Sosyal Medya

Köşe Yazıları

Acaba El Alem Ne Der?

yazar

Yayınlayan

on

Cemil Baysal Köşe Yazısı

isviçreninsesi

Acaba El Alem ne der, kimbilir benimle ilgili şu an ne düşünüyorlar? Evet, başlık size yabancı gelmemiş olabilir. Atacağımız adımlar atamadığımız adımlarda, yapacaklarımız ya da yapamadıklarımızda hep bir el alem vardır. Ya da Millet ne der. Bu bende, sende, onda, onlarda, hatta herkeste olan bir düşünce. Peki neden çok önemiyoruz o al alemi? Neredeler, gerçekten varlar mı, varlarsa ne zaman ortaya çıkarlar?

Günümüzde yaşamak, birçok insan için bir sosyal medya etkileşimi kadar karmaşık hale geldi. Her an herkesin gözleri üzerinizde gibi hissedebilirsiniz, özellikle de “el alem” dediğimiz topluluğun bakışları altında. Peki, bu “el alem” kavramının gerçeklikle ne kadar örtüştüğünü ve yaşamımızı nasıl etkilediğini düşündük mü hiç?

Sosyal medya, günümüzde yaşamın ayrılmaz bir parçası haline geldi. Paylaştığımız fotoğraflar, yazdığımız yazılar, beğendiğimiz içerikler… Tüm bunlar, aslında bir sanal tiyatro sahnesinde oynadığımız rollerin birer yansıması. Ancak bu sanal dünyada sergilediğimiz imajın ardında gerçekten kim olduğumuz var mı? Yoksa sadece beğeniler ve yorumlar için mi varız?

Küçük yaşlardan itibaren hayatımıza sinsice giren “el alem”, zamanla büyüdükçe bir korku unsuru haline gelmiştir. Kimi zaman büyüklerimizin öğütleriyle, kimi zaman arkadaş sohbetlerinde karşımıza çıkan bu gizemli topluluk, gerçekte nerede ve var mı, yok mu, sorularını sıklıkla düşündürtmüştür. Gereksiz yerlerde var olan bu el alem, ihtiyacınızın olduğu anlarda ortada yokturlar.

Çocukluktan Gelen Anlatılar:

Çocukluğumuzdan itibaren, büyüklerimizden duyduğumuz hikayelerde, “el alem” genellikle bir korku unsuru olarak anlatılır. Okul hayatımızdan sınavlara, evlilik süreçlerimizden iş hayatımıza, başarılarımızın korunmasından başarısızlıklarımızın hesap verilmesine kadar, “el alem” her zaman hayatımızı şekillendiren bir faktör olmuştur. Kaybettiğimiz maddi değerlerde, yaşadığımız acılarda bile, kendimize verdiği zarardan çok önce, el aleme ne deriz, el alem ne der, onlara nasıl hesap veririzi düşünmüşüzdür. Kimilerine göre gözlerin her an üzerimizde olduğu, kimilerine göre ise bir tür doğaüstü varlık gibi algılanır. Ancak büyüdükçe, bu anlatıların gerçek mi yoksa sadece birer masal mı olduğunu sorgulamaya başlarız.

Eğer “el alem” ya da ‘millet ne der” diye sürekli endişe içindeysek, bu topluluğun varlığı gerçekten mi söz konusu? Belki de bu düşünceler, kendi başımıza yarattığımız birer hayalet. Bu topluluğun gerçekten var olup olmadığından ziyade, kendi hayatımızı nasıl yaşadığımız ve başkalarının düşüncelerine ne kadar değer verdiğimiz önemlidir.

El Alem’in Zamansal Yolculuğu:

Belki de “el alem” hiçbir zaman net bir şekilde ortaya çıkmaz; belki de hep içimizde bir yerlerde var olmuştur. Ancak onun en çok hissedildiği yer, teknolojinin ilerlemesi ve sosyal medyanın yükselişiyle birlikte daha belirgin hale geldi. Günümüzde, bir fotoğrafın beğeni sayısından tutun da paylaşılan bir düşüncenin alacağı yoruma kadar, her şey “el alem”in gözü önünde gerçekleşiyor gibi hissettiriyor.

Ancak belki de “el alem” asıl olarak bireyin kendi zihnindedir. Başkalarının beklentileri ve düşünceleri, kişinin kendi iç dünyasında yarattığı bir projeksiyon olabilir. Bu durumda, “el alem”e karşı koymak, aslında kendi içsel diyaloğumuzu anlamak ve bu etkileri minimize etmek anlamına gelebilir.

Bir diğer açıdan bakıldığında, “el alem” her dönemde farklı biçimlerde var olmuş olabilir. Toplumun, kültürün ve teknolojinin evrimiyle birlikte bu kavramın şekli de değişmiş olabilir. Kimbilir, belki de “el alem” dediğimiz şey, insanoğlunun doğasında var olan, bir başkasının düşünceleri üzerinden kendini değerlendirme eğiliminden kaynaklanan bir olgudur.

İletişim Eksikliği ve El Alem:

El alem bazen gereksiz şeyleri konuşuyor, malzeme veriliyorsa; bazen de bu bizim anlatmadığımız, zamanında konuşmadıklarımızdan, iletişim eksikliğinden kaynaklanıyor olabilir mi? Belki de konuşanların ne konuştuğuna ya da onlara kimin neyi anlattığından çok, acaba neden bu noktaya gelindiğini sorgulamak mı lazım?

Bu noktada, “el alem” dediğimiz topluluğun konuşmalarının ardında iletişim eksikliklerinin ve anlaşılamayan duyguların yattığı bir gerçek olabilir. Belki de insanlar, duygularını ifade etmekte zorlanmanın verdiği bir boşluğu, dedikodular ve gereksiz konuşmalarla dolduruyorlar. İletişim açısından eksik kalan bir bağlam, “el alem”in varlığını daha belirgin hale getirebilir.

Bu durumu düzeltmek için belki de daha derinlemesine iletişim kurmak, duyguları açıkça ifade etmek ve anlaşılmayan konularda sorular sormak önemli olabilir. “El alem” dediğimiz topluluk, belki de gerçekte anlaşılamayan ya da ifade edilemeyen duyguların bir yansımasıdır. Bu nedenle, sadece konuşulanların değil, aynı zamanda konuşulmayanların da üzerinde düşünmek önemlidir.

Sonuç olarak, iletişim eksikliklerini fark etmek ve bu noktada anlayışlı bir yaklaşım sergilemek, “el alem”in yarattığı karmaşayı azaltabilir. Böylece, gerçek anlamda anlaşılmayanı anlamaya yönelik bir çaba, bu sanal topluluğun etkilerini sınırlayabilir ve daha sağlıklı iletişim ortamları yaratabilir.

El Alem konuşmak için malzeme arıyorsa, her zaman konuşacak bir şey bulacaktır. Bu gerçek, bir bakanın denizin üzerinde yürüme çabasındaki fıkrayla da mizahi bir şekilde ortaya konmuş oluyor. Hatırlarsınız, bir ülkede bir bakan, kendisini gazetecilere hiç sevdirememişti. Ne yapsa makbule geçmiyor, basın her gün kendisiyle uğraşıyordu. Nihayet bir çözüm bulmaya karar verdi: “Öyle bir şey yapayım ki, gazeteciler mat olsun.” dedi ve ilan etti: “Pazar günü saat 10’da bakan, denizin üzerinden yürüyerek geçeceğim.” Pazar sabahı saat 10’da tüm basın mensupları toplandılar orada. Bakan geldi ve elinde bastonuyla denizin üzerinde yürümeye başladı. Karşı kıyıya kadar da yürüdü geçti. Herkesin gözleri dehşetle açılmıştı. Fakat ertesi gün tüm gazetelerde şu başlık okundu: “Bakan yüzme bilmiyor!”

El alem, sakal bıraksak bıyığı yok; bıyık bıraksak sakalı kısa. Başını örtsek eteği uzun, başını açsa başı açık; etek giysek pantalon giymiyor, giysen etek, neden pantolon giymiyor? Gülsen gülüyor, gülmesen suratını asıyor… Saçın başın kaşın… Yediğinde yemediğine, yemediğinde yemediğine, içtiğinde içmediğine, içmediğinde içmediğine hep söyleyecek lafları olacaktır.

Evet, tam olarak! El alem için yaşamaya devam ettiğiniz sürece, ne yaparsanız yapın, tıpkı bakanın hikayesinde olduğu gibi, her zaman konuşacak bir şey bulacaklar. Asıl önemli olan, kendi içsel değerlerimize ve gerçek mutluluğumuza odaklanmak, dışarıdan gelen dedikoduların ve beklentilerin etkisinden uzaklaşmak. Belki de en güzel cevap, onları yok saymak ve kendi yolumuzda ilerlemek, kendi gerçeğimizi yaşamaktır.

Haberin Devamını Oku
Yorum Yapın

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Köşe Yazıları

Bir Toplumsal Çöküş Distopyası

yazar

Yayınlayan

on

 Peygamberin Şarkısı-Paul Lynch  

Karanlık zamanlarda söylenecek mi şarkılarda? Evet, şarkılarda söylenecek, karanlık zamanlar hakkında.

Bertol Brecht

İrlandalı yazar Paul Lynch’in 2023 Booker Ödüllü romanı Peygamberin Şarkısı tam da bu karanlık zamanlar için yazılmış, çağımızın vicdanını sorgulayan, acı bir şarkı gibi. İrlanda’da geçen ama evrensel bir faşizm eleştirisi sunan roman, karakterlerin ve toplumun içine düştüğü sıkışmışlığı bir nefes darlığı çeker gibi okura hissettiriyor. Gerilim, atmosfer ve duygu katman katman inşa ediliyor. Ve ortaya çıkan şey: sert, sarsıcı, acımasız, aynı zamanda distopik bir kurgu olsa da inanılmaz gerçek bir hikâye.

Roman, Dublin’de yaşayan Stack ailesi üzerinden totaliter rejimin sıradan hayatları nasıl paramparça ettiğini anlatıyor. Ailenin babası Larry, öğretmenler sendikasında yöneticilik yapan, hak savunucusu bir öğretmen. Bir gün ansızın devletin yeni istihbarat teşkilatı olan GUHB (Kamu Düzeni Yüksek Bürosu) tarafından tutuklanıyor. O andan itibaren roman, bilim insanı olan anne Eilish’in gözünden anlatılıyor. Eilish, dört çocuğuyla birlikte hem eşine ne olduğunu anlamaya hem de ülkesinin içine yuvarlandığı karanlıktan ailesini korumaya çalışıyor.



Paul Lynch’in ilham kaynakları arasında Suriye iç savaşı, 2015’te Muğla’nın Bodrum ilçesi sahilinde cansız bedeni bulunan Aylan bebek ve Herman Hesse var. Bu üç öğe, romanın vicdanını, öfkesini ve derinliğini anlamak için önemli. Çünkü Peygamberin Şarkısı, sadece bir annenin direniş hikâyesi değil, aynı zamanda “olmaz” dediğimiz her şeyin nasıl mümkün kılındığını anlatan bir toplumsal çöküş romanı.

Romanda zamanla iç savaşın eşiğine gelen İrlanda, seçimleri kazanan aşırı sağcı bir partinin baskılarıyla dönüşüyor. Kurumlar çökertiliyor, medya ele geçiriliyor, insanlar “sessizce” kayboluyor. Lynch, bu yolculukta özgürlük kavramını paramparça ediyor: “Eskiden özgür iradeye inanırdım, ‘kuşlar kadar özgürüm’ sanırdım ama artık o kadar emin değilim.”diyor Eilish.

Roman, sadece olayları anlatmakla kalmıyor; okura bir duvar gibi çarpıyor. George Orwell’in 1984’ü, Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’i gibi klasik distopyalardan biraz daha farklı bir kurgu ile, bir annenin yanan kalbinden yükselen haykırışla yaklaşıyor distopyaya. Bu anlamda Lynch’in yazarlığı yalnızca anlatıcı değil, aynı zamanda tanık. Olaylar, kendi kendini devindiren bir felaket zincirine dönüşüyor; tıpkı gerçek hayattaki gibi.

Peygamberin Şarkısı aynı zamanda bir unutmaya karşı direniş. Çünkü insanoğlu bazı savaşlar, bazı ölümler, bazı kayıplar hep başkalarının başına gelecekmiş gibi sanıyor. Lynch bu yanılgıyı okurun elinden alıyor. İktidarı eline geçirenlerin nasıl aynı karanlığa bulaştığını, insan doğasının içinde uyuyan kötülüğün fırsatını bulduğunda nasıl harekete geçtiğini, özgürlük dediğimiz şeyin ancak mücadeleyle var olabildiğini gözümüzün içine baka baka anlatıyor.

Roman boyunca “gerçek” dediğimiz şeyin ne kadar kolay dönüştürülebileceğini, medyanın tekrar tekrar söylediği her şeyin nasıl bir hakikate evrildiğini görüyoruz. Herkes “yeni düzene” sessizce alışıyor. En çok da sessiz kalanlar günün sonunda neler kaybettiklerini çok acı bir şekilde tecrübe ediyor.


Paul Lynch’in Peygamberin Şarkısı, bugünün dünyasına yazılmış bir uyarı niteliğinde. İçine çektiği o dipsiz kuyudan çıkamıyor, gerçekliğin içinde karanlık zamanların şarkısını söylerken buluyorsunuz kendinizi. Kitap boyunca Queen’in aynı adlı parçası kulağınızda çalarken, roman bittiğinde bile bu melodi zihninizde yankılanmaya devam ediyor.

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

Yas dediğin ne kadar sürer; bir gün sona erer mi? Yoksa insan sadece onunla yaşamayı mı öğrenir?

yazar

Yayınlayan

on

Maggie O’Farrell’in 2020 Woman’s Prize Ödüllü Hamnetromanı, yasın en derin sularında yankılanan bir ağıt gibi… Okuru 16. yüzyılın kasvetli, veba gölgesindeki İngiltere’sine götürüyor ve bir annenin en büyük kaybını, bir babanın sessiz yasını, bir ailenin eksilen ruhunu anlatıyor. Bu, yalnızca bir çocuğun ölümü değil; bir evin, bir annenin, bir babanın içinde açılan derin bir boşluğun hikâyesi.

1580’lerde Stratford’un Henley Caddesi’nde bir çiftin üç çocuğu oluyor: Suzanne ve ikiz kardeşler Hamnet ile Judith. Anne Agnes, doğanın dilini bilen, sezgileriyle gökyüzünü okuyabilen, bitkilerde şifa arayan bir kadın. Babaları ise Shakespeare… Ama bu hikâyede Shakespeare’in adı hiç anılmıyor. O, burada yalnızca bir baba; kaybını kelimelere dökemeyen, yasını sessizce taşıyan bir adam.

Hikâye, Hamnet’in yalnızlığıyla başlıyor. Ateşler içinde yatan kardeşini kurtarabilmek için odadan odaya koşuyor ama evin içinde yalnızca kendi ayak sesleri yankılanıyor. Ne annesi aşağı katta ne de babası evde…Kaderin acımasız elleri ona dokunuyor. Ölüm, Judith’i almak için geliyor ama Hamnetonun yerine geçiyor.

Bu kayıp, Agnes’in ruhuna kapanmaz bir yara açıyor. Yüzüne dokunduğu an, oğlunun artık bir hatıraya dönüştüğünü hissediyor. Bir zamanlar şifacı elleriyle insanları iyileştiren kadın, şimdi kendi içindeki boşluğu dolduramıyor. Yas, onun üzerine çöküyor; gökyüzü kararıyor, dünya sessizleşiyor. Artık hiçbir şey eskisi gibi değil.

Shakespeare ise yası başka bir şekilde yaşıyor. Londra’dasığındığı tiyatroda kelimelerle kendi acısına şekil vermeye çalışıyor. Dört yıl sonra, oğlunun adını sahneye taşıyor. Hamlet… Oyun sahnelendiğinde, seyirciler için bir trajedi ama Shakespeare için bir ağıt oluyor.

Roman, iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm Hamnet’inhikâyesini anlatıyor, ölümün sessiz adımlarını hissettiriyor. İkinci bölümde ise Agnes’in gözünden lirik bir aşk, bir kayıp ve bir annenin dönüşümü anlatılıyor. Shakespeare’in Londra’da geçirdiği yıllar, ailesinden kopuşu, sahnede kelimelerle kendine bir dünya inşa etmesi de bu bölümde hayat buluyor.

Ancak bu hikâyede başkahraman Shakespeare değil. Asıl merkezde Agnes var. Doğaüstü sezgileri olan, başına buyruk, toplumsal kalıplara sığmayan bir kadın. Evinin gölgesinde şifalar bulan, ama en büyük acıyı yaşayan bir anne. Agnes bir doğan besliyor. Bu kuş, onun özgürlüğünün, gücünün bir simgesi. Ama ne iradesi ne de bilgeliği, onu en büyük kayıptan koruyabiliyor. Şifacı elleri, kendi oğlunu iyileştiremiyor. İşte, en büyük trajedi burada.

O’Farrell’in anlatımı, bir masal gibi büyülü, bir ağıt gibi hüzünlü. Kelimeleriyle okurun duyularına dokunuyor, kokuları, sesleri, ışığı hissettiriyor. Romanın her satırında yasın ağırlığı, kaybın kaçınılmazlığı ve aşkın zamana yenilmeyen izleri var.

Bu kitabı bir tarihsel roman gibi okumak yanıltıcı olabilir. Çünkü Hamnet, tarihsel gerçeklerden ilham alsa da bütünüyle bir kurgu. Shakespeare’in Hamlet oyununa adını veren oğlu Hamnet’in vebadan öldüğü rivayetinin üzerine inşa edilmiş bir hikâye. Ama yazar, onu sadece bir olay olarak anlatmıyor; acının derinliğini, bir annenin yaşadığı yası, kaybın bir aile üzerindeki yankılarını öyle güçlü işliyor ki kitap, büyülü gerçekçiliğin sınırlarında dolaşan bir modern klasik haline geliyor.

Hamnet, kaybedilmiş bir çocuğun, eksilmiş bir evin, parçalanmış bir annenin hikâyesi. Yasın, birini nasıl sonsuza dek değiştirdiğini anlatan en güzel romanlardan biri. Eğer kaybın ve aşkın en saf halini hissetmek, edebiyatın büyülü dünyasında yasın sesini duymak isterseniz, bu kitap tam da kalbinize dokunacak…

Haberin Devamını Oku

Köşe Yazıları

OSCARIN YILDIZLARI

yazar

Yayınlayan

on

Oscar ödül töreninde kırmızı halının en şıkları ve en “olmamış”ları…

OSCAR KİMİN?

Oscar akademi ödül töreni, eskisi kadar heyecanlı, ilgiyle beklenen bir ödül töreni olmasa da, film yıldızlarının kırmızı halıda ne giydikleri, törende neler yaptıkları hayranları tarafından merakla takip edilmeye devam ediyor.

Kırmızı halı; lüksü, şıklığı, zarafeti, asilleri, kazananları temsil etme özelliği taşıyan özel bir anlamı vardır. Ödül törenlerinde ünlülerin şıklık yarışına girdiği kırmızı halı için; aylar öncesinden onlara özel olarak sadece onların üzerinde gördüğümüz elbiseler, mücevherler, ayakkabılar bazen oscar ödül heykelini gölgede bırakır.

Bu yıl ki Oscar ödül töreninin kırmızı halıda kimler şık diye baktığımda pekte çok şık birilerini göremedim diyebilirim. Oyüzden hem şıkları hemde rüküş demeyim de olmamışları sizler için yorumlamaya başlayalım.

OSCARIN YILDIZLARI

DEMİ MOORE

Yıllara meydan okuyan güzelliğiyle, genç görünümünü kaybetmeyen fiziğiyle Demi Moore bence gecenin en şıkları arasındaydı.

Giorgio Armani’nin tasarımı olan; gümüş rengi ışıl ışıl parlayan, ölçülü göğüs dekolteli, kalçada hareketlilik sağlayan drapajlı balık elbisesi ve Chopard mücevherleriyle bir yıldız gibi parlıyordu. Kırmızı halı Oscarını ben Demi Moore ‘a veriyorum..

MİKEY MADİSON

Mikey Madison; “Anora” filmindeki rolüyle en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı. Christian Dior Coutre’dan 1950’ler tarzı, göğüs altında bir fiyonk efektli siyah ve pembe kombin renkli bir elbisesi ve 1910’lardan kalma bir Tiffany kolye ve uyumlu bir bileziğiyle eski Oscar törenlerine atıf yapan tarzıyla kırmızı halı şıkları arasına girdi.

ADRİEN BRODY

“The Brutalist” filmindeki performansıyla En iyi erkek oyuncu dalında ikinci Oscar ödülünü kazanan Adrien Brody; geceye Giorgio Armani simokini ve mücevher tasarımcısı Elsa Jin imzalı yaka broşuyla gecenin en şık erkeğiydi.

SELENA GOMEZ

Selena Gomez Oscar’a misafir olarak gelsede elbisesiyle en şıkları arasında olduğu için onu öne aldım. Ralph Lauren imzalı ışıltılı elbisesinin tarzıyla Hollywood yıldızlarından Sophia Loren’e selam gönderiyor.  

Bu şık elbiseyi, Bulgari elmas kolyesi ve elmas yüzüğüyle tamamlayarak Hollywood yıldızlarının lüks şıklığını yansıtıyor…

MONİCA BARBARO

Oscar yıldızlarından biriside Monica Barbaro ; geceye prenses stilli, kabarık uçuk pembe saten etekli, zarif dekolteli Dior Couture elbisesi ve göz kamaştıran Bulgari mücevherleriyle katıldı.

ARİANA GRANDE

“Wicked” filmiyle pop starlıktan, Hollywood starlığına geçiş yapan Ariana Grande; kırmızı halıda Schiaparelli Couture imzalı pudra tonlardaki hareketli çember etekli, straplez elbisesiyle boy gösterdi.

TİMOTHÉE cHALAMET

Dönemin bütün kırmızı halılarının aranan isimlerinden olan, Kyle Jenner ile olan ilişkisiyle gündemden düşmeyen Timothée Chalamet, renkli hayatını yansıtan neon sarı takım elbisesiyle gecenin en dikkat çekici olduğu kadar en rüküşleri yada “olmamışları” arasındaydı…

Lisa


Lisa son dönemin en dikkat çeken isimlerinden ancak kırmızı halıda giydiği Markgong tasarımı smokin elbisesi, Bulgari mücevherleri (mücevherleri gören var mı?) ve rastgele toplanmış kahküllü saçlarıyla dikkat çekmekten öteye gidemeyen bir “olmamışlık” la boy gösterdi.

HALLE BERRY

Oscar ödül törenine sunucu olarak katılan Halle Berry; kırmızı halıda Cristiano Siriano imzalı, tam 7000 aynalı kırık kristallerden oluşan straplez balık elbisesiyle katıldı. Aynalı kristallerin tek tek işlenmesindeki büyük emeğe saygım var ama bu elbise sanki Oscar’in ağırlığını taşımıyor bence oyüzden ne yazıkki o da bu gecenin “olmamış”ları arasına girdi.

SCARLETT JOHANSSON

Scarlett Johansson;  Thierry Mugler imzalı lacivert kadife elbisesini uzun lacivert kadife eldivenleriyle tamamlayarak, De Beers mücevherleriyle kırmızı halıda yerini aldı. Bir opera sanatçı pozundan da anlaşılacağı gibi Oscar ödül törenine değilde Opera da sahne alacak gibi görünüyordu. Bence o da ne yazıkki “olmamış”tı..

Oscarlar kime giderse gitsin kırmızı halı ödüllerini hakedenler kazandı.

Yazan ve hazırlayan: Ayşenur Demirkan

Haberin Devamını Oku
Reklam

Trendler