Sosyal Medya

Köşe Yazıları

BAŞARISIZLIKTAN BAŞARIYA

yazar

Yayınlayan

on

Hayat bizlere sonsuz firsatlar sunuyor olmasına rağmen, başarısızlık korkusu bizler için büyük bir engel oluşturmaktadır. Hadi gelin, başarısızlıkların önemini anlayıp, korkusuzca hayatımızı şekillendirelim.

“Başarısızlık korkusuna son”

Daha önce gerçek başarının ne anlama geldiğini merak etmiş olabilirsiniz. Başarısızlıklardan ve yenilgilerden güçlenerek çıkmak da buna dahil değil midir? Başarısızlık korkusu özellikle potansiyelimizi geliştirmemizi engelleyebilir. Peki ama başarısız olmaktan neden bu kadar korkuyoruz? Hatalarımızdan ders çıkarmak ve kendimizi daha da geliştirmek çok daha önemli değil mi? Başkalarının görüşleri bizi yeni bir çığır açmaktan ve zorlukların üstesinden gelmekten alıkoymamalıdır. Sonuçta, büyümemizi sağlayan ve bizi hedeflerimize yaklaştıran şey hatalarımızdır. Bu yüzden başarısızlık korkularınızla cesurca yüzleşin – çünkü yalnızca başarısız olmaya hazır olanlar sonunda gerçekten kazanabilir.

Hatalar yaşamın doğal bir parçasıdır ve bu korkuların bizleri yaşamdan alıkoymaması gerektiğini kabul etmek önemlidir. Korkularımızı bilinçli bir şekilde ele alarak ve anlayarak, onların üstesinden gelmenin yollarını bulabiliriz.

Zor görünebilir, ancak kendi kendimize düşünme ve olumlu düşüncelerin yardımıyla başarısızlık korkusuyla başa çıkmayı öğrenebilir ve daha güçlü bir şekilde ortaya çıkabiliriz. Hata yapmanıza izin verin ve bunları büyümek için bir fırsat olarak görün. Başarısızlık korkusunun hayatınızı kontrol etmesine izin vermeyin – cesurca ve kendinize güvenerek üstesinden gelin.

“Başarısızlığın olumlu tarafları.”

Hataların hayatımızda kaçınılmaz oldugu gibi, bunların kişisel gelişimimiz deki önemini de bilmeliyiz. Yapılan her hata öğrenmek ve gelişmek için bir fırsattır. Başarılı insanların bile başarıya giden yolda çok sayıda hata yaptıklarının bilincinde olup, onları kendimize örnek alabiliriz.

Thomas A. Edison’un ampulü piyasa olgunluğuna getirmeden önce neredeyse 9.000 deneme yaptığını biliyor muydunuz? 1000. denemeden sonra, bir çalışan başarısızlıktan bahsetti. Edison şöyle cevap verdi: “Ben ampulü icat ederken 1000 kere başarısız olmadım; sadece ampulü 1000 adımda icat ettim”

Edison saplantılı bir mucitti. Ve bugün de söyleyebileceğimiz gibi, başarısızlıklarına karşı tam olarak doğru bir zihniyete, doğru bir tutuma sahipti. Onlardan ders aldı ve hedefine biraz daha yaklaşmak için bir dahaki sefere neyi farklı ve daha iyi yapması gerektiğini düşündü. Ya cesareti kırılsaydı, hatalarına ve başarısızlıklarına kızarak pes etseydi? Hata yapmanıza izin verin ve bunları kişisel gelişim fırsatları olarak görün. Cesaretle ilerleyin ve kendinize olan inancınızı asla kaybetmeyin!

“Hatalar da tıpkı başarı ve takdir gibi hayatın bir parçasıdır. Peki ama neden başarısızlık korkusunu bastırıyor ve onunla var gücümüzle savaşıyoruz?”

Başarısız olmanın nesi bu kadar kötü? Sonuçta hata yapmak hayatın bir parçasıdır ve sadece hatalardan öğrenebilir ve daha da gelişebilirsiniz. Örneğin küçük çocuklar henüz bu başarısızlık korkusunun farkında değildirler. Kendi ayakları üzerinde durmadan önce ne kadar sıkça düşmezler mi? Kelimeri doğru söyleyene dek, çok kez yanlış telaffuz etmezler mi? Böylece hataları sayesinde öğrenirler! Ancak yaş aldıkça, çevremizdeki tepkiler özgürlüğümüzü kısıtlar hale gelir.  Bu da cesaretimizin kırılmasına, yine rezil olurum gibi hislere sebep olur, pes eder kabuğumuza çekiliriz.

“Kendinize başarısız olduğunuzda başınıza gelebilecek en kötü şeyin ne olacağını sorun…”

Tüm korkularınız ve endişeleriniz gerçekleşse, en kötü haliyle başarısızlık gerçeğe dönüşse ve dünya etrafınızda yıkılsa ne olurdu? Ayrıca kendinize şu soruyu da sorun: Ya her şeye rağmen, yenilgilere ve aksiliklere rağmen devam etseydim ne olurdu? Başarısızlık korkusu bizi düşüncelerimize ve duygularımıza hapsedebilir, ancak hayatımızı belirlemez. Yolculuğumuzda bize eşlik eder ama kaderimiz değildir. Hataların hayatın bir parçası olduğunun farkına vararak bu korkuların üstesinden gelme gücüne sahibiz, çünkü her başarısızlık öğrenmek ve kendimizi geliştirmek için bir fırsattır.

“Başarısızlık korkusunun ardında ne var?”

Başarısızlık korkusu genellikle derinlerde yatan bir güvensizlik hissine ve başarısızlık durumunda olumsuz sonuçlardan duyulan korkuya dayanır. Bu korku genellikle, ister başkalarının beklentileri nedeniyle dışarıdan isterse de kişinin kendisinden yüksek talepler nedeniyle içeriden gelen güçlü performans baskısının sonucudur. Başarısızlık korkusu, geçmişteki olumsuz deneyimlerden veya özgüven eksikliğinden de kaynaklanabilir. Bu durum, etkilenen kişilerin başarısızlık korkusuyla kendi yollarında durmalarına, geri çekilmelerine ve fırsatları değerlendirmemelerine yol açabilir.

  • Gerçekten başarısız olma olasılığınız ne kadar?
  • Beklentileriniz gerçekten düşündüğünüz kadar yüksek mi?
  • Başarısız olursanız en kötü ne olabilir?
  • Hayal edebileceğiniz en kötü şey nedir?
  • Dünyanın sonu gelir mi?
  • Sevgiliniz ya da Eşiniz sizi sevmekten vaz mı geçer?

Bir rahatlama hissedene kadar sorgulamaya devam edin.

“Başarıyı görselleştirin”

  • Durumun üstesinden geldiğinizde nasıl olacağını gözünüzde canlandırın.
  • Hedefe ulaştığınızda ne olur?
  • Ne görüyorsunuz?
  • Ne hissediyorsunuz?
  • Yanınızda kim var?
  • Çevrenizin tepkisi nasıl?
  • Bunu tekrar tekrar hayal edin.

Diğer insanların görüşlerinin nihayetinde önemsiz olduğunu ve bizi kendi yolumuzda ilerlemekten alıkoymaması gerektiğini anlamak önemlidir. Kendimize daha fazla güvenmek ve korkularımızın üstesinden gelmek kendi elimizde. Ancak o zaman potansiyelimizin farkına varabilir ve başarılı olabiliriz – başarısızlık korkusuyla yaşamadan. Başarısızlık korkusunun nedenlerini tespit etmek ve gerekirse bu sorunla başa çıkmak için profesyonel yardım almakta önemlidir.

“Başarısızlıktan korkmayın – cesur olun, ayağa kalkın ve devam edin, çünkü hatalarınız çoğu zaman başarının anahtarıdır! “

Kişisel Gelişim ve Yaşam Koçunuz

Pery Gül

Yazara not iletmek için info@isvicreninsesi.ch adresine e-posta gönderebilirsiniz.

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Sevgi Her Şeyi İyileştirir mi?

yazar

Yayınlayan

on

Hayatın farkındalık kısmını çok seviyorum. Çünkü ne zaman ve nerede sizi aydınlatacağı belli olmuyor. Fırsat buldukça film izlemeyi seven biri olarak, geçtiğimiz günlerde izlediğim bir filmde geçen şu soru zihnimi meşgul etti:
“Sevgi her şeyi iyileştirir mi?”

Bu soru bende bir beyin fırtınasına yol açtı. Gerçekten, sevgi her şeyi iyileştirebilir mi?

Tarih boyunca bu düşünce sanatın, edebiyatın ve felsefenin birçok alanında sorgulandı. Elbette, fiziksel hastalıklar, savaşlar, ciddi psikolojik rahatsızlıklar ve ekonomik sıkıntılar sadece sevgiyle çözülebilecek meseleler değildir.
Kanser hastası bir birey ne kadar çok sevilirse sevilsin, tıbbi desteğe ihtiyaç duyar. Savaşların sona ermesi ya da ekonomik zorlukların aşılması ise ortaklaşa çabaları ve somut çözümleri gerektirir.

Yani, sevgi sihirli bir değnek değildir.
Ama…
Sevginin hayatımızdaki yerini de yok sayamayız.
Çünkü sevgi, bir tedavi yöntemi değil belki ama tedavi sürecinin en güçlü destekleyicisidir.

Yapılan bilimsel araştırmalar da bunu destekliyor:
Sevgi dolu bir ortamda bulunmak;

  • stres seviyesini azaltıyor,
  • bağışıklık sistemini güçlendiriyor,
  • kalp krizi riskini düşürüyor,
  • uyku kalitesini artırıyor,
  • ve Oksitosin, Dopamin, Serotonin, Endorfin gibi mutluluk hormonlarının seviyesini yükseltiyor.

Hastayken sevildiğimizi hissettiğimizde belki fiziksel acımız geçmez ama umutlu hissederiz. Sevdiğimiz birini kaybettiğimizde, karanlığımız bize gösterilen şefkatle hafifler.
Yalnız olmadığımızı bilmek, bu yükü tek başımıza taşımadığımızı hissetmek…
İşte bu, yavaş da olsa bir iyileşmedir.

Sevgi, bizi birbirimize bağlayan en güçlü bağdır.
Ama burada küçük bir detayı da unutmamak gerekir:
İnsan önce kendini sevmeli.

Hatalarımızla, eksiklerimizle, yaralarımızla…
Kendimizi olduğumuz gibi kabul ettiğimizde dönüşüm başlar.
Çünkü içten bir sevgiyle kendini kabul eden insan, başkasını da daha derin ve şefkatli sevebilir.

Özetle:

Sevmek bir seçimdir.
Paylaştıkça çoğalır.
Ruhsal ve fiziksel dayanıklılığın temelidir.
Karanlıkları aydınlığa çıkaran yegâne güçtür.

Sevgi olmadan geçen bir hayat, eksik bir hayattır.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

VENEDİK MİMARLIK BİENALİ ZİYARETE AÇILDI

yazar

Yayınlayan

on

19.uncu Venedik  Mimarlık Bienali   Başladı… 23 Kasım 2025’e kadar ziyaret edilebilir…

Luzern’den DEON Mimarlık da, 25. Kuruluş Yıldönümünü Venedik Mimarlık  Bienal’i kapsamında bir sergi ile kutluyor…

Deon Mimarlık Sergisi  25 Yılın anısına yayınlanan, DEON Mimarlık kitabının lansmanını da içeriyor…                                                  

Venedik’in büyülü atmosferinde ünlü Rialto Köprüsü’nün hemen yanındaki muhteşem Palazzo Bembo’da yeralan sergi, Venedik Bienali süresince,

23 Kasım 2025’e kadar ziyarete açık olacak.

 300.000 ziyaretçisiyle dünyanın en büyük mimarlık sergisi olarak kabul edilen Venedik Mimarlık Bienali, bu yıl; ‘’zeka’’ kavramını genişleterek, mimarlığı, disiplinler arası bir laboratuvara dönüştürmeyi, iklim  krizine somut ve yaratıcı çözümler aramayı hedefliyor.

DEON Mimarlık;  Venedik Mimarlık Bienali kapsamında yer aldığı bu sergi ile hem 25. kuruluş yıldönümünü kutluyor, hem de  sergiyi ve 25. Yılını dev bir kitap ile kalıcı hale getiriyor.  528 sayfa ve 3.3 kg ağırlığındaki DEON kitabı, kuruluşundan bu yana gerçekleştirdikleri projelerden seçtikleri 19 projeyi içeriyor.

Projelerin; mücevher parçaları, ışıltılı taşlar, değerli kumaşlar gibi, özgün çizimleri ya da kabaca veya aceleyle çizilmiş taslakları, ya da taslaklar üzerine düşülmüş notları, bu günü bekleyip,  muhteşem kitapta yerini almış.

Kitabın tasarımı ve projenin gerçekleştirilmesi heykeltraş, fotoğrafçı ve serbest sanatçı Hansjürg Buchmeier tarafından gerçekleştirildi. Buchmeier, uzun yıllardır DEON Mimarlık’a sanat danışmanı olarak destek veriyor.

Deon Kitabı, sadece içindeki projeler ve özgün sunumları florasan fuşya rengi kapağı ile  girdiği kütüphanelerde ve satışa sunulan kitapçılarda ilgi çekeceğe benziyor.

Bienal kapsamında açılan sergide konuşan Deon Mimarlık kurucusu ve başkanı Luca Deon yaptığı konuşmada, 25 yıl boyunca Deon Mimarlık olarak mimarlık anlayışlarının, estetik standartları ve fonksiyonelliği, insan odaklı ve sürdürülebilir çevre anlayışıyla sürdürdüklerinin altını çizdi. Ayrıca ziyaretçilere, 25 yıllık mimarlık yolculuklarını ve geleceğe bakışlarını özetledi…

Profesör Luca Deon, İsviçre- Luzern’de doğdu.

Albert Einstein’in  eğitim görüp, sonrasında da konuk Profesör olarak çalışmasıyla dünyaya adını duyurmuş, ETH  Zürih (Eidgenössiche Technische Hochschule) Mimarlık Fakültesi’ni bitirdi.

Universiteyi bitirdikten sonra, EPF Lozan (Ecole Politecnique  Federal Lausanne)’da üç yıl boyunca Asistan olarak çalıştı.

Daha sonra  Yverdon-les- Bains Arteplage deki Expo.02’de mimari konseptten sorumlu olarak görev aldı.  (İsviçre Ulusal Sergisi olarak tanımlayabileceğimiz sergi; ‘’Ben ve Evren’’ teması ile tasarlanmış ve İsviçre’nin hem geçici mimarisi ile hem kamusal mekanlar yaratarak, İsviçre’nin modern mimari hafızasında unutulmaz bir iz bıraktı)

Daha sonra uzun yıllar, İsviçre’nin en eski Mimarlık Galerilerinden biri olan Architekturgalerie Luzern’in  direktörlüğünü üstlendi. Eski tarihi mekanlarda ve geçici mekanlarda sergiler düzenleyerek, mimarlık kültürünü yaymayı amaçlayan bu platformda, çok sayıda önemli projeler gerçekleştirdi.

Hochshule Luzern’de  2003 yılından bugüne Tasarım ve Yapı Profesörü olarak, Görsel Tasarım konusunda dersler veriyor.

Ayrıca Mısır Universitesi’nde (MIU Misr International University) de konuk Profesor olarak dersler vermiştir.

Katsushika Hokusai’ye ve Japon kültürüne olan ilgisi onun bir süreliğine Japonya’ya gidip orada ilhamla dolacak zamanlar geçirmesine neden oldu.

Orada kaldığı süre içinde ünlü Japon mimar Riken Yamamoto ( Riken Yamomato, 2024 yılında Mimarlığın Oskarı sayılan Pritzer Prize Ödülünü kazandı) ile yakın bir şekilde çalıştı.  Bazı mimari yarışmalara katıldı. Japonların depremlere karşı geliştirdikleri yapı modelleri ve estetiği onu derinden etkiledi. Japonların doğaya karşı değil, Hokusai’nin dalgaları gibi bilhassa onu kucaklayan tarzları ona İsviçre’de türünün ilk örneği ahşap gökdelen yapma fikrini verdi.

Luca Deon, ailesiyle birlikte İstanbul ve Türkiye’nin farklı bölgelerini de ziyaret edip,  tarihinden, çok katmanlı ve çok faklı kültürleri barındıran mirasından çok etkilendiğini de sıklıkla dile getirmektedir.

Luca Deon, 1999 yılında kurmuş olduğu DEON AG Mimarlık Şirketinde (www.deonag.ch) İsviçre ve dünyanın farklı yerlerinde özgün projeler üretmeye devam etmektedir.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Satır Arasındaki İzler – SU – Buket Uzuner

yazar

Yayınlayan

on

“Aklın süsü dil, dilin süsü sözdür.
Kişinin süsü yüz, yüzün süsü gözdür.”
Kutadku Bilig- Yusuf Has Hacib

Buket Uzuner İle tanışmam, lise yıllarımın sıcak bir yaz tatili sonrasına denk düşer. Çocukluk arkadaşım, yıllarca aynı sırayı paylaştığım Pınar Bulut’un, lise yaz tatili dönüşü “Sana bir kitap getirdim, bunu mutlaka okumalısın,” diyerek elime tutuşturduğu romanla hayatımda yepyeni bir kapı aralanmıştı.

“Kumral Ada Mavi Tuna”, o yıllarda sadece bizim değil, birçok gencin hayatına damga vurmuştu. Ada’nın coşkulu halleri, Aras’ ile yaşadığı masum aşk, masumiyeti sarsan kayıplar… Tüm bu duygular arasında, yıllara inat direnen bir çocukluk aşkı saklıydı satır aralarında. Kitabı ne zaman hatırlasam, gözlerimin kenarında bekleyen bir damla usulca kendini hatırlatır.

Sonrasında Buket Uzuner’in diğer kitaplarıyla da yolum kesişti. İki Yeşil Su Samuru, İstanbullular, Gelibolu ve daha niceleri… Her biri hayatımın başka bir dönemine eşlik etti; iz bıraktı. Derken yıllar geçti. Uzuner, zihnimde her zaman saygıyla andığım bir yazar olarak yerini korudu, ama yollarımız bir süreliğine ayrıldı. Ta ki 2023 yılına, İsviçre’ye taşındığım o ilk yıla dek. Dilini bilmediğim yabancı bir ülke, tanımadığım insanlar, bana ait olmayan eşyaların yer aldığı bir ev… Yanımda sadece birkaç bavul eşya, biraz hayal, çokça korku ve geride bıraktığım koca bir geçmiş vardı. Bir de çantama sığdırabildiğim 5-10 kitap. Onlardan biri, Buket Uzuner’in Su-Toprak-Hava-Ateş dörtlemesinin ilk kitabı Su’ ydu.

Yeni hayatımın sessizliğinde, o kitapla baş başa kaldım. Ve yine tuttu elimden Buket Uzuner. Zamanı, mekanı, kim olduğumu unutturan o tanıdık dille başka bir serüvene sürüklendim. O an, hikâyem yeniden başladı.

 Suyun Hafızasıyla Yazılmış Bir Roman: SU

“Yaşamak, tabiatın efendisi değil, onun parçası olduğunu hissetmektir, çünkü ona döneceğiz!”

Buket Uzuner’in kaleminden çıkan Su, yalnızca bir roman değil; kadim bir sesin; toprağın, rüzgarın ve en çok da suyun hafızasında yankılanan çağrısıdır. Yazar, bu eserinde Anadolu’da binlerce yıldır var olan Kamanlık (Şamanizm) geleneğini dört element üzerinden ele alarak “Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları” başlıklı dörtlemenin ilk durağında, okuru doğa, tarih, mitoloji ve bugünün toplumsal gerçekliği ile örülü katmanlı bir anlatıya davet ediyor.

Su, bir yaz akşamı Kadıköy’deki Barış Manço vapuruna binen gazeteci Defne Kaman’ın gizemli kayboluşuyla başlıyor. Ancak bu roman, klasik bir polisiye gibi ilerlemiyor; hatta baş karakteri Defne Kaman, roman boyunca bir gölge gibi, daha çok geride bıraktığı izlerle var oluyor. Anlatının eksenini; onu aramakla görevli Komiser Ali Ümit, bilge sahaf Semahat ve Defne’nin Kam (şaman) olan ninesi Umay Bayülgen oluşturuyor. Böylece roman, bir kayboluş hikayesi olmaktan çok, bir uyanış ve sorgulama serüvenine dönüşüyor.

Mitolojik ve metafizik katmanlarla bezenmiş romanın temel çatısı, modern dünyanın unuttuğu doğa bilgeliği üzerine kurulu. Buket Uzuner, suyu yalnızca bir element olarak değil; canlı, düşünen ve unutmayan bir varlık olarak ele alıyor. Suyun hafızası vardır; insanınkinden eski, daha duru ve daha ısrarlı bir hafıza… Ve bu hafıza, hem roman karakterlerine hem de okura şu soruyu yöneltiyor: “Doğayı gerçekten duyuyor muyuz?”

Yazar, Kutadgu Bilig’e yaptığı referanslarla, Türk düşünce tarihinin derinliklerinden bugüne uzanan bir anlam köprüsü kuruyor. Yusuf Has Hacib’in eseri, romanda yalnızca bir motif değil, bir şifreler kitabı gibi konumlanıyor. Böylece “Su”, hem edebi hem felsefi bir sorgulama alanına dönüşüyor.

Romanın asıl gücü, mitolojik öğeleri günümüz Türkiye’sinin sosyo-politik meseleleriyle iç içe geçirmesinde yatıyor. Kadın cinayetlerinden bireysel özgürlüklere, çevre tahribatından HES projelerine, toplumsal baskılardan mezhep ayrımcılığına kadar birçok mesele, karakterlerin yaşamı üzerinden hikayeye doğal bir şekilde sızıyor. Gazeteci Defne Kaman’ın sistem karşıtı yazıları, yalnız yaşayan sahaf Semahat’ın kadın olmanın yüküyle verdiği mücadele, Komiser Ümit’in iç çatışmaları… Hepsi, modern Türkiye’nin ruh haritasına dair önemli ipuçları sunuyor.

Buket Uzuner, bu eserinde eko-feminist bir bakışı da ön plana çıkarıyor. Doğa ile kadının kaderini ortaklaştıran yaklaşımı, ne romantize edici ne de didaktik. Aksine, zarif ve derinlikli. Özellikle su metaforu üzerinden geliştirilen anlatı dili, hem şiirsel hem de çağrışımlarla dolu bir okuma deneyimi sunuyor.

“Su”, sadece kaybolan bir kadının değil, kaybolmuş bir kültürün, bastırılmış bir bilgelik mirasının izini sürüyor. Her satırında geçmişle bugün, inançla şüphe, doğayla insan çarpışıyor; kimi zaman uyumla, kimi zaman sarsıcı bir çatışmayla. Buket Uzuner’in bu romanı, okuru sadece bir hikayeye değil, kadim bir bilince kulak vermeye davet ediyor. Ve bu davet, günümüzün gürültüsünde kulağımızı en çok unuttuğumuz yere, içimizdeki suya çeviriyor.

Haberin Devamını Oku

Trendler