Köşe Yazıları
İsviçre’ye Merhaba!
Meltem Soğuk Stropoli – Yaşamın Renkleri Köşesi
Burada, bu köşede, bundan böyle sizlerle yaşamın içinden farklı konuları paylaşacak olmanın heyecanı içindeyim. Öncelikle biraz kendimden, hayatımdan ve beni İsviçre’ye getiren sebeplerden bahsetmek istiyorum.
1972 yılında İstanbul’da dünyaya geldim ve 40 yaşıma kadar çok sevdiğim İstanbul’da yaşadım. Beni bu güzel ülkeye getiren ise bir ‘İtalyan’ oldu. Bundan 11 yıl önce eşim Giovanni ile evlenip, çalıştığım şirketin İsviçre’deki merkezinde işe başlayınca hayatımdaki İsviçre sayfası da açılmış oldu. 6 yıl Lozan’da bol seyahatli uluslararası bir görevde çalıştıktan sonra, eşim ve benim işlerimizdeki değişiklikle birlikte yolumuz bu kez de 2 yıllığına İrlanda’ya düştü. Tam da COVID-19 pandemi döneminde geçen iki yıllık Dublin hayatımızın ardından tekrar çok sevdiğimiz İsviçre’ye dönerek bu kez Zürih Gölü’nün kıyısına, mis kokulu gül bahçelerinden dolayı ‘gül şehri’ olarak bilinen Rapperswil’e yerleştik.
Uzun yıllar kurumsal hayatta başarı ve büyüme odaklı bir düzenin parçası olarak yer alırken, bir yandan da çocuklukta başlayan içimdeki yazma isteği aslında hep benimleydi. Hepimizin hayatını pek çok açıdan etkileyen pandemi dönemi, bana da bazı konuları sorgulatarak hayatımın akışına farklı bir yön verme zamanının geldiğini hatırlattığında içimdeki yazma tutkusu kendini göstermeye başlamıştı bile. 2023 yılında bana çok heyecan veren ilk kitabım ‘Yeşil Mavi Hayat-Ve 50 Yaş’ yayımlandı.
Toplamda 18 yıl kurumsal hayatta geçen kariyerim ise oldukça farklı bir alanda, ilaç endüstrisinde gerçekleşti. Kadıköy Anadolu Lisesi ve İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nin ardından, Türkiye, İsviçre ve İrlanda’da pazarlama alanında yöneticilik görevlerinde bulundum. Ek olarak 6 yıl süreyle, iki ortak olarak kurduğumuz ilaç sektörüne hizmet veren kreatif ajansın da yoneticiliğini yapmak bana çok farklı tecrübeler kazandırdı.
Hayatta hiç bir yaşın, heyecan verici başlangıçlar için geç olmadığını düşünenlerdenim. 2021 yılında, merkezi New York’ta bulunan Institute for Integrative Nutrition’da Bütünsel Beslenme Danışmanlığı ve Sağlık Koçluğu eğitimimi tamamladım. Öğrenme hevesimin artarak devam ettiği ‘bilinçli, iyi ve sağlıklı yaşama yolculuğu’na, merkezi Chicago’da bulunan Functional Medicine Coaching Academy’de devam ettim ve 2023 yılında Fonksiyonel Tıp Sağlık Koçu olarak mezun oldum. Yazmanın dışında beni oldukça heyecanlandıran bir konu olan sağlıklı yaşam yolculuğunda sadece kendime değil başkalarına da fayda ve desteğimin olabilmesi beni çok mutlu eden bir duygu.
Şu anda eşim Giovanni ve yakışıklı köpeğim Grissino ile hayatımı bu güzel ülkede sürdürüyor ve Bireysel Sağlık Koçluğu yapmaya ve de yazmaya devam ediyorum. Ek olarak bu köşede sizlerle beraber olma fikri benim için çok heyecan verici. Yazılarımda bazen kültür, edebiyat, bazen doğa ve hayvanlar hakkında görüşlerimi paylaşırken, kimi zaman bireysel gelişim ve sağlıklı yaşam, kimi zaman da yaşam kalitemizi artırabilmek, bir kadın olarak iş hayatı-özel hayat dengesini koruyabilmek gibi konulara değinecegim. Görüşmek dileğiyle.
Köşe Yazıları
Keşkeler ve Pişmanlıklar: Zamanın İçinde Kaybolan Anlar ve Yeni Başlangıçlar
Zaman… Kimine göre hızla geçen, kimine göre durmak bilmeyen bir kavram. Saatler, günler, yıllar… Birbirini kovalayan anlar arasında kaybolup giden bir yaşam. Her yeni gün, geçmişin izlerini taşırken, geleceğe dair umutları da beraberinde getiriyor. Fakat çoğumuz, zamanın bu hızına ayak uydurmakta zorlanıyoruz. Peki, gerçekten zamanın nasıl geçtiğini hissedebiliyor muyuz? Yoksa anlar, gözlerimizin önünden kayıp giderken, biz de sadece bakıyor muyuz?
Hayat, bir anlamda sürekli bir koşuşturmaca içinde geçiyor. Her şey hızlı, her şey telaşlı. Ancak bu hızın içinde kaybolan şeylerin farkında mıyız? İnsan, geçmişe dönüp baktığında, kaybolan yılları hatırlamak istese de, zamanın ne kadar çabuk geçtiğini kavrayamıyor. Çünkü geçmişin yavaşça kayıp gitmesi, onu en çok yaşadığımız anda, o anın içinde fark edemediğimiz bir şeydir. Çoğumuz bugün, “bugünkü aklım olsa” diye geçmişteki pişmanlıklarını dillendiririz. O zamanlarda yapmadıklarımız, söylemediklerimiz, vermediğimiz kararlar bizi yıllarca takip eder.
Bazen geçmişi düşünüp, eski anıların ne kadar değerli olduğunu fark ediyoruz. Çocukluk yıllarını, ilk gençlik heyecanlarını, sevdiklerimizle geçirdiğimiz huzurlu anları. Oysa bu anların değeri, sadece zaman geçtikten sonra anlaşılabiliyor. O zaman da “Keşke”ler devreye giriyor. Keşke daha fazla o anların tadını çıkarmış olsaydık, keşke daha çok zaman geçirdiğimiz insanlara değer vermiş olsaydık. Keşke, o eski anları yeterince yaşadığımıza dair kendimizi tatmin edebilseydik. Ama geriye dönüp bakmak, zamanı değiştiremiyor.
Ve şimdi, içinde bulunduğumuz anda, belki de bugünden yarına ne yapmamız gerektiğini düşünüyoruz. Zamanı daha verimli kullanmak, hayatımıza anlam katmak, daha çok gülmek, daha çok sevmek… Ancak bu da bir paradoks: Geçmişin pişmanlıkları ve geleceğin endişeleri, bize şu anı yaşama fırsatını veriyor mu? Bizim gerçek zamanımız şu an değil mi? Oysa çoğu zaman geleceği düşünmek ve geçmişe takılmak, bizi bugünden uzaklaştırıyor. Bugün, aslında hayatımızın en değerli anı. Çünkü geçmiş, geçmişte kaldı ve geleceği de bugünden inşa edebiliriz.
Hayatımızda yaptığımız her yeni başlangıç, aslında geçmişi geride bırakmanın bir yoludur. Yeniliklere, değişimlere kapı aralamak, bazen bir cesaret meselesidir. Yeni bir iş, yeni bir ilişki, yeni bir karar… Bu başlangıçlar, hayatı farklı bir açıdan görmemize olanak tanır. Ancak bu başlangıçlar, her zaman kolay olmaz. Çoğu zaman geçmişin izlerinden kurtulmak, korkularımızı ve endişelerimizi aşmak gerekir. Ama her yeni başlangıç, insanın kendisini yeniden keşfetmesi için bir fırsattır.
Peki, biz kendimize bu fırsatları ne kadar tanıyoruz? Kendimizi yeniden keşfetmek için, hayatta her anın kıymetini anlamaya çalışıyor muyuz? Belki de hayatın gerçek anlamı, tam da bu anları fark edebilmekte gizlidir. Yeni başlangıçlar, cesaret ister; ancak cesaret, hayatın hızla akan nehrinde bizi sürüklerken, biraz durmayı ve bu hızın içinde kaybolan anları fark etmeyi de gerektirir.
Zaman, aslında biz fark etmeden yaşadığımız bir yolculuktur. O yüzden belki de en önemli şey, zamanın geçişini anlamak değil, her anı yaşamak ve bu yolculukta aldığımız her adımın kıymetini bilmek olmalıdır. Geçmişi, geleceği ve bu anı bir bütün olarak değerlendirebilmek, yaşamı anlamlı kılmanın en doğru yolu olabilir.
Köşe Yazıları
YENİ YILDA YEPYENİ BİR ‘’BEN’’…
Her yeni yıl; yepyeni umutlar ve yeni başlangıçlar için harika bir fırsat…
Aslında her sabah güne uyandığımızda, her yeni gün yeni bir başlangıç için harika bir fırsat. Ancak bunu insan her sabah yeniden hatırlayamıyor. Ama yeni yıl, sanki biraz daha farklı. Tarih bile değişiyor, belki bu da bize farklı hissettiriyor. Ya da toplum hafızası, aile ve çevreden öğrendiklerimizle yeni yıla farklı bir anlam yüklemişiz. Her nasıl olduysa olmuş, ben yeni yılı çok seviyorum. Kendimi, hayatımı gözden geçirip, yeni başlangıç yapmak için harika bir fırsat olarak görüyorum.
Aile olarak da senelerdir uyguladığımız ve artık bir aile geleneği haline gelen bir alışkanlığımız var.
Her yıl başında herkes kendine hedef belirliyor. Değiştirmek, geliştirmek istediği ya da yeni bir başlangıç yapmak istediği şeyleri maddeler halinde sıralıyor. Önceleri bunu herkes kendi yazıp, yeni yılın ilk günlerinde yaptığımız toplantıda paylaşırdı.
Bir ara kendi kendimizi kandırdığımızı, ufak tefek pembe yalanlarla yazdıklarımızı değiştirdiğimizi fark ederek, bu yöntemi değiştirdik😊 Bazen insan o kadar dürüst olamıyor😊 Bu görevi eşime devrettik. Herkes o yılki hedeflerini ona söylüyor ve o defterine yazıyor. Sonra ertesi yıl geldiğinde, koyduğumuz hedeflerin hangisini tutturduğumuzu paylaşıyoruz. Kaçış olmuyor. Kimse bir şeyler sallayamıyor. Sadece iki seçenek oluyor, ya gerçekleştirdin ya da gerçekleştiremedin.
Tabii bazen gerçekleşmemesinin sebepleri, hepimiz tarafından makul gerekçe olarak görülüp, ‘’olmadı, ama sen gayret ettin, gayret en önemli kısmı, yine de aferin’’ diyerek, birbirimizi sakinleştiriyoruz. Bazen de ‘’senin adına üzgünüz, ama sen de olması için yeterli çabayı göstermedin’’ diyebiliyoruz.
Bunu ben senelerce kendi kendime hep yapardım. Doğum günüm 2 Ocak olduğu için, yılın başlangıcı benim için her yıl yeniden doğuş gibi olurdu. Her yıl için kendime süslü bir defter alır, yazardım. Hala yazıyorum😊 O kadar çok taşınmama ve sürekli bazı eşyaları elememe rağmen, defterlerimin çoğu hala benimle. Bazen geriye doğru bakıp, kimi zaman ne aptalca hedefler koyduğumu görüp, kendi kendime gülüyorum. İnsan her yıl ne kadar çok değişiyor. İnanılmaz. Çok enteresan olan şu ki, bazı şeyler de hiç değişmiyor. Onu da defterlerimden görüp, ona da şaşırıyorum.
Geçtiğimiz yıl, yani yakınlarda bitireceğimiz bu yıl, benim için çok fazla sert oldu. 2024 yılının başında toplantımızı yapamadık. Çünkü o günlerde hastanede annemin başındaydım. Defterim hep yanımda olduğundan yazmışım. Yılın son günlerinde tekrar ilk sayfaları okuduğumda, o sıra yaşadığım ama sonrasında tamamen sildiğim anları tekrar yaşadım. Çok tuhaf, insan bazen yazdıklarını okurken, onları kendisinin yazdığından bile emin olamıyor. Bu bana çok oluyor.
11 Ocak 2024 ‘de annemi kaybettikten sonra bir süre yazamamışım. Sonrasında da fazla yazmışım. Ama ne hedef var, ne geçen yılın hesaplaşması. Anlayacağınız 2024 yılı ailemizin hiçbir hedef, amaç, değerlendirme yapmadan, yıla çok sert biçimde girdiği bir yıl oldu. Ailemizin Hedeflerle Yönetim Toplantısı yapılamadı.
Hayat bildiği gibi geldi, aktı ve bir yıl geçti. Şimdi yeni bir yıl geliyor. Defterler hazır… Yeni hedefler, yeni beklentiler, değiştirilmesi gereken alışkanlıklar, hayatımıza yeni katmak istediğimiz alışkanlıklar, yapmak istediklerimiz, yapmaktan vazgeçtiklerimiz hepsi dökülecek satırlara…
Sanırım bu yıl herkes biraz daha rahat, geçen yıldan herhangi bir hedef vs. sorgulanmayacak. O açıdan rahatız, insan ailesi bile olsa birileri ile paylaşınca yapmak istediklerini, ekstra bir sorumluluk hissediyor. Bu tatlı stres insanı canlı tutuyor, biraz da sorgulama gibi görüp, geriliyor. Bu iyi bir şey…Tabii bence…
Ailede de hepimiz bu alışkanlığımızı çok seviyoruz. Tabii ki, Can hariç. O pek hoşlanmıyor, ama aile geleneğine uyuyor. İçimde bir yerde biliyorum, şu an bize kızıyor gibi gözükse de, ilerde o da bu geleneği sürdürecek.
Sizlerin defterleri hazır mı? Yılı temize çekip, yepyeni bir ‘’siz’’ için hazır mısınız?
Hepimize kolay gelsin.
Bu yıl geçen yıldan çok daha güzel olsun.
Eğer yeni bir yıla başlayabiliyorsak, ayağa kalkıp, yeni bir hayat yaratmamız, taze bir başlangıç yapma şansımız var..
Şimdiden iyi yıllar….
Köşe Yazıları
NE ORALISIN NE BURALI: GURBETTEKİ RUHUN KİMLİK ARAYIŞI
Yurtdışında yaşayanların Türkiye’ye her ziyareti, aynı sahneyi tekrar tekrar yaşatır. Daha valiz açılmadan başlayan sorular, sanki bir kimlik sınavına çekiyormuşçasına, üst üste gelir: “Burası mı güzel, orası mı güzel?” Küçük çocuklar için de farklı değildir: “Anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı?”
Bu bitmek bilmeyen kıyaslama çabası, yalnızca akraba ziyaretlerinde değil, gurbetçilerin yaşadıkları ülkelerde de karşılarına çıkar. Tanıştıkları yabancı bir komşu ya da iş arkadaşı, merakla şunu sorar: “Kendini daha çok Türk mü hissediyorsun, Alman mı? İsviçreli mi? Avusturya’lı mı?”
Ve ne kadar düşünseler de, hiçbir cevap bu soruları tatmin edemez. Çünkü o cevap, herkesin görmezden geldiği büyük bir gerçeği saklar: Gurbetçiler ne oralıdır ne buralı. Türkiye’de “Alamancı”dırlar, yaşadıkları ülkelerde ise bir türlü “tam anlamıyla” yerli sayılmazlar.
TÜRKİYE’DE YABANCI, YURTDIŞINDA DAHA YABANCI
Gurbetçinin kimliği, tıpkı uçak biletinin gidiş-dönüş tarihleri gibi, değişken ve kırılgandır. Türkiye’ye ayak bastığında ev sahibi değil, misafirdir. Kendi memleketinde dahi “yabancı” olarak anılır. Şivesiyle alay edilir, yanlarında çocukları varsa “Aman bu çocuk Türkçeyi unutur, yazık” denir. Ancak yaşadıkları ülkede aynı çocuklara asla “tam anlamıyla bizim vatandaşımız, bu Alman, İsviçreli, Avusturyalı” denilmez. Pasaportu, dili, mesleki başarısı ya da topluma katkısı bu algıyı değiştirmez. Yabancıdır, Ausländer.
Bu çift yönlü yabancılık hissi, gurbetçinin omuzlarına ağır bir yük bindirir. Doğduğu topraklarda hasretle karşılanması beklenirken, “bir misafir kadar” kabullenilmesi ona acı verir. Yaşadığı ülkede ise ağzıyla kuş tutsa da her zaman “öteki” olarak kalır. Peki, bu sorular neden sorulur? Neden bu ısrarla bir taraf seçmesi istenir?
BİR TARAFA AİT OLMA ZORUNLULUĞU
Belki de bu soruların ardında, insanın köklere olan derin ihtiyacı yatıyordur. Toplum, herkesin bir yere, bir kimliğe ait olmasını ister. Oysa gurbetçinin ruhu, kökleriyle dalları arasında sıkışmıştır. Doğduğu ülke, onun çocukluğunu ve geçmişini temsil eder; yaşadığı ülke ise bugünü ve geleceğini. Bir ağaç gibi, hem köklere hem de gökyüzüne muhtaçtır.
Ancak köklerle gökyüzü arasındaki bu bağ, toplumun beklentilerine uymayınca, bir “araf” durumu doğar. Hiçbir yere ait olamamak, hep iki dünya arasında sıkışıp kalmak… Asıl sorun, gurbetçinin bu durumu kabullenmiş olmasıdır, ama çevresindeki insanların hâlâ ondan net bir cevap beklemesidir.
GURBETÇİNİN İKİ DÜNYASI
Türkiye’deki yakınlar, gurbetçinin “orayı” överek burayı küçümsemesini beklerken, yaşadığı ülkedeki insanlar ondan geçmişini tamamen silip o ülkeye ait olmasını ister. Bu iki zıt beklenti, gurbetçinin ruhunu bir savaş alanına çevirir. Ne tam anlamıyla Türk kalabilir ne de tam anlamıyla yeni ülkesine ait olabilir. Onun için iki dünya da yarımdır, iki dünya da eksiktir. “Bunu başardım” diyen ya kendini kandırıyordur ya da öyle sanıyordur.
KABUL GÖRMEK Mİ, ÖTEKİLEŞMEK Mİ?
Aslında bu soruların ardında büyük bir ikiyüzlülük de yatıyor. Türkiye’de, gurbetçiyi kendi toprağından kopmuş bir “Alamancı” olarak görenler, onun Batı’da maruz kaldığı ötekileştirmeye şaşırmaz. Oysa iki taraf da aynı şeyi yapmaktadır: Onu tam anlamıyla kabul etmemektedir.
SORULAR YERİNE EMPATİ
Belki de bu yüzden artık şu soruları sormayı bırakmalıyız: “Burası mı güzel, orası mı güzel?” ya da “Kendini daha çok nereli hissediyorsun?” Bunun yerine, gurbetçinin iki dünyayı da içinde taşıdığını kabul etmek gerek. Çünkü onun hikayesi, kökleri ve gökyüzü arasında bir köprü kurmanın hikayesidir. Empati, bu köprüyü güçlendirecek tek şeydir.
Belki de en güzeli, hiçbir yere ait olmak zorunda hissetmeden, iki dünyayı birden kucaklamaktır. Çünkü gerçek aidiyet, insanın kendini bir kimliğe sıkıştırmadan, özgürce var olabilmesidir.
Hayatta her zaman kökleriniz kadar, dallarınızı da sevin. Çünkü insan ancak iki dünya arasında köprü kurduğunda tam anlamıyla var olur.
-
E-Dergi10 ay önce
İsviçre’nin Sesi Şubat 2024
-
Ekonomi9 ay önce
İsviçre’de Maaş Dengesi: Ortalama bir Kişinin Maaşı 6788 CHF
-
Yaşam8 ay önce
Kıskanç Kaynana Belirtileri: Gözden Kaçırmamanız Gereken 10 İşaret
-
İsviçre10 ay önce
Dünyanın En İyi Sağlık Kurumları: İlk 250 Hastane Sıralamasında İsviçre’den 10 Hastane
-
Dünya1 ay önce
META’NIN COVİD-19 AŞILARIYLA İLGİLİ YANILTICI BİLGİ KARARI: İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ KISITLIYOR MU?
-
Gündem1 ay önce
ERDOĞAN KARŞITI PAYLAŞIMLARI SIĞINMA BAŞVURUSUNDA HAKLI GEREKÇE OLARAK GÖRÜLMEDİ
-
Gündem4 ay önce
HÄGENDORF’TA TÜRKÇE “SİZ BENİ YAKTINIZ SİZ!” DİYE BAĞIRDIĞI DUYULAN ADAM KENDİNİ YAKTI: DURUMU AĞIR, HELİKOPTERLE HASTANEYE KALDIRILDI
-
Gündem1 ay önce
TÜRKİYE’DEN GELEN SIĞINMA BAŞVURULARINA GETİRİLEN SERT UYGULAMALARA TEPKİ
Gülgün fildişi
1 Mart 2024 at 11:44
Meltemin yolun Işıklarla açılsın tum mucizeler seninle olsun
Meltem Soğuk Stropoli
1 Mart 2024 at 18:49
Çok teşekkür ederim.Sevgilerimle🌺🙏
Hakan Safi
1 Mart 2024 at 13:07
Tebrik ederim Meltem Hanım,
Meltem Soğuk Stropoli
8 Mart 2024 at 18:08
Teşekkür ederim Hakan😊Sevgiler.