarak geçen “ada” kelimesinin anlamı bile “yalnızlık” veya “izole etmek” demek. Adalılık yüzyıllar boyunca izole olmak kavramı ile özdeşleşmiş. Adalıların coğrafi özelliklerinden dolayı dışarıya kapalı olmaları kendi içlerinde onları nasıl etkiliyor diye merak ediyorum. Ana karada yaşayanlara yansıyan ada görüntüsü, genellikle sokaklarda veya evlerinin önlerinde vakit geçiren, birbirleriyle sohbet eden ve yüksek sesli müzikleriyle ortalığı çınlatan neşeli insanlardan oluşur. Kuzeyde olmadıkları sürece adaların iklim koşulları çoğunlukla sıcak ve nemlidir. Çoğu adada küçücük evlerin içinde kapalı kalmak hayatı çekilmez kılabilir. Belki de bu coşkulu görüntü, şartların sonucunda gelen bir sosyalleşmedir ve adalarda da herkes bir şekilde kendi adasına çekilebilmenin yolunu arıyordur, kimbilir…
Adalı olmak aynı zamanda kısıtlı kaynaklarla, kısıtlı imkanlarla yaşayabilmek ve paylaşmayı öğrenmek demek. Adaların dört yanı suyla çevrili ama düşünün ki günlük ihtiyaçlar için kullanılacak, hatta içilecek su bile kısıtlı. Sadece bizim orada olduğumuz birkaç günde bile bir kez sular, bir kez de elektrikler kesildi. Tüm bu kısıtlı kaynaklarla kanaatkar bir şekilde yaşayabilmek bir nevi toplumsal dayanışma duygusunu da getiriyor olsa gerek.
Adalarda suç ve şiddet oranı göreceli olarak düşük. Suç işlense de kaçış yok, herkesin günahı da sevabı da adanın sınırları içinde kalmaya ve er ya da geç su yüzüne çıkmaya mahkum.
Okyanusun ortasında olmanın bir de korkutucu çaresizliği var ki, ben ne yazık ki adada kaldığımız sürede bir iki saatliğine de olsa bu duyguyu tecrübe ettim. Denize birkaç yüz metre mesafede konumlanmış olan otelimizde kalırken, Cayman Adaları’nda oluşan büyük depremin ardından Bahamalar da dahil pek çok adanın birkaç saat boyunca tsunami riski altında olduğu bilgisini alır almaz resepsiyona koştum. Resepsiyon Müdürü olan uzun rastalı saçlı Link’in konudan haberi bile yoktu ve bilgiyi paylaştığımda da ertesi gün havanın güneşli olacağını söylemişim gibi sakin bir şekilde, yarım saat boyunca bir yerlerden daha fazla bilgi almak için beyhude uğraştı durdu. Tehlike anında hızlı aksiyon almaya, proaktif olmaya neredeyse takıntılı olan benim gibi bir kişilik için bu tasasız profesyonellik sakinleştirici, ama bir o kadar da sınırları zorlayıcı idi. Neyse ki bir iki saat sonra yayınlanan duyuru ile tehlikenin geçtiğini öğrenip rahat bir nefes aldık.
Soru sorduğumuz tüm yerli halkın elindeki herşeyi bırakıp yardım etmeye çalışması ve güleryüzlü tutumları adalarda kaldığımız süre boyunca dikkatimi çeken bir başka konu oluyor. Aramak istediğimiz numaraya bir türlü ulaşamadığımızda elindeki cep telefonuyla bizim için arama yapan tekne görevlisinden, tezgahının fotoğrafını çekerken “Fotoğraf çekmek yasak” diye çıkışıp, hemen ardından kahkahayı basıp “Şaka yapıyorum, tabi ki istediğin kadar çekebilirsin” diye neşeyle şakıyan balıkçı kadına, bizi tersleyen bir Bahamalı’ya bile rastlamıyoruz.
Başlarda insan yadırgasa da bu tatlı rehavet ve tasasızlık duygusu iyi geliyor insana. Tatilin ilerleyen günlerinde yerli halkın rahatlığı bize de bulaşmaya başlıyor. Adalılarla sohbet fırsatını kaçırmıyoruz. Kendimizi, kiraladığımız arabayı bize teslim eden zarif şirket görevlisi Jackie ile yola çıkmadan uzun uzun sohbet ederken veya otelin restoranında geciken yemek servisine rağmen sürekli kıkırdayan garsonumuz Romica ile şakalaşırken buluyoruz.
Adaların bu sakinleştirici ortamının yıllar boyu sanatçılara da ilham olması şaşırtıcı değil. Geçen yıldan bu yana Milano’dan Key West’e izini sürdüğüm Hemingway, Bahamalar’da da karşıma çıkıyor. Ünlü yazarın 1930’larda üç yıl süreyle Bahamalar’da yaşadığını, küçük Bimini adasında, günlerini teknesi “Pilar” ile balığa çıkarak geçirdiğini öğreniyorum.
Türk edebiyatında da “ada”nın yeri özeldir. Pek çok ada tutkunu sanatçıdan ilk aklıma gelen isim çok sevdiğim usta öykücü Sait Faik Abasıyanık. Burgazada sevdası ile bilinen Sait Faik, ne zaman bir harita görse gözünün hemen maviliklerin ortasında bir ada aradığını anlatırmış. Ada onun sığınağı olmuş, en güzel eserlerine ilham vermiş. Mavi sular, balıkçılar, martılar öykülerinde can bulmuş. Sait Faik ve adadan bahsedince Zülfü Livaneli’nin o güzelim “Ada” şarkısı aklıma geliyor. Tam da bugünlerde edebiyat sevdalısı arkadaşım Özden’den “Ada” şarkısının Sait Faik’in “Alemdağında Var Bir Yılan” öyküsünden bir cümle içerdiğini öğreniyorum. Yazımı bitirmek için bu özel şarkının sözlerinden daha güzel satırlar olamaz diye düşünüyorum:
“Bir kıyıdan baktım dünyaya
Ellerimde tuz avucumda sedef
Bir mavilik bir açıklık
Özgürlük hasreti
Yüreğime vuruyor
Nerede nerede insanlar
Dünyayı güzellik kurtaracak
Bir insanı sevmekle başlayacak her şey”





Köşe Yazıları
Zehir gibi bir “Z” nesli!

Onlar son haftalarda ülkemizin kahramanları oldular. İnançları ve azimleri ile kendilerini ifade etmekten, seslerini duyurmaktan korkmadılar. Sokaklara dökülerek birlik olup meramlarını dile getirdiler.
Onları merakla, en çok da umutla izledik, izliyoruz. İsimlerinin “Z kuşağı” olduğu zihinlerimize kazındı.
İtiraf edelim, bazılarımızın (belki de pek çoğumuzun) bu gençler ile ilgili oradan buradan duyduğumuz bilgilere, veya anne baba evlerindeki çocuksu nazlı davranışlarının gözlemine dayanan soyut bir algımız- belki de önyargımız vardı.
“Ah bu yeni nesil! Ellerindeki telefonlardan kafalarını kaldırmazlar, sorumluluk almayı sevmezler, sıkıntıya gelemez hemen yakınırlar, dirençli değildirler” vs vs…….
Oysa şu son birkaç haftadaki duruşları hafızalarda yeni bir “Z kuşağı algısı” yarattı, önyargılar kırıldı. Adeta bambaşka bir yeni nesil kimliği oluştu.
Bu hayatta ne çok önyargımız var değil mi? Gördüğümüzü, bildiğimizi sandığımız hiçbir şeyin göründüğü gibi olmayabileceğini aklımıza getirmeyebiliyoruz. Belki de “biraz miskin” bulduğumuz bu gençlerin müthiş bir örgütlenme yeteneği ile taşkınlık çıkarmadan koordine olabildiklerini, kendilerini cesurca ifade ettiklerini, bunu yaparken de sağduyu ve birbirlerine saygıyı elden bırakmadıklarını gördük. Grup halinde metroda giderken bağırarak attıkları sloganlardan korkan bir küçük çocuğu eğlendirmek icin hep birlikte “Kırmızı Balık” şarkısını söyleyebilecek kadar da empati yeteneği yüksek bir gençlik izledik.
İçimizde geleceğe dair UMUT filizlendi.
Peki kim bu Z nesli denilen gençler?
“Z” harfi ile anılmalarının sebebi nesillerin isimlendirilmesinde alfabetik sıralamanın kullanılması ve onların da Y kuşağının arkasından gelen nesil olmaları. Alfabenin son harfine ek olarak aynı zamanda IGen, Post Gen, Digital Natives gibi isimleri de var. Doğum aralığına ilişkin çeşitli tartışmalar ve farklı veriler olsa da ortalama olarak 1997 ve 2012 yılları arasında doğduklarını söyleyebiliriz.
Dünyaya geldikleri andan itibaren internetle iç içe olmuş, internetsiz hayatı hiç tanımamış bir nesilden söz ediyoruz. “Digital Natives” ünvanı da buradan geliyor.
Bilgisayar dünyasının gelişimini adım adım yaşayan anne babaları “X”ler, veya cep telefonları, WiFi gibi teknolojik yenilikleri büyürken yaşayan kendilerinden önceki “Y”lerden farklı olarak, tüm dijital gelişmelere doğumdan beri tanık olan bir kuşak Z’ler. Ceplerindeki telefonları onların en değerli ganimetleri. Alışverişten oyuna, flörtten iş başvurularına kadar her işlerini cep telefonlarıyla halletmeye alışkınlar.
Z kuşağı ve dünya
“Z” çocuklarının gözlerini açtıkları dünya sadece dijital yeniliklere ev sahipliği yapan bir yer değil elbette. Savaşlar, ekonomik krizler, terör olayları ve iklim sorunlarının olduğu bir dünyayı tanıdılar onlar. Farklı kuşaklardan olanlarımız belki çok farketmese de, daha gencecik yaşlarında şahit oldukları COVID-19 pandemisi, yüksek işsizlik oranları, siyasi kargaşalar ve yapay zekanın iş dünyasını tamamen değiştirme potansiyeli gibi şartlar, bu gençleri kaygılı ve belki de yalnız bir nesil haline getirdi.
Evet kaygılılar ama diğer taraftan, ellerindeki araçları ve hızlı ulaşabildikleri bilgiyi nasıl etkili kullanacaklarını da biliyorlar. Dolayısıyla sorunların hızlıca farkına varıp çözüm üretmeye yönelebiliyorlar. X ve Y’lere zor gelip gözlerinde büyüyen bir konuyu bir Z gencinin zorlanmadan anında çözmesi pek de şaşırtıcı değil!
Güven veren bir nesil
Y kuşağını gücendirmek istemem ama kuşaklarla ilgili araştırmalara bakınca Z nesli Y kuşağına göre daha girişimci, güvenilir, hoşgörülü, para ile motivasyona karşı daha düşük beklentili, dürüstlüğe önem veren ve gelecek konusunda Y kuşağından çok daha iyimser bir tutuma sahip şeklinde tanımlanıyor. Çevre sorunları ile de genel olarak yakından ilgililer. Farkındalıkları yüksek. Doğaya ve doğal kaynaklara karşı sorumluluklarının farkındalar.
İşin ilginç yanı, beklenenin aksine Z kuşağı hemen kendilerinden önce gelen Y kuşağına değil de anne babaları kabul edilebilecek X kuşağına daha çok benzetiliyorlar. Aslında bunun altında basit bir sebep yatıyor; kuşaksal özelliklerin döngüsel olması ve nesillerin ebeveynlerinin davranışsal özellikleriyle şekillenmesi. Dolayısıyla Z nesli de kuşkulu ve bireysellik odağı olan X kuşağı ebeveynlerine, yaşlarının yakın olduğu Y kuşağından daha fazla benziyorlar.
Diğer taraftan anne babalarından çok daha sabırsız gençler bu Z’ler. Yokluk, zorluk, tahammül, sabır gibi kavramlara yabancılar. Kaynaklara hızlı ulaşabilmenin getirdiği bir özellik olsa gerek. Herşeyin hızlandığı bu dijital çağda beklemeye tahammülleri yok. Tüm kaynaklara ulaşabilmek onlara hem avantaj hem de dezavantaj olarak dönebiliyor. Örneğin kendilerinden önceki kuşakların biraz da kuşkuyla yaklaştığı, kullansalar bile açıkça itiraf edemedikleri flört uygulamaları Z’lerin hayatlarının olağan bir parçası. Teknoloji, mesafelerden bağımsız olarak karşı cinsle tanışma olasılığını o kadar artırıyor ki, bu aynı zamanda fazla sayıda reddedilme olasılığı olarak da dönebiliyor! Büyük umutlar ve belki de ardından gelen büyük hüsranlar. Benzer durum profesyonel hayat ve iş başvuruları için de geçerli. İş ilanlarına ve eleman arayan şirketlere ulaşabilmek eskisinden çok daha kolay görünse de, dijital platformlar üzerinden başvuru yapan gençler, yüksek sayıdaki adayın içinde sıradanlaşıp çoğu zaman bir yanıt bile alamıyor.
Dünyadaki finansal krizlere rağmen iyimser tutumları sayesinde Z kuşağı bugünün ekonomisinde girişimcilik arzuları yüksek. XYZ University araştırmasına göre, bu kuşağın yüzde 58’si gelecekte kendi işinin sahibi olmak istiyor.
Onlar ülkemizin geleceği
Türkiye’mizin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik kaosun Z kuşağını çok zorladığı bir gerçek. Öngörülebilirlik, güvenilirlik ve özgürlük arayışıyla yurtdışına gitmek isteyen çok fazla genç var. Diğer taraftan siyasi sistemimizdeki kaos, onlara dahil olmak ve fark yaratmak konusunda fırsat da verdi. Toplum sorunlarından uzak kalmamak, çözümün parçası olmak ve yarınları yaratabilmek istiyorlar. Cüretliler. Tutkulular. Tam da bunlara ihtiyacımızın olduğu şu günlerde ülkemizin geleceği adına insana nasıl da güven veriyor bu his…
Bu zehir gibi gençlere Türkiye’mizin, hepimizin ihtiyacı var!
Köşe Yazıları
Bir Toplumsal Çöküş Distopyası

Peygamberin Şarkısı-Paul Lynch
Karanlık zamanlarda söylenecek mi şarkılarda? Evet, şarkılarda söylenecek, karanlık zamanlar hakkında.
Bertol Brecht
İrlandalı yazar Paul Lynch’in 2023 Booker Ödüllü romanı Peygamberin Şarkısı tam da bu karanlık zamanlar için yazılmış, çağımızın vicdanını sorgulayan, acı bir şarkı gibi. İrlanda’da geçen ama evrensel bir faşizm eleştirisi sunan roman, karakterlerin ve toplumun içine düştüğü sıkışmışlığı bir nefes darlığı çeker gibi okura hissettiriyor. Gerilim, atmosfer ve duygu katman katman inşa ediliyor. Ve ortaya çıkan şey: sert, sarsıcı, acımasız, aynı zamanda distopik bir kurgu olsa da inanılmaz gerçek bir hikâye.
Roman, Dublin’de yaşayan Stack ailesi üzerinden totaliter rejimin sıradan hayatları nasıl paramparça ettiğini anlatıyor. Ailenin babası Larry, öğretmenler sendikasında yöneticilik yapan, hak savunucusu bir öğretmen. Bir gün ansızın devletin yeni istihbarat teşkilatı olan GUHB (Kamu Düzeni Yüksek Bürosu) tarafından tutuklanıyor. O andan itibaren roman, bilim insanı olan anne Eilish’in gözünden anlatılıyor. Eilish, dört çocuğuyla birlikte hem eşine ne olduğunu anlamaya hem de ülkesinin içine yuvarlandığı karanlıktan ailesini korumaya çalışıyor.
Paul Lynch’in ilham kaynakları arasında Suriye iç savaşı, 2015’te Muğla’nın Bodrum ilçesi sahilinde cansız bedeni bulunan Aylan bebek ve Herman Hesse var. Bu üç öğe, romanın vicdanını, öfkesini ve derinliğini anlamak için önemli. Çünkü Peygamberin Şarkısı, sadece bir annenin direniş hikâyesi değil, aynı zamanda “olmaz” dediğimiz her şeyin nasıl mümkün kılındığını anlatan bir toplumsal çöküş romanı.
Romanda zamanla iç savaşın eşiğine gelen İrlanda, seçimleri kazanan aşırı sağcı bir partinin baskılarıyla dönüşüyor. Kurumlar çökertiliyor, medya ele geçiriliyor, insanlar “sessizce” kayboluyor. Lynch, bu yolculukta özgürlük kavramını paramparça ediyor: “Eskiden özgür iradeye inanırdım, ‘kuşlar kadar özgürüm’ sanırdım ama artık o kadar emin değilim.”diyor Eilish.
Roman, sadece olayları anlatmakla kalmıyor; okura bir duvar gibi çarpıyor. George Orwell’in 1984’ü, Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’i gibi klasik distopyalardan biraz daha farklı bir kurgu ile, bir annenin yanan kalbinden yükselen haykırışla yaklaşıyor distopyaya. Bu anlamda Lynch’in yazarlığı yalnızca anlatıcı değil, aynı zamanda tanık. Olaylar, kendi kendini devindiren bir felaket zincirine dönüşüyor; tıpkı gerçek hayattaki gibi.
Peygamberin Şarkısı aynı zamanda bir unutmaya karşı direniş. Çünkü insanoğlu bazı savaşlar, bazı ölümler, bazı kayıplar hep başkalarının başına gelecekmiş gibi sanıyor. Lynch bu yanılgıyı okurun elinden alıyor. İktidarı eline geçirenlerin nasıl aynı karanlığa bulaştığını, insan doğasının içinde uyuyan kötülüğün fırsatını bulduğunda nasıl harekete geçtiğini, özgürlük dediğimiz şeyin ancak mücadeleyle var olabildiğini gözümüzün içine baka baka anlatıyor.
Roman boyunca “gerçek” dediğimiz şeyin ne kadar kolay dönüştürülebileceğini, medyanın tekrar tekrar söylediği her şeyin nasıl bir hakikate evrildiğini görüyoruz. Herkes “yeni düzene” sessizce alışıyor. En çok da sessiz kalanlar günün sonunda neler kaybettiklerini çok acı bir şekilde tecrübe ediyor.
Paul Lynch’in Peygamberin Şarkısı, bugünün dünyasına yazılmış bir uyarı niteliğinde. İçine çektiği o dipsiz kuyudan çıkamıyor, gerçekliğin içinde karanlık zamanların şarkısını söylerken buluyorsunuz kendinizi. Kitap boyunca Queen’in aynı adlı parçası kulağınızda çalarken, roman bittiğinde bile bu melodi zihninizde yankılanmaya devam ediyor.
Köşe Yazıları
Yas dediğin ne kadar sürer; bir gün sona erer mi? Yoksa insan sadece onunla yaşamayı mı öğrenir?

Maggie O’Farrell’in 2020 Woman’s Prize Ödüllü Hamnetromanı, yasın en derin sularında yankılanan bir ağıt gibi… Okuru 16. yüzyılın kasvetli, veba gölgesindeki İngiltere’sine götürüyor ve bir annenin en büyük kaybını, bir babanın sessiz yasını, bir ailenin eksilen ruhunu anlatıyor. Bu, yalnızca bir çocuğun ölümü değil; bir evin, bir annenin, bir babanın içinde açılan derin bir boşluğun hikâyesi.
1580’lerde Stratford’un Henley Caddesi’nde bir çiftin üç çocuğu oluyor: Suzanne ve ikiz kardeşler Hamnet ile Judith. Anne Agnes, doğanın dilini bilen, sezgileriyle gökyüzünü okuyabilen, bitkilerde şifa arayan bir kadın. Babaları ise Shakespeare… Ama bu hikâyede Shakespeare’in adı hiç anılmıyor. O, burada yalnızca bir baba; kaybını kelimelere dökemeyen, yasını sessizce taşıyan bir adam.
Hikâye, Hamnet’in yalnızlığıyla başlıyor. Ateşler içinde yatan kardeşini kurtarabilmek için odadan odaya koşuyor ama evin içinde yalnızca kendi ayak sesleri yankılanıyor. Ne annesi aşağı katta ne de babası evde…Kaderin acımasız elleri ona dokunuyor. Ölüm, Judith’i almak için geliyor ama Hamnetonun yerine geçiyor.
Bu kayıp, Agnes’in ruhuna kapanmaz bir yara açıyor. Yüzüne dokunduğu an, oğlunun artık bir hatıraya dönüştüğünü hissediyor. Bir zamanlar şifacı elleriyle insanları iyileştiren kadın, şimdi kendi içindeki boşluğu dolduramıyor. Yas, onun üzerine çöküyor; gökyüzü kararıyor, dünya sessizleşiyor. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil.
Shakespeare ise yası başka bir şekilde yaşıyor. Londra’dasığındığı tiyatroda kelimelerle kendi acısına şekil vermeye çalışıyor. Dört yıl sonra, oğlunun adını sahneye taşıyor. Hamlet… Oyun sahnelendiğinde, seyirciler için bir trajedi ama Shakespeare için bir ağıt oluyor.
Roman, iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm Hamnet’inhikâyesini anlatıyor, ölümün sessiz adımlarını hissettiriyor. İkinci bölümde ise Agnes’in gözünden lirik bir aşk, bir kayıp ve bir annenin dönüşümü anlatılıyor. Shakespeare’in Londra’da geçirdiği yıllar, ailesinden kopuşu, sahnede kelimelerle kendine bir dünya inşa etmesi de bu bölümde hayat buluyor.
Ancak bu hikâyede başkahraman Shakespeare değil. Asıl merkezde Agnes var. Doğaüstü sezgileri olan, başına buyruk, toplumsal kalıplara sığmayan bir kadın. Evinin gölgesinde şifalar bulan, ama en büyük acıyı yaşayan bir anne. Agnes bir doğan besliyor. Bu kuş, onun özgürlüğünün, gücünün bir simgesi. Ama ne iradesi ne de bilgeliği, onu en büyük kayıptan koruyabiliyor. Şifacı elleri, kendi oğlunu iyileştiremiyor. İşte, en büyük trajedi burada.
O’Farrell’in anlatımı, bir masal gibi büyülü, bir ağıt gibi hüzünlü. Kelimeleriyle okurun duyularına dokunuyor, kokuları, sesleri, ışığı hissettiriyor. Romanın her satırında yasın ağırlığı, kaybın kaçınılmazlığı ve aşkın zamana yenilmeyen izleri var.
Bu kitabı bir tarihsel roman gibi okumak yanıltıcı olabilir. Çünkü Hamnet, tarihsel gerçeklerden ilham alsa da bütünüyle bir kurgu. Shakespeare’in Hamlet oyununa adını veren oğlu Hamnet’in vebadan öldüğü rivayetinin üzerine inşa edilmiş bir hikâye. Ama yazar, onu sadece bir olay olarak anlatmıyor; acının derinliğini, bir annenin yaşadığı yası, kaybın bir aile üzerindeki yankılarını öyle güçlü işliyor ki kitap, büyülü gerçekçiliğin sınırlarında dolaşan bir modern klasik haline geliyor.
Hamnet, kaybedilmiş bir çocuğun, eksilmiş bir evin, parçalanmış bir annenin hikâyesi. Yasın, birini nasıl sonsuza dek değiştirdiğini anlatan en güzel romanlardan biri. Eğer kaybın ve aşkın en saf halini hissetmek, edebiyatın büyülü dünyasında yasın sesini duymak isterseniz, bu kitap tam da kalbinize dokunacak…
-
E-Dergi1 yıl önce
İsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
Ekonomi1 yıl önce
İsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
İsviçre1 yıl önce
Dünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Yaşam12 ay önce
Kıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
Gündem5 ay önce
ERDOĞAN KARŞITI PAYLAŞIMLARI SIĞINMA BAŞVURUSUNDA HAKLI GEREKÇE OLARAK GÖRÜLMEDİ
-
Dünya5 ay önce
META’NIN COVİD-19 AŞILARIYLA İLGİLİ YANILTICI BİLGİ KARARI: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLIYOR MU?
-
Gündem5 ay önce
TÜRKİYE’DEN GELEN SIĞINMA BAŞVURULARINA GETİRİLEN SERT UYGULAMALARA TEPKİ
-
Kültür Sanat1 yıl önce
Ferdi Tayfur’un Mücadele Dolu Hikayesi: Şeker Hastalığı ve Organ Nakli